36. Sayı: "Tesettür Kadının Gerçek Kimliğidir"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiKalemler Yarışıyor
İtikad

Geçen ay ilan ettiğimiz “Kalemler Yarışıyor” başlıklı “Peygamber Efendimiz (asm)” konulu ‘hikâye’, ‘makale’ ve ‘şiir’ yarışmasına alâka her geçen gün artıyor. Ümit ediyorum, bu yarışma vesîlesiyle pek çok yeni yazarı okurlarımızla tanıştırmış ve yazı dünyasına kazandırmış olacağız.   Ayrıca bu yarışma ile yazı hayatında yeni neşvünemâlara, yeni kabiliyetlere kapı açarak ‘zihnî birikim’imize katkıda bulunmayı hedefliyoruz.   “İnsanoğlunun zihnî birikimi üç temel sütun üzerinde yükselir: Tefekkür/düşünce, konuşma ve yazı.” diyen Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, bu üç önemli fiilin farkını, orijinal bir üslupla şöyle izah eder: “Özne, muhatap ve hal arasındaki ilişki açısından bakıldığında konuşma belli bir muhataba var olan bir konjonktür içinde ulaşma çabası iken, yazı muhatabı mümkün olduğunca çeşitlendirme, konjonktürü de derinleştirerek geleceğe yayma çabası olarak görülebilir. Konuşma, konuşmanın seyrettiği âna ve muhatabın zihnine kayıt düşürme çabası iken, yazı tarihe ve bilinmeyen muhatapların zihnine kayıt düşürme çabasıdır. Konuşmada anlık etkiye dayalı bir iletişim, yazıda kaydetmeye dayalı sürekli iletişim öne çıkar. Bu açıdan bakıldığında tefekkür her an atışa hazır bir şekilde yayda gerilmiş şifa taşıyan bir oktur. Konuşma bu okun belli bir konjonktürde belli bir hedefe doğru salınması, yazı ise her an değişebilir konjonktürlerde sayısı belirsiz hedeflere yönelmesidir.” Buradaki ok-yay benzetmesini tamamlamak için şu paragrafı da okumak gerekecek: “Yayı geren özne ne kadar hazırlıklı ve iradeli ise okun konjonktür ve hedef üzerindeki tesiri de o derece güçlü olur. Bu tesir gücü aynı zamanda öznenin sosyal sorumluluk alanıdır. Zihninizde sizin için zararsız, ya da son derece faydalı ve gerekli duran tefekkür unsuru, konuşmanın ya da yazının muhatabı için zehre dönüşen bir ilaç halini alabilir.” [Vurgular bana âit, Editör] (Küresel Bunalım, s. V-XIII, İstanbul, 2002) Sağlıklı tefekkür ve bunun sonucunda ortaya çıkan konuşma ve yazı meyveleri, zihnî birikimin, kültürün, irfanın esası, temeli, hendesesidir. Bu itibarla denilebilir ki, tefekkürün sıhhat ve selâmeti için, ‘hikmet’ ve ‘marifet’ tuğlaları ile örülmüş, ‘iffet’ ve ‘şecaat’ sütunları üzerinde duran, ‘istikamet’li bir ilim gerekmektedir. Bizler, siz ehl-i irfanın, bildikleriyle amel ettiği için bilmedikleri Hak Teâlâ tarafından kendilerine öğretilen hikmet ehli ve müstakim mü’minler olduğunuza inanıyor ve kalemlerinizi hayırda yarışmaya çağırıyoruz. Tâ ki, zihinlerinizde yoğurduğunuz sağlıklı tefekkür hazineleri muhataplar adedince çoğalsın ve hakikate ve hikmete meftun kalp ve ruhlarda ma’kes bulsun, görünsün. Peygamber Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm ile ilgili hikâye, şiir ve makalelerinizi büyük bir heyecanla bekliyoruz. Lütfen kalemlerinizi kınından cesaretle çıkartın! Kalbinizin ifadelerini ‘siyah nur’ olan mürekkeple, kâğıda dökme vakti şimdi.         İrfan Mektebi’nde yazı vakti… Selametle kalın efendim.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Kasım
Konu resmiTarih Penceresinden
Tarih

  ,

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Kasım
Konu resmiBayram Günü
Kültür ve Medeniyet

Bayram günü “Bugün bize bayramdır,  yarın bize bayramdır,  Allah’a âsî olmadığımız her gün bize bayramdır” “İnsan, bayram gününe ibret ve tefekkür nazarıyla bakmalıdır. Bayram günü bir mânâda kıyâmet gününe benzer.” “Bir kimse bayram sabahına çıktığı zaman çevreye bir göz atmalıdır. İnsanlar, köşklerinden, evlerinden, değişik halleri ve çeşitli giysileri ile çıkarlar. Onların her biri değişik süste ve kıyafettedir. Onlardan birine bakarsın sevinçli görürsün. Bir başkasına bakarsın kederli görürsün. Onlardan kimi yaya, kimi bineklidir. Birine bakarsın ki, zengin; bir başkasına bakarsın ki fakirdir. Biri ferahlık içindedir; diğeri de sıkıntı içindedir. Bütün bunlara baktıktan sonra; kıyâmet halkının hâlleri düşünülmelidir. Orada tâat ehli mesrurdur, mâsiyet ehli de üzüntülüdür.  Bayram günü safların tamamlandığını ve halkın tam bir içtima haline geldiğini gören kimse Mahlûkatın, Yüce yaratıcı Allah’ın huzurunda divan durmalarını hatırlamalıdır. O gün, bütün sırlar meydana çıkacaktır. Bayram namazı yerinden dağıldıktan sonra hemen herkes kendisine mahsus bir yere gidecektir. Kimi bir eve, kim bir mescide, kimi de bir hana kapanacaktır. Halkın bu dağılış şeklini gören bir kimse, kıyâmet günü Melik, Mennân, Deyyân olan Allah’ın huzurundan dağılan halkın dağılışını hatırlamalıdır. Onlar ya Cennet’e gideceklerdir yahut Cehennem ateşine…” —Hz. Ali (kv)

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiZühd ve İdarecilik
İnsan

Zühd, dünyaya ve dünya malına değer vermemek demektir. Kur’ân’ın pek çok âyetinde ve peygamberimizin hadislerinde dünya sevgisi kötülenmiş, dünyayı sevmeyenler övülmüştür. (Üstad Bedîüzzaman, Kur’ân ve sünnetin kötülediği dünya sevgisinin nefsanî arzular yönünden olanı kapsadığını, dünyayı Allah için veya âhiret için sevmenin yanlış olmadığını söyler.) Kur’ân’da şöyle buyrulur: “Onların (kâfirlerin) bazı sınıflarını imtihan etmek için kendilerini faydalandırdığımız dünya hayatının süsüne gözlerini dikme; Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha devamlıdır.” (Tâha, 131) Dünya sevgisi insanı pek çok günaha götürdüğü için Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Dünya sevgisi bütün hataların başıdır.” “Dünya sevgisi büyük günahların en büyüğüdür” buyurmuştur. Bir başka hadisde de “Dünyada bir garip gibi veya bir yolcu gibi ol!” buyurmuştur. Rivâyete göre Allah, Dâvûd (as)’a “Ey Dâvûd! Beni seviyorsan dünya sevgisini kalbinden çıkar. Çünkü beni sevmekle dünya sevgisi bir kalpte bir araya gelmez.” İDARECİLİK VE ZÜHD Zühd İslâmî bir haslettir. Her mü’min bu hasletle hâllenmelidir, fakat mü’minlerin başına geçen, onları yönlendiren, liderlik yapanlar buna daha çok dikkat etmelidirler. Aksi halde onlar Allah’ın “İnsanlara iyiliği emreder de, kendinizi unutur musunuz?” (Bakara, 44) âyetine muhatap olurlar. Dünya malına, dünya zevklerine meyli, hırsı olan idareci iktisadlı olmaz. Aynı zamanda idare ettiği insanlar arasında tam bir adalet icra edemez. Zenginlere ve makam sahiplerine meyleder. Lider şahsî yönden muktesid ve zâhid birisi olduğu kadar, umuma âit malları kullanma konusunda da muktesid olmalıdır. Onun umuma âit malları müsrif bir şekilde kullanması veya kendi şahsı için kullanması doğru değildir. Böyle yapanlar töhmet ve vebal altında kalırlar. İbn Haldun meşhur Mukaddimesinde memleketleri harab eden şeyin israf olduğunu tafsilatla anlatır. Bu israf halkın israfı değil, halkı yönetenlerin israfıdır. Bu konuda Üstad da şöyle der: “İktisadsızlık yüzünden müstehlikler (tüketiciler) çoğalır, müstahsiller (üreticiler) azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medârı olan ‘san’at, ticaret, ziraat’ tenakus eder. O millet de tedenni edip sukut eder, fakir düşer...” (İktisad Risâlesi) Koçi Bey meşhur risalesinde şöyle der: “Sultan Süleyman Han askerin kuvvetini, hazinenin zenginliğini görüp, süs ve şöhreti artırdı. Vezirler dahi ona uyup (halk hükümdarın dinindedir) anlamına göre hareket edip, bütün halk süs ve şöhrete düştü. Zamanla o dereceye vardı ki, makam sahibinin geliri ve asker taifesinin ücreti, yalnız ekmek akçesine yetişmeyip, mecburen zulüm ve tecavüze başladılar. Zulüm ve tecavüz ile âlem harap oldu.” Beytül malda bütün Müslümanların hakkı vardır. Bu yönüyle Müslüman lider beytül maldaki malları keyfi bir şekilde harcama hakkına sahip değildir. Lider kendi malından dilediği gibi kullanabilir. Fakat umuma âit olan malı kendi şahsı için kullanırsa veya gereksiz, lüzumsuz, layık olmayan yerlere harcamalar yaparsa, umumun hakkına tecavüz etmiş olur. ZÂHİD İDARECİLER Üstad Bedîüzzaman şöyle der: “Hilâfet ve saltanata geçen, ya Nebî gibi masum olmalı, veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer b. Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. (19. Mektup) Burada Üstad’ın sözüne uygun bazı misalleri zikredelim: Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir: “Dünyayı arzuladığımda baktım ki; ahiretime zarar veriyor. Ahireti arzuladığımda baktım ki; dünyama zarar veriyor. Böyle olunca fani olan dünyaya zarar vermeyi tercih ettim.” “Bir gün Hz. Ömer (ra) su istedi, kendisine bal şerbeti getirildi. Bunun üzerine: ‘Bu güzel bir şeydir ancak, Allah bir kavmin şehvet ve ar­zularını kötüleyerek şöyle buyurmuştur: “Siz dünya hayatında hoş olan şeylerinizi gider­diniz ve onlardan faydalandınız.” (Ahkaf, 20)  Ben iyi şey­lerin dünyada bize peşin olarak verilmesinden korkuyorum’ dedi. Ondan sonra da o bal şer­betini içmedi.” [Rezin] (Cem’ül Fevaid, c.5, 308, hn. 9603) Tabiinin büyük âlimlerinden İbn-i Ebî Leyla şöyle der: “Hz. Ömer’e Irak halkından bir grup insan gelmişti. Ömer onları büyüklenerek bir şeyler yerken gördü. Onlara dedi ki: ‘Ey Iraklılar! Şâyet ben sizin için hazırlanan bu güzel şeylerden, kendim içinde hazırlanıp pişirilmesini istemiş olsaydım, bunu yapardım. Fakat biz ahirette bulmak istediğimiz şeyi dünya hayatımızda terk ediyoruz.  Yüce Allahın bir kavim hakkında şöyle buyurduğunu işitmediniz mi? ‘Siz güzel şeyleri dünya hayatınızda bitirdiniz’ (Ahkaf, 20)” Hasan-ı Basri şöyle demiştir: “Ömer b. Hattab halifelik devrinde üzerinde on iki yamalı bir elbise ile Müslümanlara hutbe okumuştu.” İslâm tarihinde ilk müceddid ve ikinci Ömer olarak meşhur olan Ömer b. Abdülaziz’de dedesi Hz. Ömer’e benzer bir hayat sürmüştür. Onun halifeliği esnasında elbiselerinin tutarı 12 dirhemdi. Onun dostlarından biri şöyle anlatır: Ömer bir gün cumayı vaktinden geç kıldırdı. Sebebini soranlara “Hizmetçi elbiselerimi götürdü, yıkadı ve biraz bekletti” dedi. Bundan onun başka elbisesi olmadığını anladık. Yine dostlarından biri şöyle anlatır: Ömer b. Abdülaziz halife olduğunda ağladı ve bana “Benim için (halifelik zararlıdır diye) korkuyor musun?” diye sordu. Bende “Parayı sever misin?” dedim. Ömer “Hayır sevmem” dedi. Ben de “Öyleyse korkma! Allah Azze ve Celle sana mutlaka yardım edecektir” dedim. İDARECİNİN BEYTÜL MALI KENDİ ŞAHSI İÇİN KULLANMASI Dâvûd (as) elinin emeğiyle geçinir, beytül malden bir şey almazdı. Peygamberimiz (sav) onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Hiç kimse elinin kazancından daha hayırlı bir yemek yememiştir. Allahın peygamberi Dâvûd (as) ancak elinin kazancından yerdi.” (Buharî) Dâvûd (as)’ın elinin emeğiyle geçinmesine sebep olan olay şöyle rivâyet edilir: Dâvûd (as) hükümdar olduğunda bazen tebdili kıyafet eder, halkın içerisine girer onlarla konuşur ve “Dâvûd nasıl biri?” diye sorardı. Bir gün yine tebdili kıyafet etmişken Allah onun karşısına insan kılığında bir melek çıkardı. Dâvûd as ondan da “Dâvûd nasıl biri?” diye sordu. Melek “Dâvûd ne iyi bir kuldur. Keşke bir vasıfta onda olmasaydı” dedi. Dâvûd (as) merakla “o nedir?” diye sordu. Melek “O beytülmalden geçinir. Eğer kendi elinin emeğiyle geçinseydi, fazileti tamamlanmış olurdu” dedi. Dâvûd as geriye döndü ve Allahın kendisine bir san’at öğretmesi için dua etti. Allah da ona demiri yumuşattı. Dâvûd (as) demirden zırh yaparak geçimini temin etmeye başladı. (İbn-i Kesir, c.3., s.695, Kurtubî, c.14, s.266) Osmanlı sultanlarının bir kısmı da muhtemelen bu ve benzeri rivâyetlerden yola çıkarak bir meslek edinmişler, elleriyle yaptıkları şeyleri satarak maişetlerini temin etmişlerdir. Fakat hem idarecilik yapmak, hem de el emeğiyle kazanç temin etmek oldukça zordur. İdareci olan şahsın idareci olmadan önce daimi bir geliri varsa ve bu onun geçimine yetiyorsa, onunla iktifa edebilir. Fakat böyle bir şey yoksa beytül malden orta halli bir maaşı olması gerekir. Sahabeler Hz. Ebû Bekir (ra)’e halife olduğunda belli bir maaş takdir etmişlerdi. İdareci aldığı maaşın haricinde beytül malı kendi malı gibi kullanması hatadır. Bu konuda çok titiz davranan sahabe ve tabiinden olan zatların ahlâkı bize örnek olmalıdır. Ömer b. Abdülaziz devlet malını şahsı için kullanmama konusunda oldukça hassas olmasıyla bilinir. O, gece devlet işleriyle meşgul olurken devlete aid mumu yakar, bu arada şahsi işlerini yapmazdı. İşi bitince kendi şahsi mumunu yakardı. Bir defasında abdest alması için devlete aid kömürde ısıtılmış su getirildi, o bu suyla abdest almadı. Ömer b. Abdülaziz devletin posta ve ulaşım vasıtalarını kendisi için kullanmaz, sadece halkın ihtiyacı için kullanırdı. Bir memuruna, kendisine “Bal satın alsın” diye haber gönderdi. Ayrıca onu hiçbir devlet vasıtası kullanmadan getirmesini söyledi. Memur balı, ulaşım hizmetleri için kullanılan bir bineğin sırtına yükleyerek Ömer’e getirdi. Ömer “Bunu neyle getirdin?” diye sordu. Adam balın devlete aid bir bineğin sırtında getirildiğini söyledi. Bunun üzerine Ömer balın satılmasını ve gelirinin beytül-male konulmasını emretti ve adama “Balı bize haram ettin.” dedi. (Hilyetü’l-Evliyâ, c.5. s.293) İran’ın adaletle meşhur hükümdarı Nüşirevan-ı Adil bir av esnasında hizmetçilerinden birini tuz alması için bir köye gönderdi ve ona “Tuzu parayla al! Parasız almak adet olmasın, teamül yerine geçmesin ve köy bu yüzden harap olmasın” dedi. Yanındakiler “Bir parça tuzdan ne çıkar, bedava alınsa ne zararı olur?” dediler. O da cevaben “Zulmün esası dünyada ilk zamanlar azmış. Her gelen onu bir parça artırmış ve bu yüzden bu günkü müthiş hale gelmiş.” dedi. Bu konuyu nakleden Sadi Şirâzî şöyle der “Eğer hükümdar tebasından birinin bahçesinden bir tek elma yese, adamları ağacı kökünden sökerler. Şâyet bir padişah yarım yumurta almak suretiyle haksızlık yapsa, askerleri bin tavuğu şişe geçirip, kebap ederler” der. (Gülistan, s.52, Bedir yay.)

İdris TÜZÜN 01 Kasım
Konu resmiEfendimizin (asm) Ahlâkı
İtikadKültür ve Medeniyet

En büyük insaniyet olan İslâmiyet’in en güzel ve en mükemmel örneği Peygamber Efendimiz (asm)’dir. Onun insanlığı ile, bizzât yaşayarak, uygulayarak çizdiği ahlâkî tablo, hiç şüphesiz İslâm ahlâkının hârikalığı hakkında mühim bir fikir vermektedir. Evet o güzel islâmî ahlâk numûnelerinden bazıları: Kendisi için istediğini başkası için de istemek, kendisi için arzulamadığını başkaları için de arzulamamak. Olduğu gibi görünmek ya da göründüğü gibi olmak. Küçüklere sevgi büyüklere saygı göstermek. Affetmek. Hoşgörülü davranmak, Başkalarının kusurlarını araştırmamak. Öfkeye hâkim olmak, sözünde durmak, ahde vefâ göstermek. Doğruluk ve dürüstlükten zerrece ta‘vîz vermemek. Güvenilir olmak. Kibirden, gururdan sakınmak mütevâzi‘ olmak. Cimrilikten, tama‘dan uzak durmak. Cömert olmak. Her hususta sabırlı olmak. Aslâ adâletten ayrılmamak. Maddî ve ma‘nevî temizliğe riâyet etmek. Allah’ın verdiği sağlığa ve sıhhate çok dikkat etmek. Boş vakitlerini hayırlı işlerde değerlendirmek, boş şeylerle ömrünü telef etmemek. Hakkı ve sabrı tavsiye etmek. Dosdoğru bir hayatı son nefese kadar sürdürmek.

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiAllah'ın Sevdikleri
İtikad

Bir cum‘a vakti cemâat tek tük câmiye girmekte. Meşhur İmam Abdürrezzâk Hoca kürsüde... Girenlerin arasında Hızır (as) da var.  Hz. Hızır genç ihtiyâr arasında onlardan biri gibi gidiyor bir köşeye oturuyor. Kürsüde imam sohbete başlıyor, çok feyizli bir sohbet oluyor. Hızır (as)’ın yanına kırklarında bir adam gelip oturuyor. Câmi yavaş yavaş dolmakta.Adam, bir müddet sonra uyuklar bir vaz‘iyette sallanıyor, ha uyudu ha uyuyacak. Hızır (as) adamı dürtüklüyor:“Bu sohbet kaçmaz uyuyacaksın.” der. Adam:“Uyumam, beni rahat bırak.” diye cevab verir.Hızır (as) ses etmez, ancak, sohbet de çok feyizlidir. Adam ha uyudu ha uyuyacak bir durumdayken Hz. Hızır bir daha dürtükleyerek:“Uyuyacaksın dedim.” Adam:“Ben de sana uyumam, beni rahat bırak dedim.” der ve ekler: “Biz feyzimizi Abdürrezzâk’tan değil Rezzâk olan Allah’dan alıyoruz. Rahat bırak beni. Yoksa senin Hızır olduğunu bir söylersem, bu cemâatten yakanı zor kurtarırsın.” Hızır (as) susar ve gözlerini kapar, boynunu büker Allah’a yönelerek:“Yâ Rabbî! Bu nasıl iştir? Bu kulun benim kim olduğumu nereden bildi? Bu nasıl iştir, bendeki listede bu zatın ismi yok!”Cenâb-ı Hak lisân-ı münâsible cevab verir:“Yâ Hızır! Sana verdiğim liste beni sevenlerin listesidir. Bir de bende bir liste var ki, o da benim sevdiklerimin listesidir.” Evet, doğrudur. Bir Allah’ı sevenler vardır ama bir de Allah’ın sevdikleri. Bir Allah’a yakın olanlar vardır ama bir de Allah’ın yakın oldukları. Bir ihlâsa erenler vardır ama bir de ihlâsa erdirilenler. Bir Allah’dan râzı olanlar vardır ama bir de Allah’ın râzı oldukları. Rabbimiz bizleri bu ikinci insanlardan eylesin.

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiFarzdan Sonra Salâten Tüncînâ Okumak
İbadet

Peygamber Efendimiz’e (asm) salâvat okumak, Allahu Teâlâ Hazretleri’nin bizlere bir emridir. Rabbimiz Kur’an’da şöyle buyurur: “Muhakkak ki Allah ve melekleri peygambere salât ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve selam verin” (1) Resûl-ü Ekrem (asm)’ın da ona salâvat getirmeye teşvik eden pek çok hadisleri vardır. Birisi şöyledir: “İnsanların kıyamet günü bana en yakın olanı, bana en çok salâvat okuyanıdır.” (2) Allah ve Resûlünün emir ve tavsiyeleri üzerine, tarih boyunca ümmet-i Muhammed (sav) değişik şekillerde pek çok salâvatlar okumuş ve yazmışlardır. Bu salâvatlarda ümmetin büyükleri olan o zâtlar, Peygamberimiz (asm)’a, onun yüce faziletlerini anarak salât ü selam getirmişlerdir. Mesela, Hz. Ali’nin, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin, Seyyid Abdulkâdir-i Geylanî Hazretleri’nin, Ahmed-i Bedevî Hazretleri’nin ve daha pek çok evliyaların salâvatları meşhur olmuş ve bu gün de okunmaktadır. Salâten Tüncinâ da bu meşhur salâvatlardan biridir. Peki, namazın farzından sonra Salâten Tüncinâ okumanın sünnetteki yeri nedir? İlk olarak şunu söylemeliyiz ki, bir amelin makbul ve sünnete uygun olması için aslının sünnette olması yeterlidir. Bu konuda Üstad Bedîüzzaman Hazretleri şöyle der: “…asılları Kitab ve Sünnetten ahzedilmek (alınmak) şartıyla ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mukarrer olan (yerleşik) usûl ve esasat-ı sünnet-i seniyeye (sünnetin asıllarına ve temellerine) muhalefet ve tağyir etmemek (zıt olup bozmamak) şartıyla, bid’a değillerdir.” (3) Farz namazlardan sonra Salâten Tüncinâ okumanın sünnete uygunluğunu şu hadis-i şerif açıkça gösteriyor:  “Peygamberimiz (sav)’e “Hangi duâ Allah katında makbuldür?” diye sorduklarında ‘Gecenin son kısımlarında ve farz namazların arkasında’ buyurmuştur.” (4) Demek ki, farz namazın hemen arkasından duâ etmek bizlere Peygamberimiz’in (sav) bir tavsiyesidir. Peygambere salât okumanın mânâsı ise, ona rahmet duâsı etmektir. Salâten Tüncinâ okumakla, en makbul bir duâ olan salâvat ile namazın arkasında duâ etmiş oluyoruz. Hem bunun gibi, farz namaza kamet edildikten sonra, duâ okumaya teşvik eden bir hadis-i şerif de şöyledir: “İki saat var ki o saatlerde duâ edenin duâsı reddedilmez. Namaza kamet getirildiğinde ve savaş için Allah yolunda saf tutulduğunda.” (5) Bu iki hadisten anlaşılıyor ki farz namazın öncesi ve sonrasında duâ etmek Allah Resûlünün tavsiyesi olan sünnetlerdir. Salâten Tüncinâ okumakla hem bu sünnet yerine gelmiş oluyor hem de namazın kabul olmasına bir vesile olması ümid ediliyor. Çünkü iki makbul duâ arasında yapılan duâ makbul olur. Mesela, farza başlarken okunan Kamet Duâsı bizzat Peygamberimiz’in (asm) ümmete ders verdiği bir salâvattır. Namaza başlarken Kamet Duâsını ve Selamdan sonra da Salâten Tüncinâ’yı okumakla, namazımızı iki makbul duâ olan iki salâvat arasına almış oluyor ve İnşâallah bunun kıldığımız namazın makbûliyetine bir sebeb olacağını ümit ediyoruz. Bu konuda Üstad Bedîüzzaman şöyle der: “Duâ edileceği vakit, istiğfar ile manevî temizlenmeli, sonra makbul bir duâ olan salâvat-ı şerifeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünki iki makbul duânın ortasında bir duâ makbul olur.” (6) Salâten Tüncinâ, salâvatlar arasında en çok bilinen birkaç salâvattan biridir. Bedîüzzaman Hazretleri onu kısaca şöyle tarif eder: “Âlemce meşhur ve gayet mücerreb (faydası çokça tecrübe edilmiş) ve umum aktabların mergubu (kutup makamındaki büyük evliyalarca rağbet görmüş) bir salâvat-ı şerifedir.” (7) Bu salâvatın gayet zengin olan manası şöyledir: “Yâ İlâhenâ! Efendimiz Muhammed’e, mübârek nesline ve ehl-i beytine salât eyle. Öyle bir salât ile ki, bizi onun hürmetine her türlü tehlike ve afetten kurtar. Onun bereketine bütün ihtiyaçlarımızı gider. Onun vesilesiyle bizi günahlarımızın kirlerinden temizle. Onun şerefine bizi en yüksek derecelere çıkar. Gerek hayatta iken, gerekse öldükten sonra bizi hayırlı işlerde varılabilecek en uç noktalara ulaştır. Ey bütün duâları işitip cevap veren Mucîb. Âmin (Bizim de duâlarımızı kabul buyur). Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” (8) Salâten Tüncinâ pek çok duâ kitaplarında geçmekle beraber bunların en meşhuru Delailü’l-Hayrat’tır. Delailu’l-Hayrat, en meşhur,  en muteber ve en faziletli salâvatların toplandığı bir kitaptır. 1400’lü yıllarda yaşamış olan Şazelî şeyhlerinden Süleyman Cezulî Hazretleri tarafından, meşhur salâvatlar toplanarak yazılmıştır. Böyle, amellerin daha faziletli olan şeklini ararken cemaatin adet ve tercihinin önemli olduğunu Üstad Hazretleri şöyle anlatır: “Böyle efdaliyet (hangisi daha faziletli olduğu) meselesinde, kabul-ü âmmeyi (umumun kabulünü) ihsas eden (gösteren) âdet-i cemaat (cemaatin uygulaması) medar-ı tercihtir (tercih sebebidir). Âdet-i İslâmiye nasıl gelmiş, o daha efdaldir.” (9) Netice olarak; Tüncinâ okumak, namazdan sonraki tesbihatı topluca yapmak, farzdan önce üç İhlâs okumak gibi asılları sünnetten kaynaklanan ve ibadet olan âdetler sünnete uygundur, bid’a değillerdir. Tarih boyunca ehl-i sünnet âlimlerinin destekleyip itiraz etmemeleri sebebiyle cemaatin âdeti haline gelmiş olmaları da makbuliyet ve faziletlerinin başka bir yönden göstermektedir. Ahzab, 56 Tirmizi, c. 2, s.354 Lem’alar, 11. Lem’a (Sünnet-i Seniye Risalesi) Kenzül Ummal, hadis no: 3402 Tergib ve Terhib. İbni Hibban’ın Sahihinden naklen. C.1, s.117 Mektubat, 23. Mektub Hizbu Envari’l Hakaiki’n-Nûriye Mealli Büyük Cevşen (Hayrat Neşriyat) Barla Lahikası

Cemal ERŞEN 01 Kasım
Konu resmiSivrisinek
İtikad

İnsana imkânsız gibi gelen bu rakam çok hassâs ölçümler sonucunda elde edilmiştir ve gerçekten de şaşılacak bir rakamdır. Dişi sivrisineklerde, antenlerin arasında, sivrisineğin kan emmek için kullandığı emme tüpü ya da diğer adıyla hortumu bulunur. Bu hortum basit yapıda bir hortum değildir. İçinde oldukça karmaşık bir sistem bulundurur. Aslında hortum, çok özel bir kesme ve vakumlama mekanizmasının kılıfıdır. Sivrisinek ısırdığında bu kılıf geriye doğru esner ve kesici mekanizma devreye girer. Bu mekanizma 6 parçadan oluşur. Bunlardan 4 tanesi kesici bıçaktır ve bu bıçaklar oldukça keskindirler. Bir insan derisini kolaylıkla kesebildikleri gibi, kurbağanın ya da bir yılanın pullu derisini de kesebilecek güçtedirler. Diğer iki parça ise birleşerek içi boş bir boru meydana getirir. Sivrisinek bu tüpü bıçakların açtığı yaradan içeri sokar ve bu sâyede soktuğu şeyin kanını emebilir. Bıçaklardan birinden yaranın içine akıtılan bir sıvı dokuları uyuşturur. Bu bir çeşit lokal anestezidir. Böylece sivrisinek derinizi kesip, kanınızı emerken siz bir şey hissetmezsiniz. Ayrıca bu sıvı kanın pıhtılaşmasını engelleyerek, sivrisineğin kan emmeye devam etmesini sağlar. Sivrisineğin ısırdığı bölgenin daha sonra kaşıntı yapması ve şişmesinin nedeni bu sıvıdır.

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiAmerikan Müslümanları
İtikad

ABD’de 10 milyon Müslüman yaşıyor. Bunların % 30’u mühtedî. % 70’i göçmen. Amerikan Müslümanları’nın % 60’ı 40 yaşın altında; genç, dinamik, münevver bir kitle. Amerikan ortalamalarına göre, Müslüman nüfusun gelir düzeyi de, eğitim seviyesi de % 25-26 daha iyi.  Bununla birlikte Amerikan Müslümanları pek çok problemle ve meydan okumayla da karşı karşıyalar. Münir SALİH Eylül’den sonra 500 bin Müslümanın FBI tarafından sorgulandığı ABD’de, Müslümanlar, Bush döneminde yaşanan cinnet halinden kurtulduklarına şükrediyorlar. Obama yönetimiyle birlikte gelen rahatlama bir süredir sümenaltı edilen problemlerin de yeniden masaya yatırılmasına sebep olmuş durumda. “Sekiz yıldır ne olmadığımızı anlatıyorduk, şimdi ne olduğumuzu anlatmanın zamanı geldi” diyen Kuzey Amerika İslam Topluluğu (ISNA) Başkanı mühtedi İngred Mattson, şimdiki durumu İnşirah Suresi’ni okuyarak açıklıyor. Obama’nın Müslüman danışmanı, “Who speaks for Islam” kitabının iki yazarından birisi (diğeri Prof. John Esposito) Dalia Mogahed ise Obama dönemini Müslümanlar için “Yeni bir devir” olarak tavsif ediyor. Bu fırsatı kullanmak için tüm Amerikan Müslümanları somut projelere katılmaya davet ediyor. Obama’nın partisinden kongreye seçilen Müslüman milletvekilleri Keith Ellison ve Andre Carson da Müslümanların bu yeni dönemi fırsat olarak görmeleri gerektiğinin altını çiziyorlar. FBI ve CIA’in ABD’de estirdiği korku rüzgârı dikkate alındığında yukarıdaki iyimser değerlendirmeler mübalağa gibi görünmüyor. Buna rağmen Amerikan Müslümanları Filistin, Lübnan, Keşmir, Irak, Afganistan ve diğer bölgelerdeki Müslümanların sıkıntıları ile ilgili açıkça, bugüne kadar hükümeti eleştiremeseler de tepkilerini zaman zaman gösteriyorlar. Fakat bu sene kırk altıncısı düzenlenen ISNA toplantısında İslam dünyasının problemli bölgeleriyle ilgili hiçbir oturumun olmaması Bush döneminin nasıl bir korku atmosferi oluşturduğunu görmek için yeterli. CNN, ABC ve FOX gibi televizyon kanallarının her gün, defalarca Afganistan, İran konulu İslamı karalayan haberler yaptığı ve her türlü İslamofobik tavır ve yayının amansızca yapıldığı bir ülkede “azınlık” olan Müslümanların hissiyatını anlamak için 28 Şubat günlerinde “çoğunluğu” Müslüman olan Türkiye’deki Müslümanların yaşadığı keşmekeşi, gerilimi ve ruh halini hatırlamak yeterli. ABD’de 10 milyon Müslüman yaşıyor. Bunların % 30’u mühtedî. % 70’i göçmen. Amerikan Müslümanları’nın % 60’ı 40 yaşın altında; genç, dinamik, münevver bir kitle. Amerikan ortalamalarına göre, Müslüman nüfusun gelir düzeyi de, eğitim seviyesi de % 25-26 daha iyi.  Bununla birlikte Amerikan Müslümanları pek çok problemle ve meydan okumayla da karşı karşıyalar. “10 milyona yakın Müslümanın yaşadığı tahmin edilen ABD’de Müslümanların en mühim problemleri nelerdir?” diye sorduğum ABD’deki en büyük Müslüman yayınevi ve yapım şirketinin başkanı Dr. Malik Mücahid’e göre birinci sorun “siyasi güçsüzlük”; hemen ardından ise genç neslin İslam’ı yaşamaya ikna edilmesi geliyor. Amerikan kültürü o kadar kasırga gibi esiyor ki yeni Müslüman olanlar bile birkaç sene sonra pes edebiliyor. İslami okullar yeterli değil, Amerikan okulları ise gençleri eritiyor, yok ediyor. Siyaset Bilimci Malik Mücahid tek cümleyle “Organize olup güçlenmeliyiz!” diyor ve ekliyor: “Çok kaliteli insanlardan oluşan bir Müslüman topluluğumuz var ancak bunları çekip çevirecek liderlerimiz maalesef yok!” Chicago’nun çatı kuruluşu Cihicago İslami Organizasyonlar Konseyi (CIOGC) Başkanı Cüneyd Afeef ise Amerikan Müslümanlarının sorunlarını açıklarken dışarıdan gelen Müslümanlarla yerli Müslümanları ayırıyor. Göçmen Müslümanların aşması gereken en mühim engellerden birisinin maruz kaldıkları ayrımcılıklar ve sivil haklardan mahrum kalmaları olduğunu belirten Afeef, yerli ve daha çok siyahlardan oluşan Müslüman nüfusun ise esas sorununun diğer Müslümanlarla irtibatsızlık olduğuna dikkat çekiyor. Tüm bu sorunların farkında olan ve bunları aşmak için ABD geneline yayılmış 45 şubesiyle çalışan Amerikan-İslami İlişkiler Konseyi (CAIR)’in Chicago Müdürü Ahmed Rehab, “Bizim görevimiz İslamı yaşamak ve toplumumuzun da İslamı yaşaması için her türlü kolaylığı temin etmek. Amerikalıların Müslüman olması ise Allah’ın vazifesi” diyor. Kuzey Amerika Helal Vakfı Başkanı ve Dünya Helal Konseyi üyesi Dr. Mazhar Hüseyni ise Amerikan toplumunun çok özgürlükçü, çalışkan ve dürüst bir toplum olduğunu, ancak âhir zaman fitneleri sebebiyle Amerikalı gençlerin yaklaşık 30 yaşlarına kadar şeytanın çocukları gibi yaşadıklarını, sonra iyi birer vatandaş olduklarını ifade ediyor ve ekliyor: “Şayet güzel örnek olunur, iknâ edilirse ve ciddi çalışılırsa İslâmiyet bu toplumu dönüştürebilir.”    Uzun ve sağlıklı bir tahlile tabi tutulması gereken ve Türkiye’den bakınca çok farklı görülebilen ve kimi zaman pek de doğru olmayan değerlendirmeler yapılabilen Amerikan Müslümanları “yeni dönem”de sorunlarını aşabilmek ve yeni bir diriliş yaşamak için çıkış yolu arıyorlar. Bu çıkış yolunu bulmalarına yardım etmek içinse her gün ABD ve politikalarına lanet okumaktan başka yapılması gerekenler var; Türkiye Müslümanları olarak önce doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete layık doğruluğu yaşamak gibi...

Münir SALİH 01 Kasım
Konu resmiKudüs İzlenimlerim
Kültür ve Medeniyet

Dört yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunun sevk ve idaresinde kalmış Filistin toprakları özellikle Kudüs ve diğer birçok şehirde yaptığımız gezide tarihi ve kültürel değerlerimizi bize anlatan ve bizzat tarihi eserleri yerinde görüp duygulandıran Sıla Turizm Şirketinin değerli İngilizce rehberi Muhammed Dinçer ile Arapça rehberi Musa Biçkioğlu’na ve bu organizasyonu gerçekleştiren İrfan Mektebi dergisi yetkililerine sonsuz teşekkürlerimi arz ediyorum. Perşembe günü 4 gece 5 gündüz olmak üzere İrfan Mektebi dergisi’nin talihlisi olarak Mehmet Serkan Burun ile birlikte Sıla Turizm Şirketinin 24 kişilik kafilesine katılarak İstanbul’dan THY’na ait bir uçak ile saat 07.30 da hareket edip 09.35 de Telaviv Havaalanı’na indik. Bizi hazır bekleyen bir otobüs ile Yafa şehrine gittik. Hasan Paşa Camii, Sultan Abdülhamit Han’ın yaptırdığı Saat Kulesi ve Osmanlı Çeşmesini gezdikten sonra 1 saatlik bir kara yolculuğu ile Kudüs şehrine geldik. Yol güzergâhında Yahudilerin Müslümanların geçişine mani olmak üzere yaptıkları yüksek ve üzeri helezoni dikenli tel ile çevrili utanç duvarını, kameralı gözetleme kulelerini ve Cehennem Vadisini gördük. Kudüs’te bize tahsis edilen otelde akşam yemeğini yedikten sonra akşam ve yatsı namazını kılmak üzere Mescid-i Aksâ’ya gittik. Mescid-i Aksâ’nın Harem denilen meydanındaki Kubbetüssahra (Hz. Ömer Camii), Kubetüssahra’nın içindeki Muallâk Taşı, yine Haremdeki Kayıt Bay Çeşmesi (Abdülhamit Çeşmesi), Kasım Paşa Sebili, Kubbetül Silsile, Selahaddin Eyyubî Şadırvanı’nı gezdikten sonra akşam ve yatsı namazlarını Mescid-i Aksâ’da eda edip otelimize döndük. Cuma günü sabah namazını Mescid-i Aksâ’da kılıp otelimizde sabah kahvaltısını yaptıktan sonra tarihi Kudüs Çarşısı, Hz. Ömer Camii, Kanunî Sultan Süleyman’ın yaptırdığı 4 adet çeşme, Hıristiyanlarca Hz. İsa (as)’ın çarmıha gerilmek üzere yürütüldüğüne inanılan çile yolu, Hz.Davut (as)’ın kabri, Hz.Ömer (ra) ile Yavuz Sultan Selim’in Kudüs’e girdiği El Halil Kapısı ve sanat değeri çok muhteşem olan Şam Kapısı ve Süleyman (asm) mağarası, Yahudilerin ayin yaptıkları Ağlama Duvarı (Burak Duvarı), ve yaptıkları kazı çalışmaları ve ağlama duvarında ayin yapan ve Seknaç tabir edilen askerlikten, vergiden ve dünyevi meşgaleden muaf olup devlet tarafından yüksek miktarda maaş alan din adamları ve yaptıkları ayin şekli, giydikleri kıyafetleri ve niçin ağladıklarına dair bazı bilgiler elde edip yakinen izledik. Bundan sonra Peygamber Efendimiz (asm)’ın namaz kıldığı rivayet edilen mihrabın bulunduğu Burak Mescidi’ni gezdikten sonra Cuma namazı için Mescid-i Aksâ’ya geldik. Cuma namazından sonra Zekeriyya (asm)’ın Meryem validemize baktığı hücrenin bulunduğu Mervan Mescidi’ni ziyaret ettik. Sonra Mescid-i Aksâ’nın dış duvarına bitişik doğu cephesindeki Müslüman mezarlığında medfun sahabe-i kiramdan Ubabe bin Sâbit (ra) ve Şeddat bin Evs (ra)’ın kabirleri ile Kudüs ve Mescid-i Aksâ’nın müdafaası esnasında şehit olanların kabirlerini ziyaret ettik. Daha sonra Hrıstiyanlarca Îsâ (as)’ın çarmıha gerildikten sonra defnedildiğine inanılan ve Hristiyanlarca kutsal sayılan Kıyamet (Kıyam ve Hrıstiyanların hacc yeri ola) Kilisesini gezdik. Akşam yemeğini otelde yedikten sonra akşam ve yatsı namazını Mescid-i Aksâ’da eda ederek otelimize döndük. Zeytin Dağı, Selman Farisi (ra)’ın makamı, Rabiatül Adeviyye (ra)’nın makamını ziyaret ettik. Bir saat süren yolculuk neticesi Elhalil şehrine intikal ettik. Hz. İbrahim (as) ile hanımı Sâre validemiz, İshak (as) ile hanımı Rıfka validemiz, Yakup (as) ile hanımı Laika validemiz ve Yusuf (as)’ın kabirlerini ziyaret ettik. Daha sonra İbrahim (as)’ın yaşadığı ve Cebrail (as) tarafından Lut Kavmi’nin helak edileceğine dair haber getirdiği yer ve tarihi kalıntıları gezdik. Sonra Beyt-ül Lahm şehrine hareket ettik. Oradaki İsa (as)’ın doğduğu yerde inşa edilen Kutsal Doğuş Kilisesi ve hemen karşısındaki Hz. Ömer Camii’ni gezdikten sonra Kudüs’e geldik. Akşam yemeğini otelde yedikten sonra akşam ve yatsı namazını Mescid-i Aksâ’da eda ederek otelimize döndük.  Pazar günü Kudüs’ün tarihi çarşı ve mekânlarında dolaştık. İkindi namazını Mescid-i Aksâ’da eda ettikten sonra Mescid-i Aksâ’nın Harem alanında düzenlenen Miraç Kandili gündüz programını ve Kudüs’ün 1187 yılında Selahaddin Eyyubi tarafından fethedilişine dair yapılan kutlama merasimine iştirak ettik. Akşam namazını Kubbetüssahra’da eda eyledikten sonra TRT tarafından ilk defa Kubbetüssahra ve Mescid-i Aksâ’dan naklen yayın yapan miraç kandili programına iştirak ettik. Pazartesi günü Samuel Tepesi denilen mevkideki Şemûil (as)’ın kabrini ziyaret ettik. Sonra Musa (as) Makamı ile Külliyesi ve Yunus (as) Makamını ziyaret ettik. Daha sonra Meryem validemizin defnedilip nâşının bir süre sonra melekler tarafından göğe çıkarıldığı iddia edilen Ermeni Ortodoks Kilisesi’ni gezdik. Sonra Akka şehrine hareket ettik. Napolyon’u mağlup eden Cezzar Ahmet Paşa’nın türbesi, Vezir Hanı ve 1900 yılında Abdülhamit Han tarafından yaptırılan Saat Kulesini gezdik. Sonra Nasıra’daki, Cebrail (as)’ın Meryem validemize İsa (as)’ın geleceğinin müjdesini verdiği iddia edilen Müjde Kilisesi’ni gezdik. Daha sonra deniz seviyesinden 430 metre aşağıda bulunan, derinliği 400 metre, eni 18 km, uzunluğu 38 km, tuz oranı %29 olan, hiçbir canlının yaşamadığı, sadece içerisinde 13 tane bakteri tespit edilen suyundan ve çamurundan şampuan mayası yapılan Lut Gölü (Ölüdeniz)’ i gezdik. Sonra Dünyanın en eski yerleşim birimi olan Eriha şehrine hareket ettik. Yol kenarındaki Ruslar tarafından yaptırılan Ortodoks Manastırı ile Eriha şehir merkezindeki Emevilerden kalma Hişam’ın meşhur saray kalıntılarını gezdikten sonra Telaviv Havaalanına intikal ettik. Aynı gün saat 19.30 da THY ait uçak ile İstanbul’a döndük. Filistinli Müslüman kardeşler ile yaptığımız görüşmelerimizde şu serzenişte bulundular:“Birçok varlıklı Müslüman kardeşlerimiz müteaddit defalar umre ve hac ibadetlerini eda eyledikleri halde yeryüzünün üç kudsi mescidinden birisi olan Mescid-i Aksâ’yı bir defacık olsun ziyaret etme azmi ve iştiyakını göstermemektedirler. Bu durum bizleri çok üzmektedir. Varlıklı Müslüman kardeşlerimizden bu konuda daha duyarlı davranmalarını istirham ediyoruz.”Dört yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunun sevk ve idaresinde kalmış Filistin toprakları özellikle Kudüs ve diğer birçok şehirde yaptığımız gezide tarihi ve kültürel değerlerimizi bize anlatan ve bizzat tarihi eserleri yerinde görüp duygulandıran Sıla Turizm Şirketinin değerli İngilizce rehberi Muhammed Dinçer ile Arapça rehberi Musa Biçkioğlu’na ve bu organizasyonu gerçekleştiren İrfan Mektebi dergisi yetkililerine sonsuz teşekkürlerimi arz ediyorum.Cenâbı Hak’tan bütün Müslüman kardeşlerimize bu kutsi mekânları görüp izleyip ve akabinde mazlum ve mağdur Filistinli Müslüman kardeşlerimizi duaları içine almalarını temenni ediyorum.

Halit BAĞDATLI 01 Kasım
Konu resmiRisâle-i Nur’da Kadın ve Âile (2)
Risale-i Nur

Tesettür, toplum hayatı için en kudsî ve en hakikatli ilahî bir düsturdur. Kur’ân’ın bu hükmünü 1500 senelik İslâm tarihinde milyonlarca âlim ve binlerce tefsir te’yid ettikleri gibi bütün semavî dinlerde de tesettür mevcuttur.  RİSÂLE-İ NUR’DA “TESETTÜR” Avrupa medeniyetinin taklidine kapılarak İslâm kadınının şerefine yakışmayacak şekilde tesettürlerini terk eden kadınlar, hem masum fıtratlarını bozmuşlar hem de toplum ahlâkını bozmak isteyen mihrakların oyuncağı durumuna düşmüşlerdir. Kadını, hakiki fıtratı olan masumiyetine yöneltmekte Risâle-i Nur’un ciddi bir tesiri bulunmaktadır. Risâle-i Nur, ahir zamanda Avrupa medeniyetinin bozduğu kadın fıtratını düzelterek kadına gerçek kimliğini kazandırmaktadır. Kadının fıtratını bozan en önemli etken; şüphesiz tesettürsüzlüktür. Açık saçıklık kadının hayasını yok ederek günaha kabiliyetsiz masum yapısını bozmaktadır. Kadın, tesettürü ile aile ve toplum ahlâkını güzelleştirmede en önemli ve en yüksek rolü oynarken, açık saçıklığı onu ahlâksızlığın kaynağı durumuna düşürmektedir. Maalesef bazı gafil kadınlar, sefih amaçları uğruna kadınları kullanmak için çalışan bir takım güç odaklarının oyununa düşmektedirler. “Mimsiz medeniyet taife-i nisayı yuvalarından uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul meta yapmış. Şer’-i İslâm onları rahmete davet eder, eski yuvalarına. Hürmetleri orada rahatları evlerde hayat-ı ailede.. Temizlik; ziynetleri, haşmetleri; hüsn-ü halk, lütuf ve cemali; ismet. Hüsn-ü kemali şefkat, eğlencesi evladı. Bunca esbab-ı ifsad demir sebat kararı lazımdır. Ta dayanabilsin.” (Hanımlar Rehberi) “Ben de siz hemşîrelerime ve gençleriniz olan mânevi evlâtlarıma kat’iyyen beyan ediyorum ki: Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur!” (Hanımlar Rehberi) TESETTÜRSÜZLÜK, İMANA ZARAR VERİR “Evet, nasıl ki tariflerde eski zamanda amazonlar namında gayet silahşor kadınlardan mürekkep bir taife-i askeriye harika harpler yaptıkları naklediliyor. Aynen öyle de bu zamanda zındıka dalaleti İslâmiyet’e karşı muharebesinde nefs-i emmarenin planıyla şeytanın kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi açık bacak kadınlarla yarım çıplak hanımlardır ki; açık bacaklarıyla dehşetli bıçaklarla ehl-i imana taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu kapamağa, fuhuşhane yolunu genişlendirmeğe çalışarak çokların nefislerini birden esir edip kalp ve ruhlarını kebâir ile parçalıyorlar. Belki o kalplerden bir kısmını öldürüyorlar.” (Hanımlar rehberi) “Ahir zamanın fitnesinde en dehşetli rolü oynayan taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu, hadisin rivayetlerinden anlaşılıyor.”(Hanımlar Rehberi) TESETTÜRSÜZLÜĞÜN AİLEDEKİ NETİCELERİ Evlilik, insanlığın toplumsal anlamda kemâl kazanmasına ve fertlerin sağlık ve mutlulukla yaşamasına sebep olan ilahî bir müessesedir. Bütün semavî dinlerde kutsal kabul edilen evlilik müessesesinin devamı için sadakat en önemli esastır. Tesettür, eşler arasındaki sadakat ve gerçek muhabbetin en önemli delillerinden biridir. Fakat tesettürsüzlük bunun tam tersi olarak, karı-koca arasındaki sadakat ve muhabbete ciddi anlamda zarar vermektedir. Bilindiği gibi kadın-erkek arasındaki var olan yegâne meyil, neslin devamı için bir yaratılış kanunudur. Tesettürsüzlük bu ilahî kanunun sû-i istimaline sebebiyet vermektedir. Bir erkek açık saçık kadınların bulunduğu ortamlarda bir kısım kadınların kendi karısından daha güzel olduğunu görerek eşinden başkalarına meyleder. Bu meyil, ‘aldatma’ ile sonuçlanacak bir başlangıç hükmüne geçebilir. Kadın da kocasından daha vasıflı erkekleri kocasıyla kıyaslayarak beğendiği erkeklere kendini göstermek ve beğendirmek iştiyakına girebilir. İşte ailedeki sadakat, güven, hürmet ve muhabbeti yok eden bu bayağı his ve düşüncelere tesettür büyük ölçüde mani olurken, açık saçıklık bu çirkin hislerin çok vahim neticelere ulaşmasına yol açmaktadır. Binlerce aileyi parçalayan, çocukları perişan kılan, psikolojisi bozuk nesiller oluşturan ve toplumun maddî-manevî çöküşüne sebebiyet veren pek çok ahlâksızlığın en önemli çözümü; kadının ‘gerçek anlamda bir tesettür’e sahip olması ile mümkün olacaktır. Gerçek anlamdaki tesettürden kastettiğimiz; kadının cazibesini açığa çıkarmayan tesettürdür. Bugün dünyanın hemen hemen her ülkesinde, her bir buçuk dakikada; bir “boşanma” davası açılıyorsa ve evliliklerin yıkılış sebeplerinin başında “aldatma” geliyorsa tüm bunlarda açık saçıklığın payı inkâr edilemeyecek kadar büyüktür. Bedîüzzaman hazretleri bu mühim konuya Hanımlar Rehberi’nde şöyle dikkat çekmiştir: “Bir ailenin saadet-i hayatiyesi koca ve karı mabeynindeki bir emniyet-i mütekabile ve samimi bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık o emniyeti bozar. Ve o mütekabil hürmet ve muhabbeti de bozar.” Birbirine güvensiz eşler sağlıksız aileleri oluşturur. Sağlıksız aileler de sorunlu nesilleri... Tüm bunlarla beraber tesettürsüzlüğün bir vahim neticesi de nikâhsız yaşama sevk etmesidir. Gençlerin evlilik yerine nikâhsız bir yaşam tercih etmelerinde, huzursuz aile ortamları ve açık saçıklık sebebiyle güvenilir eş adayı bulamayışlarıdır. Demek ki tesettürsüzlük, toplumun en önemli esası olan çekirdek aile kavramına doğrudan vurulan bir darbedir. TESETTÜRSÜZLÜK, MADDÎ-MANEVÎ ZAYIF BİR NESLE SEBEPTİR Risâle-i Nur’da açık saçıklığın sadece manevî değil maddî anlamda da zayıf bir nesli netice verdiği nazara verilmiştir: “Seriüt-teessür ve hassas olan memalik-i harrede insanların hevesat-ı nefsaniyesini mütemadiyen tehyic edecek açık saçıklık elbette su-i istimalata ve neslin zaafiyetine ve sukut-u kuvvete sebeptir.” (Hanımlar Rehberi) TESETTÜRSÜZLÜĞÜN TÜYLER ÜRPERTEN BİR NETİCESİ Tesettürsüzlük bir takım cinsel sapıklık eğilimi olan şahısların kötü ahlaklarının açığa çıkmasına sebep olmaktadır. Son zamanlarda açık saçıklığın ve ahlâksız yayınların artması ile aile içi cinsel şiddet ve istismarın çoğalması birbiriyle doğrudan alakalıdır. Tesettürsüzlük bu denli ahlaksızlığı ve sapkın duyguları harekete geçirmeye zemin oluşturmaktadır. Bedîüzzaman hazretleri, insaniyetin hayvaniyete dönüşmesi demek olan bu tüyler ürpertici vahim duruma neyin sebep olduğunu Tesettür Risâlesi’nde şöyle açıklamıştır: “İnsan, hemşire misilli mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehevânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!” TESETTÜRSÜZ KADIN, ARADIĞI HUZURU BULAMAZ Avrupa medeniyeti kadına “ancak tesettürsüz olduğu zaman hür ve mutlu bir kadın olabileceği yanılgısı” empoze etmektedir. Fakat maalesef açık saçık kadınlar hayatlarında arzu ettikleri ve aradıkları huzuru bir türlü bulamamaktadırlar. Çünkü tesettürsüz kadın, asalet ve vakarının büyük bir kısmını kaybettiği gibi hayatında nazik kalbini anlayacak, kendisini layıkıyla sevip mutlu edecek şefkatli bir eşi de bir türlü bulamaz. Kendi kocasından göremediği ve bulamadığı mutluluğu başka erkeklere kendini beğendirmekle telafi etmeye çalışsa da açık kadın her geçen gün daha da huzurunu kaybetmektedir. Bedîüzzaman hazretleri, tesettürsüzlüğün kadının değerini nasıl düşürdüğünü şöyle ifade eder: Bu zamanda aklı başında olan Müslüman kadınlar, tesettürleri ile kıymet ve vakarlarını muhafaza etmektedirler. Acziyetlerine kudret getiren tesettürlerini muhafaza etmekte ve açık saçıklık ile kıymetlerini ucuza düşürmemektedirler. Böylece hem çok sevdikleri ama çok kısa süren güzelliklerini cennette ebedîleştirerek ne kadar kârlı ve ne kadar akıllı hareket ettiklerini göstermektedirler. “Bir kaç sene namahrem hevesatına göstermenin tam cezası olarak o bıçaklı bacaklar cehennemin odunları olup, en evvel o bacaklar yanacaklarını ve dünyada emniyet ve sadakati kaybettiği için hilkaten çok istediği ve fıtraten muhtaç olduğu münasip kocayı daha bulamazlar. Bulsalar da başlarına bela bulurlar. Hatta bu halin neticesi olarak o ahir zamanda bazı yerlerde nikâha rağbetsizlik ve riayetsizlik yüzünden kırk kadına bir erkek nezaret edecek derecede kadınların ehemmiyetsiz kıymetsiz bir surete gireceği hadisin rivayetinden anlaşılıyor.”(Hanımlar Rehberi) Sefih medeniyet tesettürü kabul etmemekle, kadının asıl güzelliğini hiçe sayıp sadece maddî güzelliğini -dişiliğini- nazara vermek istemektedir. Tesettürsüzlük sebebiyle günümüzde artık “kadın” denilince akla sadece “dişilik” gelmektedir. Bu bakış açısına göre yaşlanmış ve güzelliği geçip çirkinleşmiş bir kadının artık ifade ettiği bir mana ve değer bulunmamaktadır. Hâlbuki kadına karşı hürmet duygularını oluşturan asıl güzellik; ebedi bir hayat arkadaşı olması, şefkati, fedakârlığı ve anneliğidir. Kadının bu anlamdaki gerçek güzelliğini ancak onun tesettürü ortaya çıkarabilir. Açık saçıklık ise, tam aksine kadının hakiki güzelliğini kapatmış -sadece tenine itibar edilir- bir obje durumuna düşürmüştür. “Kur’ân’ın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o maden-i şefkat ve kıymettar birer refika-i ebediye olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan, zilletten ve mânevî esaretten ve sefaletten kurtarıyor.” (Lem’alar) TESETTÜR MEDENİYETTİR Bu zamanda aklı başında olan Müslüman kadınlar, tesettürleri ile kıymet ve vakarlarını muhafaza etmektedirler. Acziyetlerine kudret getiren tesettürlerini muhafaza etmekte ve açık saçıklık ile kıymetlerini ucuza düşürmemektedirler. Böylece hem çok sevdikleri ama çok kısa süren güzelliklerini cennette ebedîleştirerek ne kadar kârlı ve ne kadar akıllı hareket ettiklerini göstermektedirler. Ayrıca fertlerin, toplumların ve milletlerin ahlâkî değerlerinin muhafazası ve yükselmesi uğruna tesettürlerini asla terk etmemekle yüksek medeniyet anlayışlarını ortaya koymaktadırlar. Çünkü medeniyet, kişinin kendi keyfi için toplumun hakkına zarar vermeği kabul etmez. Medeni kadınlar, tesettürle girdikleri cüzî ve geçici bir zahmete, toplumlarının iman ve ahlâkı uğruna lezzetle tahammül edebilirler.  “Eğer terbiye-i İslâmiye dairesinde adab-ı Kur’âniye zinetiyle o cemal güzelleştirilse, o fani hüsün manen baki kalacağını ve cennette hurilerin cemalinden daha şirin daha parlak bir tarzda kendine verileceği hadiste kat’iyetle sabittir.”(Hanımlar Rehberi) “Siz hemşirelerime ve gençleriniz olan manevi evlatlarıma katiyen beyan ediyorum ki; kadınların saadet-i uhreviyesi gibi saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvi seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi daire İslâmiye’deki terbiye-i diniyeden başka yoktur.”(Hanımlar Rehberi) “Kurân’ın tesettür emri fıtrî olmakla beraber o maden-i şefkat ve kıymettar birer refika-i ebediye olabilen kadınlar, tesettür ile sukuttan, zilletten ve manevi esaretten ve sefaletten kurtarıyor.” (Hanımlar Rehberi) Hâsıl-ı kelâm; tesettürü terk etmiş kadınları bulunan milletler, istikballerini ahlâkî çöküntüye mahkûm etmişlerdir. Tesettür fert, aile ve toplumların selameti için vazgeçilmez bir esastır. Aklî ve vicdanî muhakemesi ölmemiş her insan anlayabilir ki; tesettürün gereği İslâmiyet değil insaniyettir. Tesettürü kabul etmek için İslâm olmak değil insan olmak kâfidir.

Mehlika YAĞMUR 01 Kasım
Konu resmiYasak Meyve ve Yeni(lenen) Toplumun Mimarı Hanımlar
İnsan

Ahir zamanda en dehşetli fitne açık saçıklık olduğunu hep beraber yaşayarak görüyoruz. İdeolojilerin pasifleşmesiyle beraber, süfli hastalıklar daha da bir boy gösterir oldu. İletişim araçlarının çok geniş banda yayılmasıyla, günah tacirleri de kendilerine muazzam bir zemin buldular. Böylece; insanlık âleminin en nazik ve nazdar ve İslamiyet’in “Cennet anaların ayakları altındadır.” gibi ifadelerle kıymet atfettiği kadın öğesi,  bu ahir zaman fitnesinin en mühim aktörü haline ge(tiri)ldi. Açık saçıklığın öğesi olan kadının hayatın içindeki bu olumsuz rolü, elbette sadece bu haliyle kalmadı ve kalmıyor. Her türlü menfi faaliyetin tetikleyicisi olarak kullanıldılar ve kullanılmaya da maalesef devam ediliyor. Ve bu hal, toplumda çok huzursuzluklara ve sıkıntılara yol açmaya –eğer önlem alınamazsa- devam edecektir. Şimdi kritik soru şudur: Bunca yıl İslâmiyet'e bayraktarlık yapmış bu memleketin insanları bu hale nasıl geldi? Biz çocuklarımızı ve kendimizi bu girdaptan nasıl kurtaracağız? YASAK MEYVE Mevzuu anlamak için Kur’anî bir seyahat yapıp, Âdem (as)’ın cennet hayatındaki yaşadığı bir hadiseye bakacağız. Kur’an’da hadise şöyle anlatılıyor: “Ve ey Âdem! Sen zevcen (Havvâ) ile Cennete yerleş; artık dilediğiniz yerden yiyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz! Derken şeytan, (o ikisini, netîcelerinden biri de) onlardan örtülmüş avret yerlerini kendilerine göstermek (olan hatâya sevk etmek) için, onlara vesvese verdi ve: “Rabbiniz, ancak melek olmayasınız veya (Cennette) ebedî kalıcılardan olmayasınız diye sizi bu ağaçtan men‘ etti” dedi. Ve onlara: “Doğrusu ben size gerçekten (iyiliğiniz için) nasîhat edenlerdenim” diye de yemîn etti. Böylece o ikisini aldatarak (o ağaçtan yemeye) tenezzül ettirdi. Derken ağacı(n meyvesini) tattıklarında, avret yerleri kendilerine göründü de Cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar. Bunun üzerine Rableri o ikisine: “Size bu ağacı yasaklamadım mı ve şübhesiz şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?” diye nidâ etti.” (1) (7/19-22) Dikkat edilirse, yaklaşılması istenilmeyen ağacın meyvesinden yemenin ilk cezası, avret yerlerinin açılması yani tesettürsüzlük olmuştur. Şeytanın kullandığı hile ise, Cennette ebedî kalacakmış tevehhümü vermek. Şimdi dönüp kendi hayat(lar)ımıza ve yaşantımıza bir göz atalım. Yediğimiz şeylerin yasaklananlardan mı, yoksa helâl kılınanlardan mı olduğunu sorgulayalım. Ya da şöyle bir soru soralım: Etrafımızda günaha temel teşkil edecek tesettürsüzlük ve açık saçıklık hızla yayılıyor. Nefislerimizi etkisi altına alıp bütün insanlığa zarar veriyor. Her şeyiyle mükemmel kılınmış şu dünya hayatında rızık olarak tertemiz çok nimetler Allah tarafından etrafa yayılmışken, acaba bizler -bilerek veya bilmeyerek- yasak şeylerden mi yiyoruz? Veya aslında haram kılındığı halde bizler, emir ve yasak komutlarını unutup nefsimizin de fetvasıyla, esası harama dayalı işlerin neticeleriyle mi doyunuyoruz? Yakın olduğumuz ağaçlar yasak, yediğimiz meyveler zararlı mı acaba?.. Bu arada “Helâl da bellidir haram da bellidir. İkisi arasında da çok kimsenin ne olduğunu bilmediği, şüpheli şeyler vardır. Her kim şüpheli şeylerden sakınırsa, dinini ve ırzını kurtarmış olur.” Hadis-i Şerifini de hatırımızdan çıkarmayalım. HANİFEN MÜSLİMEN GÖMLEĞİ İbrahim (as) imanından dolayı ateşe atılmış, fakat ateş onu ve gömleğini Allah’ın izniyle yakmamıştı. İbrahim (as)’ın giyindiği “hanifen müslimen gömleği”, yani Allah’a olan imanı, bu gün bizlerin de mağaza vitrinlerimizi süslemesi, belki toplumun modası olmalıdır ki, hem dünya ateşinden hem de ahiret ateşinden korunabilelim. Yukarıda zikri geçen ve kısaca ‘takva’ diye isimlendirilen bahsettiğimiz konu, yasak kılınanlardan uzak durmayı ifade eder. Bu uzak durma, şüpheli şeyleri de kapsamaktadır. Zira zararın çok olduğu yerde temkin lazımdır. Kendimiz ve neslimiz adına korktuğumuz her türlü fitneden muhafazanın en mühim amili, çok sevaplı işler yapmaktan önce, yasaklananlardan kaçınmaktan ibarettir. Üzerimize giyineceğimiz ‘takva elbisesi’, yani haram ve şüpheli şeylerden kaçınmak, yani başta yeme-içmemize dikkat etmemiz, inşallah kurtuluş ve selamet reçetemiz olacaktır. Aksi takdirde, gazetelerin üçüncü sahife haberleri ilk sahifelere, spotlara taşınmaya ve ismini zikretmekten hazer ettiğimiz nice pislikler hayatımızın kareleri içinde yer edinmeye devam edecektir. ELBİSEDEN MAKSAD İnsan, kendisine cömertçe ikramlarda bulunulmuş bir varlıktır. Hem sair mahlûkatın içinde seçkin bir yere sahiptir. Bu özelliği Risale-i Nur’da şöyle anlatılır: “Dünyada sun’î libasın hikmeti, yalnız soğuk ve sıcaktan muhafaza ve zînet ve setr-i avrete münhasır değildir; belki mühim bir hikmeti, insanın sair nevilerdeki tasarruf ve münasebetine ve kumandanlığına işaret eden bir fihriste ve bir liste hükmündedir. Yoksa kolay ve ucuz, fıtrî bir libas giydirebilirdi. Çünki bu hikmet olmazsa; muhtelif paçavraları vücuduna sarıp giyen insan, şuurlu hayvanatın nazarında ve onlara nisbeten bir maskara olur, manen onları güldürür.” (2) Hal böyleyken, insan kendisine verilen rütbenin bir nevi (üni)forması olan elbisesini, keyfiyetine haiz olarak, Allah’ın istediği tarzı takınarak giyinmek mecburiyetindedir. Özellikle hanımlar, Allah’ın emri olan tesettüre riayete son derece özen göstermelidirler. Zira yeni(lenen) toplumun mimarı, hanım olmanın kıymetini ve gereklerini bilen hanımlar olacaktır inşâallah. http://www.risaleonline.com/tr/index.php?option=com_wrapper&view=wrapper&Itemid=5 Said Nursi, Osmanlıca Mektûbât Risalesi, 28. Mektûb, 235-236

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Kasım
Konu resmiTesettür Kadınlar İçin Fıtrîdir
İtikad

Evet, tesettürün ne derece fıtrata(yaratılışa) uygun olduğunu anlamak için şu maddeleri gözden geçirelim: Kadınlar, yaratılış itibariyle zayıf ve naziktirler. Kendilerini ve hayatlarından daha çok sevdikleri yavrularını himaye edecek bir erkeğin korumasına ve yardımına muhtaçtırlar. Kocaları nazarında kendilerini sevdirmek ve nefret ettirmemek icab eder. Kıskançlık cihetiyle kendilerinden daha çok güzellere nisbeten çirkin düşmemek veya tecavüz ve ittihama maruz kalmamak ve kocası nazarında hıyanetle müttehim olmamak için fıtraten tesettür isterler. Ayrıca tesettür; Kadınları zilletten ve manevi esaretten ve sefaletten kurtarıyor. Namahremin iştihasını açmayıp tecavüzüne meydan vermiyor. Kadınların bir siperi ve bir kalesi oluyor. Halis bir şükrü ifade ediyor. Çünkü güzellik bir ni’mettir. Nimete şükredilse ma’nen ziyadeleşir. Eğer şükür edilmezse değişir, çirkinleşir. Karı-koca arasındaki karşılıklı emniyet, samimi hürmet ve muhabbeti te’min eder. Tesettürsüzlük ise, izdivacı çok azalttığından kesret-i nesil yine tesettür emrine inkıyad ile mümkün olacaktır. Kadın, aile hayatında “dâhili müdür” olmakla birlikte kocasının bütün malına ve evladına “muhafaza memuru” olduğundan en esaslı hasleti sadakat ve emniyettir. Açık saçıklık ise bu sadakâti kırar. Kocası nazarında emniyeti kaybeder.    Kadın kocasına sırf dünyevî bir arkadaş değildir. Belki ebedî hayatta dahi bir refika-i hayattır. Öyleyse ebedi arkadaşını kaybetmemek için takvaya girmek gerekmez mi?

Ali CİRİT 01 Kasım
Konu resmiYetmiş Sekiz
İnsan

Morali bozuktu Benjamin’in. Yüzünden düşen bin parçaydı. Yine hatırlamıştı o günleri. Aklına gelince derin bir hüzün kapladı içini, gözleri doldu dolacaktı. Yıllar önce büyük oğlu uyuşturucu işine bulaştıktan sonra vefat haberi ile yıkılmış, her şeyini küçük oğluna adamıştı. Tek yaşam kaynağı olan küçük oğlu ise ağabeyinden sonra çok sevgili babasını bir trafik kazasında terk etmiş ve babasını hüzne boğmuştu. Hayatta tutunacağı bir dalı, gurur duyacağı bir dayanağı olmadığını düşünen Ben, artık İngiltere’de kalmak istemiyordu. Zaten genç yaşta emekli olmuş, yirmi yıldır sırf çocukları için para biriktiriyordu ki artık biriktirmesinin de anlamı kalmamıştı. Dünyayı gezmeye karar verdi. Neresi olursa gidecekti. Önce Uzak Doğuya gitti, Japonya, Tayvan, Kore. Değişik kültürler, tatlar, insanlar deniycekti, belki unuttururlar ona diye. Olmadı.Pek çok ülkeye gitti, oralarda uzun vakit geçirmesine rağmen bir türlü aradığı huzuru bulamadı. Sonunda Yeni Zelanda’ya kardeşinin yanına gitmeye karar verdi. Belki yakınlarında tanıdığı birileri olması onu rahatlatırdı fakat maalesef yine bulamadı aradığını. Kardeşi Yakop ona vefat eden oğlunu hatırlatıyordu. Sanki evde oğlu dolaşıyordu. Orada da çok kalamadı. Ne yapacaktı? Nereye gitsindi, ne yapsındı? Derin derin düşünüyordu ki masada önceki günden kalan buruşmuş gazetenin siyah beyaz sayfaları arasındaki büyük puntolarla yazılmış tatil reklamına gözü ilişti. “Sırları Çözülemeyen Mekânlar: Mısır Piramitleri” 10 günlük Mısır tatili, hem de indirimdeydi. Kış geldiğinden olsa gerek fiyatlar da düşmüştü. Benjamin kışın sert geçmediği yerleri severdi. Bu fikir hoşuna gitti. Karar verilmişti artık, Mısır’a gidilecekti.  Yetmiş yedi yaşına Mısır’da giren Ben ilk gün otelden dışarı çıkamadı, hem yol hem de hayat yormuştu onu. Ertesi gün program dâhilinde Mısır gezisine başlayacaktı, yeni bir gün için dinlendi. Herkesle beraber piramitlere gitti, devasa taşlar, ilgici çekici binalar, mistik ortamlar onu çok da etkilememişti. Kalbinin bir yerlerinde hatırlamak istemediği o hüzün sanki onu hep takip ediyordu. Kaçacağı bir yer arıyordu. Tur bitmiş serbest vakit geçirmek üzere şehir merkezine getirilmişlerdi. Gençliğinde hız tutkunu olan Ben, motor kiralamaya karar verdi. İlk gördüğü kiralama servisine daldı. Görevli genç kibarca karşıladı ve zayıf İngilizcesiyle ne tarz bir şey istediğini sordu. Motosiklet kiralamak isteyen Benjamin’e şöyle bir bakan genç, adamın yaşlı olduğunu görünce motordan vazgeçirmek istedi. Patronu yine kızacaktı ona, biliyordu ama bu adam çok yaşlıydı ve başına bir şey gelmesinden endişelendi. Derken motosiklet işini erteleyen Benjamin, adının Ahmet olduğunu öğrendiği gençle sohbete koyuldu. Bir saat kadar sonra Ben otele gitmek üzere ayrıldı.  Diğer günlerde de öğleden sonraları saat iki üç civarında Ahmet’e uğramaya başladı. Genç, Benjamin’e gayet nazik davranıyor, onu dinliyor ve ihtiyacı olduğunda da Kahire’de neyi, nerede, nasıl bulacağını anlatıyordu. Samimiyetin kısmen arttığını gören Ahmet, Benjamin’i camiye davet etti. “Benimle camiye gelmeye ne dersiniz? Hem de motora binmiş oluruz.” “Motora binerim, seninle gelirim, camiye girmem.” “Tamam, siz bilirsiniz.” Ahmet’in sürdüğü motora atlayan Benjamin camiye gelince tedirgin bir şekilde arkadaşına, “Ben Yahudiyim ve benim dinimde camiye girmek yasak.” dedi. Ahmet ise, “Tamam, ibadet etmenize gerek yok, yalnızca bakıp çıkabilirsiniz.” dedi. Bundan ikna olup çekinerek girdiği camide Müslümanları ilk kez ibadet ederken gördü Benjamin. Ferah, sakin ve aydınlık bir mekan, harmonik ve kulak okşayıcı bir ses. Etkilendiği belliydi. Bir mihraba bakıyor, bir kubbede dalıp gidiyordu. O başka alemlerde gezinirken Ahmet namazını bitirdi ve beraberce çıktılar. Ertesi gün tekrar gelen Benjamin, Ahmet’e camiye tekrar gidip gitmeyeceğini  sordu. Olumlu cevap alınca Ahmet’le beraber tekrar atladılar, gittiler.  On gün ne kadar da çabuk geçmişti. Benjamin, yeni arkadaşına İngiltere’de tanıdığı birileri olup olmadığını sordu. Ahmet, Brighton (Braytın)’da bir camide ağabeyinin imam olduğunu, gidince görüşebileceklerini söyledi. Kaderin ne güzel bir cilvesi idi ki, Benjamin de zaten aynı şehirde oturuyordu. İngiltere’ye döner dönmez Ahmet’ten aldığı adrese gitti, o saatte camide kimseyi bulamadı. Duvarda yazılı olan telefon numarası ve namaz vakitlerini not aldı. Eve gitti ve namaz vaktine yakın camiyi aradı. Telefona imam çıktı, İslamiyetle ilgili soruları olduğunu söyleyen yaşlı adam ne zaman isterse gelebileceği cevabını aldı. O kadar heyecanlıydı ki, ilk otobüsle camiye geleceğini bildirdi imama. Camiye gelen Ben, kütüphanede imamla uzun uzun konuştu. Sorular sordu, cevapları ilgiyle dinledi. İmam bir saat soru cevap üzerine Müslüman olup olmak istemediğini kibarca sordu. Benjamin ise önce görmek istediğini, nasıl olduğunu bilmek istediğini belirtti. Bunun üzerine imam, size bir haftalık bir seminer programı verelim. Bizim bir hafta boyunca neler yaptığımızı, nasıl yaşadığımızı görün dedi. Bir hafta boyunca beraber abdest alıp, beraber secdeye gittiler. Peygamber Efendimiz Aleyhissaletü Vesselam kimdir, Kur’an-ı Kerim ve özellikleri, İslam’da kadının yeri, aile kurumunun önemi, savaş ve barış, faiz, dürüstlük vesaire derken bir haftada İslam ile ilgili genel bir bilgi sahibi olan Benjamin, ilk cuma günü cemaatin önünde şehadet getirdi ve Müslüman oldu.    Bu olay ne zaman mı oldu? Geçen yaz. Müslüman olunca Muhammed ismini alan Benjamin şimdi 78 yaşında. Her gün Kur’an okuyor, İngilizce meal ve tefsir okumayı hiç aksatmıyor. Namaza gidiyor ve çevresindekilere de tebliğ ediyor. Yalnız Muhammed’in bir hastalığı var, kanser teşhisi koyulmuş ve doktoru bir kereden fazla dışarı çıkmamasını önermiş. Camiye günde sadece bir kez gidebilecekmiş, buna üzülüyor. Beş vakit namazına camide devam edebilmek istiyor. Müslüman kardeşleriyle beraber vakit geçirmekten ve namazlardan sonra okunan derslerden çok keyif alıyor. Sizden tek isteği ise duanız.

Hamza BERAAT 01 Kasım
Konu resmiİnşirah Sancısı
İnsan

Sussam dudaklarım kanar… Yorgun kelimelerin ardında saklıydı düşlerimGök yarılacak ve şerha şerha -Rahmet avuçlayacaktı gözbebeklerimOysa ne çok üşümüştü tarih ve zamanAnlamadan anlaşılmak mümkün değildiBiliyordum Sağır yürekli yaftalarla dolu renkli bezirgânlarAslından etti aslımızıNice inşikaklar uğradıNice depremler tarumar etti yeri ve göğüKurudu ırmaklarımızKim kime ne etti, unutuyoruz…Mavi sevdaların can kırığı çoğalıyor içimdeKapı kapı dilenci oldum sokaklardaİlerlemek mümkün değil maziye dönüp bakmadan Biliyor ama korkuyorum Rabbim! Çare sendeİnşirah senin iklimindeAyet ayet bana huzur ver Ayet ayet dirilt beni kendine Uğrunda ölünecek çok şey var;Vatan, millet, Sakarya!..Nerde kaldı inananların ‘kardeş’liğiBütün boşlukları dolduran insanlık nerde kaldıYa yaşamak bir hakikat uğrunaVe yaşatmak, canımız pahasına Ağrılarım var, hücre hücre sızılarımBerfini miydik yeryüzününKelebeği mi aşkınBir kez olsunÖğrenemeyecek miydik kavgasız hayatıBir kez olsunHissetmek tebessümünü sabahınKısa da olsa, ölüm de olsaVeyl karanlığın şehzadelerine Elim kemerbeste, huzur içindeyim!..Bütün ‘var’ların nihayetindeSessiz adamlıklar bıraktılar geriyeSusacaktık her şeye ve herkese öyle miDüne ve yarına uzak olan benBir de yabancı düşecekti baktığım aynalar gözlerimeİnfilaka uğramadan inşirah mümkün değilBiliyor ama bekliyorum En sevdiğin hatırına RabbimKitab’ın ve Kalem’in aşkınaSana meftun canlar hatırınaKâf ve Nûn aşkına Kelime kelime kaldır bizi yerdenHarf harf baharlar yaşat bize Bir sancıdır sardı her tarafıBir intizar düştü annelerin sinesineDağlar kimin sılası, kimin gurbetiDağlar kuşların özgür cennetiAvcı! İndir namluyu hadiDağlar aynadır insanaKırlangıçlar ölmesinSolmasın laleleri memleketimin Ağlamasın karanfillerSen de ağlama Zift kokulu geceydiKapasam bir daha açılmayacaktı gözlerimOysa bahar kadar hafifti fecirİksir iksir yağardı üstümüzeSonra sökülürdu karanlıklar bir birVe Sahip olan, sahip oldu bu kenteSiz neredeydiniz!

Zafer ŞIK 01 Kasım
Konu resmiAsr-ı Saadette Hâfızlık
İbadet

Asr-ı Saadet döneminde Kur’ân'ı okuma, öğrenme ve öğretme faaliyeti o kadar yoğun ve şevkli bir faaliyetti ki, gecenin zifiri karanlığında sahâbenin evlerinin yanından geçen birisi arı uğultusu gibi Kur'ân sesini işitirdi. Allah’ın kelâmı yüce Kur’ân, insanlığa Nur dağında bundan bin dört yüz sene önce indirildi. Fakat cây-ı hayrettir ki; gönderildiği günden günümüze kadar bunca zaman geçmesine rağmen hala tazeliğini güzelliğini sanki bugün nâzil olmuşçasına muhafaza etmekte. Bu geçen zaman diliminde zaman ihtiyarlasa bile Kur’ân gençleşmiş, her devirde her tabaka-i insan, ihtiyaçlarını onun kapısında bulmuştur. Bundaki sır, elbette Allah’ın kıyamete kadar Kur’ân’ı muhafaza edeceğini vaat etmesidir. “Muhakkak ki o Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik ve muhakkak onu koruyucu olanlar da elbette biziz!”  (Hicr, 9) Kur’ân’ın korunmuşluğunu, bir harfinin bile değişmeden günümüze ulaştığını dost düşman herkes kabul etmektedir. Sadece Müslümanlar değil pek çok yabancı düşünür ve bilgin de Kur’ân’ın kemâlatını kabul ederek aynı görüşü paylaşır. Mesela Kur’ân’ın tahrif edildiğini ispat etmek arzusuyla yola çıkan İngiliz müsteşrik/oryantalist Sir William Miur, yaptığı araştırmalar neticesinde bilim adamı sıfatının da verdiği sorumluluk ile şu itirafı yapmıştır: “On iki asır, metninin sağlamlığını bu kadar muhafaza eden başka bir kitap yoktur.”  Bir mûcize olan Kur’ân’ın korunması ve taze kalması şüphesiz Allah’ın iradesiyledir. Peki, Kur’ân’ın asırlardır korunmasına ne vesile olmuştur? Kur’ân’ın bunca zamandır tek bir harfinin dahi tahrif edilmeden muhafazasını sağlayan ‘ezber’dir. Çünkü ümmî olan Peygamberimiz (asm), vahyi korumak için ezber yolunu seçmiştir. Bu sebeple Cebrail (as) Peygamberimize (asm)  Kur’ân eğitimini ezberleme yani hıfz yolu ile vermiştir. Demek ilk Kur’ân hâfızı Allah Resulü (asm), O’nun hâfızlık hocası da -tabiri caizse- Cebrâil (as) vesilesiyle Allah (c.c)’dır. Nitekim âyet-i kerimede:  “(Habîbim, yâ Muhammed! Cebrâîl sana vahyi bitirmeden) onu (Kur’ân’ı) acele (ezber) etmek için, dilini onunla kımıldatma! Şübhesiz ki onu (senin kalbinde) toplamak ve onu (sana) okutmak bize âiddir. (Kıyâme, 16-17)” buyrulmuştur. İLK HÂFIZLAR, İLK HÂFIZLIK MEKTEBİ VE İLK HOCA Bu şekilde başlayan Kur’ân’ın ezberlenmesi, zaman içerisinde yaygınlaşmıştır. Bunu bizzat Hz. Peygamber’in (asm) namazlarda kıraatin çoğalması için ashâbını ezber yapmaya teşviki, namazlarda Kur’ân tilâvetinin farz oluşu, İslâmî hükümlerin ana kaynağının Kur’ân oluşu ve Kur’ân okumaya âyet ve hadîslerdeki özendirme ve vaat edilen mükâfatlar sağlamıştır. Dolayısıyla bu eğitim faaliyetinin ilk muallimi Cebrâil (as), sonra Peygamber Efendimiz (asm) ve daha sonra diğer Müslümanlardır. İlk eğitim yeri ise Hira Mağarası, sonra Efendimiz’in evi, daha sonra Hz. Erkam’ın (ra) evi ve daha sonraları ise Mescid-i Nebevî ve diğer mescitler, evler ve tedrisatın yapılabildiği yerler olmuştur. Peygamberimiz (asm) daha Mekke’de iken Sahâbelerden Hz. Erkam’ın evinde bizzat Kur’ân öğretimine başlamış, aynı şekilde hicretten iki yıl önce Birinci Akabe Bîatını müteakip Mus’ab bin Umeyr’i, Evs ve Hazreç kabilelerinden Müslüman olanlara Kur’ân öğretmek üzere Medine’ye göndermiştir. Peygamberimizin (asm), Müslümanlara Kur’ân öğretmek için indiği yere “Dârü’l-Kurrâ” denildiği gibi, hicretten sonra da Peygamberimizin mescidi Dârü’l-Kurrâ gibi kullanılmıştır. Suffa Mescidi İslâm tarihinde Peygamberimiz (asm) tarafından açılmış ve ilk yatılı Kur’ân kursu olmuştur. Burada yüzlerce öğrenci bulunurdu. Bu Sahabelere Suffa Ashabı denirdi ve bizzat Efendimizin (asm) rahlesi ve dizi dibinde yetişiyorlardı. Suffa Ashabının bir kısmı hâfızdı ve hep Kur’ân’la meşgul olurlardı. Civar kabileler Peygamberimize (asm) gelip İslâm’ı öğretecek hoca istediklerinde Peygamberimiz (asm) hususen hâfız olan Sahabeleri gönderirdi. Bu mescidlerde sadece yatılı kalanlar ders görmüyor, dışardan gelen misafirler ve vakti müsait olan her Müslüman da gelip ders alabiliyordu. Bu mânâda kadınların da bu ders halkalarında bulunduğu hattâ kadınlara ait Suffa’nın olduğu da söylenmektedir. Sahâbeden Ümmü Varaka, Hz. Aişe, Hz. Hafsa ve Ümmü Seleme gibi hanımlar da hâfızlar arasında idi. (Gözütok s. 141, Şakir, İlk Dönem İslâm Eğitim Tarihi) Ashâb-ı Kiram Kur’ân eğitimine ziyadesiyle ehemmiyet vermekteydiler. Onlar Kur’ân’ı anlama yaşama ve ezberleme konusunda adeta birbirleriyle yarışıyor, evlerinde eşlerine ve çocuklarına öğretiyorlardı. Hatta bazı sahâbeler evlenirken hanımlarına mehir olarak Kur’ân’dan bir sure öğretmeyi vaat ediyor, bu da o mübarek hanımı son derece mutlu ediyordu. Asr-ı Saadet döneminde Kur’ân’ı, okuma, öğrenme ve öğretme faaliyeti o kadar yoğun ve şevkli bir faaliyetti ki, gecenin zifiri karanlığında sahâbenin evlerinin yanından geçen birisi arı uğultusu gibi Kur’ân sesini işitirdi. HÂFIZ SAHÂBELER VE TALEBELERİ Asr-ı Saadetteki hafızların sayısı tam olarak bilinmemektedir. Buhârî şârihi Fethu’l-Bârî müellifi ünlü hadis âlimi İbn Hacer el-Askalani’nin beyanına göre Ashab arasında hâfız sayısı 700’ün üzerindeydi. Bazıları bu sayıyı bine kadar çıkartmaktadır. Peygamberimiz Kur’ân ilminin dört kişiden alınmasını tavsiye etmiştir. Bunlar; Abdullah bin Mes’ud, Ebû Huzeyfe’nin mevlâsı Salim, Muaz bin Cebel ve Ubey bin Ka’b’tır. İlk tabaka kurralar ise Osman bin Afvan,  Ali bin Ebi Talib, Ubey bin Ka’b,  Abdullah bin Mes’ud,  Zeyd bin Sabit,  Ebû Mûsa el-Eş’âri ve Ebû’d-Derdâ’dır. (Allah hepsinden râzı olsun) (Buhârî, Fedâil’u’l-Kur’ân, 8) Hâfız olan bu sahâbeler, Mekke, Medine, Kufe, Basra, Şam ve Mısır gibi merkezlerde ders vererek kendi kıraatlarını sonraki nesillere aktaracak talebeler yetiştirmişlerdir. Meselâ Hz. Osman, Muğire bin Şihab el-Mahzumi’yi yetiştirmiş, Muğire de kıraat imamlarından İbn-i Amir’in hocalarından olmuştur. Yedi kıraat imamı olan, 1. Nâfi, 2. İbn-i Kesir, 3. İbn-i Amir, 4. İmam-ı Âsım, 5. Hamza, 6. Ebû Amr, 7. Kisâî’nin okuyuş tarzları genellikle Sahâbe-i Kiram’dan Ubey bin Ka’b, Zeyd bin Sabit, Ebû’d-Derda, Abdullah bin Mes’ud, Hz. Osman ve Hz. Ali’ye dayanır. Asr-ı saadetten beri bugün hala Kur’ân, berrak bir semada ışıl ışıl parlayan muhteşem bir güneş gibi yolumuzu aydınlatıyor. Bu kitabın çağları aşarak büyük bir ihtimam ile günümüze kadar gelmesi büyük bir mûcize. Tahrif etmeye çalışanlar bunu başaramadı. Çünkü Kur’ân`ı Allah indirdi, onu koruyacak olan da O` dur. Hâfızlar ise Kur’ân’ın hıfz mûcizesini yaşayan canlı şâhitlerdir. Allah kelâmını içinde bulunduran bu mübarek hâfızalar, Kur’ân’ı kıyamete kadar tek bir harfi dahi değişmeden yaşatacaklardır. Bu vazifeyi üstlenip Kur’ân’ı yaşatan ve yaşayanlardan Allah ebeden razı olsun. Âmin!

Ayşenur YİĞİTLER 01 Kasım
Konu resmiRüstem Paşa Camii
Kültür ve Medeniyet

Damat Rüstem Paşa, Kanuni Sultan Süleyman saltanatı döneminde 28 Kasım 1544 - 6 Ekim 1553 ve 29 Eylül 1555 - 10 Temmuz 1561 tarihleri arasında sadrazamlık yapmış Osmanlı devlet adamıdır. Rüstem Paşa, 1500 yılında Arnavutluk’ta doğmuştur. Osmanlı topraklarına getirildikten sonra devşirilmiş, 1539’da Diyarbakır Valisi ve III. Vezir iken Şehzade Cihangir ve Şehzade Bayezid’in sünnet düğününde Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan ile evlenmiştir. Bu nedenle ‘Damat’ sıfatıyla anılır.  Rüstem Paşa Camii, Sadrazam Rüstem Paşa (Ö.1561) tarafından 1560 yılında yaptırılmıştır. Mimar Sinan’ın seçkin eserlerinden biri olan Rüstem Paşa Camii mimari güzelliği ve çinileriyle dikkat çekmektedir. 1962 yılında dış saçakları, 1968’de minaresi, dış avlusu ve zemin duvarları tamir gören camii, son yıllarda köklü bir restorasyondan geçmiştir.  Cami dikdörtgen plan üzerine yapılmış, merkez kubbesi kemerlerle dört fil ayağına ve sütunlara oturtulmuştur. Çinileri ise, İznik’te yapılan çinilerin en mükemmel şaheseri olarak kabul edilmektedir. Cami içinde fil ayakları dâhil olmak üzere kubbe eteklerine kadar her taraf bu güzel çinilerle bezenmiş ve Mimar Sinan’ın mimari üslubu ile İznik çinilerinin güzelliğinden oluşan kompozisyon yapıya ayrı bir değer kazandırmıştır. Caminin avlusuna iş hanlarının aralarına yerleştirilmiş merdivenlerle çıkılmaktadır. Caminin avlusuna gelindiğinde çarşının kalabalığı, hanlar, işyerleri bir anda unutulur ve saklı kalan Mimar Sinan eseri ile karşılaşılır. Osmanlı döneminde sadece sultanların yaptırdıkları camilerde birden fazla minare ve şerefe bulunmaktadır. Bu sebeple cami dönemin devlet adamlarından Sadrazam Rüstem Paşa tarafından yaptırılmış olmasından dolayı tek minareli ve orta büyüklükte inşa edilmiştir. Rüstem Paşa Camii, İstanbul’da ticaretin yoğun olduğu Tahtakale’de Hasırcılar içi semtinde dış mimarisi ile pek dikkat çekmeyen bir yapıdır. Camiinin çukurda kalmaması ve işyerlerinin arasından görünebilmesi için dükkân ve depolardan oluşan bir zemin kat üzerine inşa edilmiştir.  

Bekir ARSLAN 01 Kasım
Konu resmiDoğru Kararlar, Yanlış Kararlar
İnsan

Doğru fikri bulmakla, karar alınan bir fikrin arkasında durmak farklı şeylerdir. Üst düzey yöneticiden beklenen herkesle aynı görüşte olması değil alınan kararı uygularken bunun kendi fikriymiş gibi arkasında durmasıdır. Maalesef şirket yönetimlerinde de çocuksu egolar yüzünden fikir ayrılıklarına hoşgörü gösterilemiyor. iyetlerin öğrenilmesi “İşaretli-Yorum” (İrfan Mektebi, Sayı:34), niyetlerin faaliyet programları kararlarımız ve azmetmek  “Kararlı-Yorum” (İrfan Mektebi, Sayı:35) bahsinden sonra tecrübelerden hâsıl birkaç notu bu sayıda paylaşmayı istiyorum. Ümid ile amel etmek, korku ile amel etmekten daha makbuldür. Zira Allah’a en yakın olan kullar, Allah için en sevimli olanlardır. Sevgi ise korkuyu değil, ümidi çoğaltır. (İmam-ı Gazalî) İnsanın iradesinde olan bütün şeyleri hazırladıktan sonra arzu ettiğini bekler, geride yalnız kendi iradesi dışında olanlar kalmış, yapabileceği her şeyi yapmıştır. Artık gerisi Allahın Fazlına kalmıştır. Diğer mânileri ortadan kaldıracak olan O’dur. “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz” (Zümer, 53)  Tüm manevî kaynaklarımızın ışığında ümitvar olmayı sürdürüyoruz. İstediğimiz sonuçlar için tevekkül en güçlü dayanağımız. Tevekkül öncesi adım “Karar Almaktır”. Sonrası tevekkülle sonucu beklemektir. Karar alma sürecinde birçok yanlışlığa sebep olan, hakkında kitaplar yazılmış, birkaç tutum ve davranışa değinmek istiyorum. Geleceğin bizi kayıracağına, talihsizliklerin başkasının başına geleceğini ummak iyimserliktir. “İYİMSERLİK” Başarılı oldukça, “iyi olanın” bizim başımıza gelmesi ihtimalini abartma eğiliminde olanlara siz de rastlamışsınızdır. Çeşitli vesilelerle başarılara imza atmış yöneticilerin hepsi iyimserdir. Bu yöneticiler iyimser olmasalar ve gelecekte müspet gelişme sağlayacaklarına inanmasalar, etrafındaki insanları ortak bir hedefe yöneltme imkânını bulamazlar. Ama diğer taraftan bu iyimserliğin ayakları yere basan bir iyimserlik olması gerekir. Birçok hedefinin tutmamasının altında “aşırı iyimserlik yanılgısı” olabilir. MEVCUDU KORUMAK Ümid ile sonuçlarımızı beklerken,  fark edilmeyen yanlışlıklardan bir diğeri, mevcudu koruma saplantısıdır.  Bu tür bir saplantı zayıf yöntemlerle iş yapmamıza neden olur. Mevcut uygulamalarda ısrar etmek, yenilikçi yaklaşımlara açık olmamak da bu saplantının bir sonucudur. Hâlbuki kendi işinin yöneticisi olduğunu bilen her kişi yılda en az bir defa kararlarına âit uygulama ve iş yapma biçimlerini gözden geçirmesi, artık geçersiz olan eski yöntemlerini sorgulaması gerekir. Neleri, hangi süreçleri değiştirmek gerektiğine karar vermesi gerekir. “FİKİR BİRLİĞİ” Kararların isabetli olması, umduğumuz manevî destek için istişarenin önemi ve değeri malumdur! “Normal” bir işletmede bir fikrin karşısında en az onun kadar değerli birden fazla fikir vardır, olmadır; pek çok işletme yöneticisi, farklı fikirleri duymak bir yana kendisinin inandığı fikrin sorgulanmasından bile hoşlanmaz. İnandığı fikrin tartışılmasını istemez. Sonunda da alınan kararın “fikir birliği” içinde alınmış algısının oluşması bekler. Şirketlerin çoğunda yöneticilerin fikir ayrılığı içinde olması zararlı bir olguymuş gibi anlaşılır; oysa yetişkinlerin olduğu her yerde doğal olarak fikir ayrılığı vardır. Herkesin fikir birliğinde olduğu ve alternatif fikrin olmadığı yerdeki durum “fikirsizlik” değil midir? Yetişkinlerin olduğu yerde nadiren fikir birliği olur. Hayat, birden fazla doğru arasından en iyi yolu bulmak olduğuna göre neden herkes aynı fikirde olsun ki? Doğru fikri bulmakla, karar alınan bir fikrin arkasında durmak farklı şeylerdir. Üst düzey yöneticiden beklenen herkesle aynı görüşte olması değil alınan kararı uygularken bunun kendi fikriymiş gibi arkasında durmasıdır. Maalesef şirket yönetimlerinde de çocuksu egolar yüzünden fikir ayrılıklarına hoşgörü gösterilemiyor. Sanki fikir ayrılıkları şirketi “bölecekmiş” korkusu yaşanıyor. Bu korkuyu da en çok şirketi yöneten lider hissediyor. Kendine bağlı yöneticilerin “birbirlerine düşmesinden” endişe ederek, mümkün olduğunca “fikir birliği” ortamı tesis etmek istiyor. Grup halinde karar veren insanlar zaten birbirlerinden etkilenip toplu bir körlük oluşturma eğilimleri gösterirken, “fikir birliği” saplantısı da bu süreci keskinleştiriyor ve kurumun içindeki farklı renkler sönüp farklı sesler susar oluyor. Farklılıkların yok sayıldığı ortamlarda doğal olarak ferdî olarak fikir üretme heyecanı da köreliyor. Bu bir taraftan sürü psikolojisi oluştururken diğer taraftan da güçlü olanlara kendi kararlarını uygulamak için “rahat” bir ortam geliştiriyor. Ama bu anlayış çoğu kez hayırlı sonuçlar üretmiyor. Şirketleri yönetirken hem şirket içindeki farklı seslerin ifade edileceği bir ortam hazırlamak hem de dışarıdan tarafsız bakış açılarını ortaya koyabilecek uzmanların katkılarına açık olmak gerekir. “Gurup düşüncesinin” oluşmasına engel olacak ve farklı açıklardan bakabilen “aykırı” fikirlere söz hakkı tanımak faydalı olacaktır. Karar alınırken bizi bizden koruyacak birilerinin toplantı salonunda olması her zaman işe yarar. “ÖNYARGILAR” Önyargıları veya ön kabulleri bilirsiniz, meşhur bir bilim adamı “insanoğlu atomu parçaladı fakat ön yargıları yok edemedi” diyor, doğru, henüz önyargısız tepki vermeyi öğrenmek için çok az gayret sarf ediyoruz. Önyargılar çoğu zaman çalışma ortamlarını çekilmez hale getirir. Karar alırken ortalık birden alevlenir. Bir türlü yetişkinler arası iletişim kurulamaz. Fikirler, projeler hayata geçemeden ölür. Şirket kendi içindeki meselelerle o kadar çok uğraşmak zorunda kalır ki değişime ve rekabete cevap vermek ikinci plana düşer. Karar verme sürecinde yanlışlıklara sebep olan birçok önyargı faktörünü gelecek sayıda geniş ele almak istiyorum. Hayırlı bayramlar diliyorum. Sağlıcakla, muhabbetle kalın.

