
Parlak ve sıcak bir fetih mevsimine yine “merhaba” diyoruz hamdolsun. Bugünlere benzeyen o günlerde, bundan 557 sene evvel, pırıl pırıl bir İstanbul sabahına Ayasofya’yı camiye çevirme hayaliyle, Peygamber müjdesine nâil olma şevkiyle uyanan Cennetmekân Sultan Muhammed Fatih kadar heyecanlı, fethin mânâsını yıllarca talebesine ders veren ve fethin çok sonralarını da görüp hesap eden Akşemseddin Hazretleri kadar duygu ve düşünce yüklüyüz bugün... Yepyeni fetihlerin arifesinde, İrfan Mektebi, dört sene evvel ulvî gayeler ve yüksek maksatlarla yola çıktı; bu ay 42. sayımızla huzurlarınızdayız. Bu vesileyle İrfan Mektebi’nin hüviyetini bir kez daha hatırlatmak istiyorum: İrfan Mektebi, manevî bir fetih ordusunun mektebi, medresesi, okuludur. Asrın silahı olan ‘kalem’le, Yüce Kelâm’a kalpleri bağlayan hakîkatlerin talim edildiği bir ilim meclisidir İrfan Mektebi... Yahut İrfan Mektebi, kalemle ilmin tahsil edildiği, binası olmayan ama on binlerce sebat ve sadâkat timsali talebesi olan bir üniversitedir âdeta. İşte bizler, bu kadar yüksek gayeler yüklediğimiz İrfan Mektebi ile alakalı istişareler yapmak için, mukaddes pazarın açılacağı, üç ayların başlayacağı Haziran ayı öncesinde temsilcilerimizle, yayın heyetimizle bir araya gelerek kıymetli okurlarımıza sunacağımız hizmetleri İstanbul merkezimizde değerlendirdik. Temsilcilerimizin sizlerden aldığı intibaları, istekleri, arzuları tek tek değerlendirip hayata geçirmek için planlar yaptık. Noksanlarımızı, hatalarımızı ve zaaflarımızı tahlil edip İrfan Mektebi’ni daha ileriye nasıl taşıyacağımıza dair istişareler yaptık. Önümüzdeki aylarda yapacağımız anket çalışmalarıyla sizlerin fikir ve tekliflerinizi mümkün mertebe İrfan Mektebi’ne yansıtmaya çalışacağız. Ümit ediyorum, bu gayretlerin sonucunda önümüzdeki dönemde sizlere daha kaliteli hizmetler sunacağız. Devamlı gelişen ve genişleyen kadromuzla, birbirinden seçkin ve muhakkik yazarlarımızla, inşâallah, Kur’ân’dan ilhamımızı alıp, asrın idrakine İslâm’ı söyletmek için, irfan dünyamızı zenginleştirmeye ve daha tesirli ve başarılı yayınlar yapmaya gayret edeceğiz. Bu gayelerimize ulaşmak için sizlerin destek ve duâlarınıza her zaman muhtacız. İrfan Mektebi’ni hep birlikte yüz binlere ulaştırmak arzusundayız. Bunun için fetih mevsiminde yepyeni ve kararlı hamleler yapmak gerektiğine inanıyoruz. Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil oluşunun 1400. Yılında, taze bir şevk ve yüksek bir himmetle bu hamleleri yapmakla mükellefiz. Fetih mevsiminin hayırlı olmasını temenni ediyor, sizleri İrfan Mektebi’nin sayfalarında seyahate davet ediyorum. Allah’a emanet olun efendim. Not: İrfan Mektebi’nin doğrudan ve sorunsuz adresine ulaşmasını isteyen okurlarımız için yeni bir uygulama başlattık. Kargo ile dergiyi temin etmek isteyen okurlarımız ve yeni abonelerimiz, kargo ücretini (bir yıllık 20 TL) karşıladıkları takdirde, dergilerini bu şekilde elde edebilecekler. Konu ile ilgili lütfen abone ve dağıtım servisimizle irtibata geçiniz.

İstanbul’un Yedi Tepesi 3. Ahmed Çeşmesi, Ayasofya Camii, Topkapı Sarayı’nın girişi… 48 m. Çemberlitaş… 58 m. Bayezid Camii, Yangın Kulesi, İstanbul Üniversitesinin giriş kapısı… 61 m. Fatih Camii… 61 m. Yavuz Sultan Selim Camii (Çukurbostan)… 58 m. Mihrimah Sultan Camii (Edirnekapı)… 87 m. Çapa Çukurbostan mevkii… (Bugün tepelik özelliğini kaybetmiştir.) Tevâfuk’un Hikmeti Bir şeyde tevâfuk olsa küçük bir emâre olur ki; onda bir kasıd var. Bir irâde var. Rastgele bir tesâdüf değil. Ve bilhassa yüz ihtimâl içinde, iki şeye mahsûs ve o iki şey birbiriyle tam münâsebetdâr olsa, o tevâfuktan gelen işâret, sarîh bir delâlet hükmüne geçer ki, bir kasıd ve irâde ile ve bir maksad için o tevâfuk olmuş. Tesâdüfün ihtimâli yok.” (Emirdağ Lâhikası Cild: 1 Sayfa: 52) Düşman İstersen Şeytan Yeter Buharî, Müslim, Ahmed bin Hanbel ve Ebû Nuaym, Abdullah bin Mesûd’dan (ra) naklediyorlar; Resûlullah (asm) buyurdu ki: “Sizden hiçbir kimse yoktur ki, yakınında cinlerden (şeytanlardan) ve meleklerden bir vekil bulunmasın.” Orada bulunanlar: “Senin de mi yâ Resûlallah?” diye sorunca Resûlullah (asm) da: “Evet, benim de, fakat Allah bana yardım etti de o Müslüman oldu.” buyurdu. Bir başka rivayette: “Bana hayırdan başka bir şey tavsiye etmez.” ilavesi yer almaktadır. Gemilerin Karadan Yürütülmesi İstanbul kuşatması devam ederken dönemin Şeyhülislâmının sur içindeki Bizanslı sivillerin hukukuna dikkat edilmesi yönünde fetva vermesi üzerine hem fetih uzamış, hem de sur içinde yaşayan sivil Bizanslıların zarar görmeden şehrin fethinin gerçekleşebilmesi için gemilerin Haliç’e girmesi gerekmiştir. Haliç’in girişi Bizanslılar tarafından zincirlerle kapatıldığı için Osmanlı donanmasına aid yaklaşık 70 gemi, Tophane’den Kasımpaşa’ya kadar yaklaşık 5 km mesafede karadan yürütülerek Haliç’e indirilmiştir. Bizanslıların büyük şaşkınlık geçirmesine sebeb olan bu hâdise, 21-22 Nisan 1453 gecesi gerçekleştirilmiştir. Panama Kanalı Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanusu birbirine bağlayan Panama Kanalı 15 Ağustos 1914’de açılmıştır. Panama Kanalı, Kuzey Amerika ile Güney Amerika’yı birbirinden ayırmakta olup yaklaşık 77 km uzunluğundadır. Kanal boyunca seyahat, yaklaşık 9 saat sürmektedir. Her yıl 14000’den fazla gemi bu kanaldan geçmektedir. Anadolu Hisarı 1395 senesinde Yıldırım Bayezid Han tarafından İstanbul Boğazının en dar yerinde inşa ettirilmiştir. İstanbul Boğazının kontrol ve denetim altında tutulabilmesi amacıyla yaptırıldığı için Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul’un fethinde de kullanılmıştır. Dört katlı bir kule biçimindeki iç kale ile üzerinde üç kule bulunan dış kaleden oluşmaktadır. Gazi Osman Paşa 1832’de Tokat’ta doğan Gazi Osman Paşa, 1853’te Harbiye Okulundan mezun oldu. 1855’te Kırım Harbinde göstermiş olduğu kahramanlıktan dolayı Yüzbaşılığa, 1866 Girit İsyanının bastırılmasındaki başarısından dolayı Albaylığa, 1868 Yemen İsyanının bastırılmasında gösterdiği başarıdan dolayı da Tuğgeneralliğe yükseltilmiştir. 1876’da Sırbistan’ın Osmanlı Devletine harb ilan etmesi üzerine o sırada Vidin kumandanlığı yapan Osman Paşa, ordusuyla birlikte Sırbistan’ın Adliye ve Zayçar kasabalarını ele geçirir. Sırp ordusunun geri çekilmesi üzerine Belgrad’ı ele geçirmek için Seraskerlikten izin isteyen Osman Paşa’ya şartlar müsaid olmadığı için izin verilmez. “Tuna Nehri akmam diyor” diye başlayan meşhur marş, Gazi Osman Paşa’nın 1876 ve 1878 seneleri arasında göstermiş olduğu kahramanlıkları anlatmaktadır.

Yazının baş tarafı önemlidir. Konuyu anlatmakta esası teşkil eder. Fakat sonunu okumak daha önemlidir. Çünkü doğrudan bizi ilgilendirir. HADDİNİ BİLMEK Etrafımıza bir parça dikkat edersek göreceğiz ki; her şeyde bir sınır ve bu sınırın getirdiği bir düzen vardır. Sınırlar aşıldığında veya olması gerekenin dışında sınırlar konulmaya kalkıldığında ise, sıkıntılar baş göstermektedir. İnsanoğlu bu sınırları gözlemlemenin neticesinde bugünkü bilimleri ortaya koymuştur ve kendine göre bazı kelimelerle isimlendirmiştir. Aynı hal, insanın kendisinde ve birden fazla insanla oluşan ve toplum denilen yapı için de geçerlidir. İnsanın hem maddî hem de manevî yönü vardır. Maddesinde bilmesi ve uygulaması gereken kurallar olduğu gibi, manevî yönünde, yani ruhuna ait meselelerde de bir takım kurallara uygun hareket etmeye mecburdur. Mesela insan, yemeği çok yese ve hududu aşsa, midenin sınırlarını zorlasa; elbette sağlık problemi yaşayacaktır. Ya da evindeki merdivenleri kullanmayıp camdan aşağı atlamaya kalksa, Allah’ın koyduğu yerçekimi kanununa karşı -mesela kuşlarda olduğu gibi- uygun hareket kabiliyeti olmadığından bazı arızalar meydana gelecektir. Yahut bir çoban padişah gibi davransa, kaftanın içini -mana cihetiyle- dolduramayacağı gibi, karşılaşılan meselelerde de drama komik durumlar gözükecektir. Bir zaman, komutan yaveri bir asker albaya özenmiş ve komutanı olmadığı bir zaman onun elbiselerini giyip taburda gezmeye çıkmış. Şapkasını da hafif öne eğmiş ki kimse onu tanımasın. Askeri gören herkes, ciddiyet kazanıyor, selam çakıyormuş. Hal böyle devam ederken bir yüzbaşı ile karşılaşmışlar. İkisi birden ellerini başlarına koyup selam çakmışlar. Yüzbaşı işte bir tuhaflık olduğunu anlamakta gecikmemiş ve askerin albaylığı sona ermiş. Rabbimiz olan Allah, herkesi bir kamet ve bir mana ile yaratmıştır. Kim o kamet ve mananın dışına taşınırsa hem kendisine hem de sosyal dokuya zarar vereceği aşikârdır. İNSAN VE HUDUTLARI “İslâm’ın şartı beştir; altıncısı haddini bilmektir.” sözünü işitmişsinizdir. Ki İslâmiyet, insanın bazı sınır konulmayan hisleriyle beraber diğer hislerini de bir denge ve düzen içerisinde tutmakla, insanı kemalata taşımayı hedefler. Rabbimiz birçok âyette bu konuya değinmiş ve haddi aşmamayı emr etmiştir. “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol! Beraberindeki tövbe edenler de! Ve (Allah’ın koyduğu) hududu aşmayın!” (56/112) Bedîüzzaman Hazretleri İşârâtü’l-İcaz Tefsirinde, insanın fıtratına konulan, fakat şeriatın kanunlarıyla sınırlandırılan üç kuvvenin varlığından bahseder. Bunların aşırı kullanımı veya gerektiği ölçüde kullanılmamasının iyi olmadığını; vasat denilen uygun değerde kullanımın ise olması gereken olduğunu izah eder. Ki bunlar akıl, gazap ve şehvettir. İnsan için en uygun değerleri aklın hikmet, yani hakkı hak bilir uygun hareket eder, batılı batıl bilir kaçınır. Gazabın cesaret, yani dinî ve dünyevî hakkı için canını feda eder, Allah’ın koyduğu kanunlara uygun olmayan şeylere karışmaz. Şehvetin ise iffet, yani helâline şehveti var, harama yoktur. İnsan bu değerlere Kur’ânın hükümleri, yani Peygamberimizin getirdiği din, yani şeriatla ulaşabilir. Aksi takdirde ya ifrat edecek ya da tefritte kalacaktır. İkisi de zarardır. Zira ifratlarında; akıl için cerbeze -ki hakkı batıl, batılı hak göstermek demektir-, gazap için tehevvürdür -ki, ne maddî ve ne manevî hiç bir şeyden korkmaz. Bütün istibdatlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür-, şehvet için fücurdur -ki; namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur-. Tefritlerinde ise; akıl için gabavettir -ki, hiç bir şeyden haberi olmaz-, gazap için cebanettir -ki, korkulmayan şeylerden bile korkar-, şehvet için humuddur -ki; ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur-. KUR’ÂN VE HUDUTLAR Rabbimiz Kur’ân’da hudutlar ve haddini bilmek meselesini oldukça geniş ele almıştır. Mesela: “‘Bize melekler indirilmeli veya Rabbimizi görmeli değil miydik?’ And olsun ki (onlar), nefislerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar.” (Furkan, 21) âyetiyle Allah’a karşı haddi; “(Ehl-i kitab) ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarında haddi aşmaktan (ve hasedden) dolayı ayrılığa düştüler.” (Şura, 14) âyetiyle ehl-i kitabın aralarındaki haddi; “Tâ ki tartıda haddi aşmayın!” (Rahmân, 8) âyetiyle adaletteki haddi; “Ey ehl-i kitab! Dininizde haksız yere haddi aşmayın ve (sizden) daha evvel gerçekten dalâlete düşmüş, birçoklarını da saptırmış hem (kendileri de) düz yolun ortasından şaşmış bir kavmin arzularına uymayın!” (Mâide, 77) âyetiyle dindeki haddi; “Şübhesiz ki Allah, haddi aşan, çok yalan söyleyen o kimseyi hidâyete erdirmez!” (Mümin, 28), “Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin! Şübhesiz O, haddi aşanları sevmez!” (Arâf, 55) âyetleriyle adab ve ahlaktaki haddi bildirmektedir. Daha bu misal çok âyetlerle insanın haddi, uyması ve koruması gereken sınırları çizilmiştir. Bu had ve sınırlar insanın faydasına olduğu muhakkaktır. SÜNNET VE HUDUT Peygamber Efendimiz, her cihette vasatı yakalayabilmiş bir kul ve peygamberdir. Rabbimiz kendisini öyle terbiye etmiştir ki kendisinden sonra gelen bütün insanlar için onda bir örnek vardır. Allah’a öyle bir ayna olmuştur ki, onun örnekliği ne öncesinde ne de sonrasında mümkün olmamıştırve olamayacaktır. Zira Rabbimiz Kur’ân’da, “And olsun ki sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Resulünde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21) buyurmaktadır. Peygamberimiz hiç kızmayan birisi değildir. Fakat asla gaddar da değildir. Savaşa gitmiştir. Fakat Allah için olan bu işte hiçbir zaman nefsi karışmamıştır. Sahabeleriyle beraber –hem de ön safta- savaşa katılmış, onlarla beraber aç kalmış, sıkıntı çekmiş, ibadet etmiştir. Yapılmasını söylediği her şeyi o da yapmıştır. Kaçınılması gerekenlerden o da kaçınmıştır. İSLÂM VE HUDUTLAR İslâm’dan önceki Arab toplumunun hali malumdur. İslâmiyet gelmesiyle birlikte o toplumdan öyle insanlar çıkmıştır ki, hayatlarıyla bütün insanlığa rehber olmuşlardır. İslâmiyet’i yaşayan toplumlarda her zaman rahat ve huzur gözlenmiştir. İçimizden “Günümüzde durum tam tersi” diye geçiyorsa; eksikliği İslâm’da değil kendimizde aramalıyız. Zira İslâm’ın mükemmelliğine tarih ve insanlık şahittir. İslâm’da ferdi ve toplumsal kanunlar ve kurallar olabildiğince net ve güzeldir. Zamanın devam ediyor ve ihtiyaçların çeşitleniyor olması da problem olmamıştır İslâmiyet’te. Kur’ân ve Sünnet’ten ilham alan müçtehidler, müceddidler Allah’ın ihsanı olarak toplumda yerlerini almışlardır. Bütün İslâm tarihi boyunca mükemmel insanlar yetişmiş ve topluma Kur’ân çizgisinde istikamet vermişlerdir. Bütün bunlara rağmen hududu aşmak isteyenlere ise, İlahi cezalar yön vermiştir. Onları da olması gereken hudutların içerisine dâhil etmiştir. HADDİNİ BİL EY NEFSİM! Bütün bunların üzerine artık bundan sonraki cümleleri yazabilirim. Ey nefsim! Allah kâinatta bir ölçü ve denge koymuştur. Bu ölçü insanlar tarafından isimlendirilen bazı kanunların varlığını gerektirir. Kevni şeriat denilen bu kanunlara uymayan red cevabı alacak ve cezasını görecektir. İnsanın ferdi ve toplumla beraber ilişkilerini konu edinen bir şeriat daha koymuştur ki ona İslâmiyet denilir. Bu kurallara uymayan da hem dünyada hem de ahiret yurdunda cezasını görecektir. Sen ey nefsim! Hizmet ediyor ve öyledir diyorsun. O zaman, şu aşağıya maddeler halinde yazacağım hudutlara dikkat et ve uymaya çalış! Allah’ın işine karışma! Sen sana düşeni yap, neticeyi Allah’a bırak! Başkasının işine lüzumsuz yere karışma! Hem sen kendi işini düzgün yapasın, hem de başkaları işlerini rahatça yapabilsin! Enaniyetten gelen kendini beğenmeklik, tenkid ve telaşla başkalarını da telaşa sokma! Kur’ân hizmetinde bulunan kardeşlerinin gıbta damarını tahrik etme! Kendini son nokta görme! Devam eden çizgideki noktalardan birisi olmayı dene! İstişareye ehemmiyet ver! Alınan kararlarda –bazen- çoğunluğun evet’ine evet diyebilmeyi öğren! “Paylaş, dikkate al, önem ver, adam yerine koy!” cümleleri ışığında başkalarının da yetişmesine katkıda bulun! Fakat bunu yaparken çocuk yetiştirmede esas alınan “Ne elinden sıkı sıkı tut sınırla, ne de gözden kaybolup gitmesine izin ver” düsturunca hareket etmeye çalış! Karşındakinin hata yapmasına müsaade et! En iyi öğrenme bazen hata yapmakla olur! Mükemmeliyetçilik sâikiyle münkabız olma! En iyisini elde etmeye çalış, fakat hiçbir şey yapamaz ve yaptırmaz noktaya asla gelme! Kolayın neticesine katlanmak zordur; fakat kolay olanı tercih etmek de İlahi bir düsturdur, unutma! Kafandakini karşıya kabul ettirmek hususunda ifrat edip, karşıdakinin anlatmaya çalıştığı şeyi anlamama yanlışına düşme! “Nefislerinizi temize çıkarmayın! O, takva sahibi olanı en iyi bilendir.” (Necm 32)

ATEİZMİN TARİHİ SEYRİ VE SEBEPLERİ İnsanlık tarihinde, insanların aya, güneşe, taşlara, putlara taptıkları çoklukla görülse de dinsiz, ateist oldukları görülmez. Adem (as)’dan bu yana bütün peygamberler müşrik kavimlerle -yani Allah’a inanan, fakat putları ona eş koşan kimselerle- mücadele etmişlerdir. Keza İslâm’ın ilk döneminden günümüze kadar da İslâm toplumlarında -bir kısım filozofun haricinde- ateist insanlar olmamıştır. İslâm âlimleri toplumda ateistlerle değil, Mutezile, Şia gibi bid’at fırkalarıyla mücadele etmişlerdir. Yeniçağa gelinceye kadar Avrupa’da da ateizm görülmez. Allah’ı inkâr dediğimiz ateizmin dünya çapında yaygınlaşması, modern zamanlara has bir özelliktir. Ve bu ateizmin kaynağı da Avrupa’dır. Ortaçağ Avrupa’sında kilise baskısı, kilisenin akla mantığa ters inançları, filozofların kiliseden nefret etmesine ve bilimsel çalışmaların ateizme kaymasına sebep oldu. İlk defa filozoflar arasında ortaya çıkan ateizm, daha sonra halkı da tesiri altına alarak batı toplumlarını ateist toplumlara dönüştürdü. Batı kültürünün bütün dünya milletlerini etkilemesiyle ateizm bir veba gibi her yere yayıldı. Diğer milletlerin batı karşısında aşağılık kompleksine kapılması ateizmin yaygınlaşmasını kolaylaştırdı. Burada ateizmin çıkış sebeplerini ve yayılışını 4 maddede ele almak istiyoruz. 1. KİLİSENİN BASKISI Ortaçağ Avrupa’sında kilise toplum hayatına hâkimdi. Bu dönemde Avrupa’da yapılan ilmi çalışmalar daima kilisenin baskı ve tenkidiyle karşılaştı. En küçük bir mesele bile kilisenin bilim adamlarını tekfir etmesine, hatta işkencelerle öldürmesine sebep olabiliyordu. O dönemde engizisyon mahkemelerince öldürülen insanların sayısının 300 000 olduğu tahmin ediliyor. Bunların 32 000’i diri diri yakılarak öldürülmüştü. (1) Kopernik’in kitabı 1616’dan, 1835 yılına kadar 200 yıl boyunca yasak kitap ilan edildi. Meşhur Galile Kopernik’in fikirlerini savunduğu için muhakeme edildi, işkence ve ölüm tehditleri yüzünden görüşlerinden vazgeçtiğini söylemek zorunda kaldı. Galile ölümden kurtuldu, fakat ölünceye kadar ev hapsine mahkûm edildi. Bilim adamlarından Bruno ise, diri diri ateşte yakıldı. (2) Kilisenin aşırı baskıcı ve sert hali bilim adamlarında ve halkta büyük bir nefreti netice verdi. Bu nefret Reform ve Rönesans hareketleri sonrasındaki bütün bilimsel çalışmaların dinsiz (seküler) bir mecraya dökülmesinin sebebi oldu. 2. YANLIŞ AKIL YÜRÜTME Descartes’ten itibaren yeniçağda bilim adamları, fizikî âlemde cereyan eden olayları ele alırken bir bilim metodolojisi (yöntem bilim, epistemoloji) geliştirdiler ve bu metodoloji ile fen bilimlerini oluşturdular. Bu metodolojinin fen bilimlerinin gelişmesine büyük katkısı olduğu tartışılmaz. Fakat bu metodolojinin kendi sahasının dışında, metafiziğe (fizik ötesine) de uygulanması, mahza bir hataydı ve bu hal ilerde insanlık âleminin manevî yönlerini bütünüyle tahrip edecekti. Modern felsefenin başlatıcılarından Bacon, deney ve tecrübeye, Descartes ise, akla büyük önem veriyordu. Newton evrende sebep sonuç ilişkisinin mutlaklığını savundu, mekanik bir kâinat modeli ortaya koydu. Kant insan aklının metafiziği kavrayamayacağını ve ispat edemeyeceğini iddia etti. Yapılan bütün çalışmalar, meydana gelen olayları tabiat kanunlarıyla, sebep, sonuç ilişkisiyle izah ediyor ve zımni olarak Allah’ı inkâr ediyorlardı. Allah’a inanan (veya inandığını söyleyen) bilim adamlarının çalışmaları bile (belki de farkında olmadan) ateizme hizmet etti. Neticede kilise toplum hayatındaki tesirini kaybetti. (3) 19. Yüzyıla gelindiğinde ateizm için büyük bir alt yapı hazırlanmıştı. Bu yüzden materyalizm, pozitivizm, evrim, kominizim gibi ateist felsefeler bu çağda büyük bir alaka gördü ve yaygınlaştı. Böylelikle dinin yerine bilim geçti, bilimin her meseleyi çözeceği iddia edildi. 3. ÖZGÜRLÜK VE NEFSANÎ ARZULAR Din duygusu insanın nefsanî arzularını sınırlandırır ve engeller. Örneğin Dostoyevski “Tanrı olmasaydı her şey mübah olurdu” derken, filozof Sartre da “Tanrı varsa özgürlük yok demektir” der. Nefisperest insanlar bu sınırlandırmadan kurtulabilmek için ateizme sarılırlar. Ateizm onlara sınırsız bir hürriyet ve zevk bahşeder. Bu hürriyet ve zevke düşkünlükle gurur, kibir, haset gibi duyguların, yeme, içme, fuhuş, hırsızlık, adam öldürme, zulüm gibi fiillerin önü açılır. Onları sınırlandıran, engelleyen hiçbir şey kalmaz. Psikolog Antoino Vergote zevklerin meşrulaştırılmasını, ateizmin en mühim sebeplerinden sayar: “İlahi otorite ve bağımsızlık isteği arasındaki çatışma çoğu zaman zevk ve mutluluk sorunundan hareketle hızlanmaktadır. Özellikle cinsel zevk arzusunun iman tutumunu parçalaması muhtemeldir. Fransız kadın yazar Simon de Beauvoir, kendi otobiyografisinde bunu kaçamaksız doğrulamaktadır. (4) (5) Günah işleyip de vazgeçemeyenler cehennem azabını hatırladıkça rahatsız olurlar. Bu rahatsızlıktan kurtulmak için inkâra saparlar. Böylelikle kendilerini, rahatlatırlar. Bazen bu tür insanlar hakkı, gerçeği bile bile ateizme gidebilirler. 4. TAKLİT Sanayi inkılâbı sonrasında Avrupa, siyasi ve teknolojik gücüyle bütün dünya milletlerine üstünlüğünü kabul ettirdi. Bu üstünlük diğer dünya milletlerine büyük bir aşağılık, eziklik kompleksi vererek, Avrupa kaynaklı ateizmin her tarafta yaygınlaşmasını sağladı. Şöyle ki: İbn-i Haldun, mağlup milletlerin giyimde, kuşamda, mezhebde, dinde ve pek çok meselelerde daima galipleri taklit ettiğini, bunun sebebinin de galip milletlerde var olan her şeyin onları üstün kıldığına inanmışlık olduğunu söyler. (6) Denilebilir ki, İslâm ülkelerindeki ateizmin en mühim sebebi de budur. Osmanlı ilk defa Karlofça anlaşmasıyla toprak kaybetti (1699). Kaybedilen topraklar 350 bin km2 civarında idi. (7) Daha sonraları da mağlubiyetler ve toprak kaybı artarak devam etti. Bir zamanlar 20 milyon km2 olan Osmanlı toprakları Abdülhamit döneminde 9 milyon km2’ye düştü. Avrupa’nın ekonomik ve siyasi üstünlüğü Osmanlıda Avrupa’nın her alanda üstün olduğunu hissettiren psikolojik bir hali ve aşağılık kompleksini netice verdi. Bu hal ateizmin de İslâm âleminde kolaylıkla yayılmasına sebep oldu. (O dönemde geri kalmışlığımızı İslâm’a yıkanlar, Osmanlı’nın Hıristiyan veya ateist olursa ilerleyeceğini iddia edenler vardı.) Diğer dünya milletlerinin durumu da Osmanlının durumundan farklı değildir. (Günümüzde ateist anne-babanın, çevrenin veya ateist bilim adamlarının tesirinde kalanların, onları takliden ateist olduklarını söyleyebiliriz.) ATEİZMİN FERT HAYATINDAKİ NETİCELERİ Ateizmin fert ve toplum hayatındaki neticeleri oldukça yıkıcı ve menfi olmuştur. Bugün dünya çapında yaygınlaşan stres, depresyon vakıaları, aile hayatının bozulması, toplum hayatında insanlar arası ilişkinin bütünüyle menfaate endekslenmesi, dostlukların bitmesi, cinayetlerin, ahlaksızlıkların, zulümlerin olması bütünüyle ateizmin bir sonucudur. Üstad Bedîüzzaman iman hakikatlerini güçlü delillerle isbat etmenin yanında, ateizmin fert ve toplum hayatındaki yıkıcı menfi hallerini de çarpıcı bir şekilde ortaya koymuştur. Burada yalnızca ateizmin fert hayatındaki yıkıcı halleri üzerinde durmak istiyoruz. Üstad Bedîüzzaman, iman ve küfrü mukayese ederken çoklukla; hayat ve ölümün ne olduğu, insanın geçmiş ve gelecek zamanla irtibatı, insanın musibetlere karşı aczi, istek ve arzularına karşı fakirliği, insanın sevdiği şeylere ulaşamaması veya ulaştığı şeylerin zeval ve firakının insan ruhunda yaptığı tahribat, insanın zorluklara karşı yalnızlığı üzerinde durur. (8) Küfrün insanı elemler içinde bıraktığı, imanın ise onu zorluklara karşı güçlendirdiğini isbat etmeye çalışır. Burada bir kısmı üzerinde duralım: HAYATIN VE ÖLÜMÜN ANLAMI, GAYESİ Bilimin (daha doğrusu ateizmin) cevap veremediği en mühim sorular şüphesiz, “Hayat niçin var? Hayatın gayesi nedir? Niçin ölüm var?” sorularıdır. Rus yazar Tolstoy “İtiraflarım” adlı eserinde küçükken dini bir eğitim aldığını, fakat kolej eğitiminden sonra ateist olduğunu, çok sonraları “Niçin varım, hayatın anlamı ne, ölüm niçin var?” soruları üzerinde durduğunu ve bu sorulara cevap bulamamaktan dolayı depresyona girdiğini anlatır. Yazar bu halden ancak Allah’a inanmakla kurtulabilmiştir. Tolstoy’un anlattıklarına benzer ifadelere başka filozoflarda da rastlanır. Örneğin Varoluşçu filozoflara göre hayat saçmadır. Fransız filozof Camus’a göre saçma bir dünyada, gayesiz bir şekilde yaşamak insanı depresyona ve intihara götürür. Hayatın bir gayesinin olmadığını, hayatın saçma olduğunu iddia eden bir ateizmin, insanlık âlemine müsbet, doyurucu, insanı mutlu edecek bir şey veremeyeceği aşikârdır. Risale-i Nur eserleri hayatın gayesi ve ölümün hakikati üzerinde çoklukla durur. İman hayatı da, ölümü de anlamlandırmakta, insan hayatını zenginleştirmektedir. Allah’a iman bu hayatın hakiki manasını gösterirken, öldükten sonraki hayatta ölümün güzel yönünü ve yüzünü göstermektedir. Acz ve fakr: İnsan, Cenâb-ı Hakk’ı tanımaz ve O’na tevekkül etmezse, başına gelen musibetlere karşı gayet derecede aciz ve zayıf, had ve hesaba gelmez istek ve arzularına karşı da nihayet derecede fakir olduğunu görür. Ne musibetlerden kendini kurtarabilir, ne de isteklerinin hepsini temin edebilir. Musibetlerden kurtulamamak, isteklerini temin edememek onu elemler içinde bırakır. Geçmiş ve gelecek: İnsan hayvanlardan farklı olarak geçmiş ve gelecekle irtibatlıdır. Geçmiş zamanın elemleri, gelecek zamanın korkuları daima onu rahatsız eder. Zeval ve firak: Sevdiği ve alâka peyda ettiği bütün varlıklara kavuşamamanın ızdırabını, kavuştuğu varlıkların ise kendisinden ayrılmalarıyla mütemadiyen ayrılık elemini çeker. Nihayette, kendisi de bütün ahbabını elemler içerisinde bırakıp, kabrin karanlıklarına yalnız olarak girer. İrade ve kudretin yetersizliği: Hayatı müddetince cüzî bir irade, küçük bir iktidar, kısacık bir hayat, az bir ömür, sönük bir fikir ile nihayetsiz elemlerle ve emellerle faydasız çarpışır. Hadsiz arzuların ve maksatların tahsili için, boş boşuna uğraşır. Arzularının bir kısmını elde etse de çoğuna kavuşamaz. Allah’a kul olmayan şahıs, kendi kendine malik olduğunu zanneder. Hâlbuki irade-i cüz’iyesiyle, küçük iktidarıyla şu fırtınalı dünyada kendi vücudunu bile idare edemez. Hayatına zararlı olan mikroplardan tut, tâ zelzelelere kadar binlerce düşmanı, hayatına karşı hücum vaziyetinde görür. Bir korku dehşeti içinde her vakit kendine müthiş görünen kabir kapısına bakar. Diğer varlıklar: İnsaniyet itibariyle, bütün insanlık âlemiyle, dünya ile alâkadar olduğu halde, dünyayı ve insanı Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerim bir zâtın tasarrufunda tasavvur etmediği ve onları tesadüfe ve tabiata havale ettiği için, dünyanın ve insanlık âleminin halleri onu daima rahatsız eder. Kendi elemiyle beraber diğer insanların elemini de çeker. Dünyanın zelzelesi, taunu, tufanı, kıtlığı, pahalılığı, fena ve zevali, gâyet sıkıcı, karanlıklı bir musibet suretinde onu azab içinde bırakır. Kendi vücudunu yüklenemediği halde, koca dünya yükünü beline ve kafasına yüklenir. Daha cehenneme gitmeden cehennem azabını çeker. İbtal-i his: Çektiği sıkıntıları, elemleri hissetmemek için, bir takım eğlencelerle hislerini iptal etmeye çalışır. Fakat eğlencelerle sıkıntılarını unutmaya çalışmak, geçici bir haldir. Hisleri iptal etmek hiçbir zaman karşılaştığı problemleri çözmez, musibetleri halletmez. Çare: İnsanların ateizmden (küfürden) kaynaklanan bu manevî sıkıntılarına hiçbir fen, hiçbir teknoloji ile çare bulmak mümkün değildir. Günümüz medeniyeti insanın manevî yönünü ihmal ederek, yalnızca nefsanî hazlara hitap etmiştir. Bu ise günümüz insanını stresli, depresyonlu hale getirmiştir. (9) Bedîüzzaman Hazretleri bu konuda şöyle der: “Acaba hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibet-zede olmuş ve azaba düşmüş bir âdemin cisminin, zahirî bir surette aldatıcı bir zînet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mes’ud denilebilir mi?” Bütün bu elemlerin temelinde ateizm olduğu gibi, bu hallerden kurtulmanın tek çaresi de, imandır. Ali Hasan En-Nedvi, Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti, s. 211 Robert Downs, Dünyayı Değiştiren Kitaplar, Ötüken Yay., s. 195 Kilisenin ateizm karşısında mukavemet edemeyişi Hıristiyanlığın fikri yapısının sağlam olmayışından kaynaklanıyordu. Örneğin kilise, teslis, asli günah, vaftiz vb şeylerin mantıki bir izahını yapamıyordu. Keza Allah’ın 6 günde âlemi yaratıp, 7. Gün istirahat ettiğini söylüyordu. Kilisenin çoğu zaman felsefesinden istifade ettiği Aristo da kâinata müdahale etmeyen bir tanrı anlayışına sahipti. Uludağ Üniv. İlh. Fak. Dergisi, Sayı 3, cilt 3, 1991, s. 244. (Ateist filozofların hayatı incelendiğinde çoğunun ahlaksız bir hayat sürdüğü görülür. Aydınlanma çağının meşhur filozofu Russo’nun gayr-ı meşru beş çocuğu olmuştur. Freud ise lutilik dâhil fuhşun her çeşidini yapmıştır.) İlk çağ filozoflarından Epikür’ün “haz” felsefesi yeniçağda bazı filozoflar tarafından benimsendi. Rönesans döneminde ahlaksızlık sanata dönüştü, Freud psikolojisiyle de ilmi bir hüviyete büründü. Günümüzde modern insan için Allah’ın varlığı, yokluğu önemli değildir. Onun için önemli olan kendi hayatı, menfaati ve lezzetleridir. O “Eğer Allah varsa bile benim hayatıma karışmasın” diye düşünür. İbn-i Haldun, Mukaddime, MEB Yay., c.1., s.374. (Sosyal psikoloji, İbn-i Haldun’un bu sözlerini halo tesiri olarak isimlendirir. Osmanlı’nın güçlü olduğu dönemde ise batı ülkelerinde Osmanlı taklit ediliyordu. Bkz: Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Kültür Bakanlığı Yay., 1976, s. 1) Karlofça Antlaşmasıyla Osmanlı Almanya’ya takriben 249 bin km2, Venedik’e 32 bin km2, Lehistan’a 45 bin km2, Rusya’ya 20 bin km2, toplam 346 bin km2 toprak bırakmıştır. Bkz: Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, c. 6, s. 213, Ötüken Yay., 1983. Bu konuda en mühim risaleler Sözler eserinin 1’den 9’a kadar olan kısmı, 23. Söz ve 32. Söz’dür. Sözler, s. 296

İrfan Mektebi Yönetim ve Yayın Kurulu, temsilcileriyle 4 Nisan 2010 tarihinde İstanbul’da bir araya geldi. Toplantıda, önümüzdeki dönemde her yönden başarılı hizmetler sunabilmek ve sağlıklı bir dağıtım ve iletişim ağı kurabilmek için gereken her türlü tedbir ve düzenlemenin adım adım gerçekleştirilmesine karar verildi ve buna uygun yapılanmanın bir an evvel tamamlanması gerektiğine dikkat çekildi. “Temsilcilerimizin himmet ve gayretlerinizle bugünlere gelen ve şimdilerde on binlere hitap eden İrfan Mektebi dergisinin önümüzdeki dönem stratejisi hakkında istişareler yapmak; problemlerimizi, projelerimizi ve planlarımızı değerlendirmek için temsilcilerimizle yönetim ve yayın heyetimizin bir araya geleceği bir dizi toplantılar tertip etmek istiyoruz” diyen Genel Yayın Yönetmeni Münir Salih, bu toplantıların düzenli bir şekilde devam edeceğini ifade etti. Temsilcilerin sıra ile söz alarak bölgeleri ile ilgili sorun ve tekliflerini sunduğu toplantıya otuzu aşkın merkezden katılım oldu. Toplantıda ayrıca, dağıtım, tahsilât, yayın politikası gibi konular üzerinde durularak problemler, projeler ve planlar üzerinde değerlendirmeler yapıldı. 42. Sayısını çıkartan İrfan Mektebi’nin her yönden yeni bir ivme kazanmasına vesile olması beklenilen toplantının bir milat olacağı ifade edildi.

Bakılan yer aynı olsa da taktığımız gözlükler nedeniyle farklı görüntüler elde edebiliriz. Pembe gözlüklü birisinin gördüğü ile mercekli gözlüklü birinin gördükleri aynı değildir. Öyleyse bakılan nesneden ziyade kişinin bakış açısı ne gördüğünü belirlemektedir. Bu konuyu çok iyi özetleyen, dillere destan olmuş şöyle bir öykü var: Bir vakit iki ayakkabı firması satış temsilcilerini Pazar araştırması yapmak üzere Afrika kıtasında ilkel kabilelerin bulunduğu bölgeye göndermişler. Firmalardan birisinin temsilcisi bölgeye vardığında bakmış ki hiç kimse ayakkabı kullanmıyor. Hemen merkeze haber göndermiş: Burada kimse ayakkabı giymiyor. Bu nedenle satış yapmamız imkânsız. Diğer temsilci de aynı bölgeye ulaştığında o da aynı tabloyu görmüş. Etraf ayakkabı kullanmayan insanlarla doluymuş. Bu temsilci çok heyecanlanmış. Hemen merkeze haber göndermiş: Bu bölgede hiç kimsenin ayakkabısı yok, herkese ayakkabı satabiliriz. Bunun üzerine şirket harekete geçmiş. Önce halka ücretsiz eski ayakkabılar dağıtılmış. Sonra halk yenisine alışınca parayla satmaya başlamışlar ve müthiş kâr yapmışlar. İki firma temsilcisinin gördüğü şeyler aynı aslında. Ancak bakış açılarının farklılığı iki firmayı da çok farklı noktalara götürmüştür. İşte ikinci Söz, bakış aşısının hayatı ne kadar farklılaştırdığın anlatan bir hikâye ile başlıyor. Ve bu sözde ele alınan iman gözlüğünün insana kazandırdığı güzel bakış açıları. İmanlı birisi ile imansız birisinin hayat algısı, dünyayı ve olayları yorumlayışı çok farklı. Mü’min için dünyadaki sesler bir zikirken aynı sesler kâfire bir çığlık olarak görünür. İnsanların ve hayvanların ölümünü mümin bir terhis olarak yorumlarken aynı durumu kâfir bir zulüm olarak görmektedir. Müminler için canlılar birer hizmetkâr iken kâfir canlıları başıboş yaratılar olarak görmektedir. Bu dünyada iman gözlüklerini takmamakta direnen ve kendi gözlerine itimat eden kâfirler bu dünya saadetini baştan kaybetmektedirler. İmanın insana sunduğu bu bakış açısı başlı başına Cenâb-ı Hakk’ın insanlara bir nimetidir. Sadece ölüm konusundaki imâni bakış açısı bile bizler için başlı başına bir nimettir. Modern dünyanın psikologları ve felsefecileri ölümü en temel korku, insanın en derin yarası, bir yok olma süreci olarak görürken ve her fırsatta ölümden köşe bucak kaçarken imâni bakış açısının en güzellerinden birine sahip olan Mevlânâ “Ölüm günüm, benim düğüm günümdür.” diyebilmektedir. Hayatı bir mücadele olarak gören kâfire bedel, bizler hayatı bir yardımlaşma meydanı olarak görürüz. Başımıza gelen felaketlerde “Her işte bir hayır vardır” diyerek bizler teselli olurken, imandan yoksun olanlar için musibet bir canavardan farksızdır. Ölenlerini şehide, yıktıklarını sadakaya çeviren deprem, kâfirin gözünde can alıcı bir katildir. Belki bizler Müslümanlığı seçmekle bu dünyanın kimi cefalarını göğüslemiş, nice nimetlerine yüz çevirmiş, garip olmayı ve hor görülmeyi kabullenmiş oluyoruz. Ancak dinimizin bize kazandırdığı öyle bir öyle bir hazineye sahibiz ki bu hazinenin adına imâni nazar ya da bakış açısı diyebiliriz. Ve biz biliyoruz ki, sahip olduğumuz bu hazine dünyada çektiğimiz sıkıntıları hiçe indirmektedir. Çünkü imani nazarda niyetle birlikte öyle bir tılsım vardır ki bu tılsım Bedîüzzaman’ın deyimiyle, “Günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder (çevirir).”

Minik gözlerini kapamış ve tatlı bir rüyaya dalmıştı. Yemyeşil çimenleri, rengârenk çiçekleri, şırıl şırıl akan suları hayal ediyordu. Tertemiz havayı içine çekerken göğe doğru uzanan meyve yüklü dallarını hayranlıkla seyrediyordu. Tam bu sırada, “Off, çok sıkıldım, dayanamıyorum artık yeter.” diye bağıran arkadaşının sesiyle rüyasından uyandı. Ne oldu bir sıkıntın mı var? diye merakla sordu arkadaşına. Sıkıntı mı? Şu daracık toprağın altında başka ne olabilir? Bir de soruyorsun? Haklısın burası dar ve sıkıntılı ama bu mekân bizler için geçici, buradan çıkıp geniş âlemlere, havaya ulaşmak bizim elimizde. Sen neden söz ediyorsun? Buradan çıkmamız imkânsız bunlar senin boş hayallerin. Bu boş hayalleri bırak da biraz iyi vakit geçirmenin yollarına bakalım. Yoksa sıkıntıdan patlayacağım. Hayır kardeşim, bunlar hakikat. Kendimize dikkatli bakalım, içimizde koca bir ağacın programı yazılmış. Ve bize ağaç olma ve meyve verme kabiliyeti verilmiş. Bütün bunlar boşu boşuna olamaz. Evet, içimize bir şeyler yazılmış belki ama bu toprağın üstünün olduğu ne malum. Bence buradan çıkmak imkânsız. Biz daha önce böyle bir ağacın meyvesi değil miydik, yeniden aslımıza döneceğiz. İçimizdeki bu program toprağın altında çürüyüp gidelim diye yazılmış olamaz. Bu yazılanlar bir gün hayat bulacak. Yeter ki biz içimizdeki bu kabiliyeti ortaya çıkarmayı bilelim. Kabiliyetlerimizin diliyle bizi yaratan Rabbimize dua edelim. O duamızı kabul edecek ve bizi buradan kurtaracaktır. Tamam, sen bildiğin gibi yap. Ben, beni eğlendirecek birilerini bulurum. Hem öyle yarılmaya, çatlamaya falan niyetim yok” dedi. Sonra hemen oracıktaki bazı zararlı maddeleri kendisiyle arkadaşlık yapmaları için çağırmaya başladı. Güya onlarla eğlenerek sıkıntılardan bir parça kurtulacaktı. Arkadaşının bu haline acıyarak baktı. Cehâleti yüzünden asıl hayata ve güzel âlemlere asla kavuşamayacaktı. Nasıl her şeyin bu daracık âlemden ibaret olduğuna inanabiliyordu. Çok geç olmadan bu gafletten uyanması için ona dua etti. Sonra hal diliyle ve içindeki kabiliyetlerinin lisanıyla minik ellerini kaldırdı ve bütün gücüyle Rabbine yalvarmaya başladı: “Ey Rabbim! Bana kuvvet ver. Ben topraktan dışarı çıkmak, filizlenip yeşermek, büyüyüp gelişmek istiyorum. Büyüyüp gelişeyim ki yeryüzünde senin güzel isimlerinin nakışlarını, senin harika sanatlarını kendi dilimle ilan ve tespih edeyim.” diye duâ ve niyazda bulundu. Çok geçmeden duâsı kabul oldu. Allah bulutlardan sağılan yağmuru imdadına gönderdi. İsrafil’in sura üflemesi gibi bağıran gök gürültüsüyle hayat buldu. Bahar mevsimiyle gözlerini açtı. Dalları gökyüzünün maviliklerine uzanan meyve yüklü kocaman bir ağaç oldu. Kendisine bu nimetleri ihsan eden Rabbini hamdüsenalarla tespih etti. Evet, insan bir çekirdeğe benzer. İnsana kudretten ehemmiyetli cihazlar ve kaderden kıymetli programlar verilmiş. Eğer insan şu daracık yeryüzünde, dünya hayatının toprağı altında, nefsinin hevâsına uysa, bozulan çekirdek gibi azıcık bir lezzet için dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp gidecek. Eğer o kabiliyetlerini İslâmiyet suyuyla, imanın ışığıyla, ubudiyet toprağı altında terbiye ederek kur'an'ın emirlerine uysa, misal ve berzah âleminde dal budak verecek, âhiret âleminde, içinde ebediyeti taşıyan mübarek, nurlu bir meyve olacaktır.

Şu âleme dikkatli ve hikmetli bir nazarla bakılsa, herşeyin (maddenin) bir mânâ ve bir hakîkate hizmet ettiği görülür. Âdetâ, mânâ ve hakîkat merkezde, madde ve sûret de onların etrafında kâh eriyerek, kâh değişerek, kâh parçalanarak, kâh başkalaşarak kendilerini mânâ ve hakikat uğrunda fedâ ediyorlar, fâni ediyorlar, hizmet ediyorlar. Zaten madde ile sûret, manâ ve hakîkatin ortaya çıkması, anlaşılması için vardır. Yoksa onların yerine geçmek ve hizmet edilmek ve merci olmak için değildir. Fakat asrımızda akıllar, kalpler, nazarlar, dikkatler dünyaya yani fâniyâta yani madde ve sûrete dalıp dikkat kesildikleri için herşey maddede aranıyor. Madde esâs yapılıyor. Ona ehemmiyet veriliyor. Ve dolayısıyla hakikatler ve manâlar perdeleniyor, gizli kalıyor, anlaşılmıyor ve de gâye olamıyor. Milyarlarca galâksi, içlerindeki milyarlarca yıldızlarıyla beraber meczûb birer mevlevî gibi hem kendi etraflarında hem de birbirlerinin etraflarında dönüyorlar. Kâinatta muazzam bir hareketlilik içinde dâimî bir faaliyet gözüküyor. En küçük yapı taşı olan atomlar hattâ onların da alt parçacıkları, baş döndürücü, göz kamaştırıcı bir hızla dönüp, müthiş bir değişim ve dönüşüm içinde hizmet ediyorlar. Peki, kâinattaki bu harekât, bu değişim, bu dönüşüm, bu faaliyet, bu cevelân ve cereyân niçin oluyor? Bütün bu muazzam ve daimî hareket madde ile mi yoksa mânâ ile mi izah edilebilir? Bu hareketliliğin ‘başaktörü’ gözüken atoma sorulsa “Sen neden böyle hiç durmaksızın dâimâ müthiş bir hızla hareket ediyorsun? Gâyen nedir senin? Nedir bu koşuşturman?” O akılsız, şuursuz, kendi içinde donuk olan atom lisân-ı hâliyle diyecek ki: “Ben kendi namımla kendi hesabıma hareket etmiyorum. Hattâ ben neye hizmet ettiğimi dahi bilmiyorum. Rabb’im beni ulvi gayeler ve âlî maksatlar için beni tahrik ediyor, istihdam ediyor, hizmet ettiriyor.” “Nedir o ulvî gayeler ve âlî maksatlar?” denilse maddenin özü ve esâsı olan atom, cehaletini ve âcizliğini itiraf edecektir. Aklıma bir fizik hocasının dediği şu mânidâr cümle geliyor: “Fiziğin, ‘Büyük kütleli cisim, küçük kütleli bir cismi niçin çeker?’ sorusuna verecek hiçbir cevabı yoktur.” ‘Çekme fiili’nin nasıl olduğu ile ilgilenen fizik, ‘niçin?’ olduğu ile hiç ilgilenmez. Daha doğrusu ilgilenemez. Çünkü bu sorunun cevabı madde ile verilemez. Maddeye yön veren, maddeyi çalıştıran, maddeyi ayakta tutan mânâ olduğu için fiziğin bu manâyı anlaması mümkün değildir. Yani bilim ile insan ‘nasıl’ın âlimi ‘niçin”in câhili oluyor. ‘Niçin' sorusuna bir cevap veremedikten sonra “nasıl” olduğunu en ince teferruatına kadar anlatmak yine de “sır perdesi”ni kaldırmıyor, insanı tatmin etmiyor. ‘Niçin?’ sorusu tamamen Hâlık-ı kâinâtın irâdesine bakar. O Hâlık-ı kâinât, şu âlemi kendini tanıttırmak ve sevdirmek için yaratmış. Cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek için maddeyi, maddenin özü ve esâsı olan zerreleri yoktan var eden Zât, onları tahrik edip, tavırdan tavıra, halden hale sokup muazzam bir hareket ve yaratma ile binbir güzel isimlerinin nihayetsiz nakışlarını ve manâlarını bize ve diğer şuur sâhibi mahlûklarına gösteriyor. Böylece kendini bizlere tanıttırıyor ve sevdiriyor. Demek ki ‘tanıtma’ ve ‘sevdirme’ hakîkati ve manâsı maddeyi tahrik ediyor, eviriyor, çeviriyor. Şehre, hâkim yüksek bir tepeden bakmak mümkün olsa görülecek ki; insanlar şehrin sokaklarında, caddelerinde, işyerlerinde birer arı gibi çalışıyor. Çalışanlar, koşturanlar, iş takibi yapanlar, gelip gidenler, indirip bindirenler, getirip götürenler, alıp verenler, arayıp soranlar ve hâkeza… Herkes birşeyler için uğraşıp duruyor. Peki, nedir bu kadar insanları koşturan, çalıştıran? Neyin peşinde bu kadar insanlar? Elbette ‘rızk'ın peşindeler. O rızkın bedeli nafaka, ücret, maaş, yevmiye, pirim olmuş da herkes onun peşinden koşuyor. Âdetâ merkezde ‘rızık' yaratılmış, herkes o rızkı elde edebilmek için çalışıyor, didiniyor, yoruluyor, yıpranıyor, ter döküyor. Yine soruyoruz: Rızkı elde edince ne olacak? Niçin rızkın peşinden koşuluyor? Sadece karın doyurmak ve bedeni beslemek için mi? Eğer öyleyse rızıkların bu kadar süslü, nakışlı, sanat hârikası, kokulu, rengârenk yaratılmasına ne gerek var? Sadece ihtiyacı karşılamak içinse, öyle ya, mis gibi kokuya, gelin gibi süslenmeye, cezbedici bir tada ne gerek vardı? Sanatsız, renksiz, kokusuz olarak yaratılması ihtiyacı karşılamak için yetmez miydi? Evet, buradan anlaşılıyor ki, o rızkı bu mükemmel güzelliğiyle, sanatıyla, kokusuyla yaratan Zât, bizden bir şey istiyor. O da ‘şükür'dür. Rızkın kokusu, san’atı, nakşı, ziyneti hep şükrün davetçileridir. Demek ki rızıktan murad şükürdür, şükrü netice vermektir. Ve yine demek ki, ‘şükür' hakîkatine ve manâsına bütün canlılar hizmet ediyor. Âdeta şükrü netice verebilmek için muazzam ve hummalı bir faaliyetle canlılar çırpınıyor duruyor. Hâsıl-ı kelâm misaller çoğaltılabilir. Asrın imamı Bedîüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi “Herşeyi maddede arayanların, akılları gözlerindedir. Göz ise, maneviyatta kördür.” Madde ve sûret denilen şeyler, manâ denizinin üstünde her an parçalanabilir birer köpük ve birer kabuk gibidirler. Ve ne mutlu himmet ve gayretini manâ ve hakikat yoluna veren maneviyat ve hakikat hizmetkârlarına.

Bu gün, memleketimizin en mühim meselelerinden biri de, dilimizdeki müthiş tahribattır. Tanzimat’la başlayan bu tahribat, Birinci Cihan Harbinden sonra bazı ideolojik cereyanlarla daha da hız kazanmıştır. O günlerde, Türkçülük fikrini savunanlar, öz Türkçe hayalleriyle edebiyatımızdaki birçok Arapça ve Farsça menşeli kelimeleri değiştirmişlerdir. Dilimize büyük bir darbe vuran diğer güruh ise, Bedîüzzaman Hazretlerinin, Bolşevik baykuşları dediği komünizim uşaklarıdır. Komünistler için tasfiyeci olmak tabiidir. Zira komünizim geçmiş ile alakayı kesmek ister ve her türlü inzibatın aleyhindedir. Hâlbuki milletleri geçmişe bağlayan en ehemmiyetli vasıta dildir. Mesela, Komünistler Türk dünyasını hem birbirlerinden, hem de geçmişlerinden koparmak için büyük mücadele vermişler. Bu mücadelelerinde en tesirli silah olarak, dili gördüklerinden, çareyi onların dillerini bozmakta bulmuşlardır. Politbüro’da (komünist partinin politikalarını belirleyen en üst karar organı) aldıkları kararlardan biri şöyleydi: “Türkçedeki Arapça ve Farsça kelimeleri atıp, yerlerine yeni (uydurukça) kelimeler yerleştirmeliyiz.” Rivayet olunur ki, eski Romanın şiddeti ve dehşetiyle meşhur olan hükümdarlarından Tiberius, bir gün Roma Senatosunda yaptığı bir hitabede uydurma bir kelime kullanır. Yüksek otoritesini göstermek için olacak ki, kelimeyi bir iki defa üstüne basarak tekrarlar. Senatör Marcellus, hükümdarın sözünü keserek, memleket diline hürmet etmesini rica eder. Derhal efendisini müdafaaya atılan saray adamlarından Capito der ki: “Marcellus! Bahis mevzu ettiğin kelime, diyelim ki memleket dilinden değildir. Fakat mademki Roma İmparatorluğunun şanlı sahibi Sezar’ın ağzından çıkmıştır. Bilesin ki Sezar, her şeyin üstünde ve her şeye kâdirdir.” Bunun üzerine Marcellus, salonu kaplayan soğuk bir sükûn perdesini yırtarak, sâde hikmet ve hakîkat olan şu cevabı verir: “Capisto yalan söylüyor Sezar! Sen, dilediğin insanlara Roma vatandaşlığı sıfatını verir, mevkî ve rütbe ihsan edersin; fakat memleketin dilinden olmayan bir kelimeye Romalı olma hakkını veremezsin.” Tabii ki veremez. Zira bir memleketin dili, o memleket tarihinin ve ictimâî varlığının mahsûlü ve asırlar içinde, nesillerin birbirlerine devredip tevdî ettiği bir ocak mirası ve ecdat mülküdür. Bunda kimsenin tasarrufa hakkı yoktur. Dil, bir cemiyeti meydana getiren fertler arasında anlaşmayı temin eder. O insanların ecdatlarının ve milletlerinin, asırlar boyunca elde ettiği tecrübelerini ve kültürlerini muhafaza eder. Ve onları nesillerden nesillere aktarır. Bakınız Kırımlı bir atasözü bu gerçeği ne güzel ifade ediyor: “Dilini kaybeden biri, kendisini, özünü ve milliyetini kaybeder.” Bu gün bizler, dünyada hiçbir milletin sahip olamadığı bir kültür mirasına sahibiz. Ama ne yazık ki onlardan istediğimiz gibi istifade edemiyoruz. Hâlbuki on yaşındaki bir İngiliz çocuğu, eline Şekspir’in beş yüz sene önce yazılmış bir kitabını alıyor, onu okuyup güzelce anlayabiliyor. Ama bizler, değil beş yüz sene önce yazılmış bir eseri, elli sene önce yazılan Risâle-i Nurları bile anlayamıyoruz. Bir arkadaşıma: “Risâle-i Nurları okuyup onlardan istifade et” dedim. Arkadaşımın bana cevabı aynen şöyle oldu: “Cesaret edemiyorum. Çünkü anlayamıyorum. Dili çok ağır, içinde çok yabancı kelimeler var.” Sizin de gördüğünüz gibi, bin senelik bizim malımız olan kelimeler, şimdi bize yabancı olmuşlar. Bizim bu içler acısı hale maruz kalmamızın yegâne sebebi, lisanımızda yapılan acımasızca tahribattır. Konfüçyüs’e sormuşlar: “Bir memleketi idare etmeye çağırılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?” Konfüçyüs, şöyle cevap vermiş: “Hiç şüphesiz dili gözden geçirmekle işe başlardım. Dil kusurlu olursa, kelimeler düşünceyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken işler doğru yapılmaz. Vazifeler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte bunun içindir ki, hiçbir şey dil kadar önemli değildir.” Ne yazık ki bizler, millet olarak bu lisan konusuna gerekli ihtimamı göstermiyoruz. Günümüzde televizyon ve radyolarında faaliyet göstermeleriyle, gereken ihtimam bir tarafa, lisanımızdaki yozlaşma, yabancılaşma ve ifade bozuklukları her geçen gün daha da ziyadeleşiyor. Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu bir makalesinde: “Türkçe’yi sala bindirdik, sele kaptırdık” diyor. Burada zikir edilen “sal ve sel” ekleridir. Bu ekler, aslında bizim dilimizde yoktur. Bize batı dillerinden geçmiştir. Arapça ve Farsça kelimelere Latince asıllı bir sal ve sel eki getirip yapıştırdık mı Türkçe konuştuğumuzu zannediyor ve çok gülünç duruma düşüyoruz. Merhum Necip Fazıl KısaKürek bir şiirinde bu manzarayı şöyle ifade etmiş: “Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim, Ya bunlar Türkçe değil, yahut ben Türk değilim!.. Oysa halis Türk benim, bunlar, işgalcilerim, Allah Türk’e acısın, yalnız bunu dilerim!..'' Merhumunda ifade ettiği gibi, bizim işgalcilerimiz olan bu uyduruk kelimeler, lisanımızdaki birçok kelimenin atâlete uğramasına sebep oldu. Bu gün bizler şimdi 250-300 kelime ile meramımızı anlatmaya çalışıyoruz. Kelime hazinesi geniş olanlar, ancak ilim saraylarında dolaşabilirler. Çünkü bilgiler, kelimelerin sırtlarına binerler. Bir insanın bildiği kelime sayısı ne kadar azsa kendini ifade etmesi de o nispette müşkül olur. Çünkü insanın zekâsı, bildiği kelimelerle orantılıdır. Meselâ cebimizde on liramız var. Bu para ile çarşıya çıkıyoruz, ne alabiliriz? Beş ekmek, iki kilo domates, iki kilo yoğurt hepsi bu kadar. Ama düşününüz ki, cebimizde yüz lira var ve bu para ile çarşıya çıkıyoruz. İstediklerimizin ekserisini temin etmemiz mümkündür. İşte kelimeler de aynen bunun gibidir. Hulasa edecek olursak, dilimizi tahrip eden, bin yıldan beri ecdatlarımızın kullana geldikleri kelimeleri ihraç edip, yerlerine uyduruk kelimeleri koyanlara karşı lakayt kalmamalıyız. Öyle ise biraz daha dikkatli olup, bu uyduruk kelimeleri kullanmamaya azamî gayret göstermeliyiz. Hangi kelimenin asıl, hangisinin uyduruk olduğunu ayırt etmek de çok zor değil. Bu mevzuuyla lakalı birçok kitaplar yazılmış. Ben bunlardan Kadir Mısıroğlu’nun, “Boykot” isimli kitabını tavsiye ediyorum. Aşağıda bu kitaptan iktibas ettiğimiz bir kısım kelimelerin uyduruk ve asıl şekillerini yazdık. Mütebakisini o kitaptan okuyup öğrenebilirsiniz. “Bir şey bütün bütün elde edilmezse, bütün bütün terk de edilmez.”

Ecdadımız kendi coğrafyasında yaşayan milletlerin rengini, dilini, cinsiyetini ayırt etmeksizin yüzyıllar boyu onları kardeş gibi barındırmış ve hakiki insanperver bir devlet olarak tarih sahnesinde yerini almıştı. Bununla yetinmeyip o milletlerin dillerinden kelimeler almayı büyük bir zenginlik telakki edip, o kelimeleri de Türkçemizin su tadındaki ahengine uygun tarzda dilimize yeni bir kelime olarak kazandırmışlar. Genel olarak Arapça ve Farsçadan kelime alan Türkçemize bu diller büyük zenginlik katmıştır. Türkçeye Arapça ve Farsçadan bu kadar fazla kelimelerin girmesinin nedeni şüphesiz bu dillerin manevi cihetleridir. Zira hadis-i şerifte Efendimiz (sav), cennet lisanlarının Arapça ve Farsça olduğunu beyan etmiştir. Atalarımız da bundan bir nebze olsun hisse alabilmek için mezkûr lisanlardan birçok kelime almıştır. Zamanla bazı kelimeler birleşmiş ve yeni bir kelime vücuda gelmiştir. Belki de nereden geldiğini bilmeden kullanırız bu kelimeleri. Hatta hangi dilden geldiğini dahi düşünmeden istimal ederiz. İşte bu kelimelerden örnekler: Abdest: Su manasındaki âb ile el manasındaki dest kelimesinin oluşumundan meydana gelen Farisi bir kelime olup el suyu demektir. Amiral: Batı menşeli bir sözcük olarak bilinir. Ama aslı Arapça olan “el-emir’ül mâ” (suların komutanı)’dan alınmıştır. Bendeniz: Köle anlamındaki Farisi bende kelimesi ile hürmet/saygı ifadesi için kullanılan nız-niz-nuz-nüz eklerinin birleşmesinden oluşmuş olup kulunuz-köleniz anlamına gelir ve bir nezaket ifadesidir. Cambaz: Farsça’da “baz” kelimesi oyuncu demektir. Can-baz, canını göze alarak oynayan, korkulu oyun gösterileri yaparak canıyla oynayan kişidir. Türkçemizde cambaz şeklini almıştır. Cüzdan: Arapça olan cüz kelimesiyle Farisi bir ek olan “dan”ın birleşmesinden meydana gelmiştir. Cüzdan; cüz kabı, çanta manasındadır. Çarmıh: Farsça’daki dört anlamındaki (çehar) ile çivi anlamında gelen (mıh) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiş bir kelimedir. Anlamı dört çivi demektir. Çarşamba: Bildiğimiz Çarşamba günü! Dilimizde Farisi dilinden geçmiştir. Çehar ve şenbe kelimelerinden oluşmaktadır. Çehar, dört anlamında gelirken şenbe de gün demektir. Yani çeharşenbe dördüncü gün demektir. Kelimelerin telaffuzu zamanla değişirken Türkçede telaffuzu zor olan çeharşenbe kelimesi Çarşamba olmuştur. Araplarda olduğu gibi Farslarda da hafta Pazar gününden başladığı için Çarşamba’nın dördüncü gün olduğunu görebiliriz. Çeyrek: Çeyrek kelimesi den Farsça bir sözcüktür. Çehar (dört), yek (bir) sözcüklerinin birleşiminden oluşmuştur. Kelimenin anlamı da zaten dörtte bir demektir. Dolap: Farsçadaki dol-âb kelimelerinin birleşimi olup su çarkı/kovası anlamlarına gelir. Kuyudan su çekmeye yarayan düzeneğin adı olduğu gibi hile, kumpas, düzen gibi manaları da vardır. Dürbün: Uzaktaki cisimleri daha net görmeye yarayan optik bir âlettir. Dûr ve bîn kelimelerinin omuz omuza vermesinden meydana gelen bu Farisi kelime, uzağı gören/gösteren anlamındadır. Dûr uzak, bîn ise gören/gösteren demektir. Türkçedeki telaffuzu ise dürbündür. Girdap: Gird Farsçada yuvarlak demektir. Âb ise (su)’dur. Yani su döngüsü. Suların dönerek çukurlaştığı yere girdap denir. Gird-âb kelimesi dilimize girdap suretinde girmiştir. Hoşaf: Farsçadan dilimize girmiştir. Hoş (güzel, tatlı, iyi), âb (su). Hoş-âb’ın telaffuzu Türkçemize hoşaf olarak girmiştir. Hemşire: Hem; aynı/beraber, şir; süt. Yani aynı anneden süt içen olup bundan murat kız kardeştir. Öksüz: Eski Türkçe’de ög anne demektir. Türkçede sız-siz-suz-süz olumsuzluk ekleri olarak kullanılır. Ök-süz, annesi olmayan/annesiz anlamındadır. Lahmacun: Arapçada “et” manasına gelen lahm ve hamur/yoğrulmuş manasındaki acîn kelimelerinden meydana gelmiş olup hamur/yoğrulmuş et manasını taşır. Maydanoz: Aslen Arapça olan mide ve Farsça nüvaz (okşayan) sözcüğünden gelir. Maydanoz yani midenüvaz (mide okşayan) demektir. Mehtap: Mah (ay), tâb (ışık) kelimelerinden oluşan yeni bir kelimedir. Farsça olup ayışığı anmalını taşırken dilimize mehtap olarak geçmiştir. Merdiven: Farsçadaki Nerdban’dan gelen bu kelime, neverdi ve bân’dan meydana gelmiştir. Neverdi tayyetmek, dürmek anlamındadır. Bân ise tavan, dam, çatı mânalarına gelir. Neverdibân yerine hafifletilmişi olan nerdbân kullanılmaktadır. Pabuç: Yine Farisilerden dilimize geçen bir kelimedir. Ayak manasındaki “pa” ve örten, giyen manalarındaki “puş” kelimesinden oluşmuştur. Papuş kelimesi, dilimizde telaffuzu daha kolay olan pabuç olarak yerini almıştır. Padişah: Farsçadaki büyük, ulu manasındaki pad ve hükümdar manasındaki şah kelimesinin birlemişidir. Padşah mefhumu büyük hükümdar manasına gelir. Dilimize padişah olarak geçmiştir. Pazar: Farsçadaki bazar’dır. Ba yemek, yiyecek demektir. Zar da yer anlamına gelir. Yani yemek/yiyecek yeri, alışveriş yeri. Bizler de ise hem alışverişin yapıldığı yere hem de haftanın bir günü olarak kullanılır. Perşembe: Bu kelime de Çarşamba olduğu gibi Farsçadan dilimize geçmiş olup, penç ve şenbe kelimelerinin izdivacından meydana gelmiştir! Penç Farsçada beş, şenbe gün manasındadır. Pençşenbe beşinci gün demektir. Günümüz Türkçesinde bu Perşembe oluştur. Peygamber: Farisi lisanındaki haber manasında olan peyam (peygam) kelimesi ile kelimelerin arkasına getirilip terkipler oluşturan ve götüren anlamında olan ber’in birleşmesinden oluşur. Istılahi olarak Peygamber; Allah’tan haberler getiren, Allah-ü teâlâ tarafından insanlar arasından seçilmiş ve görevlendirilmiş, her bakımdan güvenilen, günâhsız kimselerdir. İnsanlara, dînin hükümlerini tebliğ eden, duyuran, öğreten elçi ve habercilerdir. Allah tarafından kendisine peygamberlik vazifesi verilmeyenler bu ismi kullanamazlar. Pespaye: Farsçadaki pestpaye’den gelmiştir. Alçak, aşağı, hafif, yavaş ses anlamlarındaki pest ile makam, derece, rütbe anlamlarındaki paye kelimelerinin birleşmesinden müteşekkil bir kelime olup derecesi aşağı olan, âdi ve alçak manalarına gelir. Pırasa: kelimesinin aslı, Farsça pür-hassa’dan gelmektedir. Özelliği/hususiyeti çok olan bu sebze demektir. Türkçenin ses özelliklerine uyarlanarak pırasa olmuştur. Sehpa: Üç anlamındaki “se” ile ayak anlamındaki “pa”nın birleşmesinden müteşekkil bir kelime olup “üç ayaklı” demektir. Farsçadan Türkçeye sehpa olarak geçmiştir. Serbest: Ser Farsçada baş/kafa manasındadır. Best ise düğüm, bağlı gibi anlamları taşır. Yani başı bağlı, sınırlı, kayıtlı gibi anlamlara gelir. Fakat bizde ise başıboş, istediği gibi hareket eden ve kayıtsız gibi kelime kökünün tam tersi bir anlamda kullanılmaktadır. Şeftali: Farsların (şeft-âlû)sudur. Şeft; semiz/etli/kalın-kaba, âlû; erik demektir. Yani semiz/etli erik anmalına gelir. Tezgâh: Dest (el) ve gâh (yer) kelimelerinden oluşan Farisi bir kelime olup el yeri manasına gelir. Bundan murat iş yeri/ticaret masasıdır. Zerdali: Şeftali misali yine Farisilerden gelen bir kelimedir. Zerd Farsçada sarı demektir. Yani bizim zerdali kelime anlamı olarak sarı erik demektir.

Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi, Mimar Sinan’ın İstanbul Kadırga’da Şehit Mehmet Paşa yokuşunda bulunan ve cami ile külliyeden oluşan bir eseri. Sinan’ın en güzel eserlerinden biri sayılır. Üç padişaha sadrazamlık yapan Sırp asıllı, devşirme Sokullu Mehmet Paşa adına 1571’de hanımı tarafından yaptırılmıştır. Dik yokuşlardan oluşan sokakların arasında kurulan külliye, bu güçlükten plan olarak da yararlanmış, üç sokaktan ve üç farklı kottan girilen külliyenin avlusuna merdivenlerle ulaşılarak pek sık rastlanmayan bir zenginlik oluşturulmuştur. Avluda mermer bir şadırvan yer alır. Çevresinde medresenin bölümleri bulunur. Camide, İznik çinileri ve orijinal kalem işleri de bulunmaktadır. Sultanahmet Camii ile Küçükayasofya Camii arasındaki Kadırga yokuşunda 2 metrelik duvarla çevrili bir alanda yapılmış olan caminin banisi Sokullu Mehmet Paşa, mimarı Mimar Sinan’dır. Eğimli bir arazide, tek minareli, tek kubbelidir. Sokullu Mehmet Paşa’nın İstanbul’da iki yerde kendi adını taşıyan camilerden biridir. Öteki cami, Azapkapı’daki Sokullu Mehmet Paşa Camii’dir. Sultanahmet Camii önündeki At Meydanı’ndan Kadırga’ya inen Şehit Mehmet Paşa yokuşu üzerindedir. Aynı yokuşun sonunda Küçükayasofya Camii bulunmaktadır. Üç dış kapıdan mermer taşlı avluya girilir. Avlunun ortasında kubbeli bir şadırvan ve etrafında medrese odaları bulunmaktadır. Son cemaat yeri platformu sağlı sollu uzanır ve ortada caminin orta büyüklükteki giriş kapısından camiye girilir. Mihrap çevresinde insan boyundan büyük iki mum ve mihrap üzerinde hat sanatlı çini süsleme boydan boya kaplıdır. Caminin ses ve aydınlatma sistemi her Sinan camiindeki gibi mükemmeldir. Giriş sağanlığı sağ ve soldan ikinci kata çıkar. Bu caminin mihrap, minber, kubbe bölümlerinde toplam 4 adet Hacerü’l-esved taşı parçaları gömülüdür. Caminin kuzeyinde şerefe kısmından üstü yıkılmış eski bir tuğla minare vardır. Sultanahmet tarafındaki avlu kapısından ve bu kapının karşı tarafındaki kapı ile kıbleye bakan merdivenli kapıdan girildiğinde üç kapıdan da medrese revakından geçerek avluya girilir. İlk iki kapı girişinde mezarlıklar vardır.

Tevâfuk, iki şeyin birbirine denk ve uygun gelmesi demektir. Kur’ân’daki tevâfuk denilince, başta Allah ve Rab isimleri olmak üzerek aynı kökten gelen kelimelerinin alt alta, karşı karşıya veya sayfalar arasında sırt sırta gelerek güzel ve manidar şekilde diziler oluşturması anlaşılır. Tüm Kur’ân’da bulunan 2806 aded Allah lafzı ve 846 aded Rab lafzı ile aynı kökten gelen kelimeler bütün sayfalarda çok kesretli bir şekilde tevâfuk ediyorlar. Bu meseleyi etraflı bir şekilde ve Üstad Bedîüzzaman’ın Risâle-i Nur’daki izahlarına dayanarak açıklamaya çalışalım. Hattat Kayışzâde Hafız Osman Nuri Efendi’nin ‘Âyet Berkenar’ Ölçüsünü Bulması Evliyadan olan bu mübarek zat, evvelki asırda İstanbul’da yaşamış ve 1895 yılında vefat etmiştir. Bu zat, Kur’ân’ın sayfa ölçüsünü, yine Kur’ân’dan, Bedîüzzaman’ın tabiriyle, ilhamen keşfetmiş ve onun bu ölçüsü, “âyet berkenar” adıyla meşhur olarak yaygınlaşmıştır. Bu ölçü ile yazılan sayfalar, İhlâs Sûresi eninde ve 15 satır boyundadır. Bahsettiğimiz bu tevâfuk harikası da bu ölçüden kaynaklanan Kur’ânî bir meziyettir. Çünkü sayfalar hiç değiştirilmeden, içinde zaten var olan tevâfukları görünür kılmak için yazılmıştır. Bedîüzzaman Hazretleri, Hâfız Osman’dan ve onun ölçüsünden şöyle bahseder: “Âyetlerin en büyüğü olan “Müdâyene âyeti” (sh.47) sahifeler için ve (birer satır olan) Sure-i İhlâs ve Kevser, satırlar için bir ölçü kabul edildiğinden, Kur’ân-ı Hakîm’in bu güzel meziyeti ve mûcizelik alâmeti görülmektedir. Demek bu hüner Kur’ân’ındır. Yoksa Hâfız Osman gibi zâtların değil. Çünki bu vaziyet, Kur’ân’ın âyetinden ve suresinden ortaya çıkmıştır.”(Barla Lahikası, 316) “(Hafız Osman ölçüsü ile) neşredilen ve basılan Kur’ân'lar da ilham-ı İlahî ile olduğundan; Kur’ân-ı Hakîm’in nakşında ve yazısında, bir nevi mûcizelik alâmeti var.”(Mektubat, 19. Mektub 18. İşaret) Hafız Osman Efendi, bu ölçü ile yazdığı Kur’ân’da şu an meşhur olmuş olan âyet berkenar özelliğini keşfeden hattat olmuştur. Âyet berkenar özelliğinin manası şudur: Bütün sayfalar âyetle başlar ve âyetle biter, âyetler sayfa sonunda bölünerek diğer sayfaya geçmez. Bu hal, Kur’ân’ın yazısında ortaya çıkan harikalardan biri, belki de birincisidir. Bu sayfa düzeni, umum âlem-i İslâm çapında takdir ve beğeni görerek tüm Dünyada mushaflar artık böyle yazılır olmuştur. Şu an piyasada, camilerde ve evlerde gördüğümüz Kur’ân’lar hep bu ölçü ile yazılmış durumdadır. Hatta Sultan Abdulhamid Han Hazretleri’nin İslâm dünyasına elçiler gönderirken bu yeni tarz ile yazılan mushafları hediye olarak gönderdiği rivâyet edilmektedir. Bedîüzzaman’ın Hafız Osman Mushafındaki Tevâfukları Keşfi ve Yeni Bir Kur’ân Yazdırması Hafız Osman’ın vefatından yaklaşık kırk yıl sonra,1930’ların başına gelindiğinde Bedîüzzaman Hazretleri, bir gün Kur’ân okurken, Allah lafızlarının bütün sayfalarda alt alta geldiğini fark eder. Böylece, Hafız Osman Kur’ân’ının tek meziyetinin âyet berkenar özelliği olmadığını, Kur’ân’da geçen 2806 aded Allah lafızının çoklukla birbirine denk gelip tevâfuk ettiğini görür. Yalnız, bu mushafta bazı tevâfuktan kaymalar ve intizamsızlıklar bulunduğunu da görmüş ve şöyle demiştir: “Kardeşlerimle (Hafız Osman tarzı) üç dört ayrı ayrı nüshaları karşılaştırdık. Hepsinde tevâfuk matlub olduğuna kanaatimiz geldi. Yalnız matbaa müstensihleri başka maksadları takip ettiklerinden bir derece tevâfuklarda intizamsızlık düşmüş. Düzenlense pek nadir istisna ile Kur’ân’ın tamamında 2806 Allah lafzının adedinde tevâfuklar görünecektir. Ve bunda bir mûcizelik ışığı parlıyor. Çünkü insan fikri bu pek geniş sahifeyi ihata edemez (kuşatamaz) ve karışamaz. Tesadüfün ise bu manalı ve hikmetli hâle eli ulaşamaz.” (Rumûzât-ı Semaniye, 63) Buradan anlaşılan şudur ki, Kur’ân’daki tevâfuklar, kısmen düzensiz olmakla birlikte Üstad’ın keşfinden yarım asır evvel zaten ortaya çıkmış, fakat gizli kalmıştı. İşte tevâfukların tamamen intizama sokulması ve renklendirilerek görünür hale getirilmesi arzusu ile 1930’un ilk yıllarında, Kur’ân yazısını bilen talebelerine, Hz. Üstad bu işi şöyle emreder: “…(Beş merkezde) Her bir müstensihe (yazana) üçer cüz’ verilip yazılacaktır. Allah lafzının tam tevâfuklarına işaret koymuşum. İstisna kalanlar ise …matbaanın ve yazanların satırlarda ve âyetlerin aralarındaki intizamsızlığından ve bu tevâfukları his edememesinden mevcut tevâfuku bozmuşlar. Öyleler ise sıraya girmeli. Hatta mümkün ise sahifede iki veya üç sıra ile muvazene takip edilsin.” (Rumûzât-ı Semaniye, 17) Tevâfukların renkli olarak yazılması da yine Hz. Üstad’ın emriyle olmuştur. Şöyle der: “Mushafı üç nev’ mürekkeble, Allah lafzı kırmızı sâir tevâfukat başka renkli mürekkeble âyetleri siyah mürekkeble yazdırmak emelindeyim.”(Rumûzât -ı Semaniye, 16) “Lafzullah’ı kırmızı ile yazdırdık, gören “Kur’ân’ın i’cazını (mûcizeliğini) gözümle görebiliyorum” diyebilir. İnşâallah bu cüz’-i mûcizelik, Kur’ân yazısını muhafaza edecek, tahriften kurtaracak.” (Barla Lâhikası, 322) Tevâfuklu Kur’ân Husrev Efendi’ye Nasib Olmuştur Bu vazifeyi alanlardan yalnız biri, en yakın talebelerinden olan ve ömrünü tamamen iman hizmetine vakfeden Ahmed Hüsrev Efendi bu işte muvaffak olabilmiştir. Üstad Bedîüzzaman, Husrev Efendi’nin bu muvaffakiyetini şöyle anlatır: “Kur’ân'ın gözle görülen bir nevi mûcizelik parıltısını, beş-altı mushafta işaretler yaptım, Kur’ân yazıları mükemmel olan kardeşlerime taksim ettim. Bunların içinde Kur’ân yazısında Husrev onlara yetişemediği halde, birden bütün o kâtiblere ve Arabî hat muallimine üstün geldi. Ve Arabî hatta en mümtaz kardeşlerimizden on derece geçti. Umumen onlar tasdik edip: “Evet bizi geçti, biz ona yetişemiyoruz” dediler.” (Kastamonu Lâhikası, 109) Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Tevâfuklu Kur’ân’ı yazmanın Husrev Efendi’ye nasib olması ve matbaalarda basılması hizmetinde dikkat edilecek en mühim noktaya şöyle işaret etmiştir: “Ey Husrev! … Senin yazdığın mûcizeli iki Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın bu havalide hususan Ramazan-ı Şerif’te sana kazandırdıkları sevabları ve tahsin ve tebriklerini, inşâallah yakında tab’a (baskıya) girmesiyle, âlem-i İslâm’dan senin ruhuna yağacak rahmet dualarını düşün, Allah’a şükreyle.” (Kastamonu Lâhikası, 200) “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanımızı tabedecek (basacak) sebebler var, maniler yok. Madem mübarek Husrev geldi; en birinci hak, bu mes’elede onundur. … Husrev’le beraber bu büyük ve ağır ve kıymetdar hizmet-i Kur’âniyeye kemal-i tesanüdle (tam bir dayanışma içinde) çalışmak lâzımdır.” (Kastamonu Lâhikası, 236) Tevâfuklu Kur’ân Levh-i Mahfuz’daki Kur’ân’a Benziyor Yukarıda geçtiği gibi, Kur’ân’daki tevâfukların insan işi olmadığını ve insan fikrinin Kur’ân’ın bütün sayfalarında çoklukla bulunan bu tevâfukları yapmaktan âciz kalacağını vurgulayan Bedîüzzaman, bunun Levh-i Mahfuz’daki Kur’ân’a ait bir meziyet olduğunu şöyle anlatır: “Yazdığımız Kur’ân’ın parçalarını bir kısım ehl-i kalb (evliyalar) görmüş, Levh-i Mahfuz hattına yakın olduğunu kabul etmişler.” (29. Mektub, 3. Risâle) “Ehl-i kalb bazı kimseler demişler: Bu tarz yazı Levh-i Mahfuz’un yazısına benziyor ve ona yakındır, diye hüküm etmişler.” (Rumûzât-ı Semaniye, 136) “Asr-ı saadetten beri böyle hârika bir surette mu’cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olmadığı halde Risâle-i Nur’un kahraman bir kâtibi olan Husrev’e “Yaz” emir buyrulmasıyla, Levh-i Mahfuz’daki yazılan Kur’ân gibi yazılması…” (11. Şuâ) Hulasa: Bedîüzzaman Hazretleri, bu tevâfukları önce Hafız Osman’ın Kur’ân’ında keşfetmiş, işaretler koymuştur. Husrev Efendi ise, üstadının emriyle ve Allah’ın lütfu ile bunları düzene koyup geliştirmiş ve gözlere göstermiştir. Böylece Levh-i Mahfuz’da bulunan Kur’ân’daki tevâfukları görmek ilk kez bu asrın insanlarına nasib olmuştur. “Gözüyle görmediğine inanmakta zorlanan” böyle maddeci bir asırda, Kur’ân’ın yeni bir mûcizeliği daha görünmüş, adeta “işte gözünüzle de görün” denilmiştir. Hususen bu Kur’ân, sıradan bir insanın değil, pek çok İslâm âlimlerince, “asrının müceddidi” olmakla vasıflandırılan Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’nin keşfiyle ve onun en has talebesi olan Husrev Efendi’nin gayretleriyle yazılmıştır. Bunda Kur’ân’a yakışmayacak hiçbir durum olmadığı gibi, aksine, Kur’ân’ın her asra hitab ettiğini ve yazısının dahi mûcize olduğunu ispat etmiştir.

Fâtih Sultan Mehmed’in babası, Sultan İkinci Murad Han bir ara maddî imkân olarak biraz sıkıtıya girmişlerdi. İhtiyaç olan miktardaki parayı da Çandarlı Halil Paşa’dan borç olarak almıştı. Padişahın Çandarlı’dan borç aldığını görünce Fazlullah Paşa, Sultan Murad Han’a şöyle bir teklîfte bulunmaktan kendini alamaz şöyle der: - Devletlû Sultanım, padişahlara hazine gerektir. İzin verir ve ferman buyurursanız, hazine biriktirmeye çalışalım. Padişah bunun üzerine: - Nasıl ve nereden hazineye gelir toplayacaksın Paşa? diye sormuş. Fazlullah Paşa da cevâben şunları söylemişti: - Bu vilâyet halkının mal ve parası çoktur. Padişahlar için arada sırada bir yolunu bulup onlardan para ve mal toplamak uygun düşer. Padişah, Paşanın bu teklifine son derece hayret etmiş, ona şu karşılığı vermişti: - Ey Fazlullah, bu söz nasıl sözdür, bu fikir, nasıl fikirdir. Böyle bir şeyi neye dayanarak söyler, nasıl teklîf edersin? Bilmez misin bizim vilâyetimizde üç helâl lokma vardır: Biri ma‘denler, biri vergiler, biri de gazalarda alınan ganimetlerdir. Bizim askerimiz gāzi askerlerdir, bunlara helâl lokma gerektir. Bir padişah ki askere haram lokma yedirir, asker artık haramî olur. Haramînin ise dayanıklılığı olmaz. Bir küçük mukāvemet ve direnme ile karşılaşsa, hemen kaçar. Bundan sonra neticenin ne olacağı ise bellidir.

Yine gördüm sizi bir dâr-ı naîm kasrındaBa’del üstâd sen idin ferd-i ferîd, asrında Seni en fazla sitâyiş ediyor ÜstâdınGeçiyor Türke halâskâr diye Nûrlarda adın Zâtın olmuş Bedi’üddeverânın halefiSa’y ve azminle, cihâdınla şaşırttın selefi Ve bu kez düşte de ettimdi ziyâret eviniAsfiyâ şâhı, velâyet elinin Husrev’ini Çünkü ancak sönecek Nûrla cehennem aleviHissedârlıkta yarış etmeli Sünnî, alevî Etti mağlup öğüdün, nefs ve hevâ hamlesiniDindirir pâk nefesin, rûhun uzun nâlesini Sen ki ikdam ve tahammülle şerefyâb oldunŞâh-ı Merdân gibi isnâda muhâtab oldun. Sana yıllarca ateş elbiseler biçti kaderOlmadık bir sürü bühtâna hedef seçti kader En nihâyet sona ermişti bu belvâlı zamanHakkın izniyle çekilmişti boğan sis ve duman Rabbimiz kıldı nasîb rıhletinin ardındanGenç Said geçti başa nöbetinin ardından Tavsiyen üzere de başsız koyamazdık bedeniRabbi mesûd ediversin bize rehber edeni Hem Resâilde sitâyişle mübeşşirdi bu zâtZâten Üstâd-ı Kebîr ismini koymuş bizzât Sayısız hamd ve senâ, cüsseye uymuştu bu başKaderin böyle bir ihsânına, göz dökmeli yaş Ne saâdet ki cemâat bulabilmişti imâmMadde, ma’nâda hayât onsuz eder miydi devâm Ona eksik olacak sanma hasûdun bakışıKîn, hased seylinin engel mi tanırmış akışı Vâmık! Allah’ına şükür eyleki nûr bendesisinKahraman Nûrcuların kemteri, efgendesisin

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’nin başkenti Lefkoşa, Nisan ayı içerisinde kutlu doğum haftası münasebetiyle pek çok etkinliğe ev sahipliği yaptı. Kutlu doğum etkinlikleri Yakın Doğu Üniversitesi’ndeki bir panelle başladı. Panelde KKTC Din İşleri Başkanı Dr. Yusuf Suiçmez, Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı Din Eğitimi Daire Başkanı Dr. Ulvi Ata ve Yakın Doğu Üniversitesi Rumi Enstitüsü Başkanı Gökalp Kâmil selamlama konuşması yaptılar. İslam Dünyası STK’ları Birliği (İDSB) Genel Koordinatörü Cihangir İşbilir ve Hayrat Vakfı İlmi Araştırma Heyeti üyesi Muhlis Körpe’nin konuşmacı olarak katıldığı panele üniversite öğrencileri yoğun ilgi gösterdi. Yakın Doğu Üniversitesi’nden Vahap Gültekin’in koordine ettiği programın sunuculuğunu Yusuf Ertürk gerçekleştirdi. Panel sonunda tüm katılımcılara Hayrat Neşriyat tarafından basılan Muhtasar Meal hediye edildi. Panelde Peygamber Efendimiz’in şahsiyeti ile alakalı, Muhlis Körpe’nin yapmış olduğu konuşmayı İrfan Mektebi okurlarının nazarlarına arz ediyoruz. Mister Karlayl diyor ki: En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı, Muhammed’in (Aleyhisselatü Vesselam) sözüdür. Çünkü hakikî söz onun sözleridir. En bedihî ve zarurî bir hakikat ise, İslâmiyettir. Öncelikle: Hz. Muhammede (asm) uzak olmayın. Çünkü gâyet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadar denilebilir. Yüzeysel bir bakış açısıyla bakmayın. Çünkü böyle bakılırsa, imkânsız bir şey, mümkün görünebilir. Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için göğe bakmış. Gözüne kaşlarından bir beyaz kıl inmiş. O kılı Ay zannetmiş. Ay’ı gördüm demiş. Hiç mümkün müdür ki; hilâl, o beyaz kıl olsun. Fakat kaşının bir kılına yüzeysel baktığı için onu hilal zannetmiş. Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Hz. Muhammedi (asm) lakaytlıktan, göz kapamaktan ve cahilane bir hükümsüzlükten dolayı kabul etmemek başkadır. Bu tarz inançta olanların imkânsız bir kısım şeyleri kabul ettiklerini görüyoruz. Çünkü bu konularda aklını hiç kullanmıyor. Sadece lakayt ve bu konuda cahil. Bu surette çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz. Amma inkâr ise; bir davadır. Peygamberimiz hakkında bugüne kadar gelen bütün deliller çürütüldükten sonra mümkündür. Bu ise imkânsızdır. “Dünyada hindistan cevizi yoktur” diyen adamın bütün dünyayı karış karış gezdikten, gördükten sonra inkâr etmesi gibi. Sonuç olarak büyük meseleleri inkâr etmek çok zordur. Bu inkârlar isbat edilemezler. 1. MUHAMMEDİN ÖZELLİKLERİ Eğer denilse: ``Peygamberi nasıl bilirsiniz?” dost ve düşman derler ki: “Güzel ahlâklı, çok akıllı bir âdamdır.” Bu zatın (asm) bütün eserleri, özellikleri, hayatı vesair halleri Hz. Muhammedin (asm) pek büyük ve pek yüce ahlâka sahip olduğuna şehadet ediyorlar. Hattâ o zatın (asm) düşmanları bile o zatın (asm) ahlâkça pek yüksekliğinden dolayı kendisini Muhammed-ül Emin (asm) lakabıyla lâkablandırmışlardır. Hz.Muhammed'in (asm) yolu bütün şübhe ve hilelerden münezzeh olduğu gibi şübhe ve hileyi hissettiren gerçekleri gizlemekten de müstağnidir. Hem o derece büyük ve geniş ve âlemi ilgilendiren hakikatler, özellikle mütehassısların gözünden hiçbir şekilde gizlenemez. Koca okyanus bir destide saklanabilir mi? Allah'ın var ve bir tek olduğunu ve bu birlik bayrağını kâinatın en üst tepesine dikmiş olan ve insanlığa gösteren ve geçmiş peygamberlerin kısaca açıkladıkları hakikatleri bütün tafsilâtıyla beyan eden ve açıklayan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Bütün âlemce malumdur ki Muhammed-ül Emin her hususta doğru ve sadıktır. O zâtın (asm) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Hz. Muhammed'in kalbine gelen vahiy ve gördüğü hakikatler sağlam ve müstakimdir. Hiç şüphe götürmez. O zât (asm) herkesçe bilinen ümmiliğiyle beraber, geçmiş enbiya ile kavimlerinin hallerini görmüş ve şahid olmuş gibi Kur’ân’ın lisanıyla söylemiştir. Ve onların ahvalini, sırlarını beyan ederek âleme yayarak ilân etmiştir. Bilhassa naklettiği kıssaları, bütün zekilerin dikkatlerini çekerek peygamberliğini isbat içindir. Tarihteki bütün peygamberlere peygamber dedirten bütün özellikler (ümmetlerine söyledikleri, insanlara karşı davranışları, ahlakları gibi) Hz. Muhammed de en mükemmel tarzda bulunması Dünyanın yarısını ve insanlığın beşte birini manevi olarak idaresi altına almıştır. Bu insanların kalblerinin sevgilisi, ruhlarının terbiyecisi, akıllarının öğreticisi olmuştur. Dünya ve âhirette saadetin yollarını beyan ederek getirdiği islâmiyet ile âlemin manevi şeklini değiştirmiştir. Kısacası: Hz. Muhammed (asm) bu âlemin aklı, hayatı, şuurudur. NİÇİN HZ. MUHAMMED'İN(ASM) İZİNDEN? Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Hakîm’de: وَاِنَّكَ لَعَلَي خُلِقٍ عَظِيمِ “ muhakkak ki sen yüce bir ahlak üzere yaratıldın” ve قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهَ “(Habibim ya Muhammed) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki ta ki Allah ta sizi sevsin.” âyet-i azîmesi, ittiba-ı sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat’î bir surette ilân ediyor. Demek ki Hz. Muhammede(asm) uymayı Allah emrediyor. Doğru ve sağlam şekilde gelen rivayetlerle Hazret-i Âişe-i Sıddıka (ra) gibi seçkin sahabeler, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tarif ettikleri zaman خُلُقُهُ الْقُرْآنْ diye tarif ediyorlardı. Yani: “Kur’ân'ın beyan ettiği güzel ahlakın örneği, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Ve o güzelliklere en evvel uyan ve yaratılış olarak o güzellikler üzerinde yaratılan odur.” İşte böyle bir zâtın (asm) fiilleri, halleri, tavırları, sözleri ve hareketlerinin herbirisi, insanlık için birer model hükmüne geçmeye lâyıktır. Ona iman eden ve ümmetinden olan gafillerin, (sünnetine ehemmiyet vermeyenlerinin veyahut değiştirmek isteyenlerinin) ne kadar bahtsız olduklarını divaneler de anlar. Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اَدَّبَنِي رَبِّي فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِي “Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş.” Evet peygamberimizin hayatını bilen, kat’iyen anlar ki: Allah Edebin her türlüsünü , habibinde (asm) toplamıştır. Adeta Onu bir edep abidesi yapmıştır. Onun Sünnet-i Seniyesini terkeden, hakiki edebi terkeder. بِي اَدَبْ مَحْرُومْ بَاشَدْ اَزْ لُطْفِ رَبْ “Edebi terk eden Rabbinin lütfundan mahrum kalır” kaidesine mâsadak olur, hasaretli bir edebsizliğe düşer. Peygamberimiz Muhammed Mustafa Aleyhisselatü Vesselam demiştir ki: “Benim insanlara peygamber olarak gelmemin ehemmiyetli bir hikmeti, güzel ahlakı ve güzel huyları tamamlamak ve insanları ahlâksızlıktan kurtarmaktır.” Peygamberimiz'in (asm) sünnetinde (asm) hiçbir mes’ele yoktur ki, birçok hikmetleri bulunmasın. Sünnet-i seniyenin mes’eleleri, ne kadar hikmetli ve hakikatlı olduğuna binlerce delller vardır. İslamiyetin esasları ve sünnet-i seniye ölçüleri, akıl, kalb, vicdan ve ruhsal bunalımlarda, hastalıklarda kısacası psikolojık anlamda özellikle toplumsal yaralarda gâyet faydalı birer devadır ve onların yerlerini gerçek ve kalıcı anlamda hiçbir şey tutamaz. (zekât, zeval ve firak örneği) Hz. Muhammed'in (asm) ikinci halifesi olan Hazret-i Ömer’in (ra) idareciliği zamanında hristiyanlar islamiyetin kanunlarını ve Kur’ân'ı inkâr ve Peygamber Aleyhisselatü Vesselama düşman oldukları halde onlara ilişilmiyordu. Mükemmel bir fikir hürriyeti ve vicdanın serbestliği vardı. İnsanların hallerine dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun, vicdanın, akıl, fikir gibi duyguların gelişmesi, mükemmelleşmesini ilham eden, telkin eden ve aşılayan, dinlerdir. Bu kabiliyetlerin işlenmesi ve bunlara hayat verilmesi ancak peygamberlerle mümkündür. Eğer peygamberler olmasaydı, insan bugünkü seviyesinin çok gerilerinde olan bir varlık olacaktı. İnsan vicdanın bu kadar gelişmesi ve bütün güzel ahlak tamamen yok olacaklardı. Az bir ömürde sayısız ameller işlemek ve ömrün her bir dakikasını bir ömür kadar faydalı hale getirmek ve gündelik işlerimizi ibadete ve gafletini huzura çevirmek için Hz. Muhammed (asm) buyuruyor ki: “Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime sımsıkı yapışırsa, yüz şehidin ecrini ve sevabını kazanabilir.” Sonuç olarak: İşte böyle bir zâtın sünnet-i seniyesine elden geldiği kadar ittibaa çalışmak, ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye için ne kadar saadetli ve hayat-ı dünyeviye için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin.

"Hayat cidâldir (mücadele) şevk ise matiyyesi (bineği)dir” der Bedîüzzaman Hazretleri. Yani hayat bir faaliyet ve hareket; şevk ise, bineğidir. İnsan bir hedefe kilitlendiği zaman ona ruh olacak ve gayrete getirecek yegâne binek şevktir. Çünkü insan ancak şevkle, gayretle ve ümitle istediği neticeleri elde edebilir. Nasıl ki arabaları ve makineleri çalıştıran yakıt ve elektrik enerjisidir. Ve bunlar olmadan da onlar çalışmaz. Aynen öyle de, insanları harekete geçiren ve bir faaliyetin içine sokan da şevk ve ümittir. Şevk ve ümit sönüp, yerini ümitsizlik aldı mı işte o zaman, o insan için hayat bitmiştir demektir. Artık o insanda maddi ve manevi noktada herhangi bir kemalât beklenilmez. Yaşayan bir ölüden hiçbir farkı kalmaz. Maalesef bir kaç asırdır ferd ve toplum hayatını derinden etkileyen ve bir türlü kalkınamadığımızın, maddî ve ma‘nevî noktada geri kalmışlığımızın sebeblerinin başında elbette şevksizlik, ümitsizlik, karamsarlık, nemelazımcılık, hamiyetsizlik, gayretsizlik gibi bir ruh haline giriftar olmamız geliyor. Şu cümleler teşebbüs ruhumuzun törpülendiğinin, kendimize güvenimizin zaafa uğradığının alâmetleri gibidir: “Biz yapamayız!”, “Biz kalkınamayız”, “Bizi bırakmazlar”, “Bize yaptırmazlar”, “Memleketi sen mi kurtaracaksın”, “Ben ne yapabilirim ki?”, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!”, “Boş ver böyle gelmiş böyle gider”, “Battı balık yan gider…” Bu cümlelerin kaynağı olan düşüncelerin neticesi olarak toplumumuzda karamsarlık, miskinlik, pısırıklık, tembellik, cesaretsizlik, nemelazımcılık ve öz güven sorunu ortaya çıktı. Dolayısıyla çalışmayan, üretemeyen, geleceğe ümit ile bakamayan, endişeli ve cesareti sönmüş bir toplum meydana geldi. Evet, insanoğlu dünyaya gelmekle beraber bir hayat mücadelesinin içine atılmış durumda. Hem maddî hem manevî noktada bunun mücadelesinin verilmesi gerektiğinin farkında olmalı öncelikle. Yani “İnsana çalıştığından başkası yoktur” meâlindeki âyet-i kerimenin ifade ettiği hakîkati iyi anlamalı ve iyi idrak etmelidir. İnsan bu hakîkati anladıktan sonra büyük bir şevk ve gayretle çalışmalı. Ayrıca verilen mücadelenin sıkıntısız olmayacağını ve ter dökülmesi gerektiğinin farkında olmalı insan. Mevlâna Hazretleri bir gün talebelerine dergâhın merkebini satmalarını söyler. Talebeler: “Efendi Hazretleri bu eşek Konya’nın en iri, güçlü, kuvvetli ve en iyi yük taşıyan eşeğidir. Hem genç hem de sağlıklıdır. Üstelik dergâhın hizmetleri için bu eşeğe ihtiyacımız var” derler. Mevlâna Hazretleri “Evladım satın bu eşeği!” diye tekrar eder. Talebeleri: “Hay hay Efendi Hazretleri, emriniz üzere bu eşeği satalım, ama bunun sebeb-i hikmeti nedir?” diye sorarlar. Mevlâna Hazretleri talebelerine şu ilginç cevabı verir. “Evlatlarım! Ben dikkat ettim bu eşek bir haftadır anırmıyor. Bunun şevki kayboldu. Merkebin şevksizliği talebeye de sirayet edebilir. Onun için bu eşeği satın yerine başkasını alın” der. Evet, insanın şevk ve gayretini etkileyen çok sebepler olabilir. Önemli olan, bu sebepleri ortadan kaldırmanın bir yolunu bulmaktır. Bedîüzzaman Hazretleri de hayırlı işlerin muzır manilerinin çok olduğunu, nefis ve şeytanın çok uğraştığını söyler. Bu manilere ve bu şeytanlara karşı ihlâslı olmayı, yani samimi ve bütün işlerde Allah rızasını esas tutmayı tavsiye etmekle insanı dikkatli olmaya teşvîk etmektedir. “Ey kardeşlerim! Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa; şevkiniz bozulmasın, teessüf etmeyiniz. Zira inanıyorsanız, başarabilirsiniz.”

İçinde bulunduğumuz asır yüzyıllardır ehl-i imanın fitnesinden Allah’a sığındıkları dehşetli bir asırdır. Bin yıldır terâküm eden İslâm düşmanlığıyla beraber bid’a ve dalalet had safhaya ulaşmış, iman ve küfür arasındaki mesafe oldukça kısalmış hatta birbirine karışmıştır. Dünya hayatı beşerin çoğunluğu birinci ve esas maksat olmuş, her türlü şirk tohumu yeşermiş, rızayı ilâhî unutulmuştur. Bu umumî hastalıktan ve cazibedar fitne ateşinden en çok zarar görenler de şüphesiz gençler olmuştur. Ve maalesef bu ortamda inançlı gençlerimize de bu şer çamurları bir şekilde sıçramaktadır. Bu gençlerimiz aklen, kalben, ruhen İslâm’a taraftar oldukları halde, amelî yönden gayr-ı İslâmî bir hayat içine yuvarlanmaktadırlar. İman zayıflığı ve nefs-i emmâre’nin etkisi yanında bir takım sosyal baskılar, özgüven eksikliği, aşağılık kompleksi, kendini çevreye kabul ettirerek bazı statü ve makamları elde etme arzusu gibi sebepler de onları böyle bir duruma sevk etmektedir. Yine günah ve haramların serbestçe işlenip takdir görmesi ve gençleri buna teşvik edici faaliyetlerin yapılması tahribin şiddetini artıran etkenlerdir. Netice olarak da gençlerimizin birçoğu imanlarının gereği olan takva ve azimetle amel etmeyi bırakıp, harama yol açan fetvalar ve ruhsatlarla hareket etmeye başlamaktadırlar. Bir de bu yaptıklarına bazı ehil gördükleri ağızlardan destek ve tasdik aldıkları zaman imanlarıyla amelleri arasında ters orantılı bir hayat sürmek artık kaçınılmaz olmaktadır. Zamanla yanlışlar kalıplaşıp alışkanlıklara dönmekte ve hata olduğunun farkına varmadıkları şeyler için tevbe edip, istikamete ulaşmak için bir gayrete de girmemektedirler. Bilhassa tesettürlü kızlarımızın şık görünmek, her ortama girebilmek ve “yobaz Müslüman'' damgası yememek gibi bir kompleks içinde tesettürdeki ölçüyü ciddi şekilde kaybettiklerine şahit olmaktayız. FİTNEDEN NASIL KORUNURUZ Cenâb-ı Hakk’ın bize ihsan ettiği en büyük nimetlerden birisi de şüphesiz gençliktir. Bu nimetin ebedî hayata intikâli için gereken şartlar Gençlik Rehberi’nde şöyle tarif edilmiş: “Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve tâatte sarf etseniz… O gençlik manen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebeb olacak.” İşte bu yolda ilk adım iman ve mârifetullah ilminin ciddi şekilde tahsilinden geçmektedir. Rabbini tüm vasıflarıyla tanıyıp hakîkî imanın feyzine eren muhabbetullah deryasına dalmaz mı? Rabbinin rızasından başka bir şey düşünebilir mi? Her amelin ruhu olan ihlâsa erip rızâ-i İlahiyi asıl maksat yaparsa, kim korkar kınayıcının kınamasından. Ve onlara Kur’ân lisânıyla der ki: “Eğer bizi hor görüyorsanız, bizi hor gördüğünüz gibi, biz de sizi hor görüyoruz.” (Hud,38) KADIN FİTNESİNE DİKKAT Bu asrın mühim fitnelerinden birisi de kadınlardır. Açık saçıklığın umumîleştiği ve kadının tamamen tahrik aracı olarak kullanıldığı bir zamandayız. Bu durumda hevesleri galeyandaki gençlerin işi oldukça zor görülmekle beraber bu mesele tamamen çözümsüz de değildir. Öncelikle İslâm fıtrat dinidir, fıtratta olan bir şeyi reddetmez. Sadece bazı hatlar ve yasaklarla istikamet yolunu çizer. Bu meselede hattı, nikâh şartıyla çizer. Buna imkân bulamayan gençleri oruçla nefis ıslahına davet eder. Duâ ve istiâze silahına sarılarak destek almalarını öğütler. “İffetle durun, nâmahreme bakmayın, yaklaşmayın!” buyurur. Bu başarıldığı takdirde ise yüce Nebi’nin ihbarıyla: “Nâmahreme bakmak şeytan’ın oklarından bir oktur ki, her kim Benden korkarak onu bırakırsa, zevkine bedel ona öyle bir iman veririm ki, onun lezzetini ve tatlılığını kalbinde duyar.” buyrulur. (Taberâni, Hâkim) Yine Risâle-i Nur’da üzeri ısrarla çizilen bir düstur şudur ki: Şerlerin def’i hayırların celbinden önce gelir. Aynı şekilde Kur’ân’ı Kerim’de: “Zinaya yaklaşmayın” (İsrâ, 32) emri mûcibince takvâ niyetiyle haramlardan ve ona sevkeden her şeyden de uzak durmak gerekir. Meselâ, bugünün en yaygın araçlarından ve hakîkatte çok hayırlara vesile olacakken tam bir şer kutusu haline getirilen televizyon ve internetin tabiri caizse sağ tuşlarına basıp istifade ederken mümkün mertebe sol tuşlarını kullanmayarak lehviyât çukurlarına düşmemeliyiz. Sağ elimizle helâl ve nezih nimetleri yerken sol elimizle zehirli bal hükmündeki haram gıdalarla manevîyatımızı öldürmemeliyiz. İlâhî kudret eserlerini, güzel manzaraları seyretmek üzere verilen göz nimetiyle nâmahremlere ve çirkin manzaralara bakıp, kalplerimize zehirli okların girip imanımızı zedelemesine müsâade etmemeliyiz. Rahmânî mûsikiler ve nağme-i Kur’ân’a kulak vermeli fakat gayr-ı İslâmî ve gayr-ı ahlâkî, inkârı işmam eder tarzdaki söz ve lehviyât davetçilerine kulaklarımızı kapamalıyız. Kısaca, ‘emaneti sahib-i hakîkîsine satmalıyız’ ki bize daha büyük kârlarla bâki meyveler olarak geri dönsün. “Gençlikte yapılan ibâdet güneş ışığı gibidir.” hadis-i şerifi de bu vaktin kıymetine işaret etmekle bizi gayrete getirmelidir. Meselâ, ders çalışırken, spor yaparken, arkadaşlarımızla vakit geçirirken, şöyle bir dünyanın geçici zevk ve meşgalelerini arkamıza atarak namazla nefes almayı, duayla kuvvet kazanmayı, oruçla nefsimizi terbiye etmeyi ve sünnet-i seniyye düsturlarıyla hayatımızın her anını sevaplı ve meyveli yapabilmeyi hedeflemeliyiz. Kendimize hayırlı arkadaşlar seçmeli ve manen istifade edeceğimiz büyüklerle irtibatımızı artırmalıyız. “Allah tevbe eden genci sever.” (Camiu’s-Sağir, 1866) Öyleyse bu sevgiyi hak etmeli, istiğfarla şeytana ve günahlara savaş açmalıyız. İMAN MÜCAHİTLERİNİ REHBER ALMALIYIZ Dünyanın yalancı şöhret ve kahramanlarına bedel sayısız hakîkat erlerinin hayatlarını, mücahedelerini kendimize örnek almalıyız. Nebî-i Zîşan Efendilerimizden Yûsuf (as) gençliğinin zirvesinde ve her türlü câzibedar imkân içinde Züleyha’ya “hayır” derken nefsine yenilmesini önleyen tek şey Allah’a olan imanı ve Allah’tan korkusuydu. Ashâb-ı Kehf gençlerini bir sûreye isim ve konu olacak kadar yücelten imanlarından gelen teslimiyet ve şecaatleriydi. Hz. Ali (ra) 10 yaşındaydı Allah’ın (cc) aslanı olmaya ilk adımını attığında. Resûlullah’ın (sav) “Bana gençler yaklaştı, ihtiyarlar muhalefet etti.” sözünü tasdik eden Câfer-i Tayyar, Zübeyr b. Avvam, Hz. Talhâ, Sa’d b. Ebi Vakkas, Bilâl-i Habeşi gibi birçok genç sahâbi yirmi yaşının altında İslâm’ın ilk safında yerlerini almıştı. Vefat-ı Nebevî’den hemen önce Allah Resûlü (sav) Bizans gibi güçlü bir ordunun karşısına komutan olarak henüz yirmi yaşına basmamış olan Üsâme b. Zeyd’i tayin etmişti. Yine yakın tarihimizde Çanakkale destanını yazan gençlerimiz vatan ve iman mücahedesinde hayatlarını ortaya koymuşlardı. Ve nur yolunun nurlu üstadı Said Nursi Hazretleri 13-14 yaşlarında başladığı iman ve Kur’ân hizmetine her türlü müşkilin ve tehdidin altında “dünya zevki namına bir şey tatmadan” nurlu davasını ikmal etmişti. Suçu zamana ve şartlara atarak kendimizi kandırmamalı ve Cenâb-ı Hakk’ın “Biz insana kaldıramayacağı yükü yüklemeyiz.” (Bakara, 286) fermanını iyi yorumlamalıyız.

Millet olarak okuma alışkanlığını hala kazanmış değiliz. Kitap okuma konusu açıldığında çoğumuz kendimize göre mazeretler uydururuz. Kimimiz zamandan yakınırız. Kimimiz Bu mazeretler bizi köprülerden geçirmez. Zira kendimize meşgale edindiğimiz nice şeyler vardır ki bir incir çekirdeğini bile doldurmaz. Okumak ne kadar önemli ise yazmak da en az o kadar önemlidir. Çünkü duygu ve düşüncelerimizi ifade etmenin bir yolu da yazmaktan geçer. Okuma ile yazma arasındaki ilişkiyi göz ardı edemeyiz. Okumada göstereceğimiz gevşeklik -ister istemez- yazımızı da etkileyecektir. Az okuyan bir kişinin, yeterli bilgi birikimine ve donanıma sahip olamayacağı için yazmakta güçlük çekeceği muhakkaktır. Zira küp, içindekini sızdırır. Günümüzde okumanın önemi örgün ve yaygın eğitimde bir hayli vurgulanıyor. Değişik kampanyalarla okumanın gerekliliği gündemde tutulmaya çalışılıyor, ancak yazma konusuna hala yeterince değinilmiyor. Çoğu zaman yazma, okumanın gölgesinde kalıyor. Çoğumuz yazmayı gözümüzde büyütüyoruz. Hani zaman zaman yakın çevremizden, “Yazmak için masanın başına oturuyorum, fakat ne yazacağıma dair aklıma bir şey gelmiyor. Bir iki denemeden sonra bir şey yazamayacağımı düşünerek ümitsizliğe kapılıyor ve yazmaktan vazgeçiyorum.” gibi ifadeler duyarız. Bu tür cümle kuranlara, yazmanın inceliklerine dair hatırlatacağımız birkaç metot, sanıyorum onların önünü açmak için faydalı olacaktır: Her şeyden önce ümidimizi yitirmeyelim. Zira ümidini kaybeden neyi bulur ki? Anadan doğma yazar da olunmaz şair de. Yazarlar, Allah’ın kendilerine verdiği yazma kabiliyetini çokça kullanmak suretiyle onu açığa çıkaran kişilerdir. Çünkü duygular çekirdek gibidir. Ufacık bir çekirdekte koca bir ağaç olma kabiliyeti olduğu gibi herkesin içinde iyi bir yazar olma kabiliyeti vardır. Ancak sürekli yazmakla bu kabiliyeti açığa çıkarmak gerekir. Aksi halde o özelliklerimiz yavaş yavaş kaybolur. Mesela, elimizin birini dört beş hafta boyunca hiç kullanmadığımızı düşünelim, o elimizin tembelleştiğini, o zamana kadar kazandığı yeteneklerin bir kısmını kaybettiğini görürüz. Hâlbuki biz onun güya iyiliğini istemiş, dinlenmesi için izin verip onu çalıştırmamıştık. Sonuçta işlemeyen demir pas tutmuştur. Allah, insanın beynine ve diğer duygularına da aynı özellikleri vermiştir. Onun için bir taraftan çokça okuyup bilgi dağarcığımızı zenginleştirmeli, diğer taraftan yazmak suretiyle bu yeteneğimizi geliştirmeliyiz. İlk denemelerimiz beklediğimiz güzellikte ve kalitede olmayabilir, olması da beklenemez zaten. Zamanla mükemmele doğru gider. Mimar Sinan’ın ölümsüz eserlerini düşünün: Çıraklık dönemine ait Şehzade Camii ile kalfalık dönemine ait Süleymaniye Camii arasındaki estetik ve ustalık farkı ne kadar aşikârdır? Ustalık döneminde yaptığı Selimiye Camii ise adeta rekoru yüzyıllarca kırılamayan bir abide eserdir. Bizler de ölümsüz, kalıcı eserler ortaya koymak istiyorsak mükemmel anlamda yazmayı öğreninceye kadar sürekli yazmamız gerekir. Bazen takılır bazen düşer bazen kalkarız, buna rağmen daima yazmaya devam etmeliyiz. Yazmak için illa ciddi konular seçmeye çalışmayın. Daha kolay yazabileceklerinizle başlayabilirsiniz. Gezdiğiniz bir yer hakkında serbest bir yazı yazabilirsiniz mesela. Sevdiğiniz bir kitabı ve onu okuma sürecinizi anlatabilirsiniz: Bu kitabı niçin tercih ettiğinizi, muhtevasını, kitabın düzenini, üzerinizde bıraktığı izlenimleri yazabilirsiniz. Hakkında güçlü bir fikre sahip olduğunuz bir kişiyi konu olarak alabilir, onun hakkındaki izlenim ve kanaatlerinizi ifade edebilirsiniz. Günlük tutabilirsiniz. Günlük tutarken şunu da göz ardı etmeyin: Sabah kalkıştan akşam yatıncaya kadar yaşadığınız her şeyi kaleme almaya çalışmayın. O günün önemli gördüğünüz bir kesitini alın ve duygularınızı da ekleyerek bir metin oluşturun. Bir yemekte yağ, tuz ne ise yazının tadı, tuzu da duygulardır. Onun için yazınıza duygularınızı katmayı ihmal etmeyin. Ancak duygu yoğunluğunu ve oranını da iyi ayarlamak gerekir. Suniliğe veya kuru ifadelere kaçmadan yazıyı tabii seyrinde götürmek önemlidir. Başarının detaylarda gizli olduğunu unutmayın. Günlük yaşadıklarımız bize sıradan gelebilir. Çoğu zaman onları yazmaya değer bulmayız. Hâlbuki yaşananlar birbirine benzer bile olsa yine de aralarında fark vardır. İyi bir hatıra yazısı, kısa bir zaman dilimini içine alan hatta tek bir olay üzerine odaklanan yazıdır. O ayrıntıları yakaladıkça bambaşka hatıraların ortaya çıktığını göreceksiniz. Yazmak için zaman ayırın ve bunda da kararlı olun. Sürekli yazmak için gayret edin. İçinizden gelen her şeyi kâğıda aktarmaya çalışın. Serbest olun, sıkılmayın. Güzel veya çirkin olmasına bakmadan bol bol yazın. İlk yazılarınızın mükemmel olmasını beklerseniz, ümitsizliğe kapılıp yazmaktan vazgeçersiniz. Onun için ilk yazılarınıza çok fazla eleştirel gözle bakmayın. Hatta ilk yazılarınızda dilbilgisi kurallarını ihlal etseniz bile aldırmayın. Dilbilgisi kuralları güzel yazmak için amaç değil birer araçtır. Maalesef bizim eğitim sistemimizde ise bu kurallar amaç gibi öğretilir ve imtihan sorularının çoğu bu kurallara göre hazırlanır. İleride iyi bir yazar olmak istiyorsanız iyi bir okuyucu olmalısınız. Kendini vererek okumak, gerekirse notlar almak, önemli cümlelerin altını çizmek, kitaba hâkim olmak gerekir. Hatta okuduğunuz kitap hakkında bir eleştiri yazısı yazabilirsiniz. Eleştiriden maksadımızın sadece olumsuzlukları öne çıkarmak olmadığını, beğenilen yönleri dile getirmenin de bir tür eleştiri olduğunu hatırlatmak gerekir sanıyorum. Üslubunu beğendiğiniz yazarların eserlerini çok dikkatli okuyup onların kullandığı kimi yöntemleri kendi yazılarınızda tatbik edebilirsiniz. Hatta anlatım bozukluğu yapmayan, cümle kuruluşları sağlam ve mantıklı olup da üslubunu beğendiğiniz bir yazarın yazılarını cümle cümle yazarak onun üslubunu yakalamaya çalışabilirsiniz. Bu yöntemi deneyip de güzel bir üsluba ulaşmış yazarlarımız vardır. Kaleminizin gücü belirli bir seviyeye ulaştığında artık ciddi yazılar sizi bekliyor demektir. Her işin bir yolu, yöntemi olduğu gibi ciddi yazıların da kendine ait kuralları ve yöntemleri vardır elbette. Kurallarına uygun yapılan bir iş başarıya daha çabuk ulaşır. Yazmada başarıya ulaşmak istiyorsanız aşağıdaki yöntemleri kullanmanızda fayda var: Bir konu belirleyin. Neyi, nasıl ve niçin anlatacağınıza karar verin. (Konuyu sınırlandırın) Konunuzla ilgili bilgi toplayın. Deneyimlerinizden ve araştırmalarınızdan elde ettiğiniz bilgileri not edin. Notlarınızı gruplandırın. Konuyu iyice hazmedin, konuya vakıf olun. Yazıya başlamadan önce bir plan yapın ve nelerden bahsedeceğinizi sıraya göre kısa cümlelerle alt alta yazın. Bilgi topladığınız kaynakları dipnot olarak verin. Dilbilgisi kurallarına da dikkat ederek yazınızı yazın. Açık, sade bir dil kullanın. Edebiyat yapmak gibi bir düşünceden uzak durun. Yazınızı bitirdikten sonra tekrar tekrar okuyup gerekli düzeltmeleri yapın. Yazınızı gerekirse tecrübeli bir kişiye okutup eleştirilerini alın. Eleştirilere göre gerekli düzenlemeyi yapın. Artık yazınızın belirli bir kıvama ulaştığını düşünüyorsanız yayımlayabilirsiniz. Okumada ve yazmada muvaffakiyetler dileğiyle…

Hakkında insanoğluna çok az bilgi verilen ruhun aslı kâinattaki kanunlara dayanmaktadır. Yani ruh, Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki kanunlarından bir kanunu idi. Yerçekimi kanunu, suyun kaldırma kanunu vesaire… Yeryüzünde, semâvatta bildiğimiz bilmediğimiz ne kadar kanun varsa onlardan bir tanesi de ruh idi. Cenâb-ı Hakk bu kanunu seçti ve seçmiş olduğu bu kanuna hayat verdi. Ve onu vücut sahibi yaptı. Ve üçüncü bir özellik olarak da şuuru verdi. Ruhun vazgeçilmez üç temel özelliği vardır: Birincisi, vücut sahibi olması (ki buna vücud-u harici denilir), diğeri hayat sahibi olması, bir diğeri de şuur sahibi olmasıdır. Bu üç özellik verildikten sonra ruh; Allah’ın vaz’ etmiş oluğu kanunlardan ayrılmış ve “ruh” diye bugün anlamaya çalıştığımız varlık meydana gelmiştir. Ve insan ruhu meydana gelmiş. Ruhun başlangıç safhası kısaca budur. Meseleyi farklı bir açıdan şöyle de izah edebiliriz: Şu anda sahip olduğumuz ruhtan, Cenâb-ı Hakk, hayatı çıkarsa, şuuru alsa ve vücuttan uzaklaştırsa, bildiğimiz, evrendeki kanunlardan bir kanun olarak varlığını devam ettirecektir. Daha farklı bir ifade ile söyleyecek olursak: Allahu Teâlâ bildiğimiz kanunlardan herhangi birisine vücud, hayat ve şuur (bilinç) verecek olsa idi, o kanun dahi anlatmaya çalıştığımız ruh vasfını kazanacaktı, yani kısaca o da ruh olacaktı. RUH EŞİTTİR HAYAT MI? Ruh eşittir hayat değildir. Şöyle ki: Daha önce bahsi geçtiği gibi ruhun hayatı vardır. Cenâb-ı Hakk ruha hayat vermiştir. Ama hayat eşittir ruh değildir. Yine bahsi geçtiği gibi, bitkilerin hayatı vardır, ama ruhu yoktur. Ruh sahibi değildir. Evet, bu özet girişten sonra şöyle bir genelleme yapabiliriz. Ruhun üç tane vücudu vardır, diyebiliriz. Birincisi; ilk yaratılıştaki kendisine has, ama şeklini bilemeyeceğimiz, muhtemelen hiç bilemeyeceğimiz, belki âhirette bilebileceğimiz bir şekli var, bir vücudu var. İkinci vücudu ise; hanesi, yuvası diyebileceğimiz şu bedenimiz. Üçüncüsü ise insanın vefatından sonra Allahu Teâlâ’nın ruha giydirmiş olduğu, ruhun içine girmiş olduğu ğılaf-ı latîfî veya beden-i misalî adını verdiğimiz lâtif, zarif, ince, ama görüntü itibariyle bu bedene benzeyen lâkin ruha münasip, yapı itibariyle ruha daha çok yakışan bir bedeni daha vardır ki Allahu Teâlâ, vefat esnasında ona giydirir ve ruh kabir hayatında bu bedeniyle yaşar. RUH NEYE BENZİYOR? Ruhun daha çok yayılan maddelere benzediğini söyleyebiliriz. Ruhun ele alındığı İslâmî kitaplarda ruhun inbisatından bahsedilir. Ne demek inbisat? Kısaca yayılmak demektir. Ruh, yayılabilecek bir özelliğe sahiptir. Güzel kokulu bir gül düşünelim, kokusunu etrafındaki her yere dağıtıyor ve her yer onun güzel kokusuyla dolar. Teneffüs ettiğimiz havayı düşünelim, girdiği her mekânı kaplıyor. Buhar, içinde bulunduğu odayı dolduruyor; ışık, bulunduğu alana yayılıp o mekânı aydınlatıyor. Bu örneklerde olduğu gibi, ruh dahi girdiği bedenin en uzak noktasına varıncaya kadar kaplar. Ve dolayısıyla ruh bedenin her yerinde her noktasındadır. Eğer insan bedeni bugünkü halinden çok küçük veya çok büyük olmuş olsaydı da yine fark etmezdi, ruh bütün o bedeni tamamen kaplama özelliğine sahiptir. İşte bu inbisat (yayılabilme) özelliğinden dolayı ruh, bedeni terk etmeden geçmişe ve geleceğe maddi âlemlere, manevî âlemlere, âlem-i misâle*, kabre, haşre, cennet ve cehenneme v.s. kadar gider, gidebilir. Fakat bir şartla gidebilir, o da bedeni terk etmemesidir. Çünkü ruhun bedeni terk etmesi sadece vefat esnasında olur, onun dışında ruh yayılarak o âlemlere gider, görür, konuşur, hisseder. Özellikle sadık rüyalarda gezdiğimiz, gördüğümüz o âlemler, yine ruhun inbisatıyla neticesinde meydana gelen hadiselerdir. RUH TEK BİR CEVHERDEN İBARETTİR Ruh tek bir cevherden ibarettir. Tek bir maddeden ibarettir. Bileşik değildir; farklı maddelerden meydana gelmiş değildir. Dolayısıyla ruh dağılmak, kopmak, bozulmak vesaire özelliğine sahip değildir. Bu saymış olduğumuz özelliğinden dolayı ruhun her tarafı, görme özelliğine sahiptir. Ruhun her noktası işitme özelliğine sahiptir. Ruhun her noktası hissetme özelliğine sahiptir. Yani her noktasında bütün özellikler mevcuttur. Konuyu başka yönden şöyle anlatabiliriz: Cenâb-ı Hakk, bedene ve bedenin azâlarına, değişik noktalarına değişik vazifeler vermiş. Mesela, göz görmekle vazifeli, kulak işitmekle, burun koklamakla ve hâkeza her organın bir vazifesi mevcut, ama ruh öyle değil, ruh tekraren söyleyecek olursak, bütün noktaları bütün özelliklere sahip bir yapıya sahiptir. Şayet bir insan nefsanî arzularından uzaklaşıp, kemalât mertebelerinde yükselir ise başka bir ifade ile maneviyat itibariyle beden ruha değil de ruh bedene hükmederek nuranileşirse, artık o insan farklı organlarıyla da hem görebilir hem işitebilir hem tad alabilir. O haliyle bir insanın bütün bedeni göz olur, kulak olur, ağız olur, beyin olur, şuur olur, idrak olur. VEFAT ESNASINDA RUHUN DURUMU NEDİR? Cenâb-ı Hakk buyurmuş: كل نفسٍ ذائقة الموت “Her nefis ölümü tadacaktır.” (3/185) Ölüm esnasında, insanın ruhu bedenini terk ediyor. Bedeni terk etmesi esnasında ruh, ilk yaratıldığı esnadaki aslî haliyle kabre gitmez, yukarıda da bahsettiğimiz gibi şeklen bedene benzeyen, ama yapısı itibariyle ruha yakın bir bedenin içerisine girer. Yani ruh bu dünya bedenini terk eder, haşre kadar yaşayacağı latif, zarif bedenini giyer. Ruhun ölümden sonra görünüş itibariyle dünyadaki bedenine benzeyen bu bedene girmesinin şöyle bir hikmeti olsa gerek: İnsan, vefat ettiği zaman kendisine baktığında yine el, kol, ayak, gövde görüyor. Hâlbuki bedeni terk ettiği hâlde gördüğü ne? İşte Cenâb-ı Hakk, rahmet eseri olarak, rahmetinden böyle bir beden veriyor. Neden? Çünkü İnsan vefat ettiğinde aklı, fikri, idraki, bilinci tamamen yerinde, her şeyi biliyor. Hiçbir şey değişmiyor. Sadece bedeni terk ediyor. Dolayısıyla, ruhumuz bedeni terk ettiğinde görme özelliği de ruha ait bir özellik olduğundan, bakacak ki insanoğlu tuhaf bir beden. Dağılıp giden, buhar gibi, duman gibi, dağılan bir vücut. Bu esnada insanın dehşetli bir sarsıntı geçirme ihtimali olduğundan, Cenâb-ı Hakk insanı, o tedirginliğinden kurtarmak ve yeni geçiş yapmakta olduğu âleme kolay irtibat sağlayabilmesi için şu andaki vücudumuza benzer, ama latif, zarif, kabre uyumlu, acıkmaz, susamaz, yorulmaz, uykusuzluk çekmez, özetle bu dünyada bedenimizin çekmiş olduğu fiziksel manada sıkıntılardan halâs olmuş bir bedenin içerisine onu girdiriyor ki, insan öldüğü zaman beden itibariyle bir gariplik hissetmesin. BEDEN VE RUH İLİŞKİSİ İnsan vücudunda aslolan ruh olduğuna ve bütün hayatî özellikler de ruhta olduğuna göre bedenimizin yaratılmasındaki hikmet nedir? Bu dünyada maddiyat ve maddenin hâkimiyeti ağırlıkta olduğundan dolayı ve insanların büyük bir çoğunluğu da evliya olup, nuranîleşip safîleşme durumunda olmadığından dolayı, dış dünyayla ruhumuzun irtibatını sağlamak üzere Cenâb-ı Hakk bize, aracı bir vasıta unsur olarak bedeni nasip etmiştir. Yani ruhumuzun dış dünyaya olan irtibatını bedenimiz sağlıyor. Aslında beden, ruha nisbetle sınırlı, engelli, yavaş bir yapıya sahiptir ve hakîkatte beden, ruhu bu dünyada daraltmakta, sıkmakta ve bir cihette hapsetmektedir. Mesela ruhun bir yerden bir yere gitmesi için arabaya ihtiyacı yoktur. İhtiyaç duyan bedendir. Yorulan, acıkan, susayan, uyumak isteyen bedendir. Ama dışımızdaki dünya, ruhun yapısına değil bedene daha çok yakın olduğundan dolayı, aradaki vasıtalık görevini beden yapmaktadır. Ruha bu hâlde hizmet etmektedir. Ruhu sınırlandırmakla beraber, dış dünyaya olan diyalogumuzu - münasebetlerimizi sağlamak üzere Cenâb-ı Hakk tarafından bu dünyada bize hizmetkâr olarak tayin edilmiştir. Biraz önce söylediğimiz gibi, aslında ruh her noktasıyla görür. Ama bu bedenin içerisinde Cenâb-ı Hakk göze demiş: “Sen pencere olacaksın”. Kulağa demiş “Sen pencere olacaksın, işitme cihetiyle ruha yardımcı olacaksın”. Ölüm esnasında bu özellikler gidiyor mu? Hayır, gitmiyor. Peygamberimiz (sav) Bedir harbinde müşriklerin cenazeleri üzerinde konuşuyor: “Biz, bize Allah’ın vadini gördük, Siz de size âit olan Allah’ın vadini gördünüz mü?” diyor. Sahâbeler: “Ya Resûlallah! Ölülerle mi konuşuyorsunuz?” diyorlar. Peygamberimiz (sav) “Onlar sizden daha az işitici değillerdir.” buyuruyorlar. Neden? Çünkü ruhun işitme özelliği duruyor. Demek beden, ruhun dış dünyaya iletmek istediği mesajları, dış dünyadan da gelen bilgi, mana ve sesleri ruha iletmeye yarayan ve haliyle ruhun maneviyatına, terakkiyatına ve Rabbini tanımasına, ibadet etmesine vasıta olan mühim bir cihazdır. Burada bir mühim nokta daha vardır ki o da şudur: Ruhla harici dünya arasında irtibatı sağlayan beden arızalanır, hastalanır, darbe alırsa ruh kendisini ifade edememeye başlar. Hâlbuki bu noksanlıklar ruha ait değil, bedene ait bir kusurdur. Artık bu gibi hallerden ötürü insana kör, sağır, topal veya deli denilir ve hatta hakikatte ölmediği halde (ruh bedeni terk etmediği halde) ruh tepkilerini veremediğinden dolayı öldü denilir. Bu sebepten dolayı insanın yaratılış kanunlarına (şeriat-i fıtriye) riayet ederek bedenini de her türlü hastalık ve musibetlere karşı muhafaza etmesinin hikmeti daha iyi anlaşılmış oluyor. Nitekim Peygamberimiz (sav), Allah’ın Kur’an-ı Azimü’ş-Şan vasıtasıyla emretmiş olduğu kanunlara harfiyen riayet gösterdiyse, Cenâb-ı Hakk’ın kâinata koymuş olduğu beşerî hayatın devamı için lüzumlu olan kanunlara da o nisbette hassasiyet göstermiş, riayet etmiştir, bedenini, sıhhatini ve afiyetini muhafaza etmiştir. DÜNYA HAYATI RUHUN TAMAMIYLA TEKÂMÜLÜNE KÂFİ GELEBİLİR Mİ? Yukarıdaki ifadelerimizde bir taraftan dedik ki beden ruha hizmet ediyor ve ruhun manen yükselmesine, Rabbine ibadet etmesine ve O’nun rızasını kazanmasına vesile oluyor, hem de ruha takıntı oluyor. Ruhu engelliyor, ruhu durduruyor. Bu bir çelişki mi? Hayır değil. Şöyle ki: Evet, bu iki özellik var. Bir misalle açıklayalım: Bir çiçek tohumu düşünelim. Onu bir kaba koyduk ve sünbüllenmesini sağladık. Bir müddet o kap ona kâfi gelir. O sünbüllenmiş olan çiçeğe kâfi gelir. Büyür. Ama bir müddet sonra, o kap artık kâfi gelmez ve çiçek kurumaya başlar. O zaman biz çiçeği alır, daha büyük mekâna naklederiz. Dünya ve dünyadaki beden böyledir. Bu dünyada ruhtaki özelliklerin, tabiri caizse çekirdekler, tohumlar hükmündeki kabiliyetlerin tohumluktan çıkıp, çekirdeklikten kurtulup sünbüllenmesi için bu dünya hayatı şart. Yani şöyle diyeyim: Âdem aleyhisselam cennette kalmış olsaydı, yeryüzüne indirilmemiş olsaydı, insandaki pek çok cevher, çekirdek halinde kalacaktı, tohumlar halinde kalmış olacaktı. Sünbüllenmeyecekti. Niye? Çünkü orada şer yok, hep hayır var. Orda çirkinlik yok, hep güzellik var. Orda şeytan yok, mücadele yok, nefis yok, bütün bunların olması lazım ki, o mücadeleler esnasında, insandaki kabiliyetler gelişsin. Ama sadece sünbüllenmesi için. Tamamıyla açılıp serpilmesi, tamamıyla kendini göstermesi, bütün kabiliyetlerin azami noktada inkişaf etmesi, gelişmesi bu dünyada mümkün değildir. Tam manasıyla ruhun inkişafı, ruhun tamamıyla kendini göstermesi, bütün özelliklerinin zirveye çıkması cennet-i âlâda olacak. Cenâb-ı Hakk bu hakiketleri orada yaşamayı cümlemize nasib eylesin. NOT: Ruhla alakalı tafsilatlı bilgi için Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Sözler mecmuası, 29. Söz risalesine bakılabilir. * Âlem-i misal nedir? Âlem-i misal, bu kâinatın - evrenin arşividir. Şu anda yapmış olduğumuz, bugünden önce yapılanların tümünün, hatta bundan sonra yapılacak olanların da kayıtlarının tutulduğu bir arşivdir. Önceden arşiv denildiğinde hep yazılı arşiv akla gelirdi. Çünkü kayıtlar hep yazı ile tutuluyordu. Ama zaman içerisinde sesli, daha sonra görüntülü arşivler ortaya çıktı. Âlem-i misal için daha ileri safhasını düşünelim. Şimdi CD’lerin görüntüleri 2 boyutlu; görüntüde derinlik olduğunda üç boyutlu, âlem-i misal ise ondan daha ilerde 4 boyutlu… Ne demek 4 boyutlu? Yani insan, kâmil insanlar ve ruh, o arşivin içerisine girer, o olayları seyreder, o olayları seyretmekle kalmaz, sesi duymakla kalmaz, o olayın - o hadisenin bir parçası olarak o arşivi inceleyebilir. O arşivin içerisinde bulunabilir. O olayın bir ferdi olur. O sohbetin bir ferdi olur. Oraya bizzat iştirak eder. Faaliyetin içerisinde bulunarak o arşivin içerisinde bulunabilir. İşte âlem-i misal, Cenâb-ı Hakk’ın bütün kâinatın bilgilerini, olaylarını, manalarını (geçmiş, gelecek, hal-i hazır) adeta depo ettiği bir arşivdir. İşte ruh, inbisatıyla daha çok âlem-i misale uzanır. Mesela, âlem-i misalde kendi istikbaliyle alakalı bir görüntüyü yakalar. Ve hatta o olayı o anda yaşar. Zaman zaman şöyle bir şeyi yaşamışızdır muhtemelen; bir şahıs görmüşsünüzdür veya bir olayla karşılaşmışsınızdır veya bir meclisle muhatap olmuşsunuzdur ve demişsinizdir ki “Ya ben bu hâli daha önce yaşadım gibi geliyor…”, “Sanki yaşadım ben bu olayı…” Ama bir türlü çıkaramamışsınızdır, yaşamanız da belki mümkün değildir. Öyle bir şeyle daha önce karşılaşmanız da imkânsızdır. İlk defa o anda karşılaşmış olmanız gerekiyordur. Karşılaştınız… Nasıl karşılaştık? Ruh inbisatıyla âlem-i misale gitti. Çünkü âlem-i misalde geleceğe yönelik kayıtlar da var. O kayıtlar da aynen dediğimiz gibi 4 boyutlu, canlı kayıtlar… O kayıtların içerisine girdi. O hâli yaşadı. Ama orda unuttu gitti. Fakat bilinçaltında muhafaza edildi. Dolayısıyla o hadisenin âlem-i şehâdetteki numunesi tezahür ettiğinde, yani onu hatırlamamıza yardımcı olan uyarıcı geldiği zaman hatırlıyor. Ama bir türlü o olayı nerede gördüğünü veya nasıl gördüğünü hatırlayamıyor. Bu dünyada hatırlıyor. İşte âlem-i misal Rabbimizin böyle muhteşem arşividir.

75 Ehlü'l-hadis ne demektir? Aynı mânâda Ehlu’l-hadis ve Ehl-i eser tabirleri de kullanılır. Her ikisi de “hadîs ehli hadisciler” mânâsına gelir. Kendisini hadis ilmine adamış âlimlerle, hadis rivayetiyle meşgul olan râvilere denir.1 76 İhtilafu'l-hadis ne demektir? Sözlükte hadislerin ihtilafı demek olan ihtilafu’l-hadis tabiri esas itibariyle dış görünüş bakımından birbirine zıt görünem ve sahih olarak rivâyet edilmiş hadislere denir. Hadis ilminin önemli konularından biridir.2 77 İhtisaru'l-hadis ne demektir? Sözlük bakımından ihtisar kısaltmak, bir nesneyi sadece bir şeye mahsus kılmak mânâlarınadır. İhtisaru'l-hadis ise bir hadisin bir kısmını alıp bir kısmını bırakmaya denir. Bir hadis bazen çok uzun olur. Bazen vürud sebebi veya başka olayla birlikte rivâyet edilir. Bir muhaddis böyle bir hadisi kitabına yazarken duruma göre bir kısmını alır, bir kısmını bıraksa buna ihtisar edilme denir.3 78 Garibü'l-hadis ne demektir? Garib hadisle bir ilgisi olmayan, bu yüzden onunla karıştırılmaması gereken garibü’l-hadis tabiri, hadislerin herkes tarafından kolayca anlaşılmayan ancak Arap dilinde derinleşmiş âlimlerin anlayabilecekleri lafızları mânâsınadır. Konusunu hadislerin anlaşılması güç lafızlarının açıklanmasının teşkil ettiği ilme de Garîbü’l-hadis ilmi denir.4 79 Dirayetü'l-hadis ne demektir? Dirayet sözlükte bilmek, ince şeyleri kavramak, azimli ve güçlü olmak gibi mânâlara gelir. Dirayetü'l-hadis, dirayet kelimesinin bilmek mânâsıyla alakalı olarak hadis ilminin kısımlarından biridir. Rivayetin şartlarından, çeşitlerinden ve muhtelif rivâyet şekilleri hakkında verilmiş olan hükümlerden bahseder. Hadis ilmi iki kısma ayrılır. Bunlardan birincisi İlm-i rivâyeti’l hadis (rivâyetü’l-hadis). İkincisi ise İlm-i dirayeti’l-hadis (dirayetü’l-hadis ilmi)dir. Şu da var ki, kimi muhaddislere göre dirayetü’l-hadis ilmi Hadis Usulü ve Mustalahu’l-hadisle aynı mânâya gelir. Kısaca rivâyetin şartlarından, çeşitlerinden ve rivâyet çeşitleri üzerinde verilen hükümlerden bahseden ilimdir. Râvilerin adâletli veya cerhedilmiş olmaları ile şartları, merviyyat çeşitleri, hadislerin metin ve senetlerine nazaran sahih, hasen, zaif, merfü’, mevkuf, maktu’ ve benzeri kısımlara ayrılması, hadis rivâyet metotları, senetlerde adları geçen râvilerin vasıfları, nihayet bütün bunlarla ilgili kaideler hep dirayetü’l-hadis ilminin konusuna girer. Kısacası dirayetü’l-hadis ilmi, senet ile metnin hallerinden veya daha uygun bir ifadeyle, kabul ve red yönünden râvi ile mervinin hallerinden bahseden ilme denir.5 80 Cevâmiü'l-kelim ne demektir? ‘Özlü sözler’ mânâsına gelen bir tabir olup hadislerdeki icazı ifade etmekte kullanılır. Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadislerinde “cevâmiü’l-kelimle gönderildim’’ buyurmuşlardır. (Buhari, 4/12;8/138). Aynı konuda bir diğer rivâyet ise “Bana cevâmiü’l-kelim verildi” şeklindedir. (Müslim, 2/64, Nese’i 6/4) El Hattabi’ye göre söz konusu tabir, hadislerin, mânânın hakkını vermekle birlikte icazlı olmaları demektir.6 82 An’ane ne demektir? “An’ane” rubâ’î mücerrede fiilinin mastarıdır. Bir hadisi nakleden râvinin, isnadında sema, ihbâr ve tahdise delâlet eden haddesenâ, ahberânâ ve benzeri lafızlar kullanmayıp sadece “an fulânin” diyerek hadis rivâyet etmesine denir. An’ane yoluyla rivâyet edilen hadise ise mu’an’an denir.7 81 Âli isnad ne demektir? Kelime olarak yüksek olan nesneye denir. Şerif kelimesiyle eş mânâlı olarak mevki, şöhret, şan ve şeref sahibi kimse mânâsına da kullanılır. Hadis ıstılahı olarak âli isnadın râvi sayısının azlığından ibaret bir özelliğini ifade eder. Buna göre âli isnad herhangi bir hadisin râvisi ile kaynağı olan Hz. Peygamber (asm) veya o hadisi rivâyet etmiş bulunan meşhur hadis imamlarından birisi arasında en az sayıda râvinin bulunduğu veyahut da hadis kitaplarından birinin mushafına arada en az râvi ile ulaşılabilen isnaddır. Bir diğer ifadeyle , herhangi bir râvi ile Hz. Peygamber veya meşhur bir hadis âlimi arasındaki rivâyet zinciri teşkil eden râvi sayısının en az olduğu yahut da muhaddisler arasında meşhur olmuş bir hadis kitabının rivâyetinde râvi ile o kitabın musannafı arasındaki râvi adedinin en az seviyede olduğu istnad, âli isnaddır. Buna göre isnadın âli oluşunun esasını, râvi ile Hz. Peygamber veya hadis âlimi arasındaki yakınlık teşkil eder. Bu yakınlığa uluvv adı verilir. Buradan da anlaşılacağı gibi âli isnad, aynı zamanda uluvv özelliği taşıyan isnaddır.

Bir sanatkâr, kendi mükemmelliğini kendisi görmek ve başka kimselere göstermek ister. Çünkü bilinmeyen ve takdir edilmeyen bir mükemmellik eksik kalır. Bu, bir ressamın resim yapması ve yaptığı güzel resimleri sergilemek istemesi gibidir. Sergilenmese de o resimler vardır ve güzeldir. Ancak başkalarının bilmesi, görmesi ve “çok güzel olmuş” diyerek takdir etmesi çok önemlidir ve çok gereklidir. Buna benzer bir maksatla sonsuz gücün sahibi olan Zat, bütün isimlerinin ve sıfatlarının yansıması olmaya münasip bir sahne yaratmış. Onları zaman denilen bir akvaryumun içine yerleştirmiş. Buradaki her bir nesneye kendi kabiliyetine uygun roller ve görevler vermiş. Bu büyük akvaryumun içine milyarlarca yıldızlar ve güneşler koymuş. Bunların etrafına da sayısını bile bilmediğimiz kadar gezegenler yerleştirmiş. Bunların hepsini öyle bir ahenk içinde hareket ettiriyor ve uçuruyor ki, hayret etmemek imkânsız. Sayısız gezegenlerden birisini seçip öyle bir yere yerleştirmiş ve öyle donatmış ki, insan denilen varlığın yaşamasına tam olarak uygun. Yerde gökte ne varsa insana hizmet ediyor. İnsan nasıl bir varlık? Çok fazla ihtiyacı var. İnsan olarak nelere ihtiyaç duyuyoruz? Bir düşün. Hava en temel ihtiyacımız. Çünkü nefes almayınca biter hayatımız birkaç dakikada. Acıkıyoruz. Susuyoruz. Su içmezsek, ancak birkaç gün yaşayabiliriz. Uykumuz geliyor. Uyumadan hayat nasıl olur ki. Ya uyanamasak geri? Yediklerimizin posasını çıkarmamız, içtiklerimizin artığını boşaltmamız lazım. Bunları yapamasak, kaç gün yaşanır? Ona yaşamak mı denir? Bu ihtiyaçlar görülünce bitiyor mu? Nerde… Hava soğuk olsa üşüyoruz, sıcak olsa yanıyoruz. Tek kalsak sıkılıyoruz, çok çalışsak yoruluyoruz. Birisi bize ters baksa üzülüyoruz. Bir çift laf etse kırılıyoruz. Hasta olunca feryat ediyoruz. İyi olsak çıldırıyoruz. Sürekli aynı tarafa yatmak bile bizi perişan etmeye yetiyor. Çok konuşsak ağzımız kuruyor. Biri çok konuşsa başımız ağrıyor. İsteklerimiz dünyaya sığmıyor. Uzayı merak ediyoruz. Mars’ta hayat var mı acaba? Bu soru beynimizi kemiriyor. Para diye boyalı bir kâğıt icat etmişiz. Bunu elde etmek için başkasının işlerini görmeliyiz. Biraz daha kazanmak için daha fazla. Çünkü paramız az olursa zor yaşarız. Acıkınca çok ve güzel yemek istiyorsak paramız çok olmalı. Çok yiyince midemiz yanıyor, ayrıca da şişmanlıyoruz. Koş doktora “midem yanıyor”. Avuç dolusu parayı döküp geri zayıflamaya çalışıyoruz. Az ye birader. Sıcaktan, soğuktan korunmak istiyoruz. Yağmurda aman ıslanmayalım. Karda donmayalım. Bir eve ihtiyacımız var. Evde 3 oda olsun. Hatta 5 oda olsun. Keşke biraz daha büyük olsaydı. Hava alsın. Güneş görsün. Denizi görsün. Araba mı? Olmazsa olmaz. Dört çeker mi? Çelik jant olsa. ABS olmazsa olmaz. Klimasız hayatta kabul edemem vs, vs… Bunların peşine daha ne kadar ekleyebilirsiniz? Daha çok değil mi? Hepsini saysanız bir günde biter mi? Bir haftada? Bir yılda bile bitmez, yanlış mı? Çünkü liste her gün yenileniyor. Yenileri ekleniyor. Bazıları her dakika tekrar ediyor. Bu kadar çok ihtiyaç nasıl görülecek ve bu ihtiyaçlar ne zaman biter? Hayatımız bitince. Hayat, bizim en değerli mücevherimiz. Korumalıyız. Hayatımızı elimizden almak isteyen var mı? Olmaz mı? Ölüm diyoruz hayatın bitmesine. En korktuğumuz şey. Adı bile ürpertici. Terör, savaş, hastalıklar, kanser, verem, veba, felç, kriz, mikroplar, virüsler, akrep, yılan, ateş, yangın, çığ, don, trafik, kaza, bela, musibet vs, vs… Bu kadar düşmanla nasıl baş edeceğiz? Tekrar sorayım. İnsan nasıl bir varlıkmış? Binlerce şeye ihtiyacı var. Binlercesi tarafından hayatı tehdit ediliyor. Böyle bir varlığın hali nice olacak? Neyse ki, Yaratıcımız insanı bu hayatta kendi başına bırakıp “ne halin varsa gör” dememiş. Doğduğu anda en besleyici bir gıda olan sütü annesinin şefkati ile beraber ağzına akıtıyor. Yürüyene kadar annesine, babasına taşıttırıyor. Büyüdükçe ihtiyaçları çoğalıyor ve çeşitleniyor. Ama hepsi bir şekilde karşılanıyor. Bir düşünsene ihtiyaçlarının kaçını görüyorsun akşama kadar? Kaçı eksik kalıyor. Karşılanan ihtiyaçlarımızı saymakla bitiremeyiz. Ama üç beş tanesi eksik kaldı diye söyleniriz hep. Hangi düşmanlara mağlup oluyoruz hayatta. Neredeyse hiç. Ama hepsinden korkuyor, çekiniyor ve titriyoruz. Zaten tam mağlup olunca hayatımız bitiyor. Bu düşmanlardan tek birisi bize hayatı zehir etmeye yetiyor. Çok zor geliyor bunlarla baş etmek tek başımıza. Bazı düşmanlar var ki anlamıyoruz bile onların düşman olduğunu. Düşünmüyoruz çünkü. Hayatın akışı içinde sadece vücudumuza bakıyoruz. Ruhumuz aklımıza bile gelmiyor. Kendi başımıza bu kadar sorunu nasıl halledeceğiz? Aman Allah’ım beni neyin içine attın böyle? Ben nasıl oluyor da senin en kıymet verdiğin mahlûkum? Beni bu kadar ihtiyaca müptela ettin. Bu kadar düşmanı başıma musallat ettin. Bu nasıl sevmek? Bu nasıl kıymet vermek? Bunca ahkâmın sebebi ne? Bu hayatın sonucu ne? İnsanın yaratılış gayesi ne? Yaratıcımız bizi bir sıkıntıdan diğerine atmak, bir düşmanın elinden öbürünün kucağına itmek için mi yarattı? Bu dünyaya gönderdi? Beynimizi dolduran bunca soruya nasıl cevap bulacağız? Doğruyu, gerçeği nasıl bulacağız? Bizden ne istiyor nasıl anlayacağız? Bugüne kadar hiç benim hayat gayem nedir diye düşündün mü? “Benim hayattaki gayem” dedi yaşlı adam ve devam etti. Kimseye muhtaç olmamak ve ihtiyaçlarımı karşılamak için çalışıp para kazanmaktı. İyi bir vatandaş olmaktı. Kimsenin malında mülkünde gözüm olmadı. Çoluk çocuğum da olsaydı, herhalde onların eğitimine ve iyi bir şekilde yaşamasına harcardım bütün servetimi ve gayretimi. “Peki” dedi bilge adam ve sordu: Seni yaratıp gönderen Zat, senden esas ne istiyor, hiç düşündün mü? Doğrusu ben hiç öyle düşünmedim. Hep kendi istediklerimle ilgilendim. Evet, Allah’a inanıyordum. Ama benden bir şeyler istediğine dair bir şey hiç bilmiyordum. Allah her zaman diliminde en yüksek ahlak sahibi olan kimseleri seçmiş. Onlara insanları doğruya ve hakikate ulaştıracak yolu gösterme vazifesi vermiş ve bizzat yönlendirmiş. Bunlardan en üstünlerini peygamber yapmış. Onlara emir ve yasaklarını bildirmiş. Kitaplar halinde göndermiş. Onların yollarını da takip eden ve yol gösterme vazifesini sürdüren kişileri hiç eksik etmemiş yeryüzünden. Çünkü insanlar düşünemezler, benim istediklerimi bilemezler ve çok kıymetli vakitlerini boşa geçirirler diye bilmektedir elbette bizi yaratan. O yüzden yol göstericiler gönderir. Der ki kitaplarında da: “Benim yap dediklerimi yapar, kaç dediklerimden kaçarsan mutlu olursun. Huzuruma geldiğinde de seni dünyada tatmadığın lezzetlere ve mutluluğa eriştiririm.” Helal Gıda Hayreddin İŞBİLİR (Gıda Mühendisi) [email protected] Daha çok yaş pasta, tatlı ve keklerde kullanılan, endüstriyel olarak üretilen ve evde yapmanın da mümkün olduğu krem şanti toz ve sıvı olarak üretilip satılmaktadır. Endüstriyel krem şantilerde bulunan; emülgatörler(mono ve digliseritler) ve hidrojenize bitkisel yağ(yani margarin) gibi hayvansal kaynaklı olabilen(domuz ve islami usullerle kesilmemiş hayvanlar olabilir) katkı maddelerinin kullanılması bu ürünü dinimizce şüpheli bir hale getirmektedir. Evde yapımının kolay olduğu krem şanti pratik olarak şöyle üretilebilir: - 1 su bardağı çiğ süt kaymağı(soğuk kullanılırsa köpük yapı daha kalıcı olur) -2 çorba kaşığı pudra şeker -Vanilya(bir iki damla vanilya yağı da kullanılabilir) YAPILIŞI: 1- Porselen bir kâseye çiğ süt kaymağı, pudra şeker ve vanilya konur. 2- Telle çırpılarak koyulaştırılır.(Fazla karıştırmayınız, ısıyla köpük yapı bozulur.) 3- Tatlı ve pastalarda kullanılır. Vanilya bir bitki ürünüdür. Vanilya tohumundan çözücü olarak seçilmiş alkolle çıkartılır ve normal olarak alkol ihtiva eden bir eriyik içinde muhafaza edilir. Tat ve koku vermesi için kullanılan vanilya toz ve sıvı olarak piyasada mevcuttur. Aromasının etil alkolde çok iyi çözünmesinden dolayı sıvı olanları etil alkolde muhafaza edilmektedir. Pişirme esnasında alkol buharlaşacaktır fakat tam pişirmenin olduğu işlemlerde böyle olur. Sıvı vanilyanın kullanıldığı; krema, dondurma, bazı meşrubatlar ve ilaç şurupları gibi ürünlerde ise pişirmenin olmaması veya kısmen olmasından dolayı alkol tam buharlaşmayacak ve bünyede bulunacaktır. Toz formdaki vanilyada ise, vanilya tohumları ya alkol katkısız ezilir veya ezilir alkolde eritilir ve sonra arıtılır. Arıtma esnasında, alkol damıtılır ve böylece alkol kalıntısı kalmaz. Dolayısıyla sıvı vanilya dinen helal olmayacağı gibi toz olanında ise herhangi bir sakınca yoktur diyebiliriz. Not: Geçen sayıda bilgi verdiğimiz GİMDES’in helal sertifika verdiği firma sayısı 35’ten 40’a çıkmıştır. Gelişmeleri www.gimdes.org ‘dan takip edebilirsiniz.

ALLAH’IN KUDRETİ ZÂTÎDİR “Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz. Çünkü ictimaü’z-zıddeyn olur; o da muhâldir. İşte bu sırra binaen, madem kudret-i İlâhiye zâtiyedir ve Zât-ı Akdesin lâzım-ı zarurîsidir. Elbette, o kudretin zıddı olan acz, o Zât-ı Kadîre ârız olması mümkün olmaz.” (29. Söz) Bu paragrafta anlatılmak istenen esas mevzu, Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin zâtında acizliğin hiçbir mertebesinin bulunmadığıdır. Bunu isbat için mantığın temel bir kaidesine dayanılmıştır. O da, “iki zıttın bir arada bulunması imkânsızdır” manasına gelen “içtimaü’z-zıddeyn muhaldir” kaidesidir.Önce bu kaideyi anlamaya çalışalım. Mesela bir oda aynı zamanda hem çok sıcak hem çok soğuk olabilir mi? Ya da bir insan hem dünyanın en iyi, hem de en kötü insanı olabilir mi? Veya bir ev hem aydınlık, hem karanlık olur mu? Elbette olamaz… İşte böyle birbirine tamamen zıt iki sıfatın bir şey üstünde bulunması aklen imkânsızdır. Çünkü birinin varlığı, diğerinin yokluğu anlamına gelmektedir. Mesela burası aydınlık demek, aynı zamanda karanlık değil demektir. Aynen bunun gibi, Rabbimizin ezeli sıfatlarından biri de kudret sıfatıdır. Öyleyse bunun tam zıttı olan acizlik sıfatı O’nda bulunmaz. Acizlik yoksa O’nun kudreti her şeyin üstesinden gelebilir demektir. “Kudret-i İlâhiye zâtiyedir” cümlesinde geçen “zâtî olmak” ise, bir şeyin zâtında bulunan ve o şeyi o şey yapan sıfatlardan biri olmak demektir. Mesela Güneşin ışığı ve ısısı ve büyüklüğü gibi… Güneşi güneş yapan zatındaki bu sıfatlardır. Güneş öteden beri bu sıfatlarıyla vardır, bu sıfatlar onda bulunduğu müddetçe güneştir. Isısı kaybolmuş bir güneş artık güneş değildir. Ya da ışığını veya hacmini kaybetmiş bir güneş, güneş olmaktan çıkmış demektir. Demek ki zâtî sıfatlar, bir şeyi o şey yapan temel özelliklerdir. İşte kudret, hayat, ilim, görmek, işitmek gibi sıfatlar Allah-u Teâlâ’nın zatında bulunan ezelî sıfatlardır. Yüce Allah bu sıfatları olmaksızın düşünülemez, zâtının zaruri sıfatlarıdır. Buradaki zaruri tabirinin anlamı, o zât bu sıfatsız olması mümkün değil demektir. Yani, kudretsiz bir Allah düşünülemez ya da ilimsiz olması mümkün değildir demektir. Burada şöyle bir sual akla geliyor. Neden insanda hem kudret, hem acizlik bir arada bulunabiliyor? Bu da iki zıttın bir araya gelmesi değil mi? Buna hayır, değil diyoruz. Çünkü insanda acizlik hakiki bir sıfat olarak bulunurken, kudret sıfatı vehmî olarak bulunur. Kendine ait hakiki bir kudreti yoktur. Allah’ın onun üzerinde tecelli eden kudretini kendi kudreti olarak vehm eder. ADEM ŞERR-İ MAHZ VE VÜCUD HAYR-I MAHZDIR “Adem şerr-i mahz ve vücud hayr-ı mahzdır” kaidesi ne anlama geliyor? Bunun şeytanla bağlantısı nedir? Cümlenin kısaca manası şudur: Varlık katıksız bir hayırdır. Yokluk ise katıksız bir şerdir. Çünkü varlık, Allah’ın varlığının O’nun yarattığı varlık aynalarında tecelli etmesi ile ortaya çıkar. Allah’ın zâtı, isim ve sıfatları sonsuz bir hayır ve güzellik olduğuna göre, onun yarattığı varlıklar aynası da katıksız hayırdır. Fakat bu bir yaratılmışın sadece var olma sıfatı ile alâkalıdır. Varlık üzerine bina edilen, küfür, isyan, günah gibi başka bazı sıfatlar da vardır ki bunlar şerdir. Mesela bir kâfirin, kâfir de olsa taşıdığı varlık sıfatı, aslen hayırdır ki Allah-u Teâlâ, kâfirin vücudunu korur ve onu yokluğa göndermez. Lakin şer olan küfür sıfatının cezası olarak ebedi cehenneme atar. Varlığın tam tersi olan adem yani yokluk ise, tam bir şer olur. Çünkü yokluk, hayır olan o vücutların, yani hayırların olmaması manasına gelir. Hayrın olmaması ise elbette şerdir. Bu konunun şeytanla münasebeti ise tevhid noktasındandır. Çünkü tevhid bize her şeyi yaratanın Allah olduğunu söyler. Şeytanların bütün yaptığı işler şer olduğundan ve şerlerin de esas itibarıyla varlıkları olmadığından, şeytanlar şer işlemekle bir şey yaratmış olmuyorlar. Gerçi biz, imanın altıncı şartı olarak hayrın da şerrin de Allah’dan olduğuna iman ederiz. Fakat burada şerrin Allah’dan olduğunu iki şekilde anlamak gerekir: 1- Şerrin meydana gelmesi Allah tarafından takdir edilmiştir. 2- Şerrin üzerinde göründüğü şeyin vücudunu da yaratan Allah’tır. Şer olan bir şeyin varlığı dışındaki katıksız şer olan mana ve sıfatlarını dileyen ve kesbeden ise, şeytanlar ile insanlardır. Onlar bu şer manaları işlemekle bir varlık yaratmış, bir fiil icad etmiş olmuyorlar. Çünkü safi şer olan manaların vücutları yoktur, ademîdirler. Onları işlemekle hakiki fail ve mucid olunmaz.

ASRIN HARİKASI Daima işleyen ve düşünen bir kafa. Nakillerle meşgul değil, rehberi yalnız Kur’ân. Kalbi bir sahâbe kadar imanla dolu. Yirminci Asırda Devri saadeti nefsinde yaşayan bir mü’min, bütün hedefi iman ve Kur’ân. Esarette, düşman kumandanına karşı koyan bir kahraman. Millet ve memleket için canını vermekten zerre kadar çekinmeyen bir fedai. Fitnenin, bozgunculuğun en müthiş düşmanı. Milletin menfaati için, her türlü zulme, işkenceye tahammül eder. Onu zindanlara atanlara, ancak salah ve iman temenni eder. Bir çanak çorba, bir bardak su, bir lokma ekmekle tegaddi eder. Elbisesi pek fakiranedir. Temizliğe fevkalade itina eder. Mamelek namına dünyada hiçbir şeyi yoktur. Maddeten, belki dünyanın en fakir âdemidir; fakat maneviyat âleminin sultanıdır. Gözleri birer şems-i taban gibi nur saçar. Bakışları şahanedir. Bir delikanlı gibi zindedir. Halim ve selimdir. En sevmediği şey siyasettir. 35 senedir bir gazeteyi eline almış değildir. SÖZÜN ÖZÜ Konuşmanızda sözlerinize son verirken dikkat edilecek hususlar: Özetlemek, tekrarlamak, esas noktaların ana hattını kısaca anlatmak. Dinleyicileri harekete geçirmek. Dinleyicilerle seviyeli bir komplimanda bulunmak. Güldürücü bir şey söylemek. Manzum bir kıta okumak. En ünlü eserlerden bir parça alıntı yapmak. Doruk noktası kurmak. OKUMA KARNEMİZ Yüzde 88’i okuryazar olan Türkiye’de düzenli kitap okuma alışkanlığı oranı binde bir. İhtiyaç maddeleri sıralamasında kitap 235’inci sırada. Gençlerin yüzde70’i, hiç okumuyor. Öğretmenlerin yüzde 63’ü, bazen kitap okuyor. Yetişkin nüfusun yüzde 95’i yalnızca televizyon seyrediyor, yüzde 5’i televizyon izlemenin yanı sıra kitap okuyor. Türkiye’de kişi başı kitaba yılda harcanan para, sadece 45 cent. doymak Doyma hissine yardımcı yiyecekler: Enginar, kuşkonmaz, brokoli, Brüksel lahanası, havuç, kereviz, patlıcan, ıspanak, kıvırcık Marul olarak sıralanıyor. GERÇEK HAZİNE Âriflerden birine sordular: “Padişahlara hazine gerek midir?” Bilge cevab olarak: “Bir asıl hazine vardır; o gerektir” dedi. “Asıl hazine nedir?” diye sorduklarında, cevâben: “Halkının hayır duâları, padişahlara hazinedir” dedi. BİR NEFES SIHHAT Güne 1 bardak su içerek başlayıp, her gün 2,5 litre su içmeye gayret edin! *Mevsiminde sebze ve meyve ni‘metlerinden hergün istifâde etmeye çalışın! *Çocuklara sütü, büyüklere yoğurdu sofradan eksik etmeyin! *Hasta olmadan, şifâlı bitkilerle direncinizi kuvvetlendirin! *Evde; nane, ıhlamur, adaçayı, kekik, fesleğen, zencefil, çörekotu, yeşil çayı her zaman bulundurun! *Tere, maydanoz, nane, dereotu, roka, fesleğen gibi ni‘metlerden fazlaca yararlanın! *Salatanızı mümkün olduğu kadar çok çeşitten yapın! *Hazır çorbalar yerine kendi çorbanızı tercîh edin! ANNEDEN GELEN TELEFON Gece yarısı, saat 03.30 civarında telefon çaldı. Telefondaki ses, annesinin sesiydi. Adam, uyku sersemliğiyle: “Ne var anne! Ne istiyorsun bu saatte! Neden beni rahatsız ettin? Sabah arasan olmaz mıydı?” diyerek annesine karşı üzücü sözler sarf etti. Zavallı anne, biraz buruk, biraz da ağlamaklı bir ses tonu ile: “Bundan 35 yıl önce tam bu gece yarısı, 03.30’da sen de beni rahatsız etmiştin! Doğum günün kutlu olsun” diyerek telefonu kapattı. MAYIS AYI Nİ‘METLERİ Sebzelerden: Enginar, bakla, madımak, semizotu, papatya, ebegümeci, domates, salatalık. Meyvelerden: Çilek, yeşil erik, malta eriği, dut. Balıklardan: Levrek, tekir, kılıç, kırlangıç, dilbalığı. Bu ayın rahmet vagonuyla gelen meyvesi çilektir. Ancak bu şirin meyve çok kısa ömürlüdür. İçindeki zengin vitaminler özellikle C vitamini ve mineraller sâyesinde enerji verip, yaza geçiş mevsiminde ortaya çıkan yorgunluk belirtilerini gidermede fâideli olur.