46. Sayı: "Kader"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiŞimdi Yenilenme Vakti!
İnsan

Sıcak yaz aylarını geride bırakıp güze doğru süratle yol alırken kışa hazırlığı da ihmal etmemeye gayret ediyoruz. Gençlik yazından, ihtiyarlık güzüne ve ölüm kışına seyahati telmih eden her inkılâp, yenilenmenin de müjdecisi esasında. Daima bir yenilenme, hep bir tazelenme… Ama öyle rastgele değil; hak bir istikamet üzere. Önümüzdeki bayramlar da memleketimiz, İslâm âlemi ve insanlık adına yeni bir devrin başlangıç vaktine olduğu kadar, eskimekten öte pörsüyen ve kokuşan yapıların da tükenişine tevafuk etti, ediyor… Bu durumu tüm cihetleriyle ve inceden inceye, hikmetle okumakta fayda var. Niçin? İsabetli, ferasetli ve basiretli adımlar atmak için elbette. Savrulmamak için. Konjonktürün esiri olmamak için. Edilgen bir faktör değil de etken bir aktör olmak için. Bunun yolu iman hakikatlerini sindirerek, hazmederek, tetkik etmekten ve imanı tahkiki seviyeye yükseltmekten geçiyor. Tefekkür ile ilim ile ve elbette manevi terbiye ile. İmanın esaslarından ‘kadere iman’, belki beşer zihninin anlamakta en ziyade zorlandığı bir hakikat… İmanın ‘denge’de olup olmadığı da kadere imanın rengine göre belli oluyor. Bunun için bu sayıda ‘kadere iman’ esasını incelemeyi düşündük ve kapağa taşıdık. Umuyoruz, bu sayı ile ruhunuzda yeni bir iman ufku ve irfan penceresi açılmasına vesile oluruz. Veya marifet ilminin merdivenlerinde basamakları aşmanıza vesile olacak soruların ve cevapların zihninizde zuhur etmesine sebep oluruz. *** İrfan Mektebi’nin sevgili okurları, Yılın son dört ayına girerken ve İrfan Mektebi’nin dördüncü yılını doldurmaya hazırlanırken, sizlere dört dörtlük bir dergi takdim etmek için, yeni yılımızda yenilenmeye hazırlanıyoruz. Bunun için sizlere gerek derginizle birlikte, gerek temsilciniz vasıtasıyla gerekse web adresimizden bir dizi anketler göndermeye başlıyoruz. Sizden istirhamımız bu anketleri doldurarak veya herhangi bir yoldan bizlerle irtibat ederek önümüzdeki yılın plan ve programını hazırlamamızda ve dergimizin yeni yüzünü şekillendirmemizde desteklerinizi esirgememeniz. Gelin, beşinci yılımızda, İrfan Mektebi’ni yenileyerek güçlendirelim. On binlere daha kaliteli, daha güzel görünümlü bir dergiyi birlikte sunalım. İlim paylaşılarak ziyadeleşsin, kalem ustaları hakikatleri İrfan Mektebi üzerinden müzakere etsinler, ilmi birikim hem âleme yayılsın hem de bu sayede ilmi derinlik kazanılsın. Bu temennilerle, Ramazan Bayramınızı tebrik ediyor, sizlere, ailenize ve tüm İrfan Mektebi okurlarına sıhhat ve afiyetler diliyorum.  Allah’a emanet olunuz.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Eylül
Konu resmiMüslümanca Yaşamak
İtikad

İslâm dini Allah tarafından en son ve en mükemmel din olarak Hatemü’l-Enbiya (asm) aracılığıyla bütün insanlığa tebliğ edilmiştir. Kelime-i Şehâdet getirerek İslâm dinine girenlere Müslüman denilmektedir. Bir beşer, bir kul hatta bir davetçi olarak Müslüman olmanın, Müslümanca yaşamanın kriterleri acaba nelerdir? Bir insan olarak hatadan ve kusurdan hâli olmamakla birlikte İslâmiyet’in bizlere bahşettiği yardımseverlik ve dürüstlük gibi insanî özelliklere sâhip olmalıyız. Zira biz Müslümanlar bütün kemalâtı, bütün güzel hasletleri İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (asm) vesilesiyle öğrenmişiz. Nasıl ki âla bir şey bozulsa, ednâ bir şeyin bozulmasından daha kötü olur. Yoğurt bozulduğunda ayran, tereyağ bozulduğunda zehir olması gibi. Öyle de bizler dini ve daveti umumî olan Peygamber (asm)’ın getirdiği, en son, en mükemmel ve şu anda yegâne hak din olan İslâmiyet’le şereflenmişiz Elhamdülillah. Ancak bu nurânî zincirden -Allah korusun- çıkacak olursak daha hiçbir şey bizim için necat ve halas vesilesi olamaz. Belki içinde yaşadığımız toplum için kangren olmuş zararlı bir uzuv hâline geliriz. Bir Müslüman olarak hem bir davetçi hem de bir barış elçisiyiz. Hudeybiye musâlahasıyla tezâhür eden barış ortamında İslâmiyet’in ne kadar süratli bir şekilde yayıldığı nazara alınırsa şu an barış ve kardeşlik iklimine her zamankinden daha çok muhtaç olduğumuz ayan beyan gözükecektir. Öte yandan İslâmiyet’in güzelliklerini hâlimizle izhar etsek başka dinlere mensup insanların gerek fert gerekse topluluklar halinde asr-ı saâdetteki gibi iman nuruna koştuklarını görebiliriz. İslâmî tebliğin esasını tevhid akidesi oluşturmakla beraber sırf bundan ibâret saymak elbette ki yanlış olacaktır. Çünkü nübüvvet, haşir, ibâdet ve adâlet de İslâmiyet’in üzerinde önemle durduğu ve mukaddes kitabımız Furkan-ı Hakîm’de yer alan mühim konulardır. Bununla birlikte İslâm, yalnızca akla hitap eden bir fikir akımı değil; hem kalbe hem ruha nur veren, hayatın her alanını kuşatan ve tanzim eden İlâhî düsturlar manzumesidir. Şahsî yaşantımızı düzenleyen bu kurallar aynı zamanda ekonomik, sosyal, hatta siyasi hayatımızı da şekillendirmektedir. Örneğin, yüce dinimiz ana-babaya itaati, doğru sözlü olmayı her bir ferde emrederek şahsî, kanaatkâr ve muktesid olmayı emretmekle ekonomik; tesettür emriyle sosyal; hakkı savunanları ve hakka hizmet edenleri meşru yollarla desteklemeyi telkin ederek de bir bakıma siyasî dersler vermektedir. Bir kul olarak Müslüman, imanın altı şartını kabul etmiş -Âmentü’yü tasdik etmiş- kimsedir. İslâm’ın öngördüğü ibâdetleri yerine getiren kimsedir. Bu helâket ve felâket asrında imana, Kur’ân’a bu derece saldırılar varken ibâdet ve taattaki noksanlıklar elbette sebepsiz değildir. Çünkü ibâdeti aksatmak daha da ötesinde terk etmek, ancak iman zayıflığıyla açıklanabilecek bir durumdur. Öyleyse bu durumda bize düşen görevler neler olmalıdır? 1.    İmanımızı tahkikî yapmanın yollarını aramalıyız. 2.    İmanımızı kuvvetlendirecek ilmî çalışmalar yapmalıyız. 3.    “Şerri defetmek faydalı olanı celbetmekten evlâdır” sözünü düstur ittihaz ederek takva dâiresinde hareket etmeliyiz. 4.    Tevbe ve istiğfar ile günahlarımızdan mânen temizlenmeliyiz. 5.    Kulluğumuzun birer göstergesi olan namaza, oruca ve duaya dört elle sarılmalı, birbirimizin kurtuluşu için Cenâb-ı Hakk’a yalvarmalıyız. 6.    Âhirzaman’ın çorak yollarında susuz kalmamak için sabır kabındaki ümit suyunu yanımızdan hiç eksik etmemeliyiz. Son olarak Allahu Teâlâ (cc) bizleri kendisine kul olma şuuruna erdirsin. “İsmini yüceltme davasında” vazifedâr biz âciz kullarını, rızasına ve Habîb-i Ekrem’inin şefaatına nâil eylesin. Âmîn. 

Ali CİRİT 01 Eylül
Konu resmiKader Ve Cüz-İ İradenin Tevfiki
İtikad

İnsan bu âlem içinde diğer varlıklara göre “Hürüm, fâil-i muhtarım” diyebileceği bir kemâl mertebededir. İnsan, düşünce âleminde birbirine zıd fikirlere sâhip olabilir. Mesela: Kader, mecburiyet olarak anlaşıldığında insanın hürriyetinden söz edilemez. Nitekim tarihî süreçte bir kısım akımlar insanın iradesinin olmadığını benimseyip “İnsan rüzgârın önündeki bir yaprak gibidir” diyerek iradeyi reddetmişlerdir.  Diğer bir kısım akımlar ise eğer insan hür ise kaderden bahsetmek nasıl olur? “İnsan kendi fiillerinin hâlıkıdır.” diyerek kaderin inkârına kadar gitmişlerdir. Bedîüzzaman Hazretleri “Cüz-i irade ile kaderin arası nasıl telif edilir? Bir diğerini inkâr etmeden bunlar nasıl açıklanır? sorusuna 26. Söz Kader Risâlesi ismini verdiği eserinde 7 vecihte izah etmektedir. KADER İLE CÜZ-İ İRADENİN NASIL TELİF EDİLECEĞİNİ BİLEMEMEK HİKMETİNİ BİLMEDİĞİMİZ İLAHÎ FİİLLERDEN OLABİLİR [Birincisi]: “Atomlardan insanlara, hayvanlardan bitkilere, yıldızlardan galaksilere kadar herşeyde mükemmel bir düzen ve hassas ölçü Allah’ın hikmet ve adâletini gösterir. Allah’ın herşeyde ince hikmetler gözettiğine şâhiddir. Âdil ve Hakîm bir zâtı gösterir.” diyen Üstad Bedîüzzaman, gönderilen peygamberlerin, insana yapılan İlahî tekliflerin, dînî ve dünyevî sorumlulukların ve amellerinin karşılığı olarak göreceği sevab veya azabın hikmetli ve adâletli olduğunu söyler. Bunların zulüm ve yersiz olmadığını açıklar.  Aksi takdirde peygamberler göndermek, teklif, sevap ve ceza anlamsız kalırdı. İradesiz varlıklara bir kısım sorumluluklar yükleyerek mesul tutmak, sonra da bunları cezalandırmak veya mükâfatlandırmak hikmet ve adâlete uygun değildir. Bu tarz fiiller, hikmet ve adâlet prensiblerine ters düşer. Allah hiç hikmetsiz, lüzumsuz ve adâletsiz iş yapar mı? Bu sırdan dolayıdır ki Allah insanlara sevab ve azaba sebeb olacak cüzî bir irade vermiştir. Bu iradenin bizce içyüzü/mâhiyeti meçhuldur. İnsanlar ise Allah’ın hikmetlerinin hepsini kavramaktan âcizdirler. Hikmetini bilmediğimiz/bilemediğimiz sayısız İlahî icraatlar mevcuttur. Öncelikle kaderle insan iradesinin nasıl uyumlu olduğunu bilememek, hikmetini bilmediğimiz meselelerden olabilir. Böyle bir ihtimalin varlığını kabul etmek aralarını bulamamaktan gelen red ve şüphe etmekten evladır. Cüz-i iradenin kaderle nasıl telif edileceğine akıl erdiremememiz, olmaması anlamına gelmez. Demek ki: “Hikmetini bilmediğimiz nice İlahî fiiller içinde, irade ile kaderin uyumluluğundaki ince sırlar da olabilir.” CÜZ-İ İRADE BİLGİMİZ DÂHİLİNDE OLMAYAN VE HERŞEYİYLE TABİR ETMEKTEN ÂCİZ OLDUĞUMUZ KONULARDAN BİRİSİ OLABİLİR. [İkincisi]: Herkes hür iradeye sâhip bir varlık olduğunu hisseder. Ve o iradenin varlığını vicdanıyla bilir. İsteyerek yaptıklarımızı, yapmak zorunda kaldıklarımızdan ayıran gizli bir şeyin varlığına vicdanımız şehâdet eder. Cüz-i irademizi kavrayamamak veya bunu tamamen açıklayamamak, varlığına zarar vermez. Çünkü “Bir şeyin iç yüzünü, ne olduğunu bilmek, varlığını bilmekten ayrıdır.” Varlığını bildiğimiz fakat mâhiyetinden habersiz olduğumuz nice şeyler vardır. Mesela: hepimiz ruhlarımızla beraber burada oturuyor ve yapılan konuşmayı dinliyoruz. Yaşıyoruz. Hâlbuki ruhumuzun iç yüzünü, konuşmanın nasıl meydana geldiğini ve ses naklinin nasıl gerçekleştiğini ve işitmenin nasıl gerçekleştiği bütün ayrıntılarıyla bilemiyoruz. Ama böyle bir şeyin varlığından da hiç birimiz şüphe etmiyoruz. Demek ki bir şeyin varlığını bilmek, hissetmek, onu künhüyle, iç yüzüyle, gizli âşikâr bütün özellikleriyle bilmek anlamına gelmiyor. Ve bir şey hakkındaki bilgisizliğimiz, o şeyin olmadığı mânâsını ifade etmiyor. Herşeyin bilgimiz dâhilinde olmadığını hepimiz biliyoruz. Bir şey hakkındaki cehâletimiz o şeyin yokluğuna kesinlikle delil olamaz. İşte insanın cüz-i iradesi de, öyleler sırasına girebilir. Yani insan iradesinin bütün yönleriyle tabir edilememesi, iç yüzünün tamamen bilinememesi onun kesin olan varlığına zarar vermez ve zıt değildir. Şu ihtimali göz ardı etmemeli: “İnsanın cüz-i iradesi bilgisi dâhilinde olmayan ve herşeyiyle tabir etmekten âciz olduğu konulardan birisi olabilir.” KADER VE CÜZ-İ İRADE BİRBİRİNE ZIT DEĞİLDİR. KADER İRADENİN VARLIĞINA BİR DELİLDİR [Üçüncüsü]: Cüz'-i irade ve kader birbirine zıt meseleler değildir. Bilakis kader, iradenin varlığını destekler. Onu kuvvetlendirir. Ona delil olur. Çünkü kader, İlâhî ilmin bir tecellisidir. İlim cinsindendir. Allah’ın ilminin bir çeşididir. İlm-i İlâhînin, bizimle olan münâsebeti irademizin nasıl, ne şekilde, nerede tercih yapacağını bilmesinden ibârettir. Yani irademizin tercihlerini bilmiştir. Bu ise iradenin varlığını gösterir. Mesela: Ebeveynler genelde çocuklarının, yakın arkadaşlar, birbirlerinin hangi olay karşısında neyi tercih edeceklerini, nasıl davranacaklarını, hangi çözüm yollarını deneyeceklerini büyük bir ihtimalle bilirler. Onların bu bilgileri çocukların, arkadaşların tercihlerini bizlere gösterir. Onların iradelerine bir delil olur. Mesela: Bazen cezasını çekmiş bir suçlunun tekrar suç işleyeceğini hatta tarzını tecrübeli bir hâkimin bilmesi mahkumun tercihine bir zarar vermez. Aksine mahkumun hür iradesini gösterir. Nitekim suç işlediğinde mahkum hür iradesiyle yaptığı tercihinin karşılığı olarak tekrar ceza alır. Bu suç fiili hâkimin iradesiyle değil, mahkumun iradesiyle gerçekleşmiştir. İşte İlâhî ilim de kulun hür iradesinin tercihlerini ve amellerini bilmiş. Bilinen şeyler hür irademizin sebeb olduğu eserlerdir. İlâhî ilmin bildiklerini görebilseydik insanın hür bir varlık olduğunu anlayabilirdik. Zira ilm-i İlâhî iradenin tercihlerini bilmiş. Madem kader irademizin tercihlerine tecelli etmiş/taalluk etmiş. Öyle ise insan irade sâhibi bir varlıktır. Kaderin insan iradesinin ne yapacağını bilmesi iradeye zıt ve engel değildir. Öyle ise, iradenin varlığını destekliyor. İptal etmiyor. İLİM MALUMA TABİDİR [Dördüncüsü]: Kader, ilim türündendir. İlim, maluma tâbidir. Yani Allah bütün nesne ve olayları her yönüyle meydana gelmeden önce ezelî ilmiyle bilir. Allah hangi sonuçların hangi sebeblerle bağlı olduğunu, bunlara kimlerin başvuracağını ve nasıl netice elde edeceğini yani nesne ve olayları sebeb ve sonuçlarıyla birlikte ezelde bilir. Bu ilim bildiği şeyle uyumlu olur. İlim ile bilinen arasında farklılık olursa cehâlet olur. Bunun ise Allah’a nisbet edilmesi mümkün değildir. Allah’ın herşeyi önceden bilmesi mükelleflerin fiillerini cebir altında yaptıklarını göstermez. Çünkü bir nesnenin, olayın, fiilin meydana gelmesi irade ve kudretin sarfıyla mümkündür. İlim eşyanın hâricî vücudunda müessir değildir. İlâhî ilim insanların iradelerini ortadan kaldırmaz. Aksine kulların fiillerini hür iradeleriyle yapacaklarını bilir. Geleceği bilmek geçmişi bilmek gibidir. Geçmişi bilmek nasıl yaşanan olay ve nesneleri değiştirmiyorsa geleceği bilmekte yaşanacak şeyleri ve nesneleri etkilemez. Mesela: Her insan geçmişte yaşadıkları olayları bilir. Bu konuda kesin bir ilim sâhibidir. Mümkün olsa değiştirmek isteyeceği birçok şeyler vardır. Fakat geçmişini bilmesi değiştirmek için yeterli değildir. Eğer ilim müessir olsaydı, herkesin geçmişini yalnızca bilmesiyle değiştirmesi mümkün olacaktı. Mesela: Güneş ne zaman doğacağını bildiğimizden dolayı doğmuyor. Sizlerin toplantıdan sonra geldiğiniz yerlere döneceğinizi bilmek sizleri gitmeye zorlamıyor. Demek ki ilmin özelliği bilmektir. İşte İlâhî ilim de tercihlerinin nasıl olacağını, nasıl gerçekleşeceğini bilir. BEDÎÜZZAMAN VE EZEL KAVRAMI İmam Nursî, ezel kavramını İlâhî ilmin zarurî bir sıfatı olarak değerlendirir. Bu ezel kavramını sözlük anlamından farklı bir şekilde ele alır. Yani ezel geçmiş zamanın bir ucu veya başlangıcı değildir. Eğer ezel mâzi silsilesinin bir ucu olarak düşünülecek olursa herşeyin birden görülememesinden kaynaklanan bir zorunluluk ortaya çıkacağını söyler. Yani herşey sebeb ve sonuçlarıyla görülemediğinden dolayı yazılan bir tiyatro metni gibi oyuncuların o plana göre oynaması gibi varlıkta bu plana göre fiillerini gerçekleştirir.  Dolayısıyla bir cebir ortaya çıkar. Belki ezel; geçmiş ve hâl ve geleceği birden gören, yüksekten bakan bir âyine gibidir. Öyle ise, dâire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertib ile girdiğini ve kendisini onun hâricinde tevehhüm etmesi ve ona göre muhâkeme etmek hakikat değildir. Şu sırrın aydınlaması için şöyle bir örnek verir: Senin elinde bir âyine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mâzi, sol tarafındaki mesâfe müstakbel farzedilse; o âyine yalnız mukâbilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertib ile tutar, çoğunu tutamaz. O âyine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o âyine ile yükseğe çıkıldıkça, o âyinenin mukâbil dâiresi genişlenir. Gitgide, bütün o iki taraf mesâfeyi birden bir anda tutar. İşte şu âyine şu vaziyette onun irtisamındaki, o mesâfelerde cereyan eden haller birbirine göre önce sonra denk ve ters denilmez. “İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tabiriyle [Manzar-ı a'lâ]dan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacağı, birden tutar ve ihata eder bir makam-ı a'lâdadır.” Biz ve muhâkematımız, onun hâricinde olamayız ki, mâzi mesâfesinde bir âyine tarzında olsun. KADER SEBEB VE SONUCU AYNI ANDA GÖRÜR [Beşincisi]: Kader, sonucun hangi sebeble/sebeblerle olacağını bilir. Yani, şu netice, bu sebeble vukua gelecek der. Öyle ise “Filan adamın ölmesi, şu vakitte mukadderdir. Cüz-i iradesiyle tüfek atan adamın ne kabahati var, atmasaydı yine ölecekti?” denilmemeli. Çünkü kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmadığını farzetsen, o vakit kaderin adem-i gerçekleşmeyeceğini farzetmiş olursun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Sebebe ayrı, müsebbebe ayrı bir kader tasavvur etmek veyahut kaderi inkâr etmek doğru değildir. Ehl-i Sünnet ve cemâati der ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhuldur.” Sonuç: [Altıncısı]: Cüz-i ihtiyârînin üssü’l-esası olan meyelan, (itikad imamlarımızdan) Matüridîce bir emr-i itibârîdir, abde verilebilir. Fakat (yine itikad imamlarımızdan) Eş'arî, ona mevcud nazarıyla baktığı için abde vermemiştir. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş'ariyece bir emr-i itibârîdir. Öyle ise o meyelan, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-ı hâricîsi yoktur. Emr-i itibârî ise, illet-i tâmme istemez ki; illet-i tâmmenin vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref'etsin. Belki o emr-i itibârînin illeti, bir rüchâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibârî onsuz sübut bulabilir. Öyle ise o anda onu terkedebilir. Kur’ân ona o anda diyebilir ki: “Şu şerdir, yapma.” Evet, eğer abdde Hâlıkın ef'ali bulunsa idi ve icada iktidarı olsa idi, o vakit ihtiyarı ref' olurdu. Çünkü ilm-i usûl hükmünde مَالَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ kâidesince mukarrerdir ki: “Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise; ma'lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz. Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. Hâlbuki, o emr-i itibârî dediğimiz kesb-i insanî; bazen yapmak ve bazen yapmamaktadır; eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-i kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder? [Elcevab]: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. Yani: Müreccihsiz, sebebsiz bir rüchaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih câizdir ve vâkidir. İrade bir sıfattır. Onun şe'ni, böyle bir işi görmektir. Eğer desen: “Madem katli halkeden Hak'tır. Niçin bana kâtil denilir?” [Elcevab]: Çünkü ilm-i sarf kâidesince ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa bir emr-i sâbit olan hâsıl-ı bi’l-masdardan inşikak etmez. Masdar kesbimizdir, kâtil ünvanını da biz alırız. Hâsıl-ı bi’l-masdar, Hakk'ın mahlukudur. Mesuliyeti işmam eden birşey, hâsıl-ı bi’l-masdardan müştak kılınmaz. [Yedincisi]: İrade-i cüziye-i insaniye ve insanın cüz-i ihtiyâriyesi çendan zaiftir, bir emr-i itibârîdir, fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaif cüzî iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani mânen der: “Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mesuliyet sana âittir!” Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bıraksan “Nereyi istersen seni oraya götüreceğim” desen, o çocuk yüksek bir dağı istese, sen de götürsen. Çocuk üşüse veyahut düşse. Elbette “Sen istedin” diyerek itab edeceksin ve onun yüzüne bir tokat vuracaksın. İşte Cenâb-ı Hak, Ahkemü’l-Hâkimîn, nihâyet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder. [Elhâsıl]: Ey insan! Senin elinde gâyet zaif, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz-i ihtiyârî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duâyı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet'e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saâdet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir meyvesi olan Zakkum-ı Cehennem'e yetişmesin. Demek duâ ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecâvüzatını kırar. 

Muhlis KÖRPE 01 Eylül
Konu resmiAllah Şerleri Neden Yaratır?
İtikad

Şerrin anlamı, hayırlı olmayan, kötü ve zararlı şey demektir. “Allah her şeyi yaratandır” âyetinden anlaşıldığı gibi, hayırlarla beraber şerleri de yaratan Allahu Teâlâ’dır. Şerrin yaratılması meselesi kadere imanın önemli başlıklarından biridir. Resûl-ü Ekrem (asm) Efendimiz, kadere iman şartını, “Kadere, hayır ve şerrin Allahu Teâlâ’dan olduğuna inanmak” diye tarif etmiştir. Bu sebeble, İslâm’ın inanç esaslarını sıralayan Âmnentü’yü okurken “kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inandım” deriz. Demek ki, kadere olan imanımız, şerlerin de hayırlar gibi Allah tarafından ezelde takdir edildiğine ve vakti gelince yaratıldığına inanmayı gerektirmektedir. İşte tam burada şöyle bir soru akla geliyor: Allahu Teâlâ bütün hayırların kaynağı, bütün şer ve çirkinliklerden münezzeh ve uzaktır. Üstelik Kur’ân’da “iyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın” gibi âyetlerle insanlara şerlerden sakınmalarını, iyilik yapmalarını tekrar tekrar emrettiği ve insanların şerri bırakıp hayra yönelmesi için peygamberler gönderdiği halde şerlere neden müsâade etmekte ve şerleri neden yaratmaktadır? Şerlerin yaratılması şer değil midir? Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bu soruya şerlerin yaratılmasındaki pek çok hikmetleri göstererek Risâle-i Nur’da çeşitli cevaplar verir. Mesela, 12. Mektub Risâlesi’nde şöyle der: “Hâşâ!.. Halk-ı şer şer değil kesb-i şer şerdir.” Şerrin yaratılması değil, şerrin insanlarca tercih edilmesi şerdir. Yani insanların şerri dilemesidir şer olan; Allah tarafından yaratılması değil. Çünkü yaratmak, o şeyle alâkalı bütün neticelere bakar; insanın dilemesi ise, insanın kendi ile alâkalı hususî maksadlarına bakar. İnsan o işi dilerken şer maksadlar için diler, ama Allah hayırlı pek çok maksadlar için o şerri yaratır. Meselâ: Yağmurun yağmasının binlerce neticeleri var, bütünü de güzeldir, hayırdır. Birisi tembellik ve ihmal gibi bir sebeble iradesini kötüye kullanarak evinin akan çatısını zamanında tamir ettirmese ve evi su içinde kalarak yağmurdan zarar görse, “Yağmurun yaratılması rahmet değildir” diyemez. Aksine, onun kötü iradesi sebebiyle kendisi hakkında şer oldu. Hem ateşin yaratılmasında pek çok faydalar var; bütünü de hayırdır. Fakat bazı kimseler kendi hataları sebebiyle ateşten zarar görseler, “Ateşin yaratılması şerdir”, keşke ateş yaratılmasaydı diyemezler. Çünkü ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi iradesini kötüye kullanarak, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetçisini kendine düşman etti. Hulâsa: Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalil kabul edilir. Yani çok hayır için az şer kabul edilir. Eğer az şer olmaması için, çok hayır terk edilirse; o vakit çok şer işlenmiş olur. Meselâ: kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi zâhiren bir şerdir, hâlbuki gerçekte hayırdır, iyidir. Parmak kesilmezse, el kesilir; daha büyük bir şer olur. İşte kâinattaki şerlerin, zararların, belaların, zararlı görünen şeylerin yaratılması, şer ve çirkin değildir. Çünkü pek çok mühim hayırlı neticeler için yaratılmışlardır. (12. Mektub) Üstad Bedîüzzaman, şerlerin takdir edilmesinde bizce gizli pek çok adâlet, hikmet ve rahmet yönleri bulunduğuna işâret etmek için şöyle bir misal verir: “Mesela, bir hâkim seni hırsızlıkla mahkûm edip hapsetti. Hâlbuki sen hırsız değilsin. Fakat kimsenin bilmediği gizli bir cinâyetin var. İşte kader-i İlahî dahi seni o cinâyetin sebebiyle hapsedip adâlet etmiş. Hâkim ise, senin yapmadığın bir hırsızlıkla seni mahkûm ettiği için zulmetmiştir. “İşte şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin adâleti ve insan kesbinin zulmü görünür.” Yani tek bir şeyde, kaderin adâleti ile insanın zulmü birlikte görünebilir. İnsan zulmederken kader adâlet eder. Demek Allah’ın kaderi gerçek mânâda şerden, çirkinlikten ve zulümden münezzehtir, beridir, uzaktır. İKİ KISIM ŞER Risâle-i Nur’daki izahlardan yola çıkarak meseleye baktığımızda şerlerin iki kısım olduğunu görürüz: 1- İnsanlar ve cinler gibi imtihan olan varlıkların işledikleri günah ve şerler. 2- Allah’ın takdir ettiği bazı musibet ve belalar. İnsanların ve cinlerin şer işleyebilmesinin sebebi dünyada imtihan olmalarıdır. Allahu Teâlâ, onları şerlerden sakınmak ve hayırlara koşmakla imtihan etmektedir. Bu imtihanın bir gereği olarak hayır ya da şer işleyebilme iradesine sâhip kılınmışlardır. Her şeyi yaratan yüce Allah olduğu gibi, insanların bir şerri dilemelerinin ardından onu yaratan da Allah’tır. Fakat ehl-i sünnet âlimlerinin beyanlarına göre Allah şerleri yaratsa da onlardan râzı değildir ve kullarına şer ve kötülükleri işlememelerini emreder. Eğer insanlar kötülük işleyemesinler diye diledikleri anlarda şerleri yapamasa idiler, yani Allah şerri onların elinde yaratmasa idi, dünyadaki imtihan bozulurdu. İmtihan bozulunca da insanlar nefis ve şeytanla mücâdele edemez, ruhtaki kâbiliyetleri hakkıyla gelişmez, meleklerden daha yüksek makamlara çıkan peygamberler ve evliyalar ve sâlih insanlar ortaya çıkamazdı. Bedîüzzaman Hazretleri’nin tabiriyle sırr-ı imtihan bozulup Ebu Cehiller ile Ebu Bekirler bir seviyede kalacaktı. O büyük kâmil insanların yetişmemesi çok daha büyük bir şer olacaktı. İşte o hayırlı insanların yetişebilmesi için insanlık imtihana tâbi tutulmuş ve şer işleyebilmelerine müsâade edilmiştir. Ta ki insanlar nefis ve şeytanla cihad ederek şerlerden sakınarak ruhlarındaki kâbiliyetler gelişsin ve Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmış yüce insanlar ortaya çıksın. Şerlerden ikinci kısmı ise, insanlarca şer olarak görülen, fakat aslında çok güzel hayırlı ve ebedî faydaları bulunan musibetler, hastalıklar, belalar gibi şeylerdir. Dünyada insanların başına gelen musibetlerin verdiği acılar insanların itiraz ve şikâyetlerine sebeb olsa da bu acılarda pek çok rahmet ve hikmet mânâları vardır. Resûl-ü Ekrem (asm), dünyada musibet ve sıkıntılara düşüp acı çekenlere âhirette karşılığının fazlasıyla verilip râzı edileceklerine dâir pek çok müjdeler vermiştir. Bunlardan biri: “Mü’minin ayağına bir diken de batsa günahına kefâret olur.” Bir diğeri ise: “Sıtmadan titreyen bir hastanın günahları, meyveli bir ağacın silkelendiğinde meyvelerinin dökülmesi gibi günahları dökülür.” Bir diğer hadiste ise: “Kıyâmet günü, teraziler kurulur, amel işleyenler amellerinin karşılığını tam olarak alırlar. Sonra belaya, musibete uğrayanlar getirilir, onlar için terazi kurulmaz, ücretleri, mükâfatları tartısız, hesapsız bol bol verilir. Bunlara verilen sevabların büyüklüğünü görenler, Keşke bizim de dünyada vücutlarımız makaslarla doğransaydı da, biz de böyle büyük nimetlere kavuşsaydık derler.” İşte hadislerden de anlaşıldığı gibi dünyada çekilen musibet ve sıkıntılar, aslında pek çok hayırların vesilesidir. Demek ki musibet ve şerlerin kâinattaki varlığı bizzat çirkin olsa da netice ve sonuç itibarıyla güzeldirler. BURAYA KADAR ANLATILANLARIN HULASASI Hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. İnsanların işlediği şerleri O yaratsa da bunlardan râzı değildir. İnsanlara şer işlememelerini emretmekte, onları hayra sevk etmekte, cehennemden sakındırıp cennete davet etmektedir. İmtihanın gereği olarak dünyada isteyenin şer işlemesine müsâade etmektedir. İnsanların dışında gelişen şer ve musibetler ise görünüşte ve dünya hayatı açısından şer gibi görünse de gerçekte onların arkasında pek çok hayırlar, sevaplar, hikmetler ve rahmet mânâları saklıdır; gerçek güzellikleri ise âhirette görünecektir. Bedîüzzaman Hazretleri der ki; bazı şeyler görünüşte şer olsalar da Allah’ın yaratmasında gerçek mânâda şer yoktur. O görünüşteki şerler de eşya zıddıyla bilinir kâidesiyle güzellik ve hayrın hakkıyla anlaşılmasına hizmet etmektedirler. 

Cemal ERŞEN 01 Eylül
Konu resmiKadere İmanın İman Esasları İçine Girme Sebebi
İtikad

1. MUKADDİME: İslâm tarihinde îmânın altı esasından yalnızca biri Müslümanlar arasında tartışılmıştır. O da kadere îmândır. Cebriye mezhebi her şeyi kadere nisbet ederek, insanın iradesini inkâr etmiştir. Mutezile mezhebi de, kaderi inkâr ederek, “İnsan fiilini kendisi yaratır” demiştir. Ehl-i sünnet ise, kaderin varlığını ikrar etmiş, fakat insanın hür bir iradesi olduğunu, hayır ve şerri insanın bu hür iradesiyle tercih ettiğini, bununla beraber, insanın iradesini sarf etmesinden sonra fiilini Allah’ın yarattığını söylemiştir. Bu yönüyle Ehl-i Sünnet Cebriye ile Mutezile arasında orta yolu tercih etmiştir. Cebriyenin savunduğu fikir İslâm toplumlarında akla ve şeriata muhâlif olduğundan fazla tutunamamıştır. Fakat Mutezile ile Ehl-i Sünnetin tartışmaları İslâm düşünce tarihinde büyük bir yer tutmuştur. Yüzyıllar boyunca mutezile ile Ehl-i Sünnet arasındaki kader tartışması dâima güncelliğini muhâfaza etmiştir. Ehl-i Sünnet kaderi inkâr eden Mutezileye karşı, kaderin bir îmân esası olduğunu savunmuş ve aklî, naklî delillerle bunu isbat etmeye çalışmıştır. Fakat hiçbir âlim kaderin niçin îmân esasları içine girdiği konusunda bir izah yapmamıştır. Muhtemelen Üstad Bedîüzzaman’ın yaptığı gibi bir izah ortaya konulsaydı, tartışmaların uzlaşmaya dönmesi veya tartışmaların hafiflemesine sebep olabilirdi. 2. KADERİN ÎMÂN ESASLARI İÇİNE GİRME SEBEBİ: Kader konusunda Üstad Bedîüzzaman’ın daha önceki kelam âlimlerinden farklı bir yönü kaderin îmân esaslarına girişine dâir izahıdır. Bilindiği gibi kader; Allah’ın ezelî ilmiyle başımıza gelecekleri bilmesi, takdir etmesi ve levh-i mahfuza yazmasıdır. Kaza ise yazılanların zamanı geldiğinde vuku bulmasıdır. Kader Allah’ın ilim ve iradesiyle, kaza ise, Allah’ın kudretiyle ilgilidir. Bu yönüyle Allah’ın ilmine, iradesine ve kudretine îmân, kadere îmânı da tazammun ediyor denilebilir. Bu takdirde ayrıca kadere îmân âdeta zâid gibi görünmektedir. Fakat zâid değildir. Kadere îmânın insan ahlâkını, insan fiillerini etkileyecek, yönlendirecek bir özelliği de vardır. Üstad Bedîüzzaman Kader Risâlesi’nin hemen başında şöyle der: “Kader ve cüz-i ihtiyârî, İslâmiyetin ve îmânın nihâyet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir îmânın cüzlerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani mü'min herşeyi, hatta fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakk'a vere vere, tâ nihâyette teklif ve mesuliyetten kurtulmamak için “Cüz-i ihtiyârî” önüne çıkıyor. Ona “Mesul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için, “Kader” karşısına geliyor. Der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.” “Evet kader, cüz-i ihtiyârî; îmân ve İslâmiyetin nihâyet merâtibinde... Kader, nefsi gururdan ve cüz-i ihtiyârî, adem-i mesuliyetten kurtarmak içindir ki, îmânî meseleler içine girmişler.” Üstad’ın bu paragrafında izaha muhtaç bazı tabirler var. Şöyle ki: Üstad’ın “Kader ve irade-i cüziye hâlî ve vicdânîdir” ifadesi, bazılarınca yanlış anlaşılmış “Kader aklen anlaşılmaz, isbat edilmez, vicdânen hissedilir, kabul edilir” diyenler olmuştur. Hâlbuki Üstad burada “Kader isbat edilebilir mi?” sorusuna değil, “Kader îmân esasları içine niçin girmiştir?” sorusuna cevap aramaktadır. Kader aklen ve naklen isbat edilmez bir hakikat değildir. Bilakis aklen ve naklen isbat edilir. Kaderle ilgili âyet ve hadisler sayılamayacak kadar çoktur ve kaderin naklen isbatı için kâfidir. Keza Üstad Kader Risâlesi’nde “Kadere dâir katî deliller o kadar çoktur ki, hadd ve hesaba gelmez.” der ve kaderin aklî izah ve isbatlarını yapar. Üstad “Kader hâlî ve vicdânîdir” ifadesiyle, kadere îmânın teorikte değil, pratikte, geçmiş ve gelecekle değil halle ilgili bir konu olduğunu ortaya koymaktadır. Yani mü’min her zaman bir kavşakta tercih yapma durumundadır, “Yapayım mı, yapmayım mı? Hayrı mı, şerri mi tercih edeyim” sorusunu her dâim kendisine sorar. Bu soruya vicdanıyla kendi karar vermek zorundadır. Bu soruyu sormasının sebebi de kadere olan îmânıdır. Çünkü o, hayrı yapmakla, şerden kaçınmakla mükelleftir. Hayrı yaparsa mükâfat, şerri işlerse ceza görecektir. 3. HAYIR ALLAH’A, ŞERLER NEFSE NİSBET EDİLİR: Üstad Nisa Sûresi’nin 79’uncu âyetinde “Sana gelen her iyilik Allah'tandır, sana gelen her kötülük ise, nefsindendir.” âyetine istinâden hayır ve hasenatın, sevapların kadere, şerlerin ve günahların ise irade-i cüz’iyyeye nisbet edilmesi gerektiğini, zâten kader ve irade-i cüziyenin bu yüzden îmân esasları içine girdiğini söyler. Burada şu soru akla gelebilir: Hayırlar niçin kadere de, şerler irade-i cüziyeye nisbet edilir? İkisinin de irade-i cüziyeye nisbet edilmesi gerekmez mi? Elcevap: Üstad hayırların müsbet ve vücudî olduğu için kadere, şerlerin, günahların menfî ve tahribat nevinden olduğu için irade-i cüziyeye nisbet edilmesi gerektiğini savunur. Konuyu bir misalle açalım. Şöyle ki: Yüz kişinin çalıştığı bir ticâret gemisi yüklü mallarla Trabzon’dan İstanbul’a gelse ve neticede malların satılmasıyla 100 milyar kâr edilse. Bu kârın neticesinde geminin dümencisi “Eğer ben olmasaydım bu gemi buraya gelemez ve dolayısıyla bu kadar kârlı bir ticâret olmazdı. Bu yönüyle bu kârın % 99’u benim olmalı” dediğinde gemide çalışan bütün arkadaşları ona itiraz edecekler, “Senin kadar bizde çalıştık. Biz olmasaydık sen de bu gemiyi buraya getiremezdin. Dolayısıyla kârı yüze bölmemiz gerekir. Senin hissen ancak %’de 1’dir” diyeceklerdir. Dönüşte dümenci sarhoş olup geminin batmasına sebep olduğunda “Madem kârı yüze böldük, öyleyse zararı da yüze bölelim” dese, arkadaşları ona “Kârda ortaktık, çünkü kârın ortaya çıkmasında herkesin hissesi vardı. Buradaki zararda tek mesul sensin. Çünkü hepimiz vazifemizi yaptık, sen yapmadın, senin hatan yüzünden bu felâket başımıza geldi. Dolayısıyla bütün suç ve zarar % 100 sana âittir” diyeceklerdir. Bu örnekte olduğu gibi insan vücudu bir gemi gibidir. İnsanın irade-i cüziyesi ise bu geminin dümencisi gibidir. Bir fiilin meydana gelmesinde insan iradesinin büyük rolü vardır, ama fiilin meydana gelmesi için yalnızca irade kâfi değildir. Fiilin meydana gelmesinde irademizle beraber, bütün âzâlarımızın, organlarımızın ve duygularımızın o fiile iştiraki vardır. Bu âzâlarımızı, duygularımızı ve onların sâyesinde meydana gelen fiilleri yaratan Allah’dır. Bunlar içinde yaratılmayan ve insana nisbet edilen yalnızca insanın iradesidir. İnsan iradesini hayra sarf eder ve hayrın meydana gelmesine vesile olursa, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, irade-i cüziyesiyle bu hayrın meydana gelmesindeki hissesi %’de 1’dir denilebilir. Üstad’ın dediği gibi “Hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Sual ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hak'tandır. İnsan yalnız duâ ile îmân ile şuur ile rıza ile onlara sâhib olur.” Bu hayrın meydana gelişinde hissesi az olduğu için gururlanmaya hakkı yoktur. Diğer bütün kemâlat ve iyilikleri buna kıyas edebiliriz. Eğer insan iradesini şerre sarf eder ve şerrin meydana gelmesine sebep olursa, âdeta gemiyi batıran dümenci neferi gibi bütün mesuliyette ona âit olur. Çünkü şerler ve günahlar tahribat nevindendir. Her ne kadar şer olan fiiller de Allah tarafından yaratılıyor ise de, bu yaratma insanın isteğine bağlı olduğu için, mesuliyet de insana âittir. Bu yönüyle şer olan şeyi yaratmak şer değil, şerri kesb etmek, istemek, kazanmak şerdir. Bu yüzden bütün mesuliyet nefse âit olur. Hülasa; insan kendisinden sudur eden bütün iyilikleri, kemâlatı kadere (yani Allah’a) nisbet etmeli, bu iyilik ve kemâlatla gururlanmamalı, kibirlenmemelidir. Şerler ve günahları ise nefsine nisbet etmeli, mesul olduğunu idrak ederek Allah’a yönelip, tevbe istiğfar etmelidir. Hâlbuki günümüzde kader ve cüz-i ihtiyârînin niçin îmân esasları içine girdiğini bilmeyenler, bu hakikatin tam tersi bir durum sergilemekte, iyilik ve kemâlatı kendi nefislerine, şer ve günahları kadere nisbet edebilmektedir. Üstad bu konuda şöyle der: “Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemâl-i îmân sâhibi ise, kâinatı ve nefsini Cenâb-ı Hakk'a verir, onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz-i ihtiyârîden bahsetsin. Çünkü mâdem nefsini ve herşeyi Cenab-ı Hak'tan bilir, o vakit cüz-i ihtiyârîye istinad ederek mesuliyeti deruhde eder. Seyyiata merciiyeti kabul edip, Rabbini takdis eder. Dâire-i ubûdiyette kalıp, teklif-i İlahiyeyi zimmetine alır.” “Hem kendinden sudur eden kemâlât ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahır yerine şükreder. Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder.” “Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise; o vakit kaderden ve cüz-i ihtiyârîden bahse hakkı yoktur. Çünkü nefs-i emmâresi, gaflet veya dalâlet sâikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah'ın malını onlara taksim eder, kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir. Mesuliyeti ve kusuru kadere havâle eder.” “O vakit, nihâyette Cenâb-ı Hakk'a verilecek olan cüz-i ihtiyârî ve en nihâyette medâr-ı nazar olacak olan kader bahsi mânâsızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mesuliyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.” 