H. Gökhan KARAÇİVİ 01 Kasım
Konu resmi100 Soruda Hadis İlmi (2)
İtikad

Râvinin adâleti ile alâkalı cerh sebepleri nelerdir? a.Kizbu’r râvi: Râvinin hadis rivâyetinde yalancılığıdır. Yâni Hz. Peygamber’in söylemediğini söylemiş, yapmadığını yapmış gibi rivâyet etmesi. Böyle bir kusurun tespit edilmiş olması halinde râviye asla itibar edilmez. b.İttihamu’-râvi bi’l kizb: Râvinin yalancılıkla itham edilmiş olması. Râvinin hadis rivâyetinde yalanı tespit edilmemesi de olsa günlük hayatta yalan söylediği biliniyorsa rivâyette de yalan söyleyebilir diye rivâyetine itibar edilmez. c.Fısku’r-râvi: Râvinin günahkârlığı. İslâm emir ve yasaklarından herhangi birine uymayana fâsık denir. Böyle bir râvi rivâyeti münker olarak değerlendirilir. d.Cehaletu’r-râvi: Râvinin tanınmaması, râvinin ya zabtının veya halinin bilinmemesi demektir. Böyle bir râvinin rivâyeti mübhem adını alır. Kendisi mecbur diye cerh edilir. e.Bid’atu’r-râvi: Râvinin eh-i bid’at’tan olması. Böylesi râvilerin –bid’at propagandacısı olmamak kaydıyla-rivâyetlerinin kabul edeceği görüşü ağırlıktır. (1) 14- Râvinin zabt ile alakalı cerh sebepleri nelerdir? Kesretu’l-ğalat: Rivâyette çok yanlış yapması. Yanılgı oranı yüzde elli ve daha fazla olan râvinin rivâyeti kabul edilmez. Rivâyeti münker adını alır. Fartu’l-ğafle: Râvinin aşırı gafil ve kapılgan olması. Bir râvinin dikkat göstermesi gerekli yerlerde gaflet etmesi, rivâyet reddince sebep olur. Buna da münker denir. Vehm: Hadisin sened ve metninde hatta cerh ve tadilde doğru sanarak bazı hatalar yapması râvinin hadisini muallel hale getirir. Muhâlefetu’s-sikat: Zayıf bir râvinin güvenilir râvilerden birine muhalif olarak veya sika râvinin daha sika râvilerden farklı şekilde rivâyette bulunması demektir. Böyle hadislere de münker, müdrec, maklub, muztarib, musahhaf, muharref gibi isimler verilir. Su’ul-hıfz: Râvinin hafızasının pek parlak olmaması. Unutma sonucu sık sık yânilan râviye ‘seyyıu’l hıfz’ denir. Devamlı hafıza bozukluğu bulunanların rivâyetleri asla kabul edilmez. (2) 15- Hadisleri kaç kısma ayırmamız mümkündür? Kabul veya red açısından, Râvi sayısı açısından, Hadisi söyleyen açısından, Sıhhat açısından olmak üzere dört kısımdır. (3) 16- Kabul veya red açısından hadisler kaç kısma ayrılırlar? İki kısma ayrılır: Makbul: Râvisinin doğruluğu kabul edilen ve kendisiyle amel edilmesi gereken hadislerdir. Merdud: Râvisinin doğruluğu kabul edilmeyen ve kendisiyle amel etmek gerekmeyen hadistir. Hükmüyle amel edilip edilmemesi konusunda karar verilmeyen(‘tevakkuf edilen’) hadisler de merdud gibidirler. (4) 17- Râvi sayısı bakımından hadisler kaça ayrılır? Râvi sayısı açısından hadisler mütevâtir ve âhad olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. (5) 18- Mütevâtir hadis ne demektir? Mütevâtir haber yalan üzerine İttifak etmeleri aklen muhal olacak kadar çok sayıda râvi tarafından rivâyet edilen mahsusatla (beş duyu ile) ilgili haberlere denir. Haber, mahsusat ile ilgili olmalıdır ma’kulat nevine giren haberlerde tevâtür olmaz. Bu şu demektir. Bir meselenin tevâtür’e girebilmesi için beş duyudan herhangi biri ile algılanacaktır, hissedilecek çeşitten olmalıdır. (6) 19- Lâfzen mütevâtir ne demektir? Eğer bir hadis aynı lafızlarla çok tarikten gelmiş ise buna lâfz-ı mütevâtir denir. (7) 20- Manen mütevâtir ne demektir? Aynı lâfızlarla olmadığı ve hatta farklı hadiselerle ilgili olduğu halde aynı mânâ ve hükme delalet eden rivâyetler sayıca çoğalır ve tevâtür derecesine ulaşırsa buna manevî mütevâtir  denir. (8) 21- Mütevâtirin hükmü nedir? Mütevâtir hadis zaruri olarak kesin bilgi ifade eder. Bu yüzden de Resûlullah’ın mütevâtir hadislerini inkâr eden kâfir olur. Çünkü böyle bir inkâr Resûlullah’ı inkâr anlamına gelir. Mütevâtir hadisler kesinlikle sahih oldukları için yakin ifade ederler ve bu sebeple râvilerinden bahsetmeye onları incelemeye gerek duyulmaksızın mütevâtir hadisle amel etmek vacip olur. Mütevâtir hadisler hadis usulü prensiplerine göre tetkik ve tenkide tabi değildirler. (9) 22- Ahad hadis ne demektir? Vâhid lügat olarak ‘bir’ demektir. Binaenaleyh haber-i vâhid tabiri de lügat acısından ‘bir kişinin rivâyet ettiği hadis’mânâsına gelir. Ancak hadis ıstılahı olarak ‘haber-i vâhid mütevâtir olmayan haber demektir. Böyle olunca iki tarikten de gelse üç tarikten de gelse rivâyete haber-i vahid denir. Cemi olarak kullanınca ahbar-ı ehad denir. (10) 23- Meşhur hadis ne demektir? Her tabakada (sahâbe, tabiin ve tebeitabiin) üç veya daha fazla râvinin rivâyet ettiği tevâtür derecesine ulaşmayan hadislerdir. (11) 24- Hadisi söyleyen açısından kaç kısımdır? Dört kısımdır: Kudsî hadis, Merfu hadis, Mevkuf hadis, Maktu hadis. (12) 25- Kudsî hadis ne demektir? Hükmü nedir? Âyet olmamak kaydıyla Hz. Peygamber’in ‘Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur ’diyerek Allah Teâlâ’ya nisbeten ve izafe ettiği hadistir. Bu tür hadislere İlâhî veya Rabbânî hadisler denir. (13) 26- Merfu hadis ne demektir? Hükmü nedir? Söz, fiil, takrir, fıtrî veya ahlâki vasıf olarak senedi muttasıl veya münkatı olsun açıkça veya dolaylı bir şekilde Hz. peygambere izafe edilen hadistir. Merfu hadis iki kısma ayrılmaktadır. 1- Sarahaten (açık merfu) 2- Hükmen Merfu. (14) 27- Mevkuf hadis ne demektir? Hükmü nedir? Sahâbelerin söz, fiil ve takrirlerine dair-muttasıl veya münkatı haberlere mevkuf denir. Sened sahâbede kalır. Hz. Peygamber’e ulaşmaz. (15) 28- Sıhhat açısından hadisler kaç kısımdır? Sıhhat veya hüküm açısından hadisler daha doğru deyimiyle âhad hadisler üç kısma ayrılmaktadır. Sahih, Hasen, Zayıf. (16) 29- Sahih hadis ne demektir? Bir hadisi sahih kılan şartlar sahih’in tarifinde sayılmıştır. Adâlet ve zabt yönünden sika olan râvilerin muttasıl bir senetle şâz ve illetten arı olarak yaptıkları rivâyete sahih denir. - Senette yer alan bütün râvilerin adâlet sahibi olması, - Senette yer alan bütün râvilerin zabt sahibi olması, - Senedin ilk kaynağı kadar muttasıl olması yani birbirini görmüş, dinlemiş hadisi şeyhinde görerek almış ve talebesine vermiş kimselerden meydana gelmesi, - Hadis şâz olmamalı yâni gerek senedinde gerekse metninde başka rivâyetlere veya naslara muhalefet etmemeli, - Hadiste illet bulunmamalıdır. İllet herkesin göremeyeceği sıhhati bozan gizli kusur demektir. (17) 30- Hasen hadis ne demektir? Senedinde müttehem bi’l kizb bulunmayan ve şâz da olmayan buna benzeyen bir başka vecihten de rivâyet edilmiş olan hadistir. Nuhbetu’l-Fiker’de ibni Hacer’in tarifi ise şöyledir: Adâlet şartını hâiz olmakla berâber zabt yönünden sahih hadis râvilerinin derecesine ulaşamayan kimselerin muttasıl isnadla rivâyet ettikleri şâz ve illetten arı hadislere hasen denilmiştir. (18) Çakan, Hadis Usulü, s.93-94 Çakan, Hadis Usulü, s.95 Çakan, Hadis Usulü, s.105 Çakan, Hadis Usulü, s.105 Çakan, Hadis Usulü, s.106 Canan  İbrahim, Hadis Usulü ve Tarihi, 523 Canan  İbrahim, Hadis Usulü ve Tarihi, 524 Canan  İbrahim, Hadis Usulü ve Tarihi, 524 Çakan, Hadis Usulü, s.107 Canan  İbrahim, Hadis Usulü ve Tarihi, s.526 Teysir  Mustalahul  Hadis, s.30 Çakan, Hadis Usulü, s.114 Çakan, Hadis Usulü, s.114 Çakan, Hadis Usulü, s.115-116-117 Çakan, Hadis Usulü, s.118-119-120 Çakan, Hadis Usulü, s.121 Canan İbrahim, Hadis Usulü ve Tarihi, s.531 Canan İbrahim, Hadis Usulü ve Tarihi, s.532

Enes ÇALIK 01 Kasım
Konu resmiBedesten
Kültür ve Medeniyet

Kur’ân’ı Kerîm Atlası Peygamberler hangi bölgelerde ve nasıl yaşadılar hiç merak ettiniz mi? Kutsal mekânları fotoğrafları ve haritalarıyla tanımak istemez miydiniz? İşte tüm bu bilgileri sizlere ulaştıracak bir eser artık elinizin altında. 12 yıllık bir çalışmanın ürünü Kur’ân Atlası bu günlerde raflardaki yerini aldı. İslam Araştırmacısı Prof. Dr. Ahmet Bedir, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen tüm peygamberlerin yaşadıkları mekânları harita, resim ve bilgi eşliğinde ilgilenenlere sunuyor. Mısır, Irak, Suudi Arabistan, Suriye ve Umman gibi bölgelerde 2 yıl boyunca incelemelerde bulunan Ahmet Bedir, gezdiğim tüm bölgelerde din adına ne varsa bulduğu en küçük bilgiyi bile atlamadı. Her bölgede çektiği fotoğraflar yaklaşık yüz gigabytelık bir arşiv. İslamiyet’e bir katkısının olabileceğini düşünmüş ve kitabı hazırlamaya başlamış. Her ne kadar başlarda ekonomik sıkıntılar bir miktar bu çalışmayı yavaşlatsa da o yılmadan devam etmiş ve 12 yılın sonunda arşiv değerinde bir eser ortaya çıkmış. Kaynak Yayınları’ndan çıkan kitapta alfabetik sıralama ve kronolojik sıralama da yer alıyor.  Ayasofya müzesi gün yüzüne çıkıyor İstanbul’un tarihi simgelerinden Ayasofya Müzesi bahçesinde bulunan türbeler, yenileme çalışmalarının ardından kapılarını ziyaretçilere açıyor. İstanbul İl Özel İdaresi, İstanbul’un kültür mirası olan tüm eski eserleri yenileme çalışmalarını hız kesmeden devam ettiriyor. Ramazan ayının hemen öncesinde I. Abdülhamit Türbesi’ni ziyarete açarak, İstanbul’un kültür mirasına sahip çıkan İl Özel İdaresi, yine bir büyük çalışmaya imza atarak, Osmanlı sanat tarihi açısından çok büyük önem taşıyan Ayasofya Türbelerini yenileme çalışmalarını bitirdi. 5 padişaha ev sahipliği yapan Ayasofya Müzesi Türbeleri,  İstanbul’da en çok padişahın, hanım sultanın, valide sultanın, padişah kızlarının ve şehzadelerin gömülü olduğu hanedan türbelerinin de bulunduğu bir mekân. Mimar Sinan, Mimar Davut Ağa ve Mimar Dalgıç Ahmed Ağa’nın eserleri, Şehzadeler Türbesi (XVI. yy) , II. Selim Türbesi (1577), III. Murad Türbesi (1599) ve III Mehmed Türbesi (1608)’de bu alanda hizmete açıldı. İstanbul’da Osmanlı ölüm kültür ve medeniyetinin örneklerinin sergilendiği bu türbeler; mimari tasarımı bakımından birer şaheser olmakla beraber; en iyi taş ve mermer işçiliğine, en güzel İznik çinilerine sahip olmakla beraber, hat sanatının usta kuşak yazılarını, ince ağaç işçiliğinin sedef kakmalı kapı ve pencere örneklerini barındırmaktadır. İrfan mektebi ekibinden duyurulur. Sahaflar Çarşısı Zafer ŞIK İmam-ı Birgivî’nin tam adı Birgivî Mehmed Efendi B. Pir Ali’dir. İlm-i Ahkam-ı Şer’iyye Tercümesi adlı eseri nesih hattıyla ve harekeli olarak Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesinde mevcut olup demirbaş numarası BY0000001103’tür. Tercümesinde, bu eserin h. 970 (1563) yılında Arapça olarak yazıldığını ve h.1114 (1702) yılında ise şerh edildiğini ifade edilmiştir. Eser, Osmanlıca bilen herkesin rahatlıkla okuyabileceği kolaylıktadır. Kitap 92 varaktır. (Karşılıklı iki sayfa bir varaktır) “İlm-i Ahkam-ı Şer’iyye” eseri adından da anlaşılacağı üzere ahkâm-ı şer’iyye denilen dini hükümlerin işlendiği fıkıh kitabıdır. Namaz, zekat, hac, oruç, abdest ve temizlik gibi mevzuları ihtiva etmektedir. Ayrıca birçok yazma eserlerde olduğu gibi bu eserin başında da Peygamberimiz (sav) ve hulefa-i raşidinin hususiyetlerinden bahsedilmiştir. Osmanlı âlimlerinin meşhûrlarından ve büyük velîlerdendir. Lakabı Zeynüddîn’dir. İmâm-ı Birgivî, asrının en meşhûr alimlerinden olup, Türk âlimlerinin baş tâcı kabul edilmektedir. Onlarca eser kaleme almıştır. Balıkesir’de doğduğu, Birgi’de vefât etti bilinmektedir. İzmir’in Birgi kasabasında bir tepe üzerinde meftundur.

Züleyha ÖZDEMİR 01 Kasım
Konu resmiAşure
Kültür ve Medeniyet

Bilgeliği kimden öğrendin? Lokman Hekim’e, “Bilgeliği kimden öğrendin?” diye sorduklarında ondan şu cevabı almışlar: “Körlerden öğrendim. Çünkü onlar elindeki değnekle tam araştırmadan adım atmazlar. Basacakları yerin sağlam olduğundan emin olduktan sonra adım atarlar… Bundan dolayı ben de bir şey yapacağım zaman düşünür, faydalı ise konuşur, yararlı ise yaparım… Faydasız ise bırakmayı ve susmayı tercih ederim.” hayatın söylettikleri Allah’ın dar zamanlarında imdadına yetişmesine istiyorsan, geniş zamanlarında ona şükür ve niyazda bulun! Senden beklenenden fazlasını yapmazsan, sana beklediğinden azını veririler. Karşılık umularak yapılan iyilik ve yardım, hamallıktan başka bir şey değildir. Gücünü artırmak istiyorsan, güçsüzlere el uzat! Kısmetine razı ol ki, rahat edesin! Madem bir şey başına gelmiş,  emin ol ki boşuna gelmemiş. Akılda tutmak Bir gün bir sahabe Peygamberimiz'e (sav) “Hafızam kuvvetini kaybetti. İşittiğim sözleri aklımda tutamıyorum!” deyip yardım istedi. Peygamberimiz “Sağ elinden faydalan!” buyurdu. “Nasıl faydalanayım?”  diye soran sahabeye Efendimiz (sav) şöyle cevap verdi: “Duyduğun sözleri yazıp bir yerde sakla!” Olmadığım Yeri Gösterin Materyalist bir öğretmen, öğrencisine, “Söyle bakalım” demiş, “Allah nerede? Eğer bilirsen portakal vereceğim.” öğrencinin cevabı şu olmuş: “Siz bana O’nun olmadığı yeri gösterin, ben size portakal bahçesini vereyim.” Ölüm Neylersin ölüm herkesin başında Uyudun uyanamadın olacak Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak Taht misâli o musallâ taşında Câhid Sıdkî TARANCI Kelâm “Kelâmda asıl olan, manâ-yı hakîkîdir” Yani, söylenen bir sözde asıl olan, sözün gerçek manâsıdır. Gerçek manâ varken mecaz manâ aranmaz. Zîrâ mecaz, gerçek manânın dışındadır. Ancak bir sözün gerçek manâya yorulması mümkün olmazsa, mecaz manâya yorulur. —Mecelle Aşırı endişe Allah’ın rahmetinden ümit kesmek anlamına gelebilir. Muhatapta güvensizlik oluşturabilir. Başarı ve mutluluk yolunda seni frenleyebilir. Kendinden, başarından emin olmamak tarzında anlaşılabilir. Hak etmediğin bir menfaatin peşinde olduğunu hissettirebilir. Allah’ın rahmeti gazabından çoktur Ebu Hüreyre (ra)’dan rivayet edildiğine göre Nebî (sav) şöyle buyurdu: “Allah mahlûkatı yarattığı zaman arşın üzerindeki levhaya şöyle yazdı: Rahmetim gazabımı yenmiştir.”                                                                                                                               Allah Teâlâ, Davud Peygamber’e (a.s) şöyle vahyetti: “Ey Davud! Sıddıkları korkut. Fâsıkları müjdele.” Davud(a.s):  “Yâ Rabbi! Sıddıkları müjdeleyip, fasıkları korkutmam gerekmez miydi?” dedi.  Cenâb- ı Hak yine şöyle vahyetti: “Ey Davud! Sıddıkları korkut ki kendi amellerine mağrur olmasınlar. Fâsıkları müjdele ki rahmetim gazabımdan çoktur.”     Kötü arkadaş Mâlik bin Dinar Hazretleri yanına bir köpek gelip otursa ona hiçbir şey yapmaz, yanından kovmazdı. Kendisine “Neden köpekleri kovalamıyorsun, onlarla beraber oturmaktan sıkılmıyor musun?” diye sorulduğunda şu cevabı verirdi: “Bu köpek kötü arkadaştan daha iyidir. İnsanın iyi dost ve arkadaşlardan mahrum olması, kötülük olarak ona yeter.” Ne alırsınız? Yahya Kemâl uzun bir yokuşu çıkıncaya kadar nefes nefese kalır. Yokuşun sonundaki lokantadan bir garson seslenir: “Buyurun beyim ne alırsınız?” Yahya Kemâl tebessümle: “Evet, müsâade ederseniz bir soluk alacağım.”

Zeynep EREN 01 Kasım
Konu resmiSağlık
Sağlık

Yenidogan bebegin bakımı Bebeğin sağlıklı olarak dünyaya gelebilmesi için anne ve babanın sağlıklı bir genetik yapıya sahip olması, annenin fiziksel, sosyal, ruhsal açıdan tam bir iyilik halinde olması, hamilelik sürecinin iyi takip edilmesi, doğumun zamanında ve uygun şartlarda yapılması gereklidir. Doğumda bebeklerin çoğu normaldir. Sağlıklı yenidoğan zamanında doğmuş, normal kiloda, doğumsal anomali veya hastalık belirtileri göstermeyen bebek olarak tanımlanır. Günümüzde doğum öncesi gebe takipleri yeterli olmasa bile doğumların neredeyse tamamı hastanelerde gerçekleşiyor. Yenidoğan bebeklerin ilk muayene ve bakımları hastanede sağlık personeli ve doktorlar tarafından yapılmaktadır. Bebeklerin cilt bakımı, göbek bakımı, ağız, göz, burun ve kulak bakımı, hepatit B aşısı yapılmakta, tarama  testleri için topuk kanı alınmakta, işitme tarama testi uygulanmakta, ebe ve hemşireler tarafından anne sütü ile bebeğin doğru şekilde beslenmesi sözel ve uygulamalı olarak öğretilmektedir. Hastanelerde uygun şartlarda takibi yapılan bebeklerin taburcu olduktan sonra da ebeveynler tarafından doğru bir şekilde bakımı önem arzetmektedir. Çünkü hayatın ilk ayı, ilk haftası ve özellikle ilk günü en riskli dönemdir. Yenidoğan döneminde ileri yaşlara göre hastalık ve ölüm riski çok daha yüksektir. Evde yenidoğan bakımı 4 temel öğeden oluşur. Cilt bakımı Isı kontrolü Beslenme Enfeksiyonlardan koruma CİLT BAKIMI Doğumdan hemen sonra bebek yıkanmaz. Bebeğin ilk banyosu vücut ısısı 2-4 saat süreyle sabit ise ve herhangi bir sağlık problemi olmadığından emin olunca yapılmalıdır. Sağlıklı bebeklerde, göbeğin düşmesini beklemeden, ilk 4 saatten sonra banyo yapmanın sakıncası yoktur. İlk banyo ılık su, uygun bebe sabunu veya şampuanla yapılmalıdır. Banyo sırasında verniksin yani vücudu örten yağlı tabakanın bir kısmı temizlenebilir, ancak verniksin mikrop öldürücü ve yara iyileşmesini artırıcı özellikleri nedeniyle tamamen temizlenmesine gerek yoktur. İlk banyodan sonra, 10 – 14 gün boyunca günlük bebek temizliğinde sabun kullanılmaması, sadece temiz ılık suyla banyo uygun olur. İl iki haftanın sonunda bebeğin cildi daha olgun olacağından haftada 2-3 kez bebe şampuanı ve sabunu kullanılabilir. Yenidoğanın cildi erişkine oranla daha kurudur. Bu nedenle banyo sonrası ciltte kuruluk varsa, pullanma veya çatlaklar oluşmuşsa yağlı olmayan nemlendiriciler kullanılmalıdır. ISI KONTROLÜ Yenidoğan bebeklerde vücut ısısını düzenleyen mekanizmalar tam gelişmemiştir. Büyüklere kıyasla vücut yüzeyleri ağırlıklarına göre fazla, deri incedir. Bu nedenle deriden ısı kaybı çok fazla olur. Özellikle erken doğan ve kilosu düşük bebekler ısı kaybına eğilimlidirler. Bu bebeklerde vücut ısısının düşmesi çok kolaylıkla gelişir. Vücut ısısının düşmesiyle metabolizma hızı ve oksijen tüketimi artar. Kan şekeri düşer. Havale, beyin hasarı hatta ölümle sonlanan durumlar olabilir. Isı kaybının önlenmesi biraz dikkat ve basit önlemlerle başarılabilir. Oda sıcaklığının 24 C nin üzerinde olması, hava akımı olmaması, bebeğin kurulanması, gereğinde sıcak örtülerle sarılması ısı kaybını en aza indirger. Bebekler ebeveynler tarafından dikkatle izlenmeli, oda ısısı düşükse başlık takılmalı ve çok sıkı olmamak kaydıyla iyi giydirilmeli, üstleri örtülmelidir. BESLENME Yenidoğan bebek doğumdan sonra mümkün olduğunca erken anne sütüyle beslenmeye başlanmalıdır. İlk 6 ay sadece anne sütü ile beslenmenin önerilmesi konusunda herhangi bir tartışma yoktur. Erken doğan ve doğum ağırlığı düşük bebekler için de anne sütü yeterlidir. Anne sütü neden önemlidir? Anne ile bebek arasında duygusal bağ kurulmasını sağlar Bağışıklık sistemini geliştirir Solunum yolu hastalıkları ve ishalden korur Yenidoğanın fizyolojik sarılığını önler Ekonomiktir ve kolay hazmedilir Annenin meme ve yumurtalık kanseri riskini azaltır Emen bebeklerde zeka düzeyi daha yüksektir. İleri yaşlarda astım, diabet, şişmanlık gibi sağlık sorunları sıklığını azaltır Yeni bir gebeliğin olmasını geciktirir Anne sütünün bu özellikleri nedeniyle; doğumdan hemen sonra emzirmeye başlanmalı, ilk 6 ay sadece anne sütü verilmeli, 6. Aydan itibaren ek besinlere başlanmalı, 2 yaşına kadar ek besinlerle birlikte emzirmeye devam edilmelidir. ENFEKSİYONLARDAN KORUMA Yenidoğan bebeklerin enfeksiyonlara direnci çok azdır. Büyüklerde hafif seyreden basit enfeksiyonlar yenidoğan döneminde ağır seyredebilir ve hayatı tehdit edebilir. Bu enfeksiyonların önlenebilmesi için annenin ve çocukla ilişkisi olan herkesin bebeğe dokunmadan önce ellerini mutlaka sabunlu suyla yıkamaları gereklidir. Bebeğin bezi değiştirildikten sonra, emzirmeden önce eller yıkanmalıdır. Tırnaklar kısa kesilmeli ve temiz olmalıdır. Yenidoğan bebeklerin tırnakları da; mikrop barındırması, bebeğin tırnağı ile kendi cildini zedelemesini önlemek için sık aralıklarla kesilmelidir. Bebek pamukcuk açısından izlenmelidir. Pamukcuğu önlemek için anne vücut temizliğine özen göstermeli, her gün duş almalı, meme ucunu emzirmeden önce kaynamış ılık su ile temizlenmelidir. Göz bakımı için çapaklanma varsa kaynatılmış ılık suda ıslatılmış steril gazlı bezle çok bastırmadan dıştan içe temizlenmelidir.  Göbek bakımı için uygun antiseptik solusyonlar kullanılmalı, göbek ıslak kalmamalıdır. Göbekte kızarıklık, akıntı, koku varsa enfeksiyon var demektir. Doktora başvurulmalıdır. Genital bölgenin bakımı özellikle kız çocuklarında önemlidir. Her dışkılamadan sonra bebeğin altı ıslak bezle önden arkaya silinerek temizlenmelidir. Solunum yolu, barsak ve deri enfeksiyonu olan kimseler bebekten uzak tutulmalıdır.

Mustafa ÖZDEN 01 Kasım
Konu resmiAllah'a İman
İnsan

Arş ile içindeki her şeyi yaratamayan bir elma çekirdeği ve onun ham maddesi olan atomu yaratamaz. Demek kâinatın yaratıcısı birdir. Yaratıcılığında Onun hiçbir ortağı yoktur. Bu şekilde hangi varlığı ele alsak, o varlık kendisi ile bütün varlıkları yaratıcısına teslim eder. Başka hiçbir ortağın kâinatta yeri olmadığını isbat eder. Bu yazımızda Cenâb-ı Hakk’ın var ve bir olduğunu ve her şeyi yaratanın O olduğunu, Allah’ın yaratılmayıp ezelî ve ebedî olduğunu, Allah’ın afvına sığınarak, anladığımız kadarıyla anlatmaya çalışacağız. “Şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur.” İlah kelimesi “ma’bud” yani kendisine kulluk yapılan demektir.  Evet, Cenâb-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini gayet basit bir örnekle şöyle anlatabiliriz. Nasıl ki, bir köy muhtarsız, bir vilayet valisiz ve bir devlet idarecisiz olmuyorsa, öyle de şu koca âlemin büyüklüğüne ve mükemmelliğine göre de onu idare eden nihayetsiz kudret ve hikmet sahibi bir zât vardır ki, O da Allah’tır. Çünki Allah’tan başka ister tabiat; yani doğa olsun, ister kendi kendiliğinden olsun veya sebepler olsun hiçbir yol ile bu varlıkların yaratılması mümkün değildir. Zira bu varlıkları ve âlemi yaratmak için sonsuz bir ilim, hikmet ve kudret sahibi olmak icabeder. Allah’tan başka bu özelliklere sahip olan yoktur. Demek bu âlemin varlığı, nizam ve intizam ile düzenli bir şekilde idaresi, onu var edip idare eden nihayetsiz bir kudret ve hikmete sahibi olan Cenab-ı Hakk’ın varlığını isbat eder. Bilindiği gibi, çok ellerin karıştığı bir iş karışır. Hâlbuki “Eğer yerde ve gökte Allah’dan başka ilâhlar bulunsaydı, elbette onlar ve onlarda görünen şu intizam bozulup giderdi.” (Enbiyâ, 22) âyetinin ifade ettiği gibi “Âlemde olup biten mükemmel ve intizamlı yaratma ve idareden daha mükemmeli olamaz.” diye bütün akıl sahipleri ittifakla kabul etmişlerdir. Çünki bu idarede hiçbir karışıklık eseri görülmemektedir. Demek Cenâb-ı Hakk’ın Rububiyet ve idaresinde hiçbir ortağı bulunmadığı gibi yaratmasında da hiçbir ortağa ihtiyacı yoktur. Zira bir elma çekirdeğini yaratan kim ise, o çekirdeğin hammaddesi olan atomları da yaratan odur. Çünki atomları yaratıp onlara sahip olmayan o atomlardan elmayı yaratamaz. Elmayı da yaratan kimse ağacı da yaratan odur. Çünki o ağacı yaratamayan elmayı yaratıp ona takamaz. Ağacı da yaratan kim ise küre-i arzı da yaratan odur. Çünki o ağaç o tezgâhtan çıkmaktadır. Küre-i arzı yaratan kim ise güneş sistemini de yaratan odur. Evet, güneş sistemini yaratamayan küre-i arzı yaratıp o sistemin içine yerleştiremez. Güneş sistemini yaratan da Samanyolu galaksisini yaratandan başkası değildir. Astronomi ilminin ifadesine göre Samanyolu galaksisinin çapı yüz bin ışık yılıdır. Işık ise saniyede üç yüz bin km hız ile gitmektedir. Bu galaksi yaklaşık iki yüz milyar galaksi ile birlikte uzayın içinde bulunuyor. Demek uzayı iki yüz milyar galaksi ile yaratan kim ise, Samanyolu galaksisini de yaratıp uzayın içine yerleştiren de odur. Bunların hepsini yaratamayan şüphesiz bir elma çekirdeğini yaratamaz. Çünki hepsi iç içe birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Hepsinin sahibi kim ise çekirdeğin de atomun da sahibi de odur, başkası olamaz. Âlimlerin çoğuna göre bu uzay birinci kat sema olarak kabul ediliyor. Bu birinci sema, ikinci semanın içinde bir ovadaki yüzük kadardır. İkinci, üçüncünün; üçüncü, dördüncünün; dördüncü, beşincinin; beşinci, altıncının; altıncı, yedincinin içinde bu kadar küçük sayılır. Bir hadisin rivayetine göre yedinci kat sema da Kürsi’nin içinde, Kürsi de Arş’ın içinde bir yüzük kadar ancak olabilir.  İşte mülk-i ilahinin genişliğini kuşatıp rakamlarla ifade etmek mümkün değildir. Arş-ı ilahî bütün imkân ve varlık âlemini içinde toplayan bir dış kabuk hükmündedir. Evet, Arş ile içindeki her şeyi yaratamayan bir elma çekirdeği ve onun ham maddesi olan atomu yaratamaz. Demek kâinatın yaratıcısı birdir. Yaratıcılığında Onun hiçbir ortağı yoktur. Bu şekilde hangi varlığı ele alsak, o varlık kendisi ile bütün varlıkları yaratıcısına teslim eder. Başka hiçbir ortağın kâinatta yeri olmadığını isbat eder. Soru: Her şeyi yaratan Allah’tır.  O ise yaratılmamıştır. Bu gerçeği bir örnekle izah eder misiniz? Cevap: Nasıl ki her bilgisayarın varlığı, ustasını ve içindeki bilgiler o bilgileri yükleyeni gösterip isbat ediyor. Öyle de her birisi birer bilgisayar hükmünde olan çekirdekler, tohumlar ve nutfeler kendi ustalarını ve kendilerine bütün programları yükleyenin var olduğunu gösterirler. Yalnız, insanların yaptıkları bilgisayarlara yükledikleri bilgiler sonsuz olmuyor. Onların da bir başlangıcı ve sonu vardır. Çünki o bilgileri yükleyen insanın bir doğum tarihi ve bir ölüm tarihi olduğu gibi yüklediği bilgilerin de bir başlangıcı ve bir sonu olacaktır. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı bilgisayarlar hükmündeki bütün tohumlar ve çekirdeklere yüklenen bilgiler sonsuza gidiyor. Mesela bir çekirdeği ektiğimizde ondan bir ağaç çıkıyor. O ağacın da verdiği tohumları ekebilsek ve bu muameleyi devam ettirebilsek o tek çekirdekten sonsuz ağaçlar, yapraklar ve meyveler ve onların sonsuza giden plan ve programlarını elde edebiliriz. Demek bu bilgisayar hükmündeki çekirdeğe bu bilgileri veren birisi vardır. Aynı zamanda O zât başlangıçsız ve sonsuz bilgilere sahiptir ki, o bilgileri verebiliyor. Şüphesiz başlangıçsız ve sonsuz olmayan bir zat, sonsuz bilgilere sahip olamaz. Netice olarak, Cenâb-ı Hakk başlangıçsız ve sonsuz olduğundan İlim ve Kudret gibi bütün sıfatları da başlangıçsız ve sonsuzdur ve her şeyi yaratan O’dur; O ise yaratılmamıştır. Haddizatında çekirdeğe yüklenen ilim gibi o çekirdeği işlemekle ondan çıkacak sonsuz ağaçlar da, Muhyî, Musavvir, Rezzâk, Hakîm gibi üzerlerinde tecelli edip icraatları görünen, bütün isim sıfatlarının da başlangıçsız ve sonsuz olduğunu isbat ederler. Çünki onların da tecellileri daimidir; sonsuza gider. Hakîm-i Rahîm, İsm-i A‘zam’ın hürmetine o sonsuz isim ve sıfatlarının tecellilerinden bütün kardeşlerimizle birlikte a‘zami derecede istifade etmeyi nasib eylesin. Âmin…

Zakir ÇETİN 01 Kasım
Konu resmi“Günahı Göz İşlerse de Belâsını Gönül Çeker”
İnsan

Çağımız insanın, özellikle öğrenim çağındaki gençlerin en büyük problemlerinden biri de hâfıza zayıflığıdır. Yani günümüz insanı okuyup dinlediklerini aklında tutamayıp çok kısa bir sürede unutuyor. Oysa bir takım yaşlı insanlara, dedelerimize baktığımızda hâfızalarının oldukça kuvvetli, zekâlarının keskin olduğunu görüyoruz. İşte bunlardan biri de İslâmî ilimler alanında Osmanlı son döneminin tanınmış şahsiyetlerinden Mâhir İz Hocaefendi’dir (m.1895-1974). Bu değerli âlime bir gün: “Hocam! Mâşâllah çok keskin bir zekânız, muazzam bir hâfızanız var elli, atmış sene evvelini dün gibi hatırlayıp söyleyebiliyorsunuz! Bunu nasıl başarıyorsunuz? Bunun sırrı nedir?” diye sorduklarında Osmanlının bu değerli münevveri göz terbiyesi ile alakalı çok ilginç bir cevab veriyor: “Oğlum biz Osmanlı ilk mektebine gittik. Bize ilk gün yolda nasıl yürünür, bunun kaidesini öğrettiler. Göz, ayağın ucunda olacak yolda yürürken! Gözümüz hep ayağımızın ucundaydı. Hep önümüze bakardık. Sizler boyuna etrafınıza bakıyorsunuz… Ona bak, şuna bak… Sizde hâfıza olmaz. Günahı göz işlerse de belâsını gönül çeker. Gözler bakar, gönül rahatsız olur ve hâfıza zayıflar.”  — MAHİR İZ — Mahir İz kimdir? Abdullah Mahir İz 28 Ocak 1895’te İstanbul’da doğdu. Babası Külhâni zâdeler diye anılan bir ilmiye ailesinden, Medine ve Ankara kadılıklarında bulunmuş Seyyid İsmail Abdülhalim Efendi, annesi alimler yetiştiren aileye mensup Rafie Hanımdır. 1938 yılında Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde İslami Edebiyat dersi yanında tasavvuf tarihi ve hitabet dersleri okuttu. Hoca, öğretmenliği o kadar sevmişti ki, mezar taşını "Muallim Mahir İz" olarak yazdırdı. Mahir İz, çok yönlü bir kişiliğe sahip olup, İslâmî ilimlere vakıf idi. 1960 ihtilalinden sonra, Kur’an’ın Lâtin harfleri ile basılması projesi kapsamında Diyanet işleri tarafından Ankara’ya davet edildi. Burada, heyette bulunan kişileri, bu işin yanlış olduğuna ikna etmeyi başardı ve böylece bu proje devreye sokulmadı. Yazıları Diyanet Gazetesi, Sa’y, Sebilürreşad, İslâm Düşüncesi, Oku, Tohum, Hilal, Yeni İstiklâl, Bugün ve Asya gibi gazete ve dergilerde yayınlanmıştır. Bulunduğu tüm ortamlarda dinimizi hâl ve kâl diliyle anlatmıştır. Bu manada şu cümlesi manidardır: “Allah’ın ve Rasulünün istediği müslüman cami içinde anlaşılmaz. Cami cemaati veya Arafat’taki cemaat Allah’ın binbir emrinden sadece ikisini yerine getirendir. Müslümanın hakiki ölçüsü cami dışındaki, muamelatından, işlerinden meydana çıkar...”  09 Temmuz 1974’de Hakk’ın rahmetine kavuştu.

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım