İnsanı korkuya düşüren ve ümitsizliğe sevk eden şey ya kendisine güvenmektir ya da Kadîr-i Külli Şey olan Rabbini unutmaktır. Bu noktada peygamberleri öne çıkaran ve kıymetli yapan şey, her ne halde olursa olsun sadece Allah’a güvenmeleri olmuştur.Hatırlayalım…Musa Aleyhisselam kendisine güvenenleri de alıp Firavun bölgesinden çıkmıştı. Bunu haber alan Firavun ordusuyla beraber Kızıldeniz kenarında onlara yetişti. Ortaya çıkan tablodaki resimde her halükârda ölüm vardı. Zira önlerinde deniz, arkalarında Firavun ve ordusu. Musa Aleyhisselam’ın arkasındakiler tereddüde düşseler de onda hiçbir korku ve tereddüt yoktu. Çünkü oraya gelirken Rabbinin izniyle gelmişti; şimdi de ondan gelecek yardımı beklemekten başka garantisi yoktu. Fakat imanı tamdı.Nihayetinde “Bismillah” diyerek elindeki asayı denize vurdu ve deniz yarılarak on iki yol açıldı. Onlar için selamete açılan kapı olan deniz, Firavun ve askerleri için mezar oldu.Gelelim başka bir sahneye…Hendek Savaşı için hendekler kazılıyordu. Bir kaya çıkmış, parçalanmıyordu. Efendimiz (sav)’e haber ettiler. Geldi, elindeki aletle vurdu ve her defasında bir parça düştü. O da her defasında, o zamanın büyük devletlerinin yıkılışını haber verdi. Zahiren baksanız, çok uçuk ve olması mümkün olmayan o şeylerin hepsi, zamanı geldiğinde oldu. Zira Efendimiz o müjdeleri kendinden değil, Rabbinin bildirmesiyle ve izniyle haber ediyordu. Oldu mu? Evet.Ve başka bir perde…Abdülkadir Geylani Hazretleri, bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden üstündür, çünkü o ölüleri diriltiyordu, diyen bir Hristiyan’a dedi: “Peygamberimiz ahirete gitti, ben diriltsem bu davandan vaz geçer misin?” O da kabul etti. Hristiyan adam, birkaç sorudan sonra kendisince emin olduğu en eski bir mezar taşının başına gelip “bu olsun” dedi. Hazret sordu, “Senin peygamberin ölüleri diriltmeden önce ne derdi?” O da cevaben “Allah’ın izniyle kalk!” diye cevapladı. Hazret öyle söyledi. Mezardan bir kişi kalkıp kelime-i şehadet getirip yeniden eski haline döndü.Bu durum peygamberlerde ve büyük zatlarda böyle olduğu gibi, her müminde de böyledir. Tezahürü, büyüklüğü farklı olabilir ama böyledir. Mümin kimseden beklenen de budur. Yani Allah’a iman etmek ve ona güvenmek. İyiliklerin Allah’tan, kötülüklerin nefsinden olduğunu bilmek. Allah dilemedikçe hiçbir şeyin vücud bulamayacağının farkında olmak.Bunu bilen bir mümin için korkulacak ve endişe edecek hiçbir şey olamaz. Çünkü Allah’ın kudretine karşı zorluk yoktur. Yeter ki hikmeti iktiza etsin ve kabul etsin. O zaman bizlerin vazifesi yalnızca Allah’ı razı edecek halde olmak ve davranışlarda bulunmaktır.Rabbimiz Kur’an’da açık ve net olarak şöyle diyor:“Allah’a ve ahiret gününe iman etmekte olan kimselere bununla nasihat olunur; kim Allah’tan sakınırsa, (Allah) ona (her darlıktan) bir çıkış yolu kılar. Ve hesaplayamadığı, (ummadığı) bir cihetten onu rızıklandırır. Kim (rızkı elde etmek için kendi üzerine düşeni yaptıktan sonra) Allah’a güvenip dayanırsa, Allah ona yeter.” (Talak, 2-3)Baştaki ifadelere kaynak olan şu ayeti de hafızamızda tutalım: “Sakın Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez” (Yusuf, 87)Ve unutmayalım ki:Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı vardır…
Tophane KasrıTophane Kasrı, Sultan Abdülmecid tarafından 1849-1852 seneleri arasında İngiliz mimar William James Smith’e yaptırılmıştır. Bu kasrın yapılış sebebi, Padişahların Tophane’de bulunan askerî tesisleri ziyaret ettikleri zamanlarda kullanmaları içindi. Tophane, Osmanlı Devleti’nin en önemli silah üretim merkezlerinden biriydi. Bu sebeple sık sık Osmanlı padişahları tarafından ziyaret edilir ve denetlenirdi. Bunun dışında deniz yoluyla gelen yabancı devlet adamları da burada karşılanırdı. Kâgir olan kasır binası, 10x22 metre ölçülerinde iki katlı olarak inşa edilmiştir. Kasır, tarihi boyunca kimi önemli olaylara ev sahipliği yapmıştır. Mesela Sultan Abdülmecid, Rus çarının kardeşi Grandük Konstantin Nikoloviç’i 1858 senesinde burada kabul etmiştir. Yine Osmanlı Devleti’nin kesin zaferiyle sonuçlanan 1897 Yunan Savaşını bitiren barış antlaşması, büyük devletlerin elçilerinin katılmasıyla birlikte bu kasırda imzalanmıştır. Cumhuriyet döneminde uzun yıllar malûl gaziler yurdu olarak kullanılmıştır. Son olarak 2022-2024 yılları arasında restore edilerek Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesine tahsis edilmiştir. Barok tarzı süslemeleri dikkat çekmektedir.2 Aralık 955Hadîs hâfızı ve fakîh Ebü’n-Nadr et-Tûsî vefat ettiAslen Taberânlı olan Tûsî, 864 senesinde dünyaya gelmiştir. Güvenilir bir muhaddis olarak kabul edilmektedir. Sahip olduğu geniş hadis kültürüyle çalışmalarını Sahîh-i Müslim üzerinde yoğunlaştırmıştır. Müstahrec türünden olan ve günümüze ulaşıp ulaşmadığı bilinmeyen kitabını talebelerinden Hâkim en-Nîsâbûrî rivayet etmiştir. Hadis alanındaki hizmetlerinin ve Tûs kadılığının yanı sıra, öncelikle Şâfiî mezhebini Horasan bölgesinde canlı tutmaya çalışmış ve orada ilmine başvurulan bir kişi olmuştur. Doksan yılı aşan ömrünün yaklaşık üçte ikisini fetva vererek ve hadis çalışmaları ile değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Gecenin üçte birini kitap yazmakla, üçte birini Kur’an okumakla, üçte birini de uyumakla geçirdiğini söylüyordu.19 Aralık 1874İlk mülkî idâdî, Dârülmaârif binasında açıldıDârülmaârif binası, Cağaloğlu’ndaki Sultan II. Mahmud Türbesi yanında Sultan Abdülmecid’in annesi Bezmiâlem Vâlide Sultan tarafından yaptırılmıştır. Dârülmaârif, padişahla devlet ricâlinin katıldığı bir merasimle ve devrin sadrazamı Mustafa Reşid Paşa’nın nutkundan sonra 21 Mart 1850’de bu binada öğretime başlamıştır. 1869 tarihli Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi’yle ilk ve orta öğretim kurumlarında yapılan bazı düzenlemeler neticesinde dört yıllık rüşdiyelerden sonra öğrenim süresi üç yıl olan idâdîlerin açılması düşünülmüş, bir süre düşünce planında kalan bu sistem 1873’ten itibaren uygulamaya konulmuştur. Yeni sistemde ilk mülkî idâdî, 19 Aralık 1874’te Dârülmaârif binasında açılmıştır. Bu şekilde Dârülmaârif binasında giderek ilk, orta ve lise seviyesindeki öğretim kurumları bir araya toplanmıştır. 21 Aralık 1913Dâhiliye Nezâreti teşkilatı nizamnamesi yayınlandıGünümüzdeki İçişleri Bakanlığına karşılık gelen Dâhiliye Nezâretinin görev ve yetkileri İttihat ve Terakkî döneminde yeniden belirlendi. 21 Aralık 1913 tarihli Dâhiliye Nezâreti teşkilâtı hakkında çıkarılan on yedi maddelik nizamnâmede nezâretin kalemleri müsteşarlık ve hususi kalemden başka on bir müdüriyetten oluşmaktaydı. Burada müsteşarın nâzıra yardımcı olup ona karşı sorumlu tutulması gerektiği ve hukuk müşavirinin normal görevine ilâveten müsteşar muavinliği yapacağı belirtilmekteydi. Hususi kalemi ise nâzırın dâhilî ve hâricî işlerini, özel ve mahrem yazışmalarını idare edecek, Haremeyn tercümanlığı bu kaleme bağlı olacak, nezâretin tercüme işlerini de bu kalem yürütecekti. Osmanlı Arşivi’nde mevcut belge tasnifleri arasında Dâhiliye Nezâretine ait evrak önemli bir yekün tutmaktadır.