İdris TÜZÜN 01 Eylül
Konu resmiYa Hafîz
İbadet

Hafîz, hıfzetmek fiilinden gelen ve genel lügat mânâsıyla korumak, muhâfaza altına almak demek olan Allah’ın (cc) bir ismidir. Âyet-i kerimede “…doğrusu benim Rabbim her şeyi gözetleyip koruyandır, hafîzdır” (Hud, 57) buyrulmaktadır. Kâinatta Hafîz isminin o kadar çok tecellileri vardır ki tefekkür penceresinden bakan bir adam her yerde canlı cansız her varlıkta Hafîz isminin tecellisini rahatlıkla görebilir. Güzel bir çiçeğe bakan bir adam Cemil ve Cemâl isimlerini gördüğü gibi aynı zamanda o çiçekte o şekilde muhâfaza edilmesinin sırrını taşıyan Hafîz ismini görmelidir. Aynı şekilde bir dağda görülen Celal isminin yanında Hafîz ismi de âşikâr görülmektedir. Hafîz ismi aynı zamanda varlıkları kaderle tayin edilen, bir ecele kadar zevale uğramaktan muhâfaza eden demektir. Bu anlamda baktığımız zaman dünya üzerindeki bütün canlıların ecel gelene kadar dünyada muhâfaza edilmeleri Hafîz isminin bir tecellisidir. Aynı zamanda bu isim kula bir zât tarafından korunup muhâfaza edildiğini ve ecele doğru adım adım yaklaştığını hatırlatmaktadır. Âyet-i kerimede “Onun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri vardır, onu Allah’ın emriyle gözetip korumaktadırlar” (Ra’d, 11) buyrulmakta ve insanın kendini korumasının kendi elinde olmadığı, yalnızca bir Hafîz-i Zülcelal'in elinde olduğu Rabbimiz tarafından bize bildirilmektedir. Kur'ân’ın dört ana konusundan biri olan haşir için, Haşir Risâlesi’nde Bedîüzzaman Hz.leri şöyle bir ifade kullanıyor; “Hiç mümkün müdür ki: Gökte, yerde, karada, denizde; yaş kuru, küçük büyük, âdî âli, her şeyi kemal-i intizam ve mizan içinde muhâfaza edip, bir türlü muhâsebe içinde neticelerini eleyen bir hafiziyet; insan gibi büyük bir fıtrata, hilâfet-i kübra gibi bir rütbede, emânet-i Kübra gibi büyük vazifesi olan beşerin, rububiyet-i ammeye temas eden amelleri ve fiilleri muhâfaza edilmesin, muhâsebe eleğinden geçirilmesin, adâlet terazisinde tartılmasın, şâyeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hayır, asla!..’’ Evet, eğer dünyada Allah’ın Hafîz ismin tecellileri görünmeseydi, canlılar yaşamını sürdüremeyecek güçsüz ve âciz olanlar muhâfaza olunmayacaklardı. Çünkü Hafîz isminin tecellisiyle kâinattaki denge sağlanıyor ve yaşamak için gerekli tüm ihtiyaçlar diğer isimler yanında Hafîz isminin de tecellisiyle ecel gelene kadar muhâfaza ediliyor, ve insanın işlediği fiiller belli bir vakitte kullanılmak üzere saklanıyor kaydediliyor. Yine Onuncu Söz'de Bedîüzzaman Hz.leri “Beşerin hâfızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu kanun-u hafiziyyetin azamet-i ihatasını gösteriyor” diyerek Hafîz isminin başka bir mânâsını bize gösteriyor. Hafîz isminin canlıların türünü bir kısmının tohumlarında bir kısmının yumurtalarında bir kısmının da spermlerinde muhâfaza eden mânâsı da vardır. Üstad Bedîüzzaman Lema'lar adlı eserinde “Her bir tohum, ism-i Hafîz’in cilvesiyle ve ihsanıyla ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyyeti iltibassız, noksansız muhâfaza edip gösteriyor.”diyerek bitkilerin tohumlarında taşıdıkları genetik yapıyı Hafîz isminin sâyesinde nesilden nesile aktardıklarını ifade ediyor. Yine Mesnevî-i Nuriye’de “Bir incir ağacının tohumunu tavırdan tavra hıfzeden, devirden devire himâye eden, inhilalden vikâye eden ve o tohumda incir ağacının teşkilatına lâzım olan esasları kemâl-i ihtimam ile muhâfaza eden elbette halife-i arz unvanını alan nev-i beşerin âmâlini ihmal etmez, hıfzeder.’ diyerek insanın bütün amellerinin kaydedildiğini anlatıyor. Aynı zamanda insanın amellerinin kaydedilmesinin sâdece hesap gününde şehâdet etmesi için olmadığını Üstas Hz.leri ince bir mânâyla Mektubat adlı eserinde şu şekilde ifade ediyor. “Ehl-i cennet, elbette arzu ederler ki; dünya maceralarını tahattur etsinler ve birbirine nakletsinler. Belki o maceraların levhalarını ve misallerini görmeyi çok merak ederler. Elbette, sinema perdelerinde görmek gibi, o levhaları, o vakaları müşâhede etseler, çok mütelezziz olurlar. Madem öyledir; herhalde dar-ı lezzet ve menzil-i saâdet olan cennette “Ala sürurin mütekâbilîn” [Karşılıklı tahtlarda kardeş kardeş otururlar] (Hicr, 47) işâretiyle, sermedî manzaralarda, dünyevî maceraların muhâveresi ve dünyevî manzaraları cennette bulunacaktır.” Evet, nasıl insan dünyadayken yaşadığı güzel anları tekrar tekrar izleyip o mutluluğu tekrar tekrar yaşamak için kameraya kaydediyor. Ehl-i cennet de dünyadayken ism-i Hafîzin tecellisiyle kaydedilen geçirdikleri anları izleyip o anları hatırlayıp mutluluğunu yaşamak veya o sıkıntılı ve çileli dünya hayatının geçmesinden gelen bir lezzeti hissedecekler inşâallah. Yâ Hafîz! Bizi cin ve insanların şerrinden muhâfaza eyleyip dünya ve âhirette Hafîz ism-i celilinle yardımcımız ol. Ve bizi bu isminle Risâle-i Nur dâiresinde muhâfaza eyle. Âmîn.

Mahmut BABUR 01 Eylül
Konu resmi40 Ambar
Tarih

HÂLİD BİN VELİD (RA)  592 senesinde Mekke’de dünyaya gelmiştir. Hudeybiye Antlaşması sonrasındaki barış döneminde Amr Bin As (ra) ve Osman bin Talha (ra) ile birlikte Müslüman olmuştur. Katıldığı ve idare ettiği yüzü aşkın harbin hiçbirinde yenilmemiştir. Bizans ve Sasanî devletleriyle yaptığı mücâdeleler sonrasında Suriye ve İran’ı üç senede fethetmiş, Anadolu topraklarında Kahramanmaraş’a kadar gelmiştir. 638 senesinde Müslümanların, elde edilen zaferleri, Cenâb-ı Hakk’dan değil de Hâlid bin Velid (ra)’ın şahsından bilmeleri tehlikesine karşın Hz. Ömer (ra) tarafından ordu komutanlığından alınmıştır. Peygamber Efendimiz (asm), Hâlid bin Velid (r.a.) hakkında: "Hâlid Allah'ın Kılıcıdır." ve "Hâlid bin Velid’e gelince, o her şeyini sizin için vermiştir, nesi var nesi yok harblerde Allah yolunda sarfetmiştir." buyurmuşlardır. (Ebû Dâvûd, Sünen, I, 163). 642 senesinde vefat ettiğinde vücudunda kılıç değmedik yer kalmamıştı. İSTANBUL’DA RAMAZAN Osmanlılarda, İstanbul’da Ramazan-ı Şerif ayının ne zaman başladığını tesbit etmek İstanbul Kadısının vazifesiydi. İstanbul Kadısı tarafından vazifelendirilenler, minârelerden hilali gözetlerlerdi. Hilali gören, yanına aldığı iki şâhidle birlikte Kadının huzuruna varırdı. Kurulan mahkemeyle hilalin görüldüğüne kesin karar verilirse, durum Padişaha bildirilirdi. Padişahın onayının ardından Câmi minârelerindeki kandiller, mahyacılar tarafından yakılarak Ramazan’ın başladığı halka duyurulurdu. İftar davetleri Ramazan’ın dördüncü günü başlardı. En meşhur davetler Sadrazam tarafından sarayda, Padişah adına verilen davetlerdi. Bu davetler, Ramazan’ın 24. günü sona ererdi. İftara gelen misâfirlere diş kirası verilmesi ve Hırka-i Şerîf ziyâretleri de önde Ramazan âdetlerindendi. SÜLEYMÂNİYE MEDRESELERİ İstanbul’da Süleymâniye Câmii etrafındaki Süleymâniye Külliyesinde yer alan medreseler; medrese-i evvel, medrese-i sânî, medrese-i sâlis, medrese-i râbi, dârü’l-hadis ve tıb medreselerinden oluşmaktadır. 1. , 2. , 3. ve 4. medreselerde riyâziye, tabiiye, hukuk ile dînî ve edebî ilimler okutulmaktaydı. Tıb medresesi devrin en meşhûr tabîb ve hekimlerini yetiştirirken, dârü’l-hadis medresesi hadis konusunda otorite âlimler yetiştiriyordu. Osmanlı’da müderrisler içinde en fazla maaşı Süleymaniye’deki dârü’l-hadis medresesi müderrisleri almaktaydı. EDİRNE SELİMİYE CÂMİİ  1575senesinde ibâdete açılan ve dünyanın en büyük kubbesine sâhib olan Selimiye Câmii’nin minâreleri, Edirne’nin her tarafından görülebilmektedir. Mihrab çevresindeki çinileri birer şaheser olup, nefes alan çiniler olarak adlandırılmaktadırlar. Bu çiniler terlemeyen ve kir tutmayan bir özelliğe sâhiptirler. Câmi’nin bânisi Sultan 2. Selim minberin altından yapılmasını istemişse de Mimar Sinan’ın isteği üzerine yekpare şeffaf mermerden oyularak yapılmıştır. İrili ufaklı 32 kapısı olup, 32 farza işâret etmektedir. Külliyesiyle birlikte 999 penceresi vardır. 4 minâresi 4 halifeye ve abdestin 4 farzına, 12 şerefesi ise namazın 12 farzına işâret etmektedir. 1912 Balkan Harbinde Edirne’nin elden çıkmasıyla birlikte yaklaşık bir sene câmide sâdece imam ve müezzin kalmıştır. Yine Balkan harbinde Bulgarların saldırısında câmiye isâbet eden bir top mermisinin izi hâlâ görülebilir vaziyettedir. CEBİR’İN KURUCUSU EL-HAREZMÎ Cebir’in kurucusu olan Harezmî’nin asıl ismi Ebu Abdullah Muhammed bin Musa’dır. 780 senesinde Horasan bölgesinde yer alan Harezm şehrinde dünyaya gelmiş, 850 senesinde Bağdat’ta vefat etmiştir. Cebir terimi, Harezmî’nin El-Kitabü’l Muhtasar fî Hisâbi’l Cebrî ve’l Mukâbele (Cebir ve Denklem Hesabı Üzerine Özet Kitâb) isimli kitabından gelmektedir. Bu kitâb ilk müstakil Cebir kitabı olarak tarihe geçmiştir. Harezmî, sinüs, kosinüs ve trigonometri tablosunu tasarlamıştır. Harezmî’nin açtığı yoldan ilerleyen İslâm âlimleri, Geometri’yi geliştirmiş ve sıfır sayısını bulmuşlardır. KUDÜS Kudüs, Milattan önce 4000’lü yıllarda Kenanîler tarafından kurulmuştur. Kudüs’ü, Hz. İbrahim (as) M.Ö. 1900’lü yıllarda ziyâret etmiştir. Hz. Davud (as), M.Ö. 1000’li yıllarda Kudüs’ü fethetmiş ve devletinin başşehri yapmıştır. Hz. Davud (as)’dan sonra oğlu Hz. Süleyman (as) devletin başına geçmiş ve ilk olarak Mescid-i Aksa’nın olduğu yere mabed inşa ettiren Hz. Süleyman (as) olmuştur. Daha sonraları, defalarca el değiştiren ve yıkıma uğrayan Kudüs, en son M.S. 70 senesinde Romalılar tarafından yerle bir edilmiştir. Hz. Ömer (ra)’ın fethetmesiyle birlikte tekrar İslâm hâkimiyeti altına giren Kudüs, 1099-1187 yılları arasında Haçlıların eline geçse de Selâhaddin Eyyubî tarafından tekrar fethedilmiştir. 1517 senesinde Osmanlı hâkimiyetine geçen Kudüs, 1917 senesindeki İngiliz işgaline kadar yaklaşık 400 sene tarihindeki en parlak ve saadetli devirlerini yaşamıştır. OSMANLI’DA KARNE Osmanlı’da karne notları ve dereceler: 9-10 Aliyyü’l  A’lâ8 A’lâ7 Karîb-i A’lâ6 Vasat5 Karib-i Vasat3-4 Zayıf1-2 Pek Zayıf0 Fena

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Eylül
Konu resmiKur'ân Okumanın Fazileti
İbadet

Peygamber Efendimiz (asm) bütün hayatı boyunca Kur’ân-ı Kerim’i gece gündüz demeden okumuş ve yaşamış. Ve insanları Kur’ân okumaya teşvik etmiştir. Allahu Teâlâ bir hadis-i kudsî'de şöyle buyurmaktadır: “Kur'ân’ı okumak, herhangi bir kimseyi bana yalvarmaktan ve benden ihtiyacını istemekten alıkoyuyorsa, o kimseye şükredenlerin en faziletli ve en yüce sevabını ihsan ederim.”1 Üç zümre vardır. Onlar kıyâmet gününde simsiyah miskten meydana gelmiş bir tepenin üzerinde otururlar. Kıyâmetin korkunç manzarası onları korkutmaz. Onlar şunlardır: a) Sâdece Allah'ın cemâlini elde etmek ve O'nun rızasını gözetmek gâyesiyle Kur'ân okuyan kişi, b) Kendisinden râzı olan bir cemâate Kur'ân okuyarak cemâate namaz kıldıran kişi...2 Peygamber Efendimiz (asm)’ın Kur'ân okumanın faziletinden bahseden, insanları okumaya teşvik eden birçok hadisleri vardır. Ya gülün yanında yetişenler… Bakalım o mübârek zâtların Ashâb-ı Güzinin ve Evliya-yı Kiramın bu konu hakkındaki görüşlerine: İbn Mes'ud (ra) şöyle der: “Kur'ân'ı okuyunuz. Çünkü sizlere, Kur'ân’ın her harfi için on sevap verilir. Dikkat ediniz! Ben 'Elif, Lam, Mim bir harftir demiyorum. Elif ayrı, Lâm ayrı ve Mim de ayrı harflerdir.”3 Amr Bin As: “Kur'ân’ın her âyeti, cennetin bir derecesi ve evinizin de lambasıdır” demiştir.3 Yine Amr Bin As şöyle der: “Kur'ân okuyan bir kimse, nübüvveti kaburgalarının arasına koymuş demektir. Ancak şu kadar var ki; bu kimseye vahiy gelmez.”3 Ebu Umâme el-Bâhilî şöyle buyurmuştur: “Kur'ân'ı okuyunuz. Sakın bu duvarlarda asılı bulunan mushaflar sizi aldatmasın. Çünkü Kur'ân'a kap olan bir kalbi Allahu Teâlâ azaba uğratmaz”3 Ebu Hüreyre (ra) şöyle der: “Herhangi bir evde Kur'ân okunursa, şeksiz ve şüphesiz o ev (mânen) aile efradı için genişler, hayrı çoğalır, oraya melekler dolar ve şeytanlar kaçar. O ev ki, içinde Kur'ân okunmaz; aile efradı üzerine daralır, hayrı azalır, melekler oradan çıkıp şeytanlar dolar.”3 Ahmed b. Hanbel (ra) şöyle der: “Allahu Teâlâ'yı rüyamda gördüm ve kendisine sordum: “Ey Rabbim! Sana yakınlaşmak isteyenlerin, bu gâyeye ulaşmaları için en iyi yol nedir?” Allah (cc) 'Yâ Ahmed! Kelâm'dır (Kur'ân’dır)” dedi. 'Yâ Rab! İster anlasın, ister anlamasın, her okuyan insan bu dereceye varır mı?' dedim. 'İster anlasın, ister anlamasın, varır” buyurdu.3 Süfyan es-Sevri (ra) şöyle demiştir: “Kişi Kur'ân'ı okuduğu zaman, melek onun gözlerinin ortasından öper.”3 Hz. Ali (ra) ise şöyle demiştir: Üç şey vardır ki, insanın zekâsına kuvvet verir ve balgamı söker: 1)    Misvak kullanmak, 2)    Oruç tutmak, 3)    Kur'ân okumak.3 Ne yazık ki Peygamber Efendimiz (asm)’ın ve asr-ı saâdetin hiç solmayan çiçeklerinin ve mübârek zâtların Kur'ân’ın okunması için bu kadar teşvikleri ve Cenâb-ı Hakk’ın her bir harfine normal günlerde 10 sevap, mübârek gün ve gecelerde 100, 300, 3000 hatta Kadir Gecesi’nde 30000 sevap verdiği Kur'ân, duvarlara bir süs eşyası gibi asılıyor. Bazen ömür boyu o Kur'ân o duvardan inmiyor. Ya senede bir tozu alınıyor, ya da öylece kalıyor. Peki, şimdi sizlere soruyorum. Çok uzaklardan mesela Amerika Başkanı Barak Obama’dan size 600 sayfalık hususî bir kitap gönderilse. Ve size dense : “Bu kitabı okuduğunda sana onun her harfi için 10 dolar, şu gecede okursan her bir harfi için 30000 dolar sana vereceğim. Ayrıca seni Amerika’ya Beyaz Saray’a aldıracağım.” Ve sen bunu bir kameraya kayd edip bana getirmelisin.” dese. Acaba ne yapardınız? ― O kitabı rafa koyup ömür boyu hiç açmadan tozlanmasını mı beklerdiniz? ― Yoksa “İşten geldim, yorgunum, bugün hiç okuyacak hâlim yok” mu dersiniz? ― Çok okumak istiyorum, ama okumasını bilmiyorum. ― Derslerim çok, her gün ödevlerim var. Sınavlar zâten durmak bilmiyor. ― Yoksa aman kim okuyacak o kadar kalın bir kitabı. ― O kadar iş var ki daha onları bitiremedik bu kitabı nasıl okuyayım? gibi bahanelerle nefis ve şeytan bizleri aldatmasın. Nefsim beni lise çağlarındayken bu gibi bahanelerle çok aldatırdı. Tâ ki bir arkadaşımın tavsiyesiyle bir sohbete gidene kadar. O sohbette, mevzu Kur’ân’dı. Hoca’nın şu sözleri beni te’sir altında bıraktı : “Bizler Elhamdülillah Müslümanız dememize rağmen, Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı Kerim’i bir kez olsun ne açıyoruz ne de okuyoruz. Bırakın okumayı duvardan dahi indirmiyoruz. Değerli kardeşlerim, hadi mazeretimiz vardı okuyamadık. Hiç olmazsa Kur’ân’ı açıp yüzüne şöyle bir bakalım. Bari göz hissesiz kalmasın.” demişti. İşte o zaman kendimden utanmaya başladım. Çünkü evimizde senelerdir Kur’ân duvarda asılı ve ben bir kez olsun açmamıştım. Nasıl ki bedenin yemek, içmek, uyumak gibi maddî hacatı varsa; kulağın, gözün, kalbin ve ruhun dahi mânevî hacatı ve hisseleri vardır. Nitekim Peygamber Efendimiz  (asm) bir gün sahâbelere şöyle buyurdu : “Gözlerinize ibâdetten nasibini veriniz! Sahâbeler dediler ki: “Gözlerin nasibi nedir? Ey Allah’ın Resûlü. Resûlullah (asm): “Mushaf’a (Kur’ân’a) bakmak, O’ndakileri düşünmek ve inceliklerinden ibret almaktır.” dedi.4 Bir başka rivâyette ise : “Devamlı olarak Mushaf’a bakınız!” Ebû Musa’l-Eş’arî’nin (ra), mezkür hadisten şu ibretli dersi aldığını görüyoruz: O “Ben...” her gün bir kere, Rabbimin emirnamesine (Kur’ân’a) bakmamaktan haya ederim! derdi. Peki, bizler neyden haya ediyoruz? ― Her gün baş tacımız olan televizyona bakmamaktan haya ediyoruz. ― Ya herkesin bilgisayarı var, benim bilgisayarım yok. Arkadaşlar da hep soruyor. En kısa zamanda bir bilgisayar almam lazım. Yoksa onların yüzüne nasıl bakarız diye haya ediyoruz. ― Benim msn’m, facebook’um yok. Herkesin var. Sorduklarında “Senin msn’n var mı görüşelim.” dediklerinde boynu bükük ne diyeceğimizi bilememekten haya ediyoruz. ― Benim oğlum, kızım bu kadar sene okudu, daha öğretmen, doktor olamadı. Ben komşuların yüzüne nasıl bakayım. Bana demezler mi : “Oğlun, kızın ne yaptılar? Doktor, öğretmen oldular mı ?” dediklerinde onlara cevap verememekten haya ediyoruz. Bunlar gibi daha birçok haya ettiğimiz, sıkıldığımız şeyler var. Peki, yarın Allah’ın huzuruna çıktığımızda bize sorduklarında “Kulum ben sana doğru yolu bulman için bir elçi ve onunla beraber bir mektup gönderdim. Sen O elçiyi hiç dinledin mi? Sana gönderdiğim mektubu hiç okudun mu?” Ve elçi dese ki:” Ey Rabbim, doğrusu kavmim bu Kur'ân'ı terkedilmiş olarak bıraktı.”5 dediğinde acaba boynumuz bükük yüzümüz hayadan kızaracak mı? İşte asıl haya duymamız gereken bu. Bu dünyadakiler geçici. Gelin kardeşlerim bizler şeytanın yalan pazarında sunmuş olduğu bahaneleri almayalım. Hiç bahaneler öne sürmeden bütün dünya işlerini en sona bırakıp o kitabı (Kur’ân’ı) okuyalım ve anlayalım. Sonra da yaşantımızı Kur’ân’a göre programlayalım. Eğer okumasını bilmiyorsak da en kısa zamanda öğrenmeye çalışalım. Buharî, (Hz. Osman'dan)Tirmizî, (Ebû Said'den) (Metinde, üçüncü zümreden bahsedilmemiştir).İhya-u Ulumi’d-Din (Kur’ân’ın fazileti)Umdetü’l-Kâri, 9/336Furkan Sûresi, 30

Cüneyt ÖZENSEL 01 Eylül
Konu resmiOtobüste Garip Bir Adamla
İtikad

Aklımdan, o korkunç kaza ve şehid olan gencecik ağabeyimiz hiç çıkmıyordu. Bedîüzzaman Hazretleri: "Eğer dostlardan ayrılık olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki gelsin bizi alsın. Demek en ziyade insanı öldüren, ahbaptan ayrılıktır.” buyuruyor. İşte ben de, çok sevdiğim bir kardeşimden ayrılmaktan dolayı çok müteessir bir halde, Isparta otogarında otobüsün kalkmasını bekliyordum. Birden aşağıda garip giyimli bir şahıs gözüme ilişti. Sanki içindeki çirkinlikler yüzüne aksetmişti. Pos bıyıklı, esmer yüzlü, ceketini omzuna atmış, gururlu tavırlarıyla sanki memleketin sâhibi benim edası ile oralarda dolaşıyordu. İnşâallah bu adam benim yanımda oturmaz diye temenni ettim. Çünkü ruh hâlim bu adamı kaldıracak vaziyette değildi. Aslında, Allah’ın emrettiklerini emretmek, yasak ettiklerini tebliğ etmek için bu tür yoluculuklarda hep fırsat kollardım, ama bu kez içimden hiçbir şey gelmiyor, kendimi dinlemek istiyordum. Otobüs hareket etmeye hazırlanıyordu. Şoför ve yolcular yerlerini aldılar, bagaj kapıları kapandı, muâvin sesiyle: ― Aşağıda yolcu kalmasın! diye bağırdı. Geride kalanlar da bu sesle beraber yerlerini bularak oturuyordu. İçimden yine aynı temenniyi tekraralıyordum ― İnşâallah şu kibir küpü adam gelip yanıma oturmaz. Merakla beklerken bir de ne göreyim, on beş saat beraber yolculuk yapacağım şahıs, biraz önce gördüğüm garip davranış ve tavırlarıyla dikkatimi çeken o adam. Gelip yanıma oturdu. Ben kendisiyle muhâtap olmamak için elimdeki gazeteyi okumaya koyuldum. Adam başladı konuşmaya: ― Nerelisiniz? Nereye gidiyorsunuz? Ne iş yapıyorsunuz? gibi peş peşe sorular soruyordu. Ben yüzümü bile çevirmeden kısa cevaplarla geçiştiriyor, kendisiyle konuşmak istemediğimi ima etmeye çalışıyordum. Ama nâfile! Adam durmadan konuşuyordu. Kendisinin otelleri olduğunu, iki senedir çok zarar ettiğini ve bunun gibi birçok şeyi, bana yüksek sesle anlatıyordu. Baktım ki bu adamdan kurtuluş çaresi yok, benimle muhabbet etmek için ısrar ediyor. Kendi kendime, bu malayani şeyleri konuşmaktansa bir hakikati bu kişiye tebliğ edeyim dedim. Hatırıma: “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çokça zikrediniz.” hadisi geldi. Elimdeki gazeteyi bir kenara bırakarak ona doğru döndüm: ― Size bir sual sorabilir miyim? Adam sevinerek: ― Tabii ki sorabilirsin. ― Farz ediniz ki, siz çok büyük bir sahradasınız. Öyle ki bütün yeryüzünü; karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne hava, ne ışık, ne de içecek bir su var! Hiçbirisi bulunmuyor. Her yer zararlı varlıklarla dolu. Ayrıca vücudunuza da çok ağır yaralar almışsınız. Arkanızda da büyük bir aslan, size saldırmak için bekliyor. Önünüzde de bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerinizi asarak mahvediyor, sizi de oraya bekliyor. Böyle bir vaziyetteyken ruh hâliniz nasıl olurdu acaba? Bu sözleri duyduğunda yüz hatları bir anda değişiverdi. Belli ki anlattıklarımdan pek memnum olmamıştı. Beni daha fazla dinlemek istemediği her hâlinden belli oluyordu. Bu kez de ben susmuyordum: ― Bakınız o sahra bu dünyadır. Dünya ise, boğucu, sıkıcı ve sıkıntılı bir yerdir. Rahat yeri değil, meşakkat yeridir. Mükâfat yeri değil, imtihan yeridir. Dünyanın bin sene mesudâne hayatı cennetin bir saatine mukabil gelmediğinden bizim için bir zindandır. Bunun için Peygamberimiz (asm):  “Dünya mü’minin zindanı, kâfirin ise cennetidir.” buyurmuşlardır. Çünkü dünya, bir lezzet verir yüz tokat vurur. Çok gaddardır, fitnecidir, aldatıcıdır. Bizler bu fani dünyaya, lezzet almak, keyif sürmek için gönderilmemişiz. Çektiğimiz bin bir türlü sıkıntılar buna şâhittir. Biraz önce bahsettiğim, o aslan ise eceldir, ölümdür. Ölüm gizli olduğundan her an bizi yakalayabilir. Biz ise ölümü hiç hatırımıza getirmek istemiyoruz. Sanki dünyada ebedî kalacakmışız gibi bütün nazarımızı dünyaya çeviriyoruz. Hâlbuki baksana senin şakaklarında ihtiyarlık şavkı doğmuş. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Saçlarındaki bu aklar sana her gün şunu haykırıyor. Sen fânisin, son bulucusun, bir gün gelecek öleceksin! Adam çok sıkılmıştı. Sözlerimi daha fazla dinlemek istemediği her hâlinden belliydi. Güneş ışığından kaçan yarasa gibi, o da bu hakikatleri dinlemekten kaçmaya çalışıyordu. Biraz vicdanını rahatlatmak için olsa gerek ki: ― Elhamdülillah biz de Müslümanız, kimseye kötülük yapmayız. Hayır, hasenatı severiz. Tamam, namaz kılmıyoruz, ama Allah’a da inanıyoruz. Kalbimiz tertemiz. Hem benim babam hacca gitti, câmi yaptırdı. Bizim ailemiz temiz ve dindardır. Biz de zamanı gelince hacca gider, tövbe eder, Allah yoluna yöneliriz inşâallah. ― Elinde yarına çıkacağına dâir bir senedin var mı? Ecel aslanının seni her an yakalamayacağını nereden biliyorsun? Hem sâdece ihtiyarlar mı ölüyor? Daha dün birçok emelleri, hayalleri ve hedefleri olan gencecik insanlar beklemedikleri bir kaza sonucunda hayatlarına veda ettiler. Demek ki ölüm için genç, ihtiyar fark etmiyor ve insanı ne zaman nerede yakalayacağı da belli olmuyor. Onun için Peygamberimiz (asm):  “Vakit geçmeden namaza, ölüm gelmeden tövbeye acele edin.” buyurmuşlar. Yüzde doksan dokuz ahbabımız kabrin öbür tarafındadırlar. Hepsi buradan göçüp gitmişler. Biz de bir gün onlara katılacağız. Ama bizi dünya meşgaleleri öyle sersem etmiş ki; avcıyı görüp uçamadığından, avcı kendisini görmesin diye, başını kuma sokup, kendisi avcıyı görmediğinden, avcının da kendisini görmediğini zanneden deve kuşundan farkımız yok. Gaflet kumuna başımızı o kadar sokmuşuz ki âhireti, ölümü, kabri hiç aklımıza getirmiyoruz. Ama ölüm bizi unutmuyor. Koca gövdesi dışarıda kalan deve kuşunu avcının avladığı gibi ölüm de bir gün gelip bizi avlayacak. Öyleyse ölüm bizi uyandırmadan evvel, gaflet uykusundan uyanmalıyız. Dünyanın kirlerinden bir gusül yapmalıyız. Yani tövbe istiğfar ile mânevî kirlerden temizlenmeliyiz. Adam daha fazla dayanamadı, yüzünü benden çevirip derin düşüncelere daldı. Ondan sonra, tek bir kelime dahi etmeden birkaç saat öylece seyâhat ettik. Daha sonra uyuduk. Son durakta otobüsten inerken adam: ― Akşamki yaptığımız sohbetten çok etkilendim, bu konularda pek fazla eksiğimizin olduğunu anladım. Sizinle sık sık görüşüp, bu noktalarda istifâde etmek isterim. Beni saygıyla selamlayarak telefon numarasını ve iş adresini verdi. Mutlaka görüşmeliyiz diye sıkı sıkı tembih etti. Vedalaştık ve ayrıldık…

Feridun ŞAMİL 01 Eylül
Konu resmiEvet mi Yoksa Hayır mı Demeliyiz?
İnsan

Eskiden Erkan Yolaç isimli bir şahsın yönettiği bir yarışma programı vardı. Yarışmada, yarışmacının sorulan sorulara, zinhar EVET veya HAYIR kelimelerini kullanmaması gerekmekteydi. Başını sallayıp onay veya red işâreti de yapmamalıydı. Kazâra evet derse, Yolaç “Evvet dediniz ve kaybettiniz” deyip yarışmacıyı İzmir marşıyla yerine uğurluyordu. İNSAN, EVET VEYA HAYIR DİYEBİLEN BİR VARLIKTIR Hayatınızda evet ve hayır’ların olmadığı bir hâli düşünebiliyor musunuz? Bu noktada insanla ilgili şu tanıma bakalım ve diğer noktalara bundan sonra devam edelim. İnsan, başıboş, sâhipsiz bir varlık değildir. Bir sâhibi vardır ve o da Allah’tır. İnsan kendi sâhibi olan Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarının güzelliklerini şu âlemde görüyor. Ve insan yeryüzünde –diğer varlıklara nispetle- tasarruf yetkisi en geniş olan bir varlıktır. Hatta insan, kendisine verilen akıl nimetiyle maddî sınırlarını aşabildiği gibi, diğer taraftan da âciz, zayıf bir mahluktur. Fakat tasarruftaki yetkisiyle mahlukatın en şereflisi unvanını almıştır. Hem insanın eline cüzî bir ihtiyar, yani seçme hakkı verilmiştir. Yani insan evet veya hayır diyebilen, demesi gereken bir varlıktır. Allah, insanın kabul ve reddine göre insanın istediği fiilleri yaratır. Sorumluluk da insanın kendisine âit olur. DİMAĞDAKİ MERTEBELER İnsanın hayatına etki eden birçok şeyler olabilir. Bunların dışarıdan olanları olduğu gibi, insanın kendi iç dünyasının, hissiyatının da tesirleri vardır. Bedîüzzaman Hazretleri insanın dimağında mertebeler bulunduğunu söyler ve bunları şöyle sıralar: Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam, itikad. İnsan tahayyül aşamasında karar verse bu safsataya döner. Tasavvur kısmında ise, mânâya suretler takılmıştır, fakat yapı kararsızdır. Taakkul kısmında işin eğrisi doğrusu, iyisi kötüsü tartılır ve ona göre tercihi belirleyecek fikrî alt yapı oluşur. Tasdik ise, kalbin doğrulamasıdır. Kalb evet derse, bilet kesilmiş demektir. İz’an, basiret, anlayış noktasına gelen insan, itaat eder ve oluşan fikrin gereğine uyar. İltizamda, yani o işi gerekli görme noktasındaki insan, taassup hâlindedir. Edindiği fikre körü körüne sâhip çıkar. İtikad etmiş insan ise, inandığı şeyin artısını eksisini bilir, hangi hâdiseyle karşılaşacak olsa fikrinden, inancından vazgeçmez. EVET-HAYIR KAVŞAKLARI Bütün bu bilgilerden sonra şunları söyleyebiliriz. İnsan belirli sınırlar içerisinde serbest bırakılmıştır. İnsan kendi fiilleri noktasında hangi davranışı ve hareketi seçeceğine kendisi karar verir. Dünya bir imtihan dünyasıdır ve insan da imtihandadır. Yaptıklarından ve yapacaklarından sorumludur. Bir gün bunların hesabı sorulacaktır. İnsan bir şeyin kararını verecek olduğunda Allah’ın kendisine vermiş olduğu cihaz ve hissiyatları kullanır. Akıllı ve şuurlu bir insan –ki böyle bir insan ancak İslâmiyet’i hakkıyla bilen ve öyle yaşayan insandır- evet ve hayır kavşaklarına geldiğinde hissiyatıyla değil, akıl ve şuuruyla hareket etmelidir. Tâ ki neticesinden muzdarip olmasın. HAYIR’LI YOLCULUKLAR MI, BENCE EVET Mİ? Şimdilerde cadde ve sokaklarda, apartmanların yan cephelerinde, kamyonların arkalarında evet-hayır kelimelerini sıklıkla görmeye başladık. Yeni atasözleri türetiliyor, eski onay veya uğurlama sözcükleri yeni anlamlar yüklenerek parti binalarına, billboardlara asılıyor. Erkan Yolaç’ın kesinlikle bu iki kelimeden birisini kullanmayacaksın ikazlarına bedel, bir kısım insanlar ısrarla EVET diyeceksin diyorlar; diğer bir kısım insanlar da HAYIR diyeceksin diye canhıraş ediyorlar. Herkesin kafası karışık; evet mi diyelim, yoksa hayır mı diyelim bilemez durumdalar. Günün bütün haberleri, gazetelerin her güne taşan yazıları bu mesele üzerinde dönüyor. Ya da bu iki kelimeden birisine onay verdirecek yan olaylarla hareket ediliyor. Sayfalar, ekranlar bunlarla dolu olarak günler akıp gidiyor. Mübârek Ramazan devam ediyor. Havalar sıcak. Bir taraftan bayram heyecanı var. Diğer taraftan da herkes parmak sayıyor; evet, hayır, evet, hayır, evet, hayır… İNSAN OLMANIN SORUMLULUKLARIYLA HAREKET EDEBİLMELİYİZ Aklımızı vehmin ve hissiyatın eline vermeden, konunun ne olduğu anlaşılmaksızın tarafdârâne davranaraktan yapacağımız her iş, alacağımız her karar bizleri bağlar. Ağzımızdan çıkacak evet veya hayır sözcüğü gerek dünyada gerekse âhirette peşimizden gelir. Bunun için herkes oturup iyi düşünmelidir. Pazardan aldığımız bir meyvenin, mağazadan aldığımız bir pantolonun veya elektro marketlerden aldığımız herhangi bir ürünün nasıl ki detaylarına varıncaya kadar inceliyor, fiyat pazarlıklarını yapıyoruz; bunun gibi umumu ilgilendiren meselelerde bize bir sorumluluk düşüyorsa ve bizden onay veya red isteniyorsa, oturup düşünmeliyiz. İnsan olmanın sorumluluklarıyla hareket edebilmeliyiz. Bu vesileyle yaklaşan Ramazan Bayramınızı tebrik ediyorum. Ramazan-ı Şerifin son günleri aynı zamanda itikaf günleri; kısa da olsa inşallah değerlendirebilirsiniz. Eskiden çocukların söylediği çok popüler bir şarkı vardı, “Bir dünya bırakın biz çocuklara …” diye. O çocuklar böyle bir dünya bulabildiler mi bilemiyorum. Fakat “Bir dünya bırakalım biz çocuklarımıza, geriye dönüp baktıklarında bizi hayırla yâd edecekleri” diyorsanız işte önümüzde fırsat. Duâlarınıza intizarla bâki selam ve hürmetler. 

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Eylül
Konu resmiGemide Delik Açanlar
İbadet

Efendimiz (asm) peygamberlerin sonuncusu ve en büyüğü olduğu gibi, ümmeti de en son ve en hayırlı ümmettir. Zira Cenâb-ı Hak “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten menedersiniz.” (Âl-i İmrân, 110) buyuruyor. Cenâb-ı Hak bu âyette ümmet-i Muhammed (asm)’ın en hayırlı ümmet olduğunu vurguladıktan sonra emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkerden bahsediyor. Yani âdeta diyor ki sizin en hayırlı ümmet olmanızın sebebi, yapmış olduğunuz tebliğ vazifesi, şu güzel hasletleri taşımanız, yani iyiliği emretmeniz, kötülükten menetmenizdir. Çünkü başta İsrailoğulları olmak üzere diğer ümmetlerin bu vazifeyi lâyıkıyla yapmadığını şu hadisten anlıyoruz: İbnu Mesud (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) buyurdu ki: “İsrailoğulları bir kısım günahlar işlemeye başlayınca âlimleri onları bu işlerden menettiler. Ancak onlar dinlemediler, vazgeçmediler. Zamanla âlimler de onlarla oturmaya, dayanışmaya ve beraber içmeye başladılar. Allah da bunun üzerine, berikinin dalâletini öbürüne katarak, biriyle diğerinin küfrünü artırdı. “Dâvud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle onları lânetledi...” (Mâide, 78). Sonra, ayakta bulunan Resûlullah (asm) oturarak sözünü tamamladı: “Hayır, nefsimi kudret elinde tutan Zât'a yemin ederim, onları hak adına kötülüklerden men etmezseniz (siz de rızaya eremezsiniz).”1 Âyette geçen emr-i bi’l-maruf ifadesindeki maruf kelimesinden kastedilen İslâm’ın iyi olarak kabul ettiği ve Allah'a itaatin içinde sayılan her şeydir. Nehy-i ani’l-münkerdeki münker kelimesi ise bunun zıddı olup, İslâm’ın iyi saymadığı dinin emirlerine aykırı bulduğu her şeyi ifade eder. Dinimiz bu vazifeye çok kıymet vermiştir. “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun.”(Âl-i İmrân, 104) emri bunu açık bir şekilde ortaya koyar. Eğer bu vazife ifa edilmezse, yani yapılan münkere müsâade edilirse, o vakit insanlar umumî bir musibeti, belayı kendi üzerlerine celbetmiş olurlar. GEMİYİ DELENLER Tebliğ vazifesi eğer yerine getirilmezse neler olabileceği Efendimiz (asm) tarafından verilen aşağıdaki misalle güzel bir şekilde beyan edilmiştir: Allah'ın hududuna (emir ve yasaklarına) giren meseleleri tatbîk eden -ve yağcılık yaparak müsâmaha ve gevşeklik göstermeyen iyi- kimse ile yasakları işleyen kimselerin durumları, bir gemiye binip kura çekerek, geminin alt ve üst katlarına yerleşen yolculara benzer. Öyle ki, alt katta oturanlar, su ihtiyaçlarını giderirken üsttekilerin yanından geçip onları rahatsız ediyorlardı. (Alttakiler bu duruma son vermek için) bir balta alarak geminin dibini delmeye başlasalar, üsttekiler hemen gelip:  “Yahu ne yapıyorsunuz?” diye sorunca alttakiler:  “Biz su ihtiyacımızı görürken sizi rahatsız ediyorduk, hâlbuki suya muhtacız, şimdi sizi rahatsız etmeden yerimizi delerek bu şekilde elde edeceğiz” deseler ve üsttekiler bu işte onlara mâni olsalar hem kendilerini kurtarırlar, hem onları kurtarmış olurlar. Eğer yaptıkları işte serbest bıraksalar, hem onları helâk ederler, hem de kendilerini helâk ederler.”2 HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN MI ASILIR? Günlük konuşmalarımız arasında sıkça duyduğumuz bu cümle çok da doğru bir söz olmasa gerek. Çünkü bu söz şimdilerde üzerlerine farz olan tebliğ vazifesini yapmayan insanların, günaha girenler, hata yapanlar ve emredilenleri yerine getirmeyenler için söyledikleri bir sözdür. Bu insanlar, onlar ne yaparlarsa yapsınlar bizi etkilemez ve bize bir zarar gelmez düşüncesiyle yapılanlara seyirci kalırlar. Hâlbuki bu seyirci kalış hem dünya hem de âhiret cihetiyle onları helak edebilecek kadar çirkin bir davranıştır. Nitekim İbnu Abbâs:  “Öyle bir fitneden sakının ki, o (geldiği zaman) içinizden yalnız zulmedenlere çatmaz (ammeye de sirâyet ve hepinizi perişan eder), hem bilin ki Allah şüphesiz azabı çetin olandır.” (Enfâl, 25) âyetini tefsir ederken şu neticeyi çıkarır: “Cenâb-ı Hak burada mü'minlere, aralarında tek bir münkerin yer etmesine meydan vermemelerini emretmekte ve bu emre uymayanları azabla korkutmaktadır.”3 “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” sözü de en az yukarıdaki söz kadar tehlikeli ve yanlış bir sözdür. Çünkü bugün komşumuzun evine girip eşyasını çalan hırsızı gördüğümüz halde müdâhale etmememiz, yarın bizim eve gelip eşyamızı çalmasına davetiye çıkartmaktan başka bir mânâya gelmez. Komşuda çalacak bir şeyler bulamayınca bu defa bizim kapıyı çalacaktır. Hem de kapımızı öyle sessiz bir şekilde çalacaktır ki biz gelen bu davetsiz misâfirin farkına bile varamayız. Bugün başkalarını elleriyle, dilleriyle rahatsız edenleri uyarıp yaptıkları bu hareketin yanlış olduğunu onlara anlatmazsak, yarın bizi ve bizim sevdiklerimizi aynı hareketlerle rahatsız edeceklerdir. Çünkü komşuya düşen ateş bizlere lâkayt kalmayacak bize de dokunacaktır. Ateşin bize de dokunmaması için, gördüğümüz münkere müdâhale etmemiz gerekir. Bunu nasıl yapacağımız sorusuna gelen şu rivâyet cevap niteliğindedir: Ebu Saîdu'l-Hudrî anlatıyor: “Ben Hz. Peygamber (asm)'in şöyle söylediğini işittim:  “Sizden kim (sünnetimize uymayan) bir münker görürse (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı îmânın en zayıf mertebesidir.”4 Bizlerin de etrafında illâ ki eliyle veya diliyle düzeltebileceği münkerler vardır. Ve bu münkerleri işlemelerine mâni olabileceğimiz, nazımızın geçebileceği veya sözümüzü dinleyecek insanlar mevcuttur. Eğer bunları düzeltemiyorsak hiç değilse bunlara taraftar olmamamız, kalbimizle buğzetmemiz lâzımdır. Bu her ne kadar îmânın en zayıf mertebesi bile olsa. Elhamdülillah bizler bugün, insanlığı sâhil-i selâmet olan darüsselama çıkaracak olan İslâmiyet gemisine binmiş bulunuyoruz. Bu gemiyi farkında olarak veya olmayarak delmeye çalışanlara engel olmamamız, hem onların, hem bizim, hem de sevdiklerimizin göz göre göre helak olmasına izin vermek olur. Helak olmamak için: Bu gemiye sâhip çıkmanın zamanı hâlâ gelmedi mi? Gelin hep beraber gemimize sâhip çıkıp millet olarak selâmete erelim…  İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/378.Buhâri, Şirket 6İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/383.a.g.e.

Mehmet KURT 01 Eylül
Konu resmiSahâbe-i Kiram'a Müşteri Olmak
İbadet

Kur’ân, karanlığı şöyle ifade ediyor. Veya (onların amelleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Onu üstünden bir dalga örter. Onun üstünden bir dalga daha. Onun üstünden de bir bulut (örter). Birbiri üstüne yığılmış karanlıklar. Elini uzatsa, nerede ise onu bile göremez”1 ve Sevgili Üstadımızın “Fetret asrının karanlıklarında bulunan”2 diye ifade ettiği karanlık bir devrin, karanlık bir tarihin, dalâlette kalmış adamlarının aydınlık, nurlu, hidâyet ehli oğulları olan Sahâbeler. Âyet devamında söyle konuşuyor. “Kime Allah bir nur vermemiş ise, artık onun hiçbir nuru olmaz.” Kendilerine ihsan edilen Nur-u Muhammedî (asm)'ın getirdiği Kur’ân nuru ile hayat bulan ve kendi ifadeleri ile3 aydınlığa ulaşan Sahâbeler. Evet, karanlıktan aydınlığa çıkış hakikati başlıyor: Çünkü bütün karanlıkları bitiren, Kur’ân’ın nurunu getiren, Kur’ân neslini yetiştiren, küfrü bitiren, Nur-u Muhammedî (asm) geliyor. Ve gelmiş de, o gelişle şehirlerin anasının4 ve kâinatın rengini değiştirmiş. Mekke, Kâbe rahatlamış. Bulduğu ortam Nur Sûresi’nin tanımladığı karanlıklar da farklı değil. Zifirî bir karanlık, her şeyi o karanlığın içinde görmek, her şeyi karanlığın lisanı ile tanımlamak. Putperest bir kavmin insanlığı ayaklar altına alan halleri. Cehâletin, bedeviyetin hüküm sürdüğü, şeytanların dahi aklına gelmekte zorlanan her türlü ahlâksızlığın ahlâk edinildiği fetret asrının karanlıkları. En kötüsü de insanın en kıymetli varlıkları ve mahsulatı hayat olan çocuklarını, kız çocuklarını hesap günü asla kaçamayacakları “Diri diri gömülen kız çocuğuna “Hangi günah yüzünden öldürüldü?” diye sorulduğu zaman”5 sualine muhâtab kalmak üzere insafsızca gömüyorlar. Ve Kur’ân hitap ediyor: “Yedi gök ile yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’na hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur”6 ve sahneleri değiştiriyor. Kur’ân’ın Nur’u Resûlullah Efendimizin (asm) nurlu ağızından dökülmeye başlayınca, küfrün pisliği ve kirleri de akmaya başlıyor ve kâinattaki mevcudat, kâinatın sâhibini nasıl ki kendi lisan-ı mahsusları ile zikir ediyorlarsa Nur’un etrafına Nur’un câzibesine dayanamayıp gelen nurlu insanlar, Allah’ı, Resûlullah’ın talimiyle zikre başlıyorlar. Öyle müşteri oluyorlar Efendilerine (asm) ki, Kur’ân’dan ve imandan ne verirse alıyorlar, almakla da kalmayıp bütün hayatlarına tatbik ediyorlar. Hem hakka hizmetin, Resûlullah’a, iman’a ve Kur’ân’a müşteri olmanın ağırlığını, izzetini büyük bir ciddiyetle taşıyorlar. Mesâfe gittikçe açılıyor, karanlığa dönüş yolları kapanıyor ve dönüş ancak ve ancak Allah’a oluyor. Şimdi âhirzamanda, hiç karanlıkta kalmayan bizler, Müslüman insanların evlatları olarak, minârelerinde beş vakit Ezan-ı Muhammedî (asm) okunan beldelerde sahâbelere müşteri olmaya çalışıyoruz. O zaman öncelikle • Hakk'a âşık7 • Âhiretlerine ciddiyetle çalışan,7 ilim tahsil eden • Sıdka (doğruluğa) müştak7 • Kizb (yalandan, gıybetten) ve her türlü şerlerden zehr-i kâtilden (öldürücü zehirden) kaçar gibi kaçarak8 • Bütün hissiyatları uyanık ve letâifleri hüşyar olan sahâbelerin, envâr-ı imaniye ve tesbihiyeyi câmi (îmânın nurlarını ve tesbihlerini içine alan) olan kelimat-ı mübârekeyi (mübârek kelimeleri) söyledikleri gibi söylemeye çalışarak8 • Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma’a müşteri olarak fıtratlarında en revaçlı ve medar-ı iftihar şeyleri almak ve en kıymetli ve revaçlı mallara müşteri olmayı fıtratlarına kazandıran9 sahâbeler gibi Hz. Resâlullah’a ve Kur’ân’ın hakikatlerine müşteri olmaya çalışmak, gerekmektedir. Söylenecek sözler ve eklenecek hakikatler ne kadar çok olsa da, sayılı nefesler ve ömür dakikaları da o kadar azdır. “Ey nefis! Bil ki dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise senin elinde sened yok ki, ona mâliksin. Öyle ise hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil”10 hakikati her anımızı kaplamışken bugün ve hemen şimdi Sahâbeye müşteri olmak zamanıdır. Karanlıkta doğan, Nur-u Muhammedî (asm) ile aydınlığın en üst mertebesine yükseltilen Sahâbe-i Kiram Hazeratına, âhirzaman karanlıklarından Kur’ân’ın, îmanın etrafında buluşan bütün Ümmeti-i Muhammed’den binler selam ve hürmet ile… Allah’a emânet olunuz.  Kur’ân’ı Kerim, Nur Sûresi, 40. âyet.Risâle-i Nur Külliyatı, Şualar 1, 7. Şua, Osmanlıca Nüsha, 123.İslâm Tarihi, M. Asım KÖKSAL. Sahâbe-i Kiram’ın kendileri, bu hâli şöyle ifade ediyorlar. “Ey Allah’ın Resûlü! Biz karanlıklar içerisinde bulunuyorduk; Allah Teâlâ senin vasıtanla bizi nura kavuşturdu”. “İçimize geldiğinde biz bir ateş çukurunun tam kıyısında bulunuyorduk, Allahu Teâlâ senin vasıtanla bizi ateşten kurtardı”. “Biz sapıklıklar içerisinde bocalıyorduk; Allah senin vasıtanla bizi hidâyete erdirdi”. “Biz dalâlet karanlığı içerindeydik Allah senin vasıtanla bizi hidâyet aydınlığına çıkardı”En’am Sûresi, 92. âyet, Şura Sûresi 7. âyet.Tekvir Sûresi 8-9. âyetler.İsra Sûresi, 44. âyet. Yedi gök ile yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’na hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur.(1) Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphe yok ki O Halîm’dir (azapta acele etmez), Gafur’dur (mağfiret eder).(1) “Mevcudatın en büyüğü ve küllîsi dahi, kendi külliyetine göre ve azametine münâsib bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünüyor. Evet, bir bahr-ı müsebbih olan şu semavatın kelimat-ı tesbihiyesi; güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-ı müsebbih ve hamid olan şu zeminin dahi elfaz-ı tahmidiyesi; hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır. Demek herbir ağacın, herbir yıldızın cüzî birer tesbihatı olduğu gibi; zeminin de ve zeminin herbir kıtasının da ve herbir dağ ve derenin de ve berr ve bahrinin de ve göklerin herbir feleğinin de ve her bir burcunun da birer tesbih-i küllîsi vardır.” (Sözler, 34)Risâle-i Nur Külliyatı, Sözler, 27. Söz, Osmanlıca Nüsha, 157.Risâle-i Nur Külliyatı, Sözler, 27. Söz (Zeyl), Osmanlıca Nüsha, 162-163.Risâle-i Nur Külliyatı, Mektubat 2, Arabî Hutbe-i Şamiye Eserinin Tercümesi, Osmanlıca Nüsha, 416.Risâle-i Nur Külliyatı, Sözler, 21. Söz, Osmanlıca Nüsha, 95.

Yusuf Bahadır DEREN 01 Eylül
Konu resmiEl-Kayyum
İtikad

LÜGAT MÂNÂSI Kıyam: Ayakta durma Kâim: Ayakta duran, kıyamda bulunan Kayyûm: Kıyam kelimesinden türemiştir. Mübâlağa ifade eder. Cenâb-ı Hak için hem bir sıfat hem de bir isimdir. Esma-yı Hüsna’nın büyüklerindendir. Hay ve Kayyûm isimlerinin birlikte ism-i azam olduğu da söylenmiştir. Bu izahlardan sonra El-Kayyûm: Zâtıyla kâim olan, yani varlığı kendinden olan, yani başkası tarafından var edilmeyen, mahlûkatı varlıkta ve ayakta tutan (Allah). Cenâb-ı Hak Kayyûm isminin tecellisini kâinattan çekse her şey yok olur. MÂNÂSI HAKKINDA İZAHLAR Cenâb-ı Hakk’ın Kayyûm olması, O’nun zâtıyla kâim ve başkası için de ‘mukavvim’ (ayakta tutucu, varlıkta tutan) olmasını gerektirir. O’nun zâtıyla kâim olması ise, hakîkatinde çokluğun bulunmaması anlamında vahdeti, birliği gerektirmektedir. Bu O’nun zıddının ve benzerinin bulunmaması anlamında, vahdeti ve bir mekân işgal etmemeyi; bu vasıtayla da bir cihette bulunmamayı gerektirir. Allah’ın yine kendisinden başka varlıkları ayakta tutan anlamında Kayyûm olması, ister cismen olsun, ister ruhen; ister akıl yönünden olsun, ister nefis yönünden, O’nun dışındaki her şeyin sonradan meydana gelmiş olmasını gerektirir. Bu da her şeyin Allah’a dayanmasını, bütün sebep ve neticelerin O’na varmasını gerektirir. (Râzi, Tefsir-i Kebir) Müfessirlerin bu konudaki açıklamaları farklı olmuştur. Mesela Mücâhid: “Kayyûm, her şeyin üzerinde olan gözcü, idareci demektir” demiştir. Bu görüşün izahı ise şöyledir: Allah, onları yaratmak ve rızıklandırmak suretiyle mahlûkatın idaresini üstlenmiştir. Nitekim aşağıdaki âyetler de bu görüşü desteklemektedir. “Yok, ortak koştukları; her nefsin kazandığı her şeyi gören (Allah) gibi midir?” (Ra’d, 33) “Allah, kendisinden başka ilah olmadığına şâhittir. Melekler ve adâletle hükmeden ilim sâhipleri de…” (Âl-i İmran, 18) “Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, zeval bulmasınlar diye tutmaktadır. Eğer onlar zeval bulurlarsa, andolsun ki, ondan sonra bunları kimse (yerinde) tutamaz” (Fâtır, 41) Bu görüşün neticesi, Allahu Teâlâ’nın dışındaki bütün varlıkları ayakta tuttuğu sonucuna gider. Dahhâk ise söyle söylemiştir: “Kayyûm, dâima var ve üzerinde herhangi bir değişikliğin cereyan etmesi imkânsız olan varlık demektir.” Ben de derim ki: “Bu görüşün neticesi de, Allah’ın zâtında ve varlığında kendi nefsiyle kâim olduğu sonucuna varır.” (Râzi, Tefsir-i Kebir) Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelali (Celal sâhibi yaratıcısı) Kayyûm'dur. Yani bizâtihi (kendi zâtıyla) kâimdir, dâimdir, bâkidir. Bütün eşya onunla kâimdir (ayakta ve varlıkta durur), devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer bir dakikacık olsun o nisbet-i Kayyûmiyet (Kayyûm isminin bağı) kesilse, kâinat mahvolur… Şu kâinattaki ecram-ı semâviyenin (semavî büyük cisimlerin) kıyamları (ayakta durmaları), devamları ve bekaları; sırr-ı Kayyûmiyete bağlıdır. Eğer o cilve-i Kayyû-miyet (Kayyûm isminin tecellisi) bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı küre-i arzdan (dünyadan) bin defa büyük milyonlar küreler, feza-yı gayr-ı mütenâhî (sınırsız uzay) boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe (yokluğa) dökülecekler. (Bedîüzzaman, Lem’alar) Kayyûm İSMİ VE ŞUUNAT Bedîüzzaman Hazretleri 30. Lem’a’da Kayyûm ismini izah ve tefsir ederken şöyle bir soru sorar: Bütün bu varlıklar vücud ve varlık âlemine geliyorlar, sonra durmuyorlar. Bir kısmı birkaç dakika, bir kısmı birkaç gün, bir kısmı birkaç sene duruyor sonra gidiyorlar. Ardından yine başkaları geliyor ve bu döngü devam ediyor. İşte Cenâb-ı Hakk’ın bu nihâyetsiz faâliyetinin ve yaratmasının hikmeti nedir. Var edip yok ediyor. Sonra yine var ediyor. Neden Cenâb-ı Hak bu işleri devamlı yapıyor? Bu soruya karşı bulduğu hikmetlerin birincisi: Her bir varlık özellikle canlılar önemli mânâları ifade eden birer kelime veya birer mektup veya kitaptır. Şuur ve akıl sâhiplerinin okumasına ve mütâlaasına kendini arzeder. Vazifesini yaptıktan sonra vücuttan gider. İkinci hikmet: Her bir varlığın Kayyûm olan Allah’ın nazar-ı şuhuduna kendini arzetmesi. Yani Cenâb-ı Hakk’ın kendi yarattığı varlıkları ve sanatlarını bizzat görmesi ve müşâhedesi. Üçüncü hikmette ise işi şuunata getirir. Ve şöyle der: “Her bir merhamet sâhibi, başkasını memnun etmekten mesrur (sevinçli) olur; her bir şefkat sâhibi, başkasını mesrur etmekten (sevindirmekten) memnun olur; her bir muhabbet sâhibi, sevindirmeye lâyık mahlukları sevindirmekle sevinir; her bir âlîcenab zât, başkasını mesud etmekle lezzet alır; her bir âdil zât, ihkak-ı hak etmek (hakkı yerine getirmek) ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sâhiblerini minnetdar etmekle keyiflenir; her bir hüner sâhibi her bir sanatkâr, sanatını teşhir etmekle ve sanatının tasavvur ettiği (düşündüğü) tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.” Faâliyetin her nevi (çeşidi) cüz'î (az) olsun, küllî (çok) olsun bir lezzet verir. Belki her bir faâliyette bir lezzet var. Belki faâliyet ayn-ı lezzettir (lezzetin kendisidir). Belki faâliyet, ayn-ı lezzet (lezzetin kendisi) olan vücudun tezâhürüdür (görünmesidir) ve ayn-ı elem (acının kendisi) olan ademden (yokluktan) tebâüd (uzaklaşmak) ile silkinmekdir. Evet, her kâbiliyet sâhibi, bir faâliyetle kâbiliyetinin inkişafını (açığa çıkmasını) lezzetle takib eder. Her bir istidadın faâliyetle tezâhür etmesi (ortaya çıkması), bir lezzetten gelir ve bir lezzeti netice verir. Her bir kemal sâhibi, faâliyetle kemalâtının (mükemmelliklerinin) tezâhürünü (görünmesini) lezzetle takib eder. Madem her bir faâliyette böyle sevilir, istenilir bir kemal, bir lezzet vardır ve faâliyet dahi bir kemaldir ve madem zîhayat (canlılar) âleminde dâimî ve ezelî bir hayattan neşet eden (çıkan) hadsiz bir muhabbetin, nihâyetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor ve o cilveler gösteriyor ki, kendini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bulunan zât-ı kudsiyete (kudsî zât olan Allah’a) lâyık vücub-ı vücuduna (varlığı zarurî olana) münâsib o hayat-ı sermediyenin (dâimî hayatın) muktezası (gereği olarak) olarak “tabirde hata olmasın” hadsiz derecede bir aşk-ı lâhutî, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuunat-ı kudsiye o Hayat-ı Akdes'te var ki, o şuunat böyle hadsiz faâliyetle ve nihâyetsiz bir hallâkıyetle kâinatı dâima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor.” (Bedîüzzaman, Lem’alar) Dikkat edilirse, bu kadar hadsiz faâliyetin ve bu kadar çok yaratmanın önemli bir hikmeti şuunat oluyor. Şuunata dayanıyor. Şuunatın insandaki karşılığı, çok çeşitli kâbiliyetler ve merhamet, adâlet, sevmek gibi binlerce hissiyat (hisler) oluyor. Kâbiliyet veya hissiyat gibi tabirler Cenâb-ı Hak için kullanılması uygun olmadığından bunların hepsi şuunat olarak ifade ediliyor. Şu iki misalle şuunat meselesinin daha iyi anlaşılacağını ümit ediyorum. Birinci misal: Gâyet merhametli, cömert ve zengin bir zât düşünelim. Bu zât yaratılışındaki yüksek karakteri ve güzel ahlâkı sebebiyle büyük bir seyahat gemisine çok muhtaç ve fakir insanları bindirip dünyanın her tarafındaki denizleri ve memleketleri gezdirse ve seyâhat esnasında çok çeşitli ziyâfetlerle o muhtaç fakirlere ikramda ve ihsanda bulunsa, o kimseler bundan ne kadar memnun ve mutlu olurlar. Ne kadar zevk ve lezzet alırlar. İşte o cömert zât dahi o muhtaç fakirlerin memnuniyetlerinden ve sevinçlerinden dolayı memnun ve mesrur olur. Onları seyrederek onların lezzet almalarından ve minnetdar olmalarından lezzet alır. (Hissiyata örnek) Madem, dağıtım memuru hükmünde olan bir insan böyle küçük bir ziyâfet vermekten dolayı bu derece memnun ve mesrur oluyor ve böyle sevinip lezzet alıyor. Elbette bütün hayvanları ve insanları ve bu kadar çok melekleri ve cinleri ve ruhları dünya gemisine bindirerek yeryüzünü, çeşitli yiyeceklerle ve bütün duyguların zevklerine hitap edecek erzaklarla dolu Rabbanî bir sofra şeklinde açmakla, sonra o muhtaç, minnetdar, sevinçli ve müteşekkir mahlukatını dünyada bu kadar ikramlarla ve kâinatın her tarafında gezdirmekle memnun ve mesrur etmekle, ve sonra bâki bir âlem olan cennette dâimî ve bitmez ziyâfetlerle ve nimetlerle onları sevindiren Zât-ı Kayyûm’a âit o varlıkların teşekkürlerinden ve minnetdar olmalarından ve sevinçlerinden gelen memnuniyet-i mukaddese, iftihar-ı kudsî, lezzet-i mukaddese gibi tabirlerle ifade edilen şuunat-ı İlahiye vardır. İkinci misal: Hüner sâhibi bir sanatkârın, son zamandaki bütün teknik ve fenleri kullanarak bize benzeyen bir robot yaptığını düşünelim. Yaptığı robotun insana yardımcı olacak birçok özelliği olsa, bizleri anlayıp ona göre davransa ve istenen her şeyi yapsa, hatta bizler gibi sevinip üzülse, o robotu yapan usta ne kadar sevinir. Ne kadar iftihar eder. Ne kadar memnun olur. (Kâbiliyete örnek) Elbette bütün varlıkların sanatkârı ve ustası olan Sâni-i Hakîm, bütün varlıkları hususen her bir canlıyı birçok isim ve sıfatlarının tecellisi ile onların üstünde çok hârika belki mucize nakışlarla işleyip yaratmış. İşte bütün bu varlıkların O’nun istediği gibi hareket etmesi, özellikle bütün varlıkları ve kendisini kim yaratmış ve ne için yaratmış bunları bilen, varlıklar üstündeki ince mânâları ve nakışları anlayıp takdir edebilen ve kendini yaratan Zâtın isteğine göre hareket eden aklı başında insanların kendilerini yaratan Zâtın istediği tarzda işleyip istediği neticeleri vermesinden gelen iftihar-ı kudsî ve memnuniyet-i mukaddese ve lezzet-i mukaddese gibi isimlerle ifade edilen şuunatı vardır. Bu üç hikmet gibi pek çok hikmetlerle Cenâb-ı Hak, bu kadar hadsiz varlıkları var edip Kayyûm isminin tecellisiyle ayakta ve varlıkta tutuyor. Bizleri yoktan var edip vücud ve hayat veren ve varlıkta tutan ve bizlere bu mânâları ve hikmetleri bildirip anlamamıza yardım eden Cenâb-ı Hakk’a hududsuz hamd ve şükür etmekle beraber niyaz ediyoruz ki, bizlere isim ve sıfatlarını anlamayı ve güzel bir âyine olmayı nasip eylesin. Âmin! 

İlyasi RAMAZANOĞLU 01 Eylül
Konu resmiRamazan Fuarlarına “Benim Kur’ânım” Damgasını Vuruyor
Kültür ve Medeniyet

Uzun süredir beklenen “Benim Kur’ânım” piyasaya çıktı! Şimdiden kitap fuarlarına damgasını vuran “Benim Kur’ânım” çocukların büyük ilgisini çekiyor. İSTANBUL - Çeyrek asırdır sadece Kur’ân-ı Kerim üzerine çalışan Hayrat Neşriyat, yeni ürünü “Benim Kur’ânım”ı piyasaya çıkardı. Uzun süredir beklenen “Benim Kur’ânım”, çocukların seveceği tarzda süslenmiş, renklendirilmiş ve ciltlenmiş bir Kur’ân-ı Kerim. Pembe ve mavi ciltleriyle, göze hoş gelen özel sayfa içi tasarımıyla ve çocukların ilgisini çekecek baskı kalitesiyle bu Ramazan’da fuarlara damgasını vuruyor. Yayınevi yetkilileri, çocuklardaki Kur’ân sevgisinin “Benim Kur’ânım”la daha da artacağını ve bu özel hazırlanmış, okunması kolay, göze hoş gelen grafik ve baskısı ile “Benim Kur’ânım”ın evlatlarımızla Kur’ân arasındaki bağı daha da kuvvetlendireceğini belirtiyorlar. Ayrıca, “Benim Kur’ânım”ı özellikle çocuklarına Kur’ânı sevdirmek isteyen anne-babaların ve eğitimcilerin tercih etmesinin beklendiği ifade ediyorlar. Uzun bir çalışma ve araştırma sonucunda ortaya çıkan “Benim Kur’ânım”ın şimdiden kitapevlerinde en çok aranan ve istenilen Kur’ân-ı Kerim baskısı olduğuna dikkat çekiliyor. Okunması en kolay ve Türkiye’de en çok tercih edilen Ahmed Husrev hattı ile ve tavafuklu olarak hazırlanan “Benim Kur’ânım”, baskı esnasında ve baskı sonrası defalarca kontrolden geçiyor. Uzmanlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve Mısır Ezher Üniversitesi’nin mühür verdiği ve otoritelerce hatasızlığı tescil edilen Tevafuklu Kur’ân-ı Kerim’in çocuklar için hazırlanan bu nüshasının özellikle çocuklar arasında yeni bir heyecan ve iştiyaka sebep olacağını vurguluyorlar. Kaliteden hiçbir zaman taviz vermediklerinin altını çizen Hayrat Neşriyat yetkilileri, Isparta’daki matbaa ve cilt tesislerinde daima birinci sınıf malzemenin kullanıldığını vurguluyorlar. Aynı şekilde “Benim Kur’ânım”ın da itinayla ve ihtimamla hazırlandığına özellikle dikkat çekiyorlar. Tüm personelin abdestli çalıştığı Hayrat Neşriyat matbaa tesislerinde Kur’ân’a hürmette sınır tanınmıyor ve en ufak bir kâğıt parçası dahi çöpe atılmıyor. Özel hazırlanmış yerlerde gömülerek Kur’ân’a layık hürmet ve saygı gösterilmeye çalışılıyor. Şimdiden seçkin kitapçıların raflarını süslemeye başlayan “Benim Kur’ânım” yayınevinin satış noktalarından da temin edilebilir. (www.hayrat.com +90212 624 24 34) 

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül
Konu resmiKur'ân-ı Kerim'in Nüzulünün 1400.Yyılı Bursa'da İhtişamlı Bir Programla Kutlandı
İbadet

BURSA/ Bursa Müftülüğü, Osmanlı Eğitim ve Kültür Derneği ve Hayrat Vakfı ile birlikte, “Zaman İhtiyarladıkça Kurân Gençleşiyor” sloganıyla Merinos Kongre ve Kültür Merkezi’nde “Kur'ân Paneli” düzenledi. 3 binden fazla katılımcının iştirak ettiği programda alanında uzman konuşmacılar, Kur’ân-ı Kerim’in çağlar üstü mesajını yorumladılar. Başbakan Sayın Recep Tayip Erdoğan’ın da bizzat ilan etmesiyle Diyanet İşleri Başkanlığımız 2010 yılını, Kur’ân’ın nüzulünün 1400. yıldönümü olması münâsebiyle “Kur’ân Yılı” ilan etmişti. Ayrıca İslâm Konferansı Örgütü de 2010-2011 senelerini “Kur’ân Yılı” olarak bütün dünyaya ilan etti. İlahî vahyin daha iyi anlaşılması için çalıştay, yarışma, panel ve sempozyumlarla kutlanan Kur'ân'ın nüzulünün 1400. yılı etkinlikleri kapsamında Bursa'da düzenlenen programa ilgi yoğun oldu. Program, Beyoğlu Piyaleşapa Câmii İmam Hatibi İshak Danış'ın Kur'ân tilâvetiyle başladı. Salon tamamen dolarken içeriye giremeyenler ise dışarıda kurulan dev ekrandan geceyi takip etti. Beyoğlu Piyalepaşa Câmii İmam Hatibi Hâfız İshak Danış'ın Kur'ân tilâveti izleyenleri duygulandırdı. Bursa Milletvekili Ali Kul, gece anısına İshak Danış'a plaket takdim etti. Milletvekili Kul, “Allah, Kur'ân’ı aklı olanların kurtulması için gönderdi. Bu gece burayı dolduranlar da Kur'ân hürmetine geldi. Böylesine müthiş bir tilâvet dinlememiz hepimizi duygulandırdı” dedi. İmam emeklisi olan Kul, verdiği âyet ve hadis örnekleriyle Kurân’ı Kerim'i anlattı. Güzel sunumuyla geceye renk katan Sayın Ali Günter, geceye katılamayan başta Başbakan Sayın Recep Tayip Erdoğan olmak üzere, Diyanetten Sorumlu Devlet Bakanı Sayın Faruk Çelik, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun mesajlarını katılımcılara aktardı. Ardından kürsüye gelen Bursa Müftü Vekili Mustafa Uyar, yıllarca Kur'ân-ı Kerim'in toplum tarafından ihmal edildiğini söyledi. Peygamber Efendimiz'in (asm) Kur'ân ahlâkıyla ahlâklandırıldığını hatırlatan Uyar, Kur'ân'ın, kurtulmak isteyenlerin adresi olduğunu kaydetti. Hayrat Vakfı Bursa Temsilcisi Mustafa Topöz de Kur'ân-ı Kerim'in okunması, anlaşılması için büyük gayret gösterilmesi gerektiğini belirtti. Hayrat Vakfı hakkında kısa bilgiler veren Topöz, Vakfın gâyesinin rıza-yı İlahî yolunda Kur’ân’a hizmet etmek olduğunu söyledi. Ardından, Osmanlı Eğitim ve Kültür Derneği Başkanı Muhammed Temel Mavibaş da konuşmasında, amaçlarının Kur'ân-ı Kerim'in çağlar üstü evrensel mesajını daha geniş kitlelere ulaştırmak olduğunu söyledi. Mavibaş, şöyle dedi: “Kur'ân-ı Kerim hakkındaki yanlış yargı, izlenim, korku ve abartıların karşısında, O'nun ruhuna uygun, yeni ve ufuk açıcı yaklaşımların öne çıkmasına fırsat vermek, O'nu okuma, anlama ve yorumlama konusundaki çabaları desteklemek için bu paneli düzenledik. Kur'ân-ı Kerim'le olan irtibatımızı doğru bilgi kaynakları ve güvenilir yollarla takviye etmek, inanç değerlerimizin korunması ve sağlıklı bir din anlayışının muhâfaza edilerek geliştirilmesi açısından son derece önem arz etmektedir.” Diyanet İşleri Başkanlığının Kur’ân’ın nüzulünün 1400. yılı münâsebetiyle hazırlamış olduğu yaklaşık 14 dakikalık video gösterisi katılımcılardan büyük beğeni topladı. Programda konuşan Oturum Başkanı İDSB Genel Koordinatörü Cihangir İşbilir ise Kur'ân-ı Kerim'in günümüz olaylarına 1400 yıl önce ışık tuttuğunu söyledi. İşbilir, “Diyanet İşleri Başkanlığı hayırlı bir hizmete öncülük etti, bu yılın Kur'ân Yılı olarak ihya edilmesi için önemli bir adım attı. Sivil toplum kuruluşları, müftülükler, üniversiteler, belediyeler ve dergiler bereketli üç aylarla birlikte tatlı bir telaşla çalışmalarını bu cihette yoğunlaştırıyorlar. Her kesim, `Ne yaparız da bu senenin hakkını veririz?' heyecanını yaşıyor.” dedi. Panelistler Araştırmacı-Yazar ve Tarihçi Said Yavuz, `Kur'ân'ın Allah Kelamı Olduğunun İspatı', Hayrat Vakfı Isparta Temsilcisi Muhlis Körpe, `Kur'ân'ın Tarifi ve Tarihçesi', İrfan Mektebi Dergisi Yazarı Cemal Erşen ise `Kur'ân'da Tevâfuk Mucizesi' başlıklarında birer konuşma yaptı. Panel tertip heyeti tarafından panel öncesi kapsamlı bir hazırlık yapıldığı gözlerden kaçmadı. Katılımcıların her birine girişte yaka kokartı takıldı. Ayrıca her bir koltuğa içerisinde dosya, bloknot, kalem, kartvizit, bilgi formu, su ve konuşmacı metinlerinin bulunduğu karton poşet bırakıldı. Gecenin en değerli sürprizi programın sonunda katılımcıların her birisine Kur’ân-ı Kerim hediye edilmesi oldu. Bilgi formlarını doldurarak görevlilere teslim eden katılımcılara Kur’ân-ı Kerimleri takdim edildi. Tertip heyeti tarafından yapılan açıklamada program sonrası çok olumlu geri dönüşler alındığı, insanımızın bilinçlenmesi ve Kur’ân’a hizmet adına bu dönüşlerden çok memnun kalındığı ifade edildi. Kur’ân Paneli için açılan ve bir yıl boyunca, programa katılan ve katılamayan herkese hizmet vereceği belirtilen www.kuranpaneli.com adresinden panelle ilgili bilgi, belge ve görüntülere ulaşılabileceği söylendi. Geceyi yerel ve ulusal basından basın mensupları, gazetici-yazarlar ve birçok akademisyen takip etti. 

Ahmet Hüsrev ADİLOĞLU 01 Eylül
Konu resmiİDSB Heyeti Amerika Ziyâreti
İnsan

İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği her geçen gün demografik temsil gücünü artırıyor ve dünya Müslümanlarıyla ilişkiler noktasında kendini yeniliyor. Balkan Müslümanları, Kafkaslar, Orta Asya ve Güney Asya Müslümanları, Afrika Müslümanları ile başta Filistin ve Ortadoğu’daki Müslümanların dertleriyle dertlenen İDSB, şimdi de 11 Eylül saldırılarının ardından büyük sıkıntılar çeken ve yeni yeni kendilerini toparlamaya fırsat bulabilen Amerika Müslümanları ile temas hâlinde. 22 Haziran – 7 Temmuz 2010 tarihleri arasında İDSB Genel Koordinatörü Cihangir İşbilir’in başkanlığındaki bir heyet, Amerika’da New York City ve Chicago’da bir dizi ziyâretlerde bulundu. Amerika’da yaşayan 10 milyona yakın Müslümanı çatıları altında birleştiren çatı kuruluşlar ve Müslüman toplulukların liderleri, yazarlar, akademisyenler, söz sâhibi imamlar, yardım kuruluşları başkanları, sivil toplum liderleri, sivil inisiyatifler ve başkonsolosluklar düzeyinde geçen ziyâretler, atılan somut adımlar ve sağlamlaştırılan ilişkiler neticesinde daha da anlam kazandı. Geçen yıl Washigton DC, Chicago ve New York olarak düzenlenen ziyâretler, bu yıl da benzer bir konsept ile derinleştirilerek tekrar düzenlendi. New York Temasları İki yüz yirmi câminin bulunduğu ve bir milyonu aşkın Müslümanın yaşadığı New York’ta, bünyesinde imamları buluşturan Kuzey Amerika İmamlar Birliği (NAIF) ile görüşen heyet başkanı Cihangir İşbilir, İDSB ve İDSB’nin faâliyetlerini anlatan 10 dakikalık bir sunum yaptı. Ardından New York’taki Müslümanların durumu ile ilgili İmamlar Birliği Başkanı İmam Eşrefüzzaman Han bilgi verdi. Amerika’daki Müslümanların dertlerini dinleyen heyet üç bini aşkın câmisi ile sayıları 10 milyonu bulan Amerikan Müslümanları ile daha sıkı münâsebet konusunda hem fikir oldu. Genel Koordinatör İşbilir’in teklifi ve İmam Eşrefüzzaman Han’ın kabulü ile NAIF ile İDSB’nin somut adımlar atması ve ortak faâliyetler yapılması hakkında prensip kararı alındı. Amerika’daki en önemli çatı kuruluşlardan biri olan, Amerika’da tebliğ ve davet hizmetlerinde oldukça başarılı ve yılda ortalama 1,5 milyon Kur’ân-ı Kerim ve İslâmiyeti anlatan broşür dağıtan Kuzey Amerika İslâm Cemiyeti (ICNA) ile geçen yıl düzenlenen başarılı bir toplantının ardından bu yıl da İDSB Konseyi Amerika Temsilcisi Dr. Ghulam Nabi Fai, ICNA Genel Sekreteri Tarıkur Rahman, The Message Dergisi Editörü Mahbubur Rahman, ICNA Genel Merkezi İmamı ve New York merkezli dernek ve vakıfların başkanlarının da katıldığı geniş bir toplantı yapıldı. İDSB Heyeti onuruna verilen yemekte buluşan liderler İDSB ve faâliyetleri, İslâm dünyasının meseleleri ve özellikle Filistin konusundaki fikirlerini beyan etti. Amerika’da yapılan her toplantıda olduğu gibi bu toplantıda da gündemde Filistin vardı. Türkiye’nin ve İDSB’nin Filistin davasındaki tavrı ile kararlı ve asil duruşunu candan tebrik eden liderler Mavi Marmara ve sonrasını değerlendirdiler. Türkiye’ye samimî desteklerini bildiren liderlerin coşkulu oldukları gözlendi. İDSB ile daha sıkı irtibat hâlinde olunması gerektiğini bildiren liderler ile yapılan toplantı sonunda ICNA ve İDSB’nin ortak faâliyetler yapması konusunda prensip kararı alındı. New York’taki temaslar bölgedeki vakıf ve dernek liderleriyle görüşmeler ve câmi ziyâretleri ile devam etti. Son olarak T.C. New York Başkonsolosluğu ziyâret edildi. Heyet, Başkonsolos Sayın Mehmet Samsar’a İDSB’nin geçen yıldan bu yana gerçekleştirdiği etkinlikler ile ilgili bilgi verdi. Memnuniyetini dile getiren New York Başkonsolosu, İDSB’nin faâliyetlerini yakından takip ettiğini bildirdi. Amerika’daki Müslümanlar, Amerika genelindeki Türk profili ve demogrofisi ile Türk dış politikasını ilgilendiren güncel mevzulara dâir Başkonsolos Samsar’dan bilgi alan heyet, İDSB plaketi takdimi ile görüşmelerini neticelendirdi. CHICAGO MÜSLÜMANLARI Sekiz gün süren New York temaslarının ardından İDSB Heyeti dört yüz bin Müslümanın yaşadığı sekiz milyon nüfuslu Chicago’ya geçti. Her yıl yirmi bin ile otuz bin kişinin katıldığı Kuzey Amerika İslâm Birliği (ISNA)’nın yıllık olağan toplantısı bu yıl Rosemont Toplantı ve Kongre Sarayı’nda düzenlendi. ISNA Yıllık Olağan Toplantısı’nın bu yılki teması “Müşfik Bir Toplum Yetiştirmek” idi. ISNA Toplantısında ana oturumların yanında onlarca paralel oturum, özel oturumlar, sergi ve fuar bölümü, yazarlarla buluşma, film festivali, hâfızlık ve Kur’ân okuma yarışmasının yanında üst düzey resepsiyonlar ile beraber daha pek çok faâliyet düzenlendi. ISNA Toplantsına katılan heyet, başta ISNA Başkanı Dr. Ingrid Matson ve yeni Genel Sekreteri Dr. Safa Zarzour ve ISNA Yönetimi olmak üzere Amerika’daki sivil toplum kuruluşları liderleriyle, meşhur hatiplerden Hamza Yusuf, Suhaib Webb, Oxford Üniversitesi’nden Dr. Tarık Ramazan ve Mısır Müftüsü Ali Cuma ile; Amerika Birleşik Devletleri’nin İslâm Konferansı Teşkilatı’ndaki gözlemci temsilcisi Rashad Hussain ile de görüşmelerde bulundu. İDSB Genel Koordinatörü Cihangir İşbilir, İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB)’yi tanıttığı bir oturumun ardından gelen soruları değerlendirdi. İslâm dünyasındaki ittihad arayışı ve beklentisinin ne kadar yüksek olduğu ve gelinen son durum bu oturum sonunda tekrar gözlendi. Dört gün süren ISNA toplantısındaki yüzlerce görüşmenin ardından Chicago’daki Dünya Müslüman Yardımseverler Birliği Kongresi (WCMP) ziyâret edildi. WCMP Başkanı Dr. Tarık Cheema’nın kabul ettiği heyet İDSB ile WCMP arasında Mart ayında Doha’da imzalanan işbirliği anlaşması üzerine konuştu. Bundan sonra atılabilecek adımlar üzerinde duruldu ve donörler ile proje sâhiplerinin buluşturulacağı platformların oluşturulması ve ortak toplantıların düzenlenmesi konusuna vurgu yapıldı. Chicago’daki dernek ve vakıfların başkanları ve üyeleriyle yapılan onlarca görüşme; câmi, Kur’ân Kursu ve okullarının ziyâretleriyle İDSB’nin Amerika temasları gâyet verimli bir ortamda neticelendirilmiş oldu. Türkiye Cumhuriyeti Chicago Başkonsolosu Sayın Kenan İpek’in makamında ziyâret edilmesi ile de İDSB Amerika temasları nihâyet buldu. Öyle ümit ediyoruz ki, dünyanın diğer bölgelerindeki Müslümanlardan coğrafya sebebiyle uzak kalmış Amerika Müslümanları gelecek yıllarda, İDSB gibi, bu tarz birlik ve beraberlik çağrılarıyla, günümüz imkânlarını kullanarak iletişimi artıracaklar, birliğe ve Müslümanların refahına daha çok çalışacaklar ve bütün Müslümanlar bu coşku ve dayanışma ile daha güzel günlere koşacaktır. 

Hamza BERAAT 01 Eylül
Konu resmiSınırlar Ötesi: İslâm
Eğitim

Divan Eğitim ve Araştırma Derneği yıl boyunca düzenlediği Osmanlıca Kursları’nın ardından şimdi de uluslararası bir çalışmaya imza attı. Geçmişi gelecek ile buluşturan çalışmanın teması “Sınırlar Ötesi: İslâm”. İngiltere’den Malezya’ya, Sudan’dan Kırgızistan’a, Makedonya’dan İskoçya’ya pek çok ülkeden katılımın olduğu çalışma başarıyla tamamlandı. 20 - 27 Temmuz 2010 tarihleri arasında düzenlenen ve İstanbul Küçükçekmece’de açılış gecesi ile başlayan uluslararası çalışma atölye çalışmaları, münâzaralar, ülke tanıtımları ve video konferanslar ile devam etti. Sekiz gün süren çalışmaya 25 üniversite ve yüksek lisans öğrencisi katıldı. Çalışmada hat dersleri gören misâfir öğrenciler Osmanlı’da dinî yaşayış ve kültürel altyapıyı tadacakları ve Türkiye’deki derin kültürel mirası gözleyebilecekleri mânevî ve tarihî mekânları ziyâret ettiler. İstanbul’un mânevî fâtihi Eyüp Sultan Hazretleri’nden Panaroma 1453 Fetih Müzesi’ne, Topkapı Sarayı’ndan Ayasofya’ya İstanbul’da yapılan ziyâretlerden önce Osmanlı başkenti Bursa’ya gittiler. ATÖLYE ÇALIŞMALARI Divander’in düzenlediği ve teması “Sınırlar Ötesi: İslâm” olan çalıştaya katılan gençler başta İstanbul’un samimî atmosferinde ve Divander’in ev sâhipliğinde İslâm kardeşliği ve dostluğunu tattılar. Çalışmada İslâm ve Batı Medeniyetinin Dünü ve Bugünü masaya yatırıldı. Geçmiş ve gelecekten dersler çıkarmak için asrımızın imamı Bedîüzzaman Said Nursî’nin eserlerinden yararlanarak hazırlanan sunumları dinleyen gençler her gün bir müzâkere konusu üzerinde fikir yürüttü ve ilgili çözümlemelerde bulundular. Soru cevap bölümü ile tamamlanan oturumlar altı gün sürdü. Çalıştayda alt başlıklar ise şöyle: Îmândaki nihâyetsiz kolaylık, İnkârda nihâyetsiz zorluk, Allah rızasını kazanmak: İhlas, Sünnet-i Seniyye ve En güzel örnek: Hazret-i Muhammed (asm),  Günümüz İslâm toplumlarında sosyal problemler, Batı Medeniyeti ve İslâm Medeniyetinin karşılaştırılması: Temeller ve değerler, Ramazan ve oruç. MÜNÂZARALAR VE ÜLKE TANITIMLARI Misâfir öğrencilerin ülkelerindeki kültürel, dinî ve sosyal durumlar ile ilgili sunumlarının ardından ülkelerindeki problemler ve muhtemel çözüm yollarını münâzara ettikleri oturumlarda Almanya, İngiltere, İskoçya, Malezya, Sudan, Makedonya ve Türkiye temsilcileri başta olmak üzere ülkelerdeki Müslümanların durumları ve yaşam şartları ile ilgili değerlendirmelerini sundular. Diğer öğrenciler için de ülkeleri tanımak açısından büyük bir fırsat sağlayan ülke tanıtımı oturumları çalışmaya renk kattı. Öğrencilerin yaşadıkları ülkelerde İslâmî tebliğ ve davet ile ilgili teklif ve projeleri de dinlendi. KÜLTÜREL GEZİLER Divan Araştırma ve Eğitim Derneği’nin düzenlediği çalıştay sonrası çeşitli geziler de düzenlendi. İstanbul gibi tarihî ve mânevî bir şehirde toplanmaktan büyük zevk duyan gençler, önce İstanbul’un fethini gâyet etkili olarak anlatan ve âdeta fethi orada ziyâretçilere yaşatan Panorama 1453 Fetih Müzesini ziyâret etti. İstanbul’un mânevî fâtihi kabul edilen Ebu Eyüp el-Ensarî Hazretleri’ni de ziyâret eden gençler, Eyüp’te başka bir misâfir kafile ile de görüşmede bulundu. Pierre Loti, Tophane ve Haliç’i seyreden gençler, İstanbul gezilerine devam ettiler. Sultan Ahmed ve Ayasofya Câmileri ardından Topkapı Sarayı’nı ziyâret ettiler. Şehrin tarihî dokusu ve kültürel mirasının sergilendiği müzelere de gidecek olan misâfir öğrenciler Boğaz Turu ile İstanbul programlarını sonlandıracaklar. BİR OSMANLI ŞEHRİ VE KUR’ÂN YILI Kur’ân-ı Kerim’e olan hürmetine binâen altı yüz yıl Kur’ân idaresi altında dünyaya İslâm’ın barış mesajını dağıtan Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Bey’in şehri Bursa, bu sene dünyanın değişik bölgelerinden gelen misâfir öğrencileri ağırladı. Gençler, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kur’ân Yılı olarak kabul ettiği 2010 yılında Bursa İl Müftülüğü’nün düzenlediği Kur’ân Paneli’ne katıldılar. Simültane tercüme ile kendilerine aktarılan konuşmalardan ve okunan Kur’ân tilâvetinin feyzinden istifâde eden gençler, Bursa’daki mübârek zâtlar ile tarihî câmileri de ziyâret etmeği unutmadılar. PROGRAM HAKKINDA GENÇLER NE DEDİ? Ahmad Fahmî: İslâm dünyasında eksikliğini çektiğimiz akademik tartışma ve fikir yürütme ortamını Türkiye’de bulduk. En başta kendi bilgi ilmimizi artıran ve İslâm dünyasının problemlerini tartışmak için ortam sağlayan Divander’e çok teşekkür ediyorum. Gelecek çalıştaylardan birinin mutlaka Malezya’da olmasını arzu ediyorum. Abduladhim Suleiman Osman: Çalışmadan çok etkilendim. Oturumlar ve içerik özellikle etkileyiciydi. Allah’a îmân etmemiz için ne kadar çok sebep olduğunu tekrar gördük. İmânımız kuvvetlendi diyebilirim. Böyle bir çalışmanın Sudan’da da yapılmasını isterim. Mucahid İsmailî: Balkanları temsilen geldiğim bu çalışmadan çok istifâde ettik. Gerek arkadaşlık ve kardeşlik bağları gerekse İslâmî şuur ve mücâdele ruhunu aşılaması açısından bize entellektüel düzeyde katkıda bulundu. Dernek yöneticilerine de söyledim gelecek çalışmayı Makedonya’da yapmak için çalışmalarda bulunacağım. Bu hakikatler Balkanlara yeni bir can verecektir. Abdulkerim Scherling: İslâmiyetle yeni tanıştım. İslâm eğer böyle anlatılırsa ve Avrupa’da güzel temsil edilirse çok insanın İslâm’ı seçeceğini düşünüyorum. İngiltere’de Cambridge’de yapılacak olan çalışmaya da katılacağım.Mustafa Latif: Uluslararası çalışmalara daha önce de katıldım ama buradaki hava başkaydı. Hem kendimizi geliştirdik. Hat dersleri, münâzaralar ve sunumlar hem de tarihî mekanları görme imkanımız oldu. 

Hamza BERAAT 01 Eylül
Konu resmiHıristiyan Bir Ailede Büyüdüm, Ancak Aslında Ateisttik
Mülakatlar

Mülakat: AdülkerimMülakatı Yapan: Yusuf Kara Öncelikle seni tanıyalım Abdülkerim... İsmim resmiyette Boris Schlerling. Müslüman olduktan sonra Abdülkerim ismini aldım. 17 yaşındayım. Liseye gidiyorum, Ekonomi bölümündeyim. Almanya’nın Mönchengladbach şehrinde yaşıyorum. Benden büyük bir erkek bir de kız kardeşim var. Ablam 19, ağabeyim 22 yaşında. Babam bir film şirketinde çalışıyor. Annem ise pedagog. Nasıl bir ortamda büyüdün? Hıristiyan bir ailede büyüdüm. Kardeşlerim sonradan ateist oldular. Ben de kardeşlerim gibi kendimi Hıristiyan olarak görüyordum, ama aslında ateisttim. İslâm ile tanışma sürecin nasıl oldu? 4 ay öncesine kadar İslâm hakkında pek bir bilgim yoktu. Hiç düşünmemiştim. Fakat sürekli beni rahatsız eden bir düşünce vardı: Ölüm. Ölümü düşündükçe içinden çıkamıyordum. Ama hayatımda maddî imkânlarım bol olduğu için rahatım yerindeydi ve bu tür şeyleri düşünmemeye çalışıyordum. Seni İslâm’a yönlendiren ne oldu? Bir gün youtube’ta Allah’ın varlığını ispat eden bir video izledim. Video, Allah’ın dağları yeryüzüne çaktığı kazıklar olduğunu, güneşin dünyaya olan uzaklığının çok hassas oluşunu, biraz daha uzak olsa dünyanın donacağını, yakın olsa dünyanın kavrulacağını ve bunların hepsinin Allah tarafından yaratıldığını söylüyordu. Daha sonra benzer videolar izleyince iyice korkmaya başladım. Eğer İslâm hak dinse, ölümden sonra bir hayat varsa ben cehenneme gidecektim. Uzun bir süre bu korku içerisinde kıvrandım. “ÖLÜMÜ ANLAMAYA ÇALIŞIRKEN MÜSLÜMAN OLDUM” Sonra? Sonra Müslüman bir arkadaşımdan bir Kur’ân istedim, fakat benimle ilgilenmedi. Günler sonra başka bir Müslüman arkadaşım bana Allah’ın varlığına dâir bazı delillerden bahsetti. Ayrıca bana bir Kur’ân hediye etti. Daha sonra beni Risâle-i Nur talebeleriyle tanıştırdı. Kendileriyle sürekli görüşmelerimin neticesinde ölümün hakikatini anladım ve Müslüman olmaya karar verdim. Hâlâ düzenli olarak bu arkadaşlarımla ve ağabeylerimle görüşüyor, Kur’ân-ı Kerim’i ve îman hakikatlerini daha iyi öğreniyorum. Yine onlar vesilesi ile şimdi burada Türkiye’deyim. İslâm’ı öğrenme sürecinde neler oldu? Müslüman olduğum ilk günlerden biriydi. Müslüman olmama vesile olan arkadaşımla bir câmiye gittik. Orada unutamayacağım bir olay oldu. Youtube üzerinden izlediğim videoyu hazırlayan kişi aynı câmideydi. Arkadaşımın babasının ısrarı üzerine kendisiyle tanıştım ve başımdan geçenleri anlattım. Bunun üzerine oradaki cemâat önünde bir kez daha şehâdet getirmemi istedi. Israr edince kabul ettim ve şehâdet getirdim. Oradaki herkes beni tebrik etti ve bazıları bana birtakım İslâmî kitaplar hediye ettiler. Daha sonra arkadaşımın evine gittik. Evinde bana namaz kılmayı ve bazı temel bilgileri öğretti. “İSLÂM’I İYİ TEMSİL ETMEYE ÇALIŞIYORUM” Müslüman olmadan önceki ve Müslüman olduktan sonraki hayatınızı kıyasladığınızda İslâm’a girmekle hayatınızda nelerin değiştiğini gördünüz? Müslüman olmadan önce haramların içinde yüzüyordum. Alkol, kötü arkadaşlar, çeşitli zararlı alışkanlıklar ve etrafımda sorun çıkarmak hayatımın bir parçasıyken, şimdi bunlardan büyük ölçüde kurtuldum elhamdülillah. Kur’ân okuyorum, etrafımdaki insanlara iyi örnek olmaya İslâm’ı iyi temsil etmeye çalışıyorum. Ve şimdi ölüm benim için bir korku vesilesi olmaktan çıktı artık. Çünkü daha sonrası hakkında bilgi sâhibiyim ve kendimi buna göre hazırlıyorum. Bu yüzden Divan Derneği’nin Uluslararası Yaz Çalışması’na katıldım ve sekiz gün boyunca Allah’ın varlığı ve birliği, Peygamberimizin sünneti ve İslâm’ın esasları hakkında geniş bilgi sâhibi oldum. Peki, bir insan küfür ile yaşayabilir mi? Kendisini yaratanı, Rabbini tanımadan, ebedî bir hayatı kabul etmeden yaşayabilir mi? Yaşayamaz. Allah’a inanmıyor ve ibâdet etmiyorsa, ölüme dâir korkularını yenmek ve hislerini uyuşturmak için kendisini eğlence mekânlarına, alkole ve zararlı alışkanlıklara vurur. Almanya’da yaşayan insanların varlıkları yerinde olduğu için daha çok bu şekilde kendilerini tatmin etmeye çalışıyorlar. Hakkı ve hakikati arayan gençlere bir mesaj vermek ister misin? Öncelikle Müslümanlara şunu söylemek isterim. Sâdece oturup ibadet etmesinler, dünyanın öylece değişeceğini zannetmesinler. İnsanların hakikati bulmaları için çok çaba sarf etmek gerekiyor. Yoksa insanlar kaybolup gider. İbâdet etmek hiç zor değil İslâm’ı anlatan, Allah’ın varlığını ve birliğini ispatlayan videolar, belgeseller yapılmalı. Zira ben ilk defa bu şekilde tanımıştım İslâmiyet’i. İnanmayan insanlar ise Allah’ın varlığına dâir delilleri araştırsınlar. Hiçbir şüpheleri kalmayacağından eminim. Ayrıca ibâdet etmek hiç de zor değil, zorluğu sâdece bir illüzyondur. Günde 5 vakit namaz kılmak hiç zor bir iş değildir. 

Mülakatlar * 01 Eylül
Konu resmi100 soruda hadis ilmi/9
İtikad

93 Vahy-i metluv ve Vahy-i gayr-i metluv ne demektir? İslâm âlimleri vahyi iki kısımda mütâlaa etmiştir. Birincisi vahy-i metluv denilen ve Kur’ân-ı Kerim’den ibâret olan vahiydir. Tamamen vahiy eseridir. Uyku ve rüya hâlinde vahiy hariç daha çok vahyin diğer birkaç şekli ile nâzil olmuştur. Allah tarafından indirildiği şekliyle korunmuştur. Bu bakımdan değişikliğe uğramamış tek semavî kitaptır. Vahy-i gayr-i metluv (okunmayan vahiy)dir. Sünnetten ibârettir. Vahyin Hadis ilmi ile ilgisi zâten bu noktadadır.1 94 Hadislerin yazılması hakkında malumat verir misiniz? Hadis yazılmalı mı yazılmamalı mı? Şeklindeki bir münâkaşa hem Sahâbe hem de Tâbiin arasında görülmüştür. Bazıları yazılmasını müdâfaa ederken bazıları da aksini söylemişlerdir. Hemen belirtelim ki söz konusu münâkaşa, kaynağını, Hz. Peygamber (asm)’e nisbet edilen rivâyetlerden alır. Zira bizzat hadislerde lehte ve aleyhte deliller mevcuttur: Ebu Saidu’l-Hudri, Hz. Peygamber (asm)’in şöyle söylediği rivâyet etmiştir: “Benden (Kur’ân dışında) bir şey yazmayın. Kim benden, Kur’ân’dan başka bir şey yazdı ise onu imha etsin. Benden (şifahî) rivâyette bulunun, bunda bir mahzur yok. Ancak, kim bilerek bana yalan nisbet eder ateşteki yerini hazırlasın.” Zeyd İbnu Sâbit ise: “Kur’ân ve teşehhüdden başka bir şey yazmadık.” demiştir. Hadislerin yazılmasına ruhsat veren, yazıldığını gösteren rivâyetlere gelince, bunlar da çoktur. Bunlardan biri, yazdığı hadisler, kitap hâlinde sonraki nesillere intikal eden Abdullah İbnu Amr (radiyallahu anh)’a âittir. Der ki: “Ben, Hz. Peygamber (asm)’den işittiğim şeyleri, ezberlemek arzusuyla yazıyorum.” Kureyş beni menederek “Sen Resûlullah (asm)’dan her duyduğunu yazıyorsun, hâlbuki Resûlullah (asm) bir insandır, öfke ve rıza, her iki halde de konuşur.” dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Ancak, durumu da Hz. Peygamber (asm)’a arzettim. Resûlullah (asm) parmağıyla mübârek ağızlarıyla işâret buyurarak: “Yaz, dedi. Nefsimi elinde tutan Allah’a kasem ederim, buradan haktan başka bir şey çıkmaz.” dediler. Abdullah İbnu Amr (ra)’ın sistemi bir şekilde hadis yazdığını te’yid eden bir rivâyet, Ebu Hüreyre (ra)’a âittir ve üstelik Buharî de kaydetmiş bulunmaktadır. Ebu Hüreyre (ra) şöyle buyurur: “Hz. Peygamber (asm)’den çok hadis (bilmede) Abdullah İbnu Amr harici bana yetişen yoktur. O, beni geçer, zira o yazardı, ben ise yazmazdım.”Hadislerin yazılması hususunda ruhsat ifade eden rivâyetler bundan ibâret değildir. Hafızasından şikâyet edenlere Resûlullah (asm)’ın: “Sağ elinizi yardıma çağırın.”, “İlmi yazı ile bağlayın’’ gibi tavsiyeleri, bazı konuşmaların yazılı metnini isteyenlere yazılı verilmesi buna bir delildir. 95 Muhaddis kime denir? Tahdisden ism-i fâil olan muhaddis, genel olarak hadis rivâyet eden kimse mânâsına gelir. Bu mânâda râvinin müterâdifi olarak kullanılır. Kimi İslam âlimlerine göre muhaddis râvi ile eş anlamlıdır. Buna göre her hadis rivâyet eden râvi muhaddis sayılır. Ne var ki bu tarif eksiktir. Aslında râvi ile muhaddis arasında umum husus münâsebeti vardır. Her muhaddis râvidir, ancak her râvi muhaddis değildir. Râvi, hadisleri isnadıyla rivâyet eden olduğu halde, muhaddis onları rivâyet etmekle kalmayıp garib lafızlarını, değişik vecihlerini, râvilerini ve diğer hususları iyi bilen kimsedir. Bu itibarla muhaddisin râviden üstün olduğunda şüphe yoktur.2 96 Hadis ilminde hâfız kime denir? “Ezberleyen, muhâfaza eden” sözlük anlamıyla muhaddislere verilen lakablardan biridir. Hadis İlminde yüksek derecelere ulaşmış olanlara verilmiştir. Tarifinde birlik yoktur. Bazı muhaddislere göre hâfız, yüz bin hadisi senedleriyle birlikte hıfzeden, senetleri teşkil eden râvilerin hayat hikâyelerini, hallerini cerh ve ta’dil açısından herbiri hakkında verilmiş hükümleri bilen hadisçidir.3 97 Hadis ilminde hüccet terimi kimler için kullanılır? Lügatte delil ve burhana denir. Bir hakikatı açığa çıkaran gerek aklî, gerek naklî, gerek iknaî delile hüccet adı verilir. Muhaddislere verilen lakablardandır. Hâfızdan bir derece yüksek muhaddislere verilmiştir. Hadis ilimlerini layıkıyla bilen, herkesin otorite olarak kabul edeceği bir mertebeye yükselmiş olan âlim demektir. Bazı hadiscilere göre hüccet lakabı verilen hadis âlimi üç yüz bin hadis metin senetleriyle hıfzetmiş, senetlere dâhil râvilerin hayat hikâyelerini, cerh ve ta’dil noktasından hallerini bilen kimsedir.4 98 Sıhhat ve şöhret bakımından hadis kaynaklarının dereceleri nasıldır? Şah Veliyullâh ed-Dihlevî hadis kaynaklarını güvenilirlik açısından dört tabakaya ayırır: 1) Sıhhat ve şöhret vasıflarını bir arada bulunduran hadis kitapları birinci tabakayı teşkil eder. Şöhret, kitaba alınan hadislerin tedvin öncesi ve sonrasında muhaddislerin dilinde dolaşır olmasıdır. Sıhhat ise, hadis usûlü ilminde ileri sürülen sıhhat şartlarını hadisin eksiksiz olarak taşımasıdır. Dihlevî’ye göre birinci tabakada yer alan hadis kitapları İmâm Mâlik’in Muvattâ’ı, Buhârî ve Müslim’in Sahihlerinden ibârettir. 2) Muvattâ, Buhârî ve Müslim’in Sahihlerinin derecesine ulaşmayan, fakat onların hemen peşinden gelen hadis kitapları, ikinci tabakayı oluşturur. Ebû Dâvûd’un Sünen’i, Tirmizî’nin Câmi’i, Nesâî’nin Müctebâ’sı ikinci tabaka kitaplarını oluşturur. 3) Buhârî ve Müslim’den önce ya da sonra tasnif edilen müsnedler, câmiler, musannefler üçüncü tabakayı oluşturur. Bunlar sahih, hasen, zayıf, ma’rûf, garib, şâz, münker, doğru, yanlış, sâbit, maklûb gibi her çeşitten hadisleri içine alır. Ebu Ali’nin Müsned’i, Abdurrezzâk’ın Musannef’i, Ebû Bekr b. Ebî Şeybe’nin Musannef’i, Abd b. Humeyd’in Müsned’i, Ebû Dâvûd et-Tayâlîsî’nin Müsned’i; Beyhakî, Tahâvî ve Taberânî’nin kitapları bu kabildendir.  4) Musannifleri tarafından asırlar sonra ilk iki tabakada bulunmayan hadislerin toplanmasına yönelik yapılan çalışmalardır.  Bu gruptaki eserlerin muhtevası: a) Laf ustası vâizlerin, hevâ ve heveslerinin peşinden koşturanların, zayıf râvilerin rivâyetleri olabilir. b) Sahâbe ve tabiîn sözleri veya İsrâilî haberler yahut hukema/bilge kişilerin ve nasihatçilerin sözlerinden olabilir; fakat râvileri onları sehven veya kasten Resûlullah’ın hadisleri ile karıştırmıştır. c) Kur’ân ya da sahih hadisin muhtemel mânâlarından biri olabilir. Rivâyet inceliklerinden haberi olmayan sâlih kişiler, onu mânâ yoluyla rivâyet eder ve bu yolla o muhtemel mânâyı merfû’ bir hadise dönüştürür. d) Kitap ve Sünnetin işâretinden anlaşılmış mânâlar olabilir. Râvi onu kasıtlı olarak müstakil bir hadis şekline sokar. e) Çeşitli hadislerde yer alan dağınık ifadeleri bir araya getirir ve onları aynı anda söylenmiş tek bir sözmüş gibi nakleder. Bu tür hadislerin genelde bulunduğu kitaplar şunlardır: İbn Hibbân’ın ed-Duafâ’sı, İbn Adiyy’in el-Kâmil’i; Hatîb, Ebu Nuaym, Cüzcânî, İbn Asâkîr, İbn Neccâr ve Deylemî’nin kitapları… Dihlevî, hadis kaynakları olarak değil de belli vasıftaki rivâyetleri ifade eden beşinci bir tabaka/türden daha bahseder ki, bu rivâyetler; fukaha, sûfiyye ve tarihçiler arasında meşhur olmakla beraber ilk dört tabaka içerisinde bir aslı bulunmayan rivâyetlerle, dinî bütün olmayan fakat dili iyi bilen kimselerin, cerhi mümkün olmayan sağlam isnatlarla hadismiş gibi ileri sürdükleri ve fakat Hz. Peygamber'den sâdır olmaları mümkün olmayan beliğ sözlerden oluşur.5 99 Hadis âlimlerinin eserlerinde zayıf hadis zikretmelerinin sebebi nedir? Hadis kaynaklarında zayıf hadislerin, biri ‘amel etme’ diğeri ‘bilgilendirme’ amaçlı olmak üzere iki şekilde yer aldığını söylemek mümkündür: Birincisi; musannifin genel tutum ve yaklaşımının bir sonucu olarak bazı konularda, bazı özelliklere sâhip ve yine bazı şartlarda zikredilen zayıf hadislerdir. Bu tür hadislerin zayıflığı azdır; büsbütün terk edilecek nitelikte değildir. İkincisi; ya ‘bir farklılığı ortaya koymak’, ya ‘mutabaât veya şevâhit kabilinden bir hadisi desteklemek’ veya ‘aynı babın içinde aynı konuda gelen zayıf rivâyetler hakkında bilgi vermek’ amacıyla yer alır. Bu tür rivâyetlerin zikri amel etme amaçlı değil, bilgilendirme amaçlı olduğu için zayıflığı ve zayıflık sebepleri açıkça belirtilir. 100 Hadis ilminin İslamiyet’teki değerini kısaca izah edebilir misiniz? Hadis-i Şerifler, İslâmiyet’in ikinci mühim kaynağıdır. Kur’ân-ı Kerim’in ilk ve en müstakim tefsiridir. İslâmiyet’i doğru anlama ve yaşama açısından hadis ilminin ehemmiyeti çok yüksektir ve İslâm uleması bu değeri gereği kadar vermeye çalışmıştır. Bu çalışma da bunun bir delilidir.

Enes ÇALIK 01 Eylül
Konu resmiHelal Gıda Meyve Suyu Üzerine
Sağlık

Meyve Suyu Konsantresi: Meyve suyundan, fiziksel yolla belli oranda suyun uzaklaştırılmasıyla elde edilen üründür. Meyve Nektarı: Meyve suyuna, meyve suyu konsantresine, meyve püresine, konsantre meyve püresine veya bunların karışımına su ve şeker eklenerek elde edilen, fermente olmamış, fakat fermente olabilir nitelikteki üründür. Üretim teknolojisindeki işlem aşamaları ise kısaca şöyledir: Ayıklama, yıkama, sınıflama (tasnif), sap ayırma, çekirdek çıkarma, meyvenin parçalanması, parçalanmış meyvenin (mayşe) ısıtılması, presleme, durultma, filtrasyon ve pastörizasyon şeklinde kısımlara ayrılıyor. Parçalanmış meyveye veya preslendikten sonra elde edilen bulanık meyve suyuna (elma, vişne, üzüm, nar gibi) veya meyve püresine (şeftali ve kayısı gibi), 80-105 dereceler arası değişebilen bir ısıl işlem uygulanmaktadır. Bunun sebebi, doğal olarak meyvede bulunan ve işlem sırasında olumsuz bazı sonuçlara neden olabilecek enzim ve mikrobiyal faâliyeti durdurmaktır. Isıl işlem sırasında uçan aroma maddelerini tutan aroma tutucular olsa da tamamı tutulamamakta ve aroma yönünden bazı kayıplar oluşmaktadır. Ayrıca meyve hasat zamanının yoğun olduğu dönemlerde meyveler işlenmekte ve fakat hasat zamanının olmadığı dönemlerde de ihtiyacı karşılamak üzere yarı mamül bir şekilde depo edilmektedir. Ne kadar uygun koşullarda depo edilse de aroma yönünden bazı kayıplar meydana gelmektedir. İşte bu aroma kayıplarını telâfî etmek amacıyla gıda tebliğinin izin verdiği çerçevede aroma maddeleri katılmaktadır. Sâdece aroma değil renkte de meydana gelen kayıplar için boya maddeleri ve başka katkı maddelerini de yine tebliğin izni çerçevesinde ilâve edebilmektedirler. İşte bu aroma, renk ve diğer katkı maddelerinin çözünmesi veya çözünürlüğünün artırılması amacıyla en kolay bulunabilen ve ucuz olan etil alkol (etanol) kullanılabilmektedir. Bu durum, Türk Gıda Kodeksi Yönetmeliğinin 98-24 numaralı tebliğinin 5-k maddesinde “Alkolsüz içeceklerde etil alkol miktarının en çok 5.0 g/L (yani 1 litrede 5 gram etil alkol) olabileceği” belirtilmektedir. Hatta yakın zamanlarda Tarım Bakanlığı, bu oranın 3g/L olarak değiştirildiğini açıklamıştır. Gıda kodeksi yönetmeliğinin de izin veriyor olması etil alkol kullanıldığının bir delilidir. Aslında etil alkol yerine propilen glikol (propylen glycol) de kullanılabilir. Fakat bu madde pahalı olduğundan imalatçıların işine gelmemektedir. Berrak meyve suyu (elma, vişne, üzüm, nar gibi) üretiminde ise, bulanıklık yapan maddeleri (nisasta, protein, polifenol, protein-polifenol, proantosiyanidin, pektin, bakır, demir, kalsiyum tartarat, potasyum bitartarat ve benzeri organik ve inorganik unsurlar) gidermek için, durultma aşamasında enzim ve durultma yardımcı maddesi olarak jelatin kullanılmaktadır. Fakat bu açıkça belirtilmemekte, firmalara bu aşamada jelatin kullanıp kullanmadıkları sorulduğunda ise bir çoğu sessiz kalmayı tercih etmektedirler. Bazı firmalar ise kullandıklarını söyleyip bunun helal olan bir jelatin olduğunu belirtmek için; dinimizdeki “helal” kelimesiyle aynı mânâyı ifade eden, Yahudîlerdeki “kosher” sertifikasını aldıklarını belirtmektedirler. Biz ise bu firmaları bu hassasiyetlerinden dolayı tebrik etmekle beraber, kosher sertifikasının güvenilirliğindeki şüpheler ve İslâm dinine olan paralelliğindeki bir takım değişikliklerden dolayı helal sertifikayı da almaya davet ediyoruz. İmam-ı Azamın Babası Sâbit Hazretleri… Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü. Abdestten sonra suda çürüyüp gidecek olan bu elmayı alıp yedi. Fakat tükürüğünde kan gördü. Şimdiye kadar böyle bir hâl görmediği için tükürükteki kanın bu elmadan ileri geldiğini tahmin etti. Yediğine pişman oldu. Elmanın sâhibini bulup helalleşmek için dere boyunca gitti. Nihâyet yediği elmaya benzeyen bir meyve bahçesi gördü. Sâhibini sordu. Bu zâtın gâyet cömert ve ihsan sâhibi olduğunu, hatta ağaçta bulunan bütün elmaları toplayıp götürülse yine bir şey demeyeceğini, bir elmanın ne ehemmiyeti olacağını söylediler. Buna rağmen elmanın sâhibini buldu, meseleyi anlattı, ya parasını almasını veya helal etmesini istedi. Bahçe sâhibi gencin bu hâlini görünce takva ve verasının doğru olup olmadığını öğrenmek için şöyle dedi: - Yediğin elmam için ne vereceksin? - Altın gümüş, neyim olsa veririm. - Ben altın gümüş istemem ama, eğer kıyâmette senden davacı olmamı istemezsen bir teklifim var, onu kabul etmen gerekir. - Teklifin nedir? - Yapacaksan söyleyeyim... - Şeriata uygunsa yapabilirim. - Kör, sağır, dilsiz ve kötürüm bir kızım var, bununla evlenmeğe râzı olursan o zaman elmayı sana helal edebilirim. Sâbit Hazretleri âhirete kul hakkıyla gitmemek için bu teklifi kabul etti. Düğün hazırlığı yapıldı. Sâbit Hazretleri’nin ilk gece odaya girmesiyle çıkması bir oldu. Hemen kayınpederine koşup, “Efendim, bir yanlışlık var gâliba, içeride sizin bahsettiğiniz vasıflarda bir kız yok, tam tersi!” Kayınpederi tebessüm ederek, “Evladım o benim kızımdır, senin de helalindir. Ben sana kör dediysem, o hiç haram görmemiştir. Sağır dediysem, o hiç haram duymamıştır. Dilsiz dediysem, o hiç haram konuşmamıştır. Kötürüm dediysem, o hiç harama gitmemiştir. Var git helalinin yanına, Allahu Teâlâ mübârek ve mesut etsin”. Bu evlilikten doğan İmam-ı Azam Hazretleri’nin daha sonraki yıllarda, eğer babası o elmayı yemeseydi kendisinin 3 günde hâfız olmasına karşın 1 günde hâfız olabileceği rivâyet edilir. Ne enteresandır ki, bekar bir kişinin sâdece bir elma yemesi ve sonra tükürmesi ve daha sonra sâhibinden helallik dilemesi, evlendikten sonra doğan çocuğunun hıfziyetine bu derece tesir ediyorsa; şimdi biz insanların hâfızasının perişanlığı, duâlarımızın kabul olmaması, ibâdetlerimizdeki devamsızlık ve lezzetsizlik, nefislerimize hâkim olamamamız gibi eksikliklerin en mühim sebeplerinden birinin de, elbette bilerek veya bilmeyerek vücudumuza giren haram yiyecekler olduğu anlaşılıyor olsa gerek… 

Hayreddin İŞBİLİR 01 Eylül
Konu resmiAşure
Kültür ve Medeniyet

Gerçek kardeşlik Bir kimse Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’ne “Bu zamanda hakîkî kardeşlikler azaldı. Nerde o Allah için olan kardeşlikler, eski dostluklar?” demişti. Cüneyd-i Bağdâdî bu sözün sâhibine şu karşılığı verdi:“Eğer senin sıkıntılarına katlanacak, ihtiyaçlarını giderecek birini arıyorsan bu zamanda öyle bir kardeşi ve dostu bulamazsın. Ama kendisine Allah için yardım edeceğin, sıkıntılarına Allah rızası için katlanacağın kardeş ve dost arıyorsan böyleleri çoktur.” Dalkavukluk Filozof Diogenes çeşme başına oturmuş, çorba yapmak üzere mercimek ayıklıyordu. O esnâda imparatora yakınlığıyla tanınan Aristippus adlı başka bir filozof kendisini farkedip yanına yaklaştı. Aristippus da filozoftu, ama bilgisini etrafındakileri aydınlatmaktan çok, imparatora dalkavukluk etmek için kullanırdı. Bu şekilde keyif içinde kolay ve rahat bir hayat sürmenin yolunu bulmuştu. Alaycı sesle Diogenes’e: “Sen de imparatora yakın olmayı becerebilseydin, böyle çeşme başlarında mercimek ayıklamaya mecbur kalmazdın!” dedi. Diogenes ise şu hârika cevabı verdi: “Sen de böyle mercimek çorbasına kanâat etmeyi becerebilseydin, imparatora dalkavukluk etmek zorunda kalmazdın.” Yolculuğa Yeniden Başlamak Bir adam: “Ey Allah’ın Resûlü, Allah’a hangi amel daha sevimlidir?” diye sordu. Resûlullah (asm): “Yolculuğu bitirince tekrar yola başlayan” cevabını verdi. “Yolculuğu bitirip tekrar başlamak nedir?” diye ikinci sefer sorunca: “Kur’ân’ı başından sonuna okur, bitirdikçe yeniden başlar” cevabını verdi. (Tirmizî) Tüccarlar, dikkat! Bir kimse Hz. Ali’ye (ra) gelip: “Yâ Emîre’l-mü’minîn! Ben ticâret yapmak istiyorum. Ne yapmamı tavsiye edersiniz?” diye sormuştu. Hz. Ali (ra) ona: “Önce fıkıh öğren. Fıkıh ticâretten öncedir. Zîrâ fıkhı öğrenmeden ticâret yaparsan, fâizden ve haramlardan kurtulamazsın!” buyurdu. Bayramlarda ne yapalım? Kalblerin sevgilisi olan Efendimiz (asm) şöyle buyurdular: “Bayramlarınızı tehlil ve takdis ve tahmid ve tekbirlerle tezyin ediniz.” (Kenzü’l-Ummâl) Ebu Ümâme (ra) anlatıyor: Resûlullah (asm) buyurdular ki: “Kim her iki bayramın da gecesini, Allah’dan sevab umarak ibâdetle geçirirse, kalblerin öldüğü günde kalbi ölmez.” (İbn-ü Deybe) ÖLÇÜ “İşlenmesi memnu‘ olan şeyin istenmesi dahi memnu‘ olur.” Yani, rüşvet vermek, zulmetmek, yalan söylemek İslâmiyet’te yasak olduğu gibi, bir kimseden böyle davranmasını istemek de yasaktır. Ağaçkakan Bir kudret hârikası olan ağaçkakanın gagasıyla ağacı delme hızı saatte yaklaşık olarak 40 km’dir. Eğer kuşun gagasında rahmet eseri olan özel bir kilit sistemi olmasaydı bu hız nedeniyle gagası iki parçaya ayrılırdı. Bu kuşun vuruşunun oluşturduğu şok dalgaları öyle büyüktür ki, bunun etkisi direkt olarak beyne gitmiş olsaydı kuş bilincini kaybederdi. Ancak burada kuş bilincini kaybetmez, çünkü beyni tam gagasının seviyesinde yer almaktadır ve şokun etkisi gaganın tabanında yer alan kaslara verilen “şok emici” görevle azaltılır. (The Life of Birds) Eylül ayı nimetleri Sebzelerden: Patlıcan, mısır, pazı, biberiye, barbunya fasulyesi, kabak, dolmalık biber, kırmızı salçalık biber. Meyvelerden: Mürdüm eriği, fındık, kavun, karpuz, incir, üzüm. Balıklardan: Palamut, lüfer, kılıç, sardalye, kolyoz, kırlangıç. Eylül, kışa hazırlık ayıdır. Bir emânet olan vücudumuzu kış aylarına ve şartlarına göre hazırlamak gerekir. Balık, sebze ve meyvelerden bu geçiş ayı olan eylülde bolca istifâde etmek çok faydalıdır.

Zeynep EREN 01 Eylül
Konu resmiYabancı Dil
Eğitim

Peygamberimiz (asm) İslâmiyet’in yayılmasına ve muhâfazasına hizmet edecek yabancı bir lisânı öğrenmeyi teşvîk etmiştir. Zeyd bin Sâbit (ra) gibi bazı sahâbeleri bu konuda vazîfelendirmiştir. Zeyd bin Sâbit (ra) anlatıyor: “Resûlullâh Medine’ye teşrîf ettiklerinde çocuktum. Beni alıp huzuruna götürdüler. Resûlullâh beni çok beğendi.” Şöyle dediler: “Yâ Resûlullâh, bu çocuk Benî Neccâr’dandır. On taneden fazla sûre ezberlemiştir. Bu da Resûlullâh’ın (asm) hoşuna gitti.” Bir seferinde bana şöyle buyurdu: “Ey Zeyd, Yahûdîlerin yazısını öğren. Çünki vâllahi ben, Yahûdîlerin bana yazdıklarına güvenemiyorum”. “Ben de 15 gece içinde İbrânîceyi yazıp okumasını öğrendim. Artık bundan sonra Yahûdîlerin Resûlullâh’a (asm) gönderdikleri mektubları okuyor, cevablarını İbrânîce yazıyordum.” (Müsned) Hem ihtiyaç olduğu için Zeyd bin Sâbit (ra) Süryânîce de öğrenmişti. Bir gün Peygamberimize Süryânîce bir mektub gelmişti. Resûlullâh (asm) Zeyd bin Sâbit’e, “Bana Süryânîce yazılar geliyor. Sen Süryânî lisânını güzelce yazabilir misin?” buyurdu. Zeyd, “Hayır, bilmiyorum” deyince, Peygamberimiz, “Öyleyse, bu dili öğrenmeye çalış” emrini verdi. Hz. Zeyd (ra) Süryânîceyi 17 gün içinde öğrendi. Bu kadar kısa sürede öğrenmesi Peygamberimizin bir mucizesidir. Bundan sonra artık Peygamberimize gelen Süryânîce yazıları Zeyd okudu ve yazdı. (Ebû Dâvûd) 

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül
Konu resmiHizmetkar
Risale-i Nur

Parçalandı insanlık; dağıldı evim, yurdum,Zulmet serpildi yere, seni arayıp durdum. Dünyalık derdin yoktu, gâyen îmânlı nesil,Cihanı aydınlatan Kitab’tır sana kefil. Yayıldı ilk beşâret Nurs’tan, Bitlis’ten, Van’danÖlüm gelse de seni vazgeçirmez davandan Atıldın zindan zindan, sürgün yedin ülkende,Binler taleben sana severek olur bende. Elinde yalnız Nur var, sen Hâdimü’l-Kur’ân'sın,“Nur”suz mümkün mü acep, beşer nâra dayansın? Müslümanlığa yer yok; Garbın kanlı kâbusu!Diril ey ehl-i îmân! Bitsin gaflet uykusu. Susturdu Risâle-i Nur ateizmi, batıyı,Hayat yolcuğunda İslâm en güzel kıyı! Ey nefsim! Hükmüne ram olmam senin, var çekil!Hakk’ın hâtırı âli, Hakk’a var sen de eğil! Bir dava ki sâdece ihlâs, sadâkat ister,Bir davet ki bu yolda sebatkâr şakird ister. Ben ki körüm, körpeyim; sünnet bana pusula,Nur-u Kur’ân yol olur, derman olur her kula. Küfrün yaktığı alev göklere yükseliyor,Filizlendi tohumlar, nesl-i âtî geliyor.

Zafer ŞIK 01 Eylül