Yaşadığımız âlem hemen her yönüyle ancak bilgi ve şuur ile okunabilecek bir özellik arz etmektedir. Çünkü bu âlemin yaratılması âlimâne ve şuurkarâne (ilimli ve şuurlu) bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Gözümüzle gördüğümüz bütün bu icraatlarda birçok üstün özellik fark edilmektedir.İşte bu fiillerdeki üstün özellikler o fiilin sahibi olan zâtın üstün özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Yani bu âlemde, görme, bilme, duyma gibi işlevleri yaratan zât, gören, bilen ve duyan bir zât ki kendi vasıflarının minimum (cüz’i) yansımalarını bu âlemde göstermiştir.Bu âlemin yaratılması esnasında ilim, irade, kudret, hikmet ve bunun gibi çok yüksek ilâhî özellikler tecelli etmiştir. Dolayısıyla bu gibi yüksek seciyeler ancak ilim sahibi olabilmekle hissedilir ve okunabilir. Bu âlemin aslında bir kitaptan pek de farkı yoktur. Kitap, bilgi sahibi olmakla, bilgiyi irade ile kâğıda dökmekle ve bu işi yaparken bir fayda gözetmekle ve en önemlisi bunları yapacak kuvvet ve kudreti taşımak ve kullanmakla vücuda gelir.Aynen bu örnekte olduğu gibi bu kâinatın sahibi olan zât da bir kitabın var edilmesindeki silsileye muvafık, uygun bir tarzda bu âlemi var etmiş, yaratmış ve yahut kudret ve ilim ile yazmıştır. Gerçekten yaşadığımız bu âlemde birçok üstün özelliğin olduğunu şu yol ile de anlayabiliriz. İnsanların gayeleriyle meydana gelen birçok bilim dalları vardır. Biyoloji, fizik, kimya, astronomi ve daha nice bilim dalları… Bütün bu bilim dalları insanlığın bu âleme hediyesi veya ilavesi mi? Yoksa bu âlemde var edilmiş ve kaydedilmiş özellik ve kanunların fark edilmesi ve okunmasıyla ortaya çıkmış mütalaa şekilleri midir?Bilimsel bir değerlendirme ile ittifak edilebilecek bir sonuçtur ki, insanların kâinata ilave ettiği monte ettiği hiçbir değer yoktur. Kâinat, zaten düzenli, intizamlı, temiz, ahenkli, ritmik ve her cihetten mükemmel olarak yaratılmış bir görüntü arz ediyor. Mükemmelliğe hiçbir ek ve ilave yapılamaz. Eğer yapılması söz konusu olursa o unsurun veya varlığın mükemmelliği tartışılır hale gelebilir.Demek ki hikmet-i beşeriye dediğimiz ve insanlar tarafından ortaya çıkarılan bu bilimler, kâinatı yaratan zâtın da ne kadar büyük ve azametli olduğunu bu mükemmel fiiller ile izah edebiliyor. Bu aşamaya ulaşıldıktan sonra kâinatın okunması, mütalaa edilmesi ve tefekkür edilmesiyle ortaya çıkan bu kâinat kitabının mütalaası esnasında bazı mütalaacılar bu kâinatı, kainatı yaratan zâtı hesaba katmadan değerlendiriyor ve yahut bu yanlışa düşüyorlar.Mükemmel bir kitap düşünelim. Çok derin manalar ve incelikler taşıyor. Üstelik bu manaları ifade eden kelimeler, yazılar, harfler çok değerli madenlerden yapılmış. Bu kitabı incelemek üzere iki bilim adamı görevlendiriliyor. Bilim adamlarından birisi harflerin yazılış tarzı, kullanılan hat, harflerin yazılması esnasında kullanılan madenler, harflerin çeşitleri ve buna benzer birçok basit işle uğraşarak bu incelemeyi yaparken, bu kitapta ne mesaj verilmek isteniyor, ne için yazılmış, kim yazmış, kimin için yazılmış bu soruları hesaba katmadan bir değerlendirme yapma cihetine gidiyor.İkinci bilim adamı ise harflerdeki ve kelimelerdeki sanattan ve kullanılan malzemelerden ziyade o kelimelerin ve ibarelerin manalarını yakalamaya ve anlamaya çalışıyor. Ta ki bu kitabı kim, kimin için, ne amaçla yazmış anlasın. Bu örnekte olduğu gibi şu anda bilim adına ortaya çıkan insanlarda bu iki durum gözükmektedir. Bir kısmı, güneşin şu kadar ağırlığı var, bize bu kadar kilometre uzakta, sıcaklığı şu kadar, hacmi bu kadar gibi mütalaa ve değerlendirmelerle yazdığı mütalaa kitabında, güneşin ne amaçla var kılındığı ve kimin tarafından var kılındığı gibi mühim noktalar hiç düşünülmüyor ve yahut düşünülemiyor.Burada soruyoruz, niçin sadece fiilden bahsediyorsun da failden bahsetmiyorsun? Niçin sanatı kabul, sanatkârı inkâr ediyorsun? Bize cevap veriyor, bilim ile bilim adamı objektif olmalı, taraf tutmamalıdır. Demek ki kâinatta fiili görüp faili gizlemek, sanatı görüp sanatkârı fark etmemek objektiflikmiş(!). Bu zavallı anlayışa kendini mahkûm eden bu zavallı insan, son derece aciz olan o haliyle kendini ne kadar da otorite görüyor? Bu bilim adamı bir cinayete şahit olsa, polisler kendine ne gördüklerini sorsalar, herhalde şu şekilde cevap verecektir: Bir tabancadan şu kadar hızla çıkan şu tür bir mermi şöyle bir açı ile durakta bekleyen adamın göğsünden içeri girdi.Polisler şaşırarak “beyefendi bahsettiğiniz tabanca kimin elindeydi” dediklerinde, bilim adamı “ben objektif bir bilim adamıyım bu yüzden taraf tutamam, onun için tabancanın kimin elinde olduğunu söyleyemem” diyecektir. İşte bugün modern olduğu söylenen bu bilim, kâinatın sahibinden bilim adına bahsedemiyor. Oysa bilse ki bir harf kâtipsiz, bir iğne ustasız, bir köy muhtarsız olmaz, olamaz. O halde şu muhteşem kâinatın nasıl sahibi olmaz? Sosyal bir görüntü altında olup da bedevi ve vahşi insanların bile taşımaktan utandıkları bu anlayış tarzını taşımanın onları hiç incitmemesi de ayrı bir dram. Kâinat filmini kasıtlı veya kasıtsız yanlış tercüme ederek hem bu mükemmel kitaba hem de o kitabın sahibine karşı edepsizlik yapmış oluyorlar. Bu sahtekâr tercümanların ve o sahte tercümeleri okuyanların ebedi hayatları elden gidiyor, bir bilseler.Es’selam Alâ Men’ittebea’l Hüda
Peygamber Efendimiz (sav) dünyaya gelmeden önce, zaman-ı fetrette kâhinler, hem o zamanın bir derece evliyâ ve ârif-i billâh olan bir kısım insanları, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın geleceğini haber vermişler ve ihbarlarını da neşretmişler. Şiirleri ile gelecek asırlara bırakmışlar. Onlar çoktur. Biz ehl-i siyer ve tarihin nakil ve kabul ettikleri meşhur olan bir kısmını zikredeceğiz.Ezcümle, Yemen padişahlarından bir melik, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın evsâfını eski kitaplarda görmüş, iman etmiş; şöyle bir şiirini ilân etmiş: شَهِدْتُ عَلٰٓي اَحْمَدَ اَ نَّهُ رَسُولٌ مِنَ اللّٰهِ بَارِي النَّسَمِ* فَلَوْ مُدَّ عُمْر۪ٓي اِلٰي عُمْرِه۪ لَكُنْتُ وَز۪يرًا لَهُ وَابْنَ عَمٍّ“Ben Ahmed’in (asm) risâletini tasdîk ediyorum. Ben onun zamanına yetişse idim, ona vezir ve ammizâde (Hz. Ali gibi) olurdum.”1 Bediüzzman Hazretlerinin Zülfikar mecmuasında kısaca değindiği hadisenin teferruatına bakalım:Yemen Kralı Tübba’dan Peygamberimiz (sav)’e Mektup Bu ibret verici hadise, Peygamber Efendimizin (sav) doğumundan yüzlerce sene önce yazılmış bir mektupla başlar. Bu mektup, Yemen Kralı Tübba tarafından yazılmış, altın mühürle mühürlenmiş ve Peygamber Efendimiz (sav)’e gönderilmiştir.Yahudilerin Beklediği Son PeygamberGerek Yahudi gerekse Hristiyan din alimleri, Tevrat ve İncil’deki bazı ayetlerden hareketle Arap bölgesinde “Ahmed” adıyla bir peygamberin geleceğini sürekli dile getiriyorlardı. Bu bilgi nesilden nesile aktarılmıştır. Hatta Yahudilerin önemli bir kısmının gelecek son peygamberi beklemek için Medine’ye yerleştikleri bilinir. 400 Yahudi âlimi bu nedenle Medine’ye geldi ve Medine’yi vatan edindi. Bunların torunlarından bir kısmı daha sonra Müslüman olarak “Ensar” adını aldı. Yani Ensar içinde eskiden Yahudi kökenli olup da Hz. Peygambere iman edenler de vardı. Medine’yi İşgale Gelen YemenliPeygamberimizin (sav) doğumundan asırlar öncesinde (Bunu 6-7 asra kadar çıkaran kaynaklar vardır.) Yemen hükümdarı Tübba, Medine’yi işgal için yola çıktı. Medine’ye geldiğinde oradaki Yahudi âlimleri kendisiyle konuşup Medine’yi işgal etmemesi için onu uyardılar. “Medine korunmuş bir şehirdir. Orayı işgal edemezsin!” dediler. Gerekçe olarak da “Son Peygamberin (sav) Medine’ye yerleşeceği” bilgisini verdiler. Bu bilgi Tübba’nın dikkatini çekti. Yahudi âlimlerle uzun uzun konuşup Peygamberimizin (sav) geleceği hakkında bilgi aldı. O denli etkilendi ki Medine’de Peygamberimizin (sav) yerleşmesi için bir ev bile yaptırdı. Sonra da uzun bir mektup yazdı. Mektubu altın mühürle mühürleyip bu bilginlerden en güvendiğine teslim etti.Tübba’ın VasiyetiTübba bu mektubu teslim ettiğinde şöyle vasiyet etti: “Ben bu peygamberin hangi asırda geleceğini bilmiyorum. Her biriniz kendi çocuğuna bu mektubu ulaştırsın. Nesilden nesile aktarılacak bu mektup mutlaka o peygambere ulaştırılsın.”Tübba mektubu teslim ettikten sonra Yemen’e geri döndü. Ama kalbi ve aklı Medine’de kaldı.Eyyüp Sultan’a (ra) Mektup Nasıl Ulaştı?Rivayete göre bu âlimlerin birisinin torunu olan -veya Medine’nin en asil ailelerinden birine mensup olan- Eyyüb Sultan (ki esas ismi: Halid bin Zeyd eba Eyyüb el-Ensari) bu mektuba sahip oldu. Mektup nesilden nesile, elden ele dolaşırken bir vesile ile Eyyüb Sultan’a ulaştı. Eyyüb Sultan Hazretleri bu mektubu sakladı. Peygamber Efendimiz (sav)’in Mekke’den çıkıp Medine’ye geleceğini duyunca da heyecanlandı ve mektupta adı geçenin Hz. Peygamber olduğunu anladı. Güvendiği adamlardan birisi olan Ebu Leyla’ya bu mektubu verip şöyle dedi:“Yola çık. Hz. Peygamber’i (sav) yolda yakala. Bu mühürlü mektubu ona teslim et. Böylece görevimizi yerine getirelim.” Eyyüb Sultan (ra), bu mektubu gönderdiğinde, Hz. Peygamberin kendisine misafir olacağını elbette bilmiyordu.Tübba’ın Mektubu Peygamberimiz (sav)’in ElindeEbu Leyla isimli Medineli, mektubu Sevgili Peygamberimize (sav) ulaştırmak için yola çıktı. Süleym kabilesinin güvenilir mensuplarından birisi olan Ebu Leyla hicret yolculuğundaki Peygamber Efendimizi, Medine’ye gelmeden buldu. Yolda Hz. Ebu Bekir’le karşılaştı. Ve Hz. Ebu Bekir’le konuşmaya başladı. Henüz adını, nereden geldiğini ne için geldiğini söylememişti. İkisinin konuştuğunu gören Hz. Peygamber (sav), Ebu Leyla’ya adıyla hitap etti: “Sen Ebu Leyla mısın?” buyurdu.Ebu Leyla şaşkınlık içinde “evet” dedi. Hz. Peygamber (sav) devam etti: “Tübba’ın bana yazdığı mektubunu ver.” Ebu Leyla’nın hayreti daha da arttı. Peygamberimize; “Beni nasıl bildiniz, adımı nereden bildiniz. Bu gizli mektubu nasıl bildiniz?” deyince Hz. Peygamber (sav) cevap verdi: “Ben Allah’ ın Peygamberiyim. Ben Muhammedim!” Ebu Leyla mektubu Peygamberimize (sav) teslim etti. Efendimiz (sav) mektubu okuması için Hz. Ebu Bekir’e uzattı. Hz. Ebu Bekir mektubun mührünü söktü ve içindekini okudu.Tübba’ın Mektubundaki BilgilerTübba’nın asırlar öncesinde yazdığı mektup şöyleydi: “Şehadet ederim ki Hz. Ahmed, Allah’ın Peygamberidir. Şayet ömrüm olur da O’na ulaşırsam O’nun yardımcısı veya amcasının oğlu gibi olurum. O’nun yanında yer alırım. O’nun düşmanlarıyla savaşır, yükünü hafifletirim.” Bu mektubu dinleyen Hz. Peygamber (sav), “Merhaba ey salih kardeş. Aramıza hoş geldin.” dedi.2 “Sakın Tübba’a küfretmeyin, sövmeyin. O bir mümindir.” buyurdu.3 Eyüp Sultan’ın Evini Kim Yaptı?Kaderin çok garip bir cilvesidir ki, Hz. Peygamber (sav)’in Medine’de 7 ay boyunca misafir olarak kaldığı Eyüp Sultan’ın evi, asırlar önce Tübba’ın Peygamberimiz (sav) için inşa ettiği o evdi. Hz. Peygamber (sav), asırlar önce kendisi için inşa edilen o eve gelecek ve o evde misafir kalacaktır. Tabii ki bu olay hakkında kesin rivayetler yoktur. Ancak Peygamberimizin (sav) Tübba ile ilgili hadisleri sağlam kaynaklarda vardır. Onun için olay doğrudur veya yanlıştır gibi kesin bir hükme varamıyoruz, şöyle ki:1. Tübba’ “Sultanlar sultanı, herkesin kendisine uyduğu sultan” gibi manalara gelir. Tübba’ unvanı; M.Ö. 115 tarihinde Güney Arabistan’da kurulan, Himyeriler (Himyerliler) diye bilinen devlet meliklerinin unvanıdır. M.Ö. 115’te kurulan Himyeri devleti M.S. 525’te yıkılmıştır. 2. Himyerilerin en meşhur Tübba’ı; Ebu Kerb Tübân Es’ad’dır.İbn-i Hişam’ın hocası, İbn-i İshak’tan naklettiğine göre; Tübba’ Ebu Kerb Tübân Es’ad; Tübba’; sultanlığı sırasında ordusuyla Medine’yi fethetmek için buraya gelmiş, Medinelilerle savaşmış ve sonunda şehrin son peygamberin hicret yurdu olduğunu öğrenince şehri fethetmekten vazgeçmiş, Medinelilerle bir antlaşma yapıp şehirden, Mekke’ye gitmek üzere ayrılmıştır.Tübba’ Ebu Kerb Es’ad, 4. yüzyılın sonlarında Orta Arabistan’ı, Necid ve Tihameyi fethetmiştir. Tübba’ın Medine’ye uğraması da büyük ihtimalle bu sırada olmuştur.4 3. Peygamber Efendimiz (asm) de Ahmed b. Hanbel’in “Müsned” (5/340) isimli eserinde yer alan iki hadiste; Tübba’ Es’ad el- Himyeri’den söz eder. Bu hadisler şöyledir:“Tübba’a küfretmeyin, (hakkında kötü konuşmayın), zira o Müslüman olmuştur.”, “Es’ad el -Himyeri’ye sövmeyin, zira o Kabe’ye ilk örtüyü giydirendir.”5 Dikkat edilirse, Mekkeli ve Medineli sahabeler, zaman zaman Medine’ye ordusuyla gelmiş olan Tübba’dan söz ediyorlardı. Resulullah (sav) onları iki hususta uyarmak için bu sözlerini söylemiş olabilir.4. Tübba’ Es’ad, Kabe’yi ilk giydiren kimse olduğuna göre, Mekke’ye de uğramıştır. Bu konuda tarihi kaynaklarda bilgiler yer alır.İbn-i İshak’ta ve başka tarihi kaynaklarda geçtiğine göre; Tübba, Kabe’yi yıkmak ve onda saklı olan altın, yakut ve zebercetlere sahip olmak için ordusu ile Mekke’ye girmek istemiş, Allah’ın gönderdiği bir rüzgâr ile rahatsızlanınca, bu düşüncesinden vazgeçmiş, sonra Kâbe’yi tavaf etmiş, Kâbe için armağanlar sunmuş, Kâbe’yi giydirmiş, Harem’de Mekkelilere ziyafet vermiş ve altı gün Mekke’de kaldıktan sonra Yemen’e dönmek için orayı terk etmiştir.6 Doğrusunu Allah bilir.1- Zülfikâr Risalesi, 298.2- Semhudî, Vefâʾü’l-vefâʾ bi-ahbâri dâri’l-Mustafa (nşr. Kasım es-Sâmerrâî), Beyrut 1422/2001, s. 340-342.3- Semhudi, Vefaul Vefa, I, 188- 189; İbn Kuteybe, el-Mearif; İbn Asakir, III, 334-335.4- İbn-i İshak, s. 29. İbn-i Hişam, Es-Sire, I, 16- 18. İbn-i Kuteybe, Abdullah b. Müslim.5- Müsned, 5/340; M. Hüseyin el-Ferah, el-Cedîd fî Târîhi Devleti ve Hadârati Sebeʾ ve Himyer, San’a 1425/2004, I, 129, 147; II, 645-658. Ayrıca onun Müslüman olduğu hakkında bk. İbn-i İshak, s. 33. No, 39; Diyarbekri, Muhammed b. Hasan, Târîhu’l- Hamîs, I- II, Müessesetü Şa’bân, Beyrut ty., I, 119.6- İbn-i İshak, s. 29 vd. İbn-i Hişam, Es-Sire, I, 16- 18. İbn-i Kuteybe, el- Me ‘ârif, s. 449, 452; Diyarbekri, I, 119; Mesûdi, II, 12; İbn-i Kuteybe , s. 429.
“Ya Rab! Şöyle büyük bir derdim var” deme; derdine dön, “benim çok büyük bir Rabbim var” de!Müslümanlar için belki de en karanlık zamanlar, 20. asrın başları olsa gerektir.Çünkü, o zamanlar için İslamiyet’in yegâne hamisi sayılabilecek olan Osmanlı Devleti’nin en zayıf, en yalnız, en sıkıntılı, en çalkantılı olduğu dönemdir. Abbasi devrinde de müteaddit defalar hilafet tehlike altına girmiş fakat, o zamanlarda bu tehlikeleri bertaraf edebilecek Selçuklular mevcuttu. Osmanlının son dönemlerinde ise, yeterli desteği verebilecek bir devlet veya millet maalesef ki kalmamış; asırlar boyu süren planlı ve dessas çalışmalarla ana bünyeden koparılmış ve zaafa uğratılmıştı.Bütün ümmet, maddeten de Avrupa’dan geri bırakılmıştı.Libya, Balkanlar, Mısır, Sudan, Cezayir, Hicaz ve nice topraklar, birer-ikişer elden çıkmış; neredeyse her parça toprağımız, Batı veya Rus işgal ve katliamına maruz kalmıştı.Yani, İslam Devleti’nin düşmanları yaralı aslana saldıran aç sırtlanlar misali, uzun zamandır kolladıkları fırsatı değerlendirerek emellerine ulaştılar ve parsayı üleştiler.Öbür taraftan kahraman ordu, bin bir türlü ihanet veya oyunlarla tarumar edilmişti.En nihayetinde son Padişah raiyyetiyle beraber yurtdışına sürülerek saltanat ve kısa zaman sonra da Halifelik ilga edilecekti.Bu şiddetli cereyanlar ve hadiseler muvacehesinde Alimler, kanaat önderleri, nice münevver şahsiyetlerin bile yürekleri parçalanmış, ümitsizliğe düşmüş ve sanki büyük kıyameti bekler hâle gelmişlerdi.Bütün bu zulmet (karanlık) içinde bir zat vardı ki; başlardan beri muhataplarına âdeta ümit pompalıyor, zamanın idarecilerine çok tafsilatlara girerek yol gösteriyordu.“Bir nur görüyorum” diyerek, her küçük ümit ışığını, doğmakta olan koca bir güneşe benzetiyor, övgüler yağdırıyor, yeniden ittihad ve Şeriat-ı Garra mevzularında heyecanları canlı tutuyordu.Ümmetin selameti için uzun zamandır üzerinde çalıştığı projelerinden biri olan doğuda, doğu insanının derdine derman olacak bir üniversite (Medresetü’z-Zehrayı) kurma hayalini her padişaha sunuyor, nihayetinde Sultan Reşad’dan desteği alıyordu. İşte bu yılmaz şahsiyet, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’ nden başkası değildi.O kadar istediği medrese inşaatı devam ederken 1. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle çalışmalarını yarım bırakarak, talebeleriyle beraber cepheye gitmek üzere milis alayı teşkil eden de oydu.Payitahtta, zamanın en tesirli hükümeti olan işgalci İngilizlerin politika ve Kur’an aleyhtarı faaliyetleriyle de birebir mücadele ederken ciddi mecmualarda çıkan yazıları, kendi imkanlarıyla bastırdığı kitapları ve doğrudan yaptığı hitabetleriyle müminlerin daralan gönüllerine de nefes olmuş; fitne zamanında yolları aydınlatan bir fener vazifesini görmüştü.İstanbul’daki işgalci İngiliz ordu komutanlığının hakkında “vur” emri çıkarmasına rağmen, bilakis o, kendi anlayışıyla “vurmaya” devam ediyor hem askeriyenin hem de Anglikan Kilisesinin tertip etmeye çalıştığı oyunları başlarına çalıyordu.Toprakları işgal altındaki Müslümanları aşağılamak için hazırlamış oldukları soruların cevabını, onların istediği şekilde değil de kendi üslubuyla suratlarına çarpmayı da bilmişti.İşte böyle yılmaz bir mücadeleci olan Üstad Bediüzzaman gibi bir zatı tanımış olan bizlerin, kendi zamanımızdaki zulüm ve felaketler karşısında ondan alacağımız çok şeyler olması gerektir.Çünkü, onun zamanında devlet ve millet beraberce zaafa uğratılmış; vatan toprakları işgale uğramış, onlarca cephede harplere girilmiş ve mağlubiyetler yaşanmıştı.Günümüzde ise, istenilen seviyede olmamakla beraber, milletimiz maddi imkân ve teknoloji cihetiyle terakki etme yolundadır; o zamanlardaki yokluk ve kıtlık gibi ağır şartlar da hamdolsun, uzaktadır.Üstadın büyük mücadelesinin neticesinde, İslam şuuru hem memleketimizde hem de diğer İslam ülkelerinde yükselmeye başlamış ve gayrimüslim memleketlerde de yükselme temayülü başlamıştır.Milyonlar, tabiat fikr-i küfrisine, ateizm ve deizm bataklığına düşmekten kurtulmuş; İslam şuurunu kazanmıştır.Papalığın 1990’ların başlarında Avrupa’da son zamanlarda İslamiyet ile müşerref olan 50 bin kişi üzerinde yapmış olduğu araştırmada, Müslüman olma sebeplerinin Risale-i Nur olduğunu ifade edenlerin oranı yüzde 33 idi. Kaldı ki, o zamanlarda belki de sadece İngilizce ’ye çevrilmişti. Yani, yeni bir araştırma daha yapılacak olsa, bu oranın çok daha yüksek olacağı muhakkaktır.Yani önümüzde, 120-130 sene evvelki o ağır şartlara rağmen ümidini hiç yitirmeyen bir Bediüzzaman misali varken, bizlere O’nun açmış olduğu o muhteşem yolda, yalpalamadan yürümek çok zor olmasa gerektir.Ayrıca, ömrünün ileriki yıllarında sürgün, hapis ve zehirlenmelere rağmen, ağır şartlar altında, ihtiyarlık ve hastalıklar altında ve imkansızlıklar içerisindeyken, en ciddi hizmetini yapmış, Risale-i Nur eserini tamamlamıştır.Bütün bunlarla beraber, kendisine bütün bu eziyetleri reva görenlere kin gütmemiş, eserlerinden istifade etmelerini tavsiye etmiş; imanlarını kurtarmak şartıyla hakkını helal ettiğini beyan etmekten de geri kalmamıştır.Burada Hz. Mevlana’nın şu muhteşem sözünü hatırlamamak mümkün değil:“Hangi tohum toprağa düştü de yeşermedi ki!”Öyle ya, “Sen at tohumu toprağa, yeşertmezse toprak utansın”.Selametle ve ümitle kalın.
Gönül dünyasını bihakkın imar edip nurlandırmada ve Hak Teala’nın razı olacağı gerçek kulluğun inşasında gerekli dört mühim esası nazara verir, Bediüzzaman Hazretleri. Bu esaslar, hayata bihakkın hâkim kılındığında, hem gerçek kulluğun gerektirdiği bütün vazifeleri yerine getirmeye imkân sağlayacak bir motivasyona sahip olunur hem de kulluğa zarar veren bütün zemimeler ve sevapları erozyona uğratan bütün afetlerden -biiznillah- salim kalınır. Kısaca açıklayalım:Acz-i MutlakKulun kendisini Allah Teala karşısında mutlak acz içinde görmesi, aczini bilip her yerde her zaman, küçük büyük her işte Allah’tan yardım istemeyi bütün hayatına egemen bir düstur haline getirmesi. Hadis-i Kudside, “Ben Azimüşşan kalpten yükselmeyen (gafil kalb ile yapılan) duayı kabul etmem” buyruluyor. Duanın kalpten yükselmesinin en kestirme yolu ise, kalbde acziyet duygusunun hâkim olmasıdır. Aczini bilen kişi, dua ve istianeye tabiî bir şekilde yönelir. Bu yönelişle de duanın en önemli kabul şartlarından biri yerine gelmiş olur. Hadis-i Şerifte, “Dua ibadetin özüdür” buyrulur. İbadetin özü gerçek kulluğun esasıdır. Gerçek kulluk ise insanın yaradılış gayesidir. Demek ki acz-i mutlak düsturunu hayata hakim kılmak, insanı yaratılış gayesi ile buluşturan çok önemli manevi bir iksir oluyor. Hz. Enes’in rivayet ettiği başka bir hadiste, “Ayakkabınızın bağı kaybolursa onu Allah’tan isteyiniz” buyuruluyor. Bu hadis-i şerifin gereği olarak duayı, hayatımızın küçük büyük bütün detaylarına yansıtabilmek de acz-i mutlak düsturunu içselleştirmekle mümkün ve müyesser olacaktır. Fakr-ı MutlakKulun kendisini Allah’a karşı mutlak ihtiyaç içinde görmesi. Bu da birinci esası tamamlar. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesi ile geçmiş büyükler fakr ile fahretmişler. Yani Allah’a karşı son derece muhtaç olmalarını ve bunu itiraf etmeyi şeref bilmişler. Yunus Emre: “Miskin Yunus var yarına, koma bugünü yarına” derken, Hacı Bayram-ı Veli: “El-fakru fahri, el fakru fahri” derken kendilerinin şahsen cüz’î bir cüz’i ihtiyariden başka hiçbir şeye sahip olmadıklarını, bütün sermayelerinin dua, verileni kabul edip benimsemek, niyaz ile istemek1 olduğunu ifade etmişlerdir. Ve muhtemeldir ki adı geçen bu zatlar, söz konusu sözleri söylerken duydukları manevi hazzı, başka hiçbir yerde duymamışlardır. Bu iki düstura sarılan kimse, öyle bir kuvvete sahip olur ki tam bir zaîf-ü kavî olur. Allah’a karşı zayıf, masivaya karşı kuvvetli olur. Unutmamalı ki Allah’a karşı aczini izhar, mümin için büyük şereftir. İnsanlara karşı arz-ı ihtiyaçta bulunmak ise zillet ve meskenettir. Fikr-i MutlakKur’an-ı Kerim’de düşünmeye davet eden pek çok ayetler var. Ezcümle bir ayeti kerimede, “Biz, Kur’an’ı anlamanız için kolaylaştırdık; o halde var mı bir düşünen!” (Kamer, 17) Buyuruluyor ki bu teşvik, aynı surede 3 defa tekrar edilmiştir. Hadiste de “Tefekkür gibi (kıymetli) ibadet yoktur” buyurulmuş. Zira tefekkür, ibadetleri asli ve nihaî hedeflerine ulaştıran en kısa ve kestirme yollardan biridir. Tefekkür, iç dünyayı aydınlatan manevi hamle ve faaliyetlerin başında gelir. Bilgileri kuru malumatlar halinden kurtarıp, kalpte bir nur halinde yer tutmalarını sağlayan da yine tefekkürdür. Onun için her halükârda ve her fırsatta müfekkireyi işletip amel ve ibadetlerimize taalluk eden manevi nurlarla buluşmanın yoluna girmeli, çaresine bakmalıyız. Şükr-ü MutlakBüyüklerimiz bunu şöyle ifade etmişler: “Elhamdülillahi ala külli hâl sive’l-küfrü ve’d-dalâl.” Yani küfür ve dalalet hariç, başıma her ne gelirse gelsin, Allah’a hamdolsun. Bu muazzam ölçünün ifade ettiği hakikatlerle bütünleşebilmek için şu hususları yerine getirmek gerekir diye düşünürüz. 1) Şükrün hakiki manasını bilmek ve ona göre hareket etmek. Cüneyd-i Bağdadiye şükrün gerçek manası sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “Şükür, Allah’ın verdiği nimet ve imkanları O’nun yolunda, O’nun emrine uygun şekilde kullanmaktır. Diğer bir ifadeyle, Allah’ın verdiği nimet ve imkanlarla ona isyan etmemektir. Şükürle ilgili şu söz çok manidardır: Bişr-i Hafî (rahmetullahi aleyh) diyor ki: “Azaları içinde, yalnız dili ile şükreden kimsenin şükrü az olur. Çünkü gözün şükrü, bir hayır gördüğü zaman onu almak, şer görürse onu örtmektir. Kulağın şükrü, bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmaktır. Ellerin şükrü, onlarla hak olandan başkasını tutmamaktır. Midenin şükrü ilim ve hilm ile dolu olmaktır. Ayakların şükrü de iyilikten başkasına gitmemektir. Kim böyle yaparsa, gerçekten şükredenlerden olur. (İslam Büyüklerinin Örnek Ahlakı, s. 242) 2) Allah’ın nimetlerini en geniş boyutlarıyla hatırlayıp düşünmek. Nahl Suresi 18. ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyurulmaktadır: “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, onu(n tamamını asla) sayamazsınız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” Rahman suresindeki şu ayeti kerimeler de nimet olma özellikleri pek nazarı itibara alınmayan bazı nimet nevilerine dikkat çekerek nimetlerin sayısız olduğu noktasında kati kanaat veriyor. Mealen, üzerinize ateşten alev ve duman gönderilir; öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz. Gök yarılıp da (adeta) erimiş yağ gibi kıpkırmızı bir gül olduğu zaman, Rabbinizin nimetinin hangisini yalanlayabilirsiniz. İşte o gün, insana da cinne de (simalarından bilindikleri için öğrenme maksadıyla) günahından sorulmaz... (Rahman Suresi: 35-38) 3) Sabır içinde şükretme ifadesinin içerdiği hakikatlerle buluşmak.Yaşayışa ciddi kalite kazandırmada, hayatı anlamlı hale getirmede ve gerçekten mutlu bir hayata yol bulmada söz konusu ifadenin tazammun ettiği/içerdiği mana ve mesajlarla buluşmanın çok büyük önemi vardır. Açılımı sayfalara sığmayacak kadar geniş ve derin olan bu kavramı bir örnekle anlamaya çalışalım. Mesela hasta olduk veya dünyevi herhangi bir darlığa ve sıkıntıya uğratıldık. Maruz kaldığımız bela ve sıkıntıya, Allah’tan geldiğini bilerek, sabrettiğimiz zaman, ahiret adına çok karlı bir ticaret yapmış oluruz. Zira fani dünyanın gelip geçici sıkıntılarına mukabil, ebedi hayatın bitmez tükenmez güzelliklerini elde etmiş oluyoruz. Bu ise, bir verip milyarlar kazanmak gibi muazzam bir kazançtır. Böylesine kârlı bir kazanç ise elbette şükretmeyi gerektirir. İşte bu şekilde olumsuz durumları da şükre vesile yapmak, bütün hayatı şükürle doldurup değerlendirmenin önemli bir sebebi olacaktır. Şu beyit bu noktada ne kadar manidardır: “Vücudumun bütün kılları gelseler dile, şükretmiş olamam nimetlerinin binde birine.”4) Şükrümüzün de şükre muhtaç olduğu düşüncesiyle buluşmak. Davud (Aleyhisselam) bir münacatında Allah Teala’ya sormuş: “Yarabbi! Nasıl sana hakkıyla şükredebilirim? Ki sana şükredebilmem bile senin bana olan nimetlerin cümlesindendir. Hak Teâlâ cevaben buyurmuş: “Ey Davud! İşte şimdi bana gereği gibi şükretmiş oldun. Çünkü gerçek şükür, bana hiçbir zaman hakkıyla şükredemeyeceğini bilmendir.” Bediüzzaman Hazretleri de “Kişi hamd ettiği zaman, bu hamdine de başka bir hamd terettüb eder. Bu suretle hamd etme vazifesi, müteselsilen devam eder gider. Dolayısıyla insan, hamd noktasında hep geride kalır. Bekir Bin el-Müzeni (rahmetullahi aleyh) şöyle diyor: “Kişi bir defa ‘Elhamdülillah’ dediği zaman, ona bir başka Elhamdülillah daha vacip olur. (İslam Büyüklerinin Örnek Ahlakı) Şükürle ilgili bu anlayış ve yaklaşımda, şükr-ü mutlak düsturuna yaklaştıran çok önemli bir adım olma hususiyeti taşımaktadır. Rabbim bu hakikatleri bihakkın özümseyip uygulama şuur ve dirayetine mazhar eylesin. Âmin1- Bu konunun izahı için Risale-i Nurda şuraya bakılabilir 23. Söz, s. 115
Ümidimizi diri tutmamızı sağlayacakbirçok sebep sayabiliriz. Bunlardan bazıları şunlardır: Birincisi: Ümidin kaynağı ilk başta Allah’a ve ahirete imandır. Çünkü bir ehl-i iman inanır ki, şu kışın ardından baharın gelmesi ve gecenin ardından sabahın olması kat’iyetinde ölümden sonra ebedî bir hayat var, gelecek. Öyleyse ihtiyarlar hayat-ı bakiye ümidiyle dünyadaki sıkıntılara sabredebilirler. Aile içerisinde eşler arasındaki hürmet ve muhabbet ancak ebedi arkadaşlık anlayışıyla devam edebilir. Çocuklar ise ebedi cennet hayatı düşüncesiyle onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere karşı dayanabilirler.İkincisi: Rabbimiz kullarına karşı çok merhametli ve çok bağışlayıcıdır. Şu ayet-i kerime bunu açıkça ortaya koyar: “De ki: Ey nefisleri aleyhine (günah işlemekle ömürlerini) isrâf eden kullarım! (Günahlara bulaştık diye) Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin! Şüphesiz ki Allah, bütün günahları bağışlar! Doğrusu, Gafûr (çok bağışlayan), Rahîm (kullarına çok merhamet eden) ancak O’dur.”1Allah’ın rahmeti geniştir. Her şeyi kuşatmıştır. “Rahmet-i İlâhiye’den ümid kesilmez. Çünkü Cenâb-ı Hakk, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayrakdâr tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat (geçici) arızalarla inşallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır. Ve vazifesini idâme ettirir.”2Üçüncüsü: “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar; hâlbuki Allah, kâfirler hoşlanmasa da nurunu tamamlayıcıdır!”3 ayetinin işaretiyle Allah’ın va’di haktır ve mutlaka gerçekleşecektir.Dördüncüsü: “Ey İslâm Cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâm’ın saadet-i dünyeviyesi, bahusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâm’ın terakkisi onların intibâhıyla olan Arab’ın saadetinin fecr-i sâdıkının emareleri inkişafa başlıyor. Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye’sin (ümitsizliğin) burnunun rağmına olarak, ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i katiyemle derim:“İstikbâl, yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak.”4Beşincisi: “Biz Kur’ân şâkirdleri olan Müslümanlar, burhana (delile) tâbi’ oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklîd için burhânı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbâlde, elbette burhân-ı aklîye istinâd eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecek.”5Altıncısı: Hedefe ulaşmak için yürüdüğümüz yolda manilerle karşılaştığımız zaman yılmadan, yıkılmadan yola devam etmeliyiz. “Elbette bize lâzım olan, kemâl-i teslimiyetle sabır ve temkinde bulunmak ve bilhassa inkisar-ı hayâle (hayal kırıklığına) düşmemek ve bazen ümidin hilâfı zuhûr etse bile, meyus (ümitsiz) olmamak ve muvakkat (geçici) fırtınalarla sarsılmamaktır.”6 Hâsılı, ümidimize kuvvet verecek şeyler çoktur. Zira Allah’ın rahmeti geniştir, gazabını geçmiştir. Hem Rabbimiz Kur’ân’ da nurunu tamamlayacağını va’d etmekte ve ümitvar olmamızı emretmektedir. Hem hak ve hakikatin hükmedeceği istikbalde hâkim, iman ve Kur’ân hakikatleri olacak inşallah.1- Zümer, 39/53.2- Mektubât, s. 154.3- Saff, 61/8.4- Mektubât, s. 439.5- Mektubât, s. 442.6- Şua’lar, s. 416.
لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ (Rahmet-i İlâhiyeden ümidinizi kesmeyiniz.)Kanaat-i tâmme ile olmalı bu ümid.Elbette ki kanaat ehemmiyetli. Hem de çok…Buna “en küçük şüphelere dahi yer vermeyecek derecede”, “zerre miktar karamsarlık tozuna bulaşmayacak biçimde” inanmak da diyebiliriz. İşte ümidin dozu… Tam da böyle ayarlanmalıdır. Zaten hedefi sadece, fena damgalarıyla zedelenmiş şu cihan olmayan bir kalb için başka türlüsü de düşünülemez.Bin senedir birikmiş dalalet ve dinsizlik fikirlerinin ortak mesai yaparak ittihad ettiği ve bütün batıl fikirlerini istifrağ ettiği şu vakitlerde; imandan tevellüd eden, beka ve “Bâkî”ye müteveccih böyle bir ümid kahır ve şikâyet dağlarını zir ü zeber edecek kuvvettedir. İhtiyacımız olan “ümid” hissimizin iman ile bağının kurulduğu bu “mütmain” vasfıdır.Böyle bir ümid, bir yandan “Evvel” isminin tecelli ettiği mazi derelerinin hüzün çağıltılarını dindirecek, diğer yandan “Ahir” isminin tecellisine mazhar istikbalin endişelerinin yerini “şevkle gözeten göze” bırakacaktır. Nübüvvet bağının gül kokularını asırlar aşarak kalb iklimine taşıyacak, zamanın ucunu asr-ı saadete tutturacaktır. Ukbadaki Kevser’in akmasının serinliğini ve şırıltısını Tuba misali zaman-ı hazıra taşıyacaktır. Ubudiyet cephesinde tembellik tozlarına bulaşmadan, usanç duymadan “ene abdi” sadasını burçlara çektirecektir: Hem “halife-i arz” makamının sahibi olarak, tam bir mahviyetle.Şu itmi’nan-ı kalbe, kanaat-i tamme ile ümide öyle ihtiyacımız var ki… Sâdât misilli.Gül-ümid ne alaka!Demeyiniz. Söyledik, asr-ı saadete bağlar diye. Elbette böylelikle imanımızı nübüvvetle inkişaf ettirmek yollu, ümide kanaat veririz. Lakin göz ardı etmeyelim, aynı zamanda ümidimiz ter ü taze nübüvvet bağında güle boyanacaktır. Her gün tazelenen, yeniden açan güller gibi yenilenecektir.Az bir şey mi? Her sabah yeniden doğmak. İçinde bulunulan günün hakiki ömrümüz olduğunu düşündüğümüzde buna o kadar çok ihtiyacımız var ki… Hem de şöyle karanlıklı bir asırda. Her dem yeniden doğmak. Çağa söyleyecek sözü olmak, arzulanan fiil ve icraatı göstermek. Yürünülen yollarda gül kokusu bırakabilmek… Hiç de az bir şey değil.Bu teşbihin kesretten vahdete yönelen manasını yakalamak var. Öyle ya her köşe başını ye’sin tuttuğu caddelerde “Biricik” olana yürümek adına, “bir olanın ismiyle hareket etmenin mukaddemesidir” ümid.Kesretten vahdete açılan menfezi bulmak ne hoş! Yağmurdur Ümid…Ölmüş kurumuş, toprak gibi; ye’s ile öldürülen kuvve-i maneviye onunla ihya olur.Susamış latifeler onunla kanar. Vefa, tumturaksız olur. Sabır, mücahede olur. Hasenatlar, Cennet yemişleri olur. Dostluk, ibka olur. Tevazu, yedi veren başak olur. Olur da olur. Her bir duygu ümid yağmurları altında, çağıldayan bir besteyle beka mühürlü bir değer olarak okunur.Cehennem sıcağındaki günler, bu yağmurun serinliğiyle nefeslenir. Arzu, istek, gayret ve her ne var bu yağmurla bereketlenir. Ucu sonsuza meyveye duran tefekkür fidanları olur. Yürekler bu yağmurun çisiltisiyle ihtizaza gelir. Tevhid-i kıble eder. Vahdet ritminde coşkuyla çarpar. Her an sahibini arar.İyi ki mevsim fark etmeksizin karanlıkları tenvir edecek yağmurumuz var; ümid adlı…Sadık Arkadaş: İştiyakHer beşerin şaşmaz arkadaşı olur ona yol gösterir de ümidin olmaz mı?Evet var: İştiyakKaranlık dehlizlerde omuz omuza yürürler. Uçtaki nura beraber koşarlar. Adım adım soluklarlar manevi havayı, en içli nefeslerle.Bana iştiyakını söyle ümidvar olduğunu söyleyeyim, dense yeridir hani. Birinin olduğu yerden birbirinden izler taşıyarak diğeri de var.Hiç düşündük mü, 23 sene gibi kısa bir zamanda dev gibi bir inkılab gerçekleşti. Küre-i arzın beşte biri nasıl da hilalin altında, Kumandan-ı Azam’ın (asm) ardı sıra cem oldu. Kur’ân ve Sünnetin misk kokusunu taşıyan, mümin gönüller adedince inci taneli tesbih misali…Fütuhata iştiyaklı dividin çakmak çakmak kara gözlerinde ümidin şimşek-asa sesi gizli.Görmek bahtiyarlığı: Şükür vesilesi.Ümid Ederiz ki…Ehl-i iman kopmaz bir ümide sahip olur: Tevhide bağlanmış, nübüvvete sarılmış, ahireti gözetmiş, kul olmanın şuuruyla yaşatan. Rabbimiz, ittihad-ı İslam ve iman güzergâhında ümmeteوَ رَحْمَت۪ي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ “Rahmetim ise herşeyi kaplamıştır.” hakikatiyle yaşamayı nasib eylesin. Âmin!
Dünyada ve özellikle Müslüman toplumlar arasında yaşanan acılar, dökülen gözyaşları ve mazlumların çaresizliği, insaf ve merhametten mahrum yaklaşımlar sebebiyle umut kapılarında derin yaralar açıyor. Çaresizlik ve karamsarlık, zihnimizi ve kalbimizi saran yoğun bir sis perdesine dönüşmüş durumda. Bu zorlukların, inananlar için bir imtihan olduğunu kabul etmeliyiz evet, fakat bu gerçeği bahane ederek ümitsizlik içinde kaybolmak doğru değildir. Kur’an, her şartta inananlara umut aşılamayı ve karamsarlığa düşmemeyi nasihat eder. Bu Kur’anî perspektif ışığında değerlendirmeye çalışalım.Allah’ın Rahmetine Dair Umut Asla TükenmezKur’an, hataya düşmüş, kendi nefsine zulmetmiş olanlara Allah’ın rahmetinden ümit kesmemelerini emreder: “De ki: ‘Ey nefisleri aleyhine (günah işlemekle ömürlerini) israf eden kullarım! (Günahlara bulaştık diye) Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin! Şübhesiz ki Allah, bütün günahları bağışlar!’ Doğrusu, Gafûr (çok bağışlayan), Rahîm (kullarına çok merhamet eden) ancak O’ dur.” (Zümer, 53)Bu ayet, geçmişte işledikleri günahlar nedeniyle ümitsizliğe düşenlere ilahi bir kapı açar. Kabahati ne kadar büyük olursa olsun, tövbe eden ve samimiyetle Allah’a yönelen kimseler için rahmet ve affın kapıları her zaman açıktır. İmanın Gücüyle Karamsarlığı YenmekÜmitsizliği aşmanın en etkili yolu Allah’a imandır. İman, insanın içindeki huzuru ve gücü yeniden inşa eden bir ilaç gibidir. Uhud Savaşı’ndaki kısmi yenilgi sonrası Peygamber Efendimiz ve sahabeler için indirilen şu ayet, bu gerçeği pekiştirir: “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer iman etmiş kimseler iseniz üstün olan sizlersiniz.” (Âl-i İmrân, 3/139)Bu mesaj, inananların içindeki dayanma gücünü ve direnç duygusunu canlandırır.Her Zorluğun Ardında Bir Çıkış Yolu VardırAllah’a teslimiyet gösteren ve O’nun yasaklarından sakınan kimselere, Allah bir kurtuluş yolu vaat eder: “…Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu açar.” (Talak, 65/2)Bu ilahi söz, Allah’a olan güveni tam olanlara hem dünyevi hem uhrevi problemlerin çözümünde rehberlik eder. Sabır ve tevekkülle hareket eden kimseler, Allah’ın yardımıyla ummadıkları yerlerden rızıklanır ve çözüm/çıkış yolları bulurlar. Hz. Peygamber’in bu ayetle ilgili “Bu ayete tutunanlar için bu yeterlidir” sözleri, Allah’a güvenmenin ne kadar güçlü bir sığınak olduğunu hatırlatır.Her Zorluğun Bir Kolaylığı VardırHayatında ibadet ve takvayı esas tutarak hareket edenlere Allah kolaylık va’d eder: “Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.” (Talak, 65/4)İnanan bir kişi, başına gelen her olayın Allah’ın takdiri olduğuna inanır ve tedbir almayı ihmal etmeden tevekkül eder. Böyle bir inanç, insana huzur ve sükûnet verir. Hem vakıadır ki tevekkül eden kurtulur.Muvaffakiyet Allah’tandırMuvaffakiyetin yalnızca Allah’ın yardımıyla mümkün olduğunu bilen kişi, her durumda O’na yönelir: “Muvaffakiyet ancak Allah’ın yardımı iledir. Ben sadece O’na tevekkül ettim ve sadece O’na yöneliyorum.” (Hûd, 11/88)Hz. Peygamber, zor zamanlarda ümmetine sabır ve tevekkül tavsiye ederken, acelecilikten kaçınmayı tavsiye etmiştir. Bu hem şahsi hem ictimai mücadelelerde ümit etmenin yani Allah’a güvenmenin gerekliliğini bir kez daha hatırlatır.İmtihanlardan Korkmamakİnananlar, hak davalarını savunurken çeşitli imtihanlardan geçeceklerini bilirler. Ancak bu imtihanlar, müminin içindeki imanı ve sabrı ortaya çıkarır. Zaman zaman zorluklar artsa da inananlar her zaman Allah’ın yardımına güvenmeli ve ümidini kaybetmemlidir. Çünkü mümin için her zorluk, Allah’ın lütfettiği kolaylıklarla birlikte gelir. Umut, İnancın TemelidirDünya ne kadar karanlık görünse de inanç ve umut insanı her zaman aydınlığa taşır. Mümin, her zaman Allah’ın rahmetine güvenmeli, sabırla yoluna devam etmeli ve karamsarlığa asla teslim olmamalıdır. Kur’an ve Peygamber Efendimizin hayatı, hayatın her safhasında bize bu yönde rehberlik eder.
Yahya Sinvar’ın şehit edilmeden önceki son görüntüleri yansıdı tüm Müslümanların şahitliğine...Fani hayatının nihayetinde, ebedi hayatının hemen arifesinde, fani hayatını nasıl ebedi bir hayata tebdil edilebildiğini, icap ettiğinde bir ömür nasıl yaşanılır ve nasıl sona erer tüm İslam âlemine gösterdi…Tüm mecali tükendiğinde, hiçbir teçhizatı kalmadığında, bir sopayı tutup atabilecek gücü varsa, mücadelesini bırakmadan, direncini terk etmeden, umudunu kaybetmeden, bu sopayı atsam ne olur atmasam ne olur hesabına girmeden, umutsuzluğa düşmeden direnişini diri tutmak, kurtuluş savaşını ve mücadelesini sürdürmek, Kudüs davasında sonuna kadar sebat etmek, bir sopaya tüm dünyayı, tüm davasını, tüm inancını, tüm mücahedesini, tüm hayatını ve tüm manayı yükleyebilmek...Yahya Sinvar’ın son ahvali Sinvar’ın mücadelesini anlattığı kadar, Kudüs ve Filistin davasında on yıllardır söylemden öte geçemeyerek aslında Filistin ve Kudüs davasını fiilen terk etmiş olan, kendi konfor alanını kaybetme ihtimalinin ihtimalinden bile korkan, Gazze’de yaşananlara ve yaşamayanlara gözlerini kapatan, feryatlara kulaklarını tıkayan, meselenin muhatabı olma ihtimalinden kaçan, meseleyi mahiyeti muğlak uluslararası topluma ve meselenin çözümünü de aslında katliamın faili Batılı aktörlere havale eden, tehditlere aldırış eden, garbın afakını saran, Akdeniz’e yığılan çelik zırhlılardan korkan yüz milyonlarca mensubu olan İslam Dünyasının ahvalini de anlatıyor…Anlattığını anla(ya)mıyoruz…Anladığımızı nefsimize anlat(a)mıyoruz…“Kudüs, bir sınav kâğıdı, her Mümin kulun önünde” der, Merhum Cahit Zarifoğlu. Çetin bir sınavımızdır Kudüs. Çetin bir sınavımızdır Filistin. Filistin’in herhangi bir yerinde vuku bulan bir hadise Kudüs’ten bağımsız değildir. Filistin, Kudüs’ten ayrı değerlendirilemez. Kudüs, Filistin’den ayrı düşünülemez. Filistinlilerin maruz kaldıkları insanlık dışı muamele, soykırım, göç ve tecrit de Kudüs meselesinden, Kudüs gerekçesinden bağımsız değildir. Filistinlilerin mücadele, mücahede ve direnişi de Kudüs’ün olmadığı bir Filistin için değildir. Gazze’ye, Batı Şeria’ya saldıran soykırımcıların da tüm hesapları nihai olarak Kudüs üzerinedir. Gazze’nin, Batı Şeria’nın yani Filistin Devleti’nin olmadığı bir iklimde bağımsız Kudüs’ten de bahsedilemeyecektir. Filistin mevzubahis edilmeden, Filistin’den soyutlanmış bir Kudüs mücadelesi düşünülemez. Bütün bunlara bağlı olarak Filistin ve Kudüs’le ilişkili her mesele, her hadise sadece Filistin ve Filistinlilerin meselesi değildir. Filistin davası, Kudüs davasıdır. Filistin kavgası, Kudüs kavgasıdır. Filistin sevdası da Kudüs sevdasıdır.Bu mesele, bireyden sisteme, fert fert her bir Müslümanı ve her tarafı kuşatan bir imtihandır. İslam dünyasına ait her ne varsa, fertler, dernekler vakıflar, organizasyonlar, platformlar, kurumlar, kuruluşlar, medya, kamuoyu, tasavvuf hareketleri, âlimler, arifler, devletler, uluslararası örgütlere kadar herkesin ve hepsinin bir sorumluluğu ve yükümlülüğü, herkesin ve hepsinin yapabileceği ve yapması gerekenin bulunduğu, herkesin ve hepsinin, mesuliyetinin olduğu bir sınavdır. Hepimizin imtihanıdır.“Gazze, bir sınav kâğıdı, her vicdanlı insanın önünde.” 7 Ekim’den önce de on yıllardır birbirinden emsalsiz vahşet dolu hadiselerin yaşandığı Filistin’de, 7 Ekim’den sonra İsrail’in sivillere yönelik saldırıları artık soykırıma dönüşmüştür. Hangi inançtan olursa olsun çağın tüm insanları, insanlık olgusu, tüm dünya bir insanlık sınavı vermektedir. Nitekim vicdanı tefessüh etmemiş her insan, 7 Ekim’den sonra yaşananlara isyan etmektedir. O nedenledir ki dünyanın muhtelif şehirlerinden İsrail’in yaptığı soykırıma tepkiler yükselmektedir. Buna bağlı olarak Filistin’le ilişkili her mesele, her hadise artık sadece Filistin ve Filistinlilerin sorunu değildir. Tüm İnsanların ve insanlığın meselesidir. “Tepki; insanı, insanlığı, inancı, umudu, öfkeyi, direnci ve direnişi diri tutar.” Hem insanlara hem insani değerlere karşı yürütülen bu saldırganlık karşısında, insanlar ve insanlık şu an için sadece bireysel tepki gösterebilmektedir. Uluslararası aktörler ve kurumsal yapılar maalesef etkisiz kalmaktadır. Müdahil olma imkânı bulunan ve müdahil olması gereken uluslararası kurumsal organizasyonlar, somut adımlar atmak, müdahale etmek, müdahil olmak yerine sözlü tepki göstermekle yetinmektedirler. Bu yapıların sözlü tepkileri etkisiz olduğu için, yok hükmündedir. Bir kısım küresel aktörler, diğer bir kısım küresel aktörleri baskılayabilmekte, tehdit ile sindirebilmekte, korkutabilmekte, eyleme geçmesini engelleyebilmektedir. Küresel aktörler küresel yapıya hükmedebilmektedir. Ancak küresel aktörlerin hükmedemeyeceği, engelleyemeyeceği yegâne alan; vicdani sızılar, çığlıklar, isyanlar, haykırışlar, öfkeler, dualar, sloganlar, nefretlerden müteşekkil şahsi ve toplumsal tepkileridir. Küresel hegemonya; insanlığın vicdanına, kalbinin sızısına, nefretine, diline, dilinden dökülen öfkesine, dilinin telaffuz ettiği umuduna, dilinin haykırdığı isyanına ve çağrısına hükmedemeyecekler. Küresel aktörler, insanlığın ağzını kapatsalar, sesini kıssalar, bu defa gönlüne, vicdanına, kalbine ve öfkesine hükmedemeyeceklerdir. Bugün elimizden ne geliyorsa onu yapacağız. Karşımıza çıktıkları her yerde karşılarında olmaya çalışacağız. Tamamen yapamadıklarımızı tamamen de terk etmeyeceğiz. Bir market rafında karşımıza çıktıklarında boykotumuzla onları yok sayacağız. Ekranlarımızda gördüğümüzde dilimizle ve kalbimizle buğz edeceğiz. Öfkeden yumruklarımızı sıkacağız. Avuçlarımızı duaya açacağız. Biliyoruz ve inanıyoruz ki Bakara 214’te buyurulduğu üzere “Allah’ın yardımı yakındır”. Bugünkü küresel güçlerinin, Netenyahu’nun “bizi durduracak güç yok” şeklindeki meydan okumalarının nihai hükümsüzlüğüne ilişkin hakikatin tahakkukuna dair inancımızı diri tutacağız.Yorulmayacağız, durmayacağız, “Tepkimiz; insanlığımızı, inancımızı, umudumuzu, öfkemizi, direncimizi ve direnişimizi diri tutar.”Bugün ve yüz yıldır yaşananlara öfkeliyiz.İnsanlık ve soykırım suçu işleyenlerden nefret ediyoruz.Bugün ve yüzyıldır yaşananların böyle devam etmeyeceğine inanıyoruzNehirden Denize Özgür Filistin’in var olduğu günlerde buluşmanın Umudu, inancı, duası ve dileğiyle…
Haberlere göz atarken Emine Erdoğan’ın BM’deki konuşması ve orada geçen şu cümle dikkatimi çekmişti. “Buradan, ‘Dünyayı ben mi kurtaracağım?’ diye düşünen herkese, seslenmek istiyorum; evet siz, evet biz kurtaracağız dünyayı.”Öyle düşünmeye çalıştım, fakat koca dünyada küçücük kaldığımı, elimin uzandıklarının kısa olduğunu, sesimi duyurabildiklerimin az ve sınırlı olduğunu gördüm. Bu haldeyken nasıl olur da bu sözün muhatabı olabilirim diye düşünürken şu malum hikâye düştü zihnime.Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra, pazar sabahı kalktığında keyifle eline gazetesini aldı ve bütün gün keyif yapıp evde oturacağını hayal ediyordu. Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve parka ne zaman gideceklerini sordu. Baba, oğluna söz vermişti; bu hafta sonu parka götürecekti onu, ama şu an dışarıya çıkmayı hiç mi hiç istemediğinden vakit kazanması gerekiyordu. Gözüne gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası ilişti. Dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna uzattı: “Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim!” dedi.“En iyi Coğrafya hocasını getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez!” diye düşündü. Fakat aradan on dakika geçmeden oğlu koşarak yanına geldi. “Babacığım, haritayı düzelttim. Artık parka gidebiliriz!” dedi.Adam gördüğüne inanamadı ve oğluna “Sen dünyayı tanımıyorsun ki, nasıl oldu da hem de bu kadar kısa sürede yapabildin?” diye sordu. Çocuk da gayet sakin ve kendinden emin olarak şu ibretlik cevabı verdi: “Evet baba, dünyayı tanımıyorum ama insanı tanıyorum. Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzelmişti!”Formülü bulmuştum, insanı düzeltirsem dünya kendiliğinden düzelirdi. Hangi insandan başlasam, beni kim dinler ki derken, cama yansıyan görüntüme ilişti gözüm. Elbette dedim, kendimden başlamalıyım. Diğerlerine göre en iyi tanıdığım, rahat ulaşabileceğim, az çok birbirimizi anlayabildiğimiz ben ile başlamalıyım. Dünyanın daha iyi bir yer olması için benim iyi olmam lazım. En büyük ve önemli sorumluluğum bu.Bu tefekkür Hz. Ömer’e taşıdı beni. Hani iki çoban koyunlarını otlatırken onlardan birisi “Eyvah! Halife vefat etti” der de diğeri “Nereden biliyorsun?” diye sorduğu suale “Baksana kurt koyuna saldırdı. O hayatta iken bir kurdun koyuna saldırdığı vaki midir?” diye cevap verir. Sonradan öğrenirler ki gerçekten Halife vefat etmiştir.Hakikaten nasıl oluyor da hilafeti döneminde bir kurt bile koyuna saldıramıyor? Her tarafa kamera mı yerleştirmiş? Kurtlara çip mi takmış? Hayır. Anladım ki Allah, Hz. Ömer’den razı olmuş ve onun hilafeti zamanında, nasıl adil ve muttaki bir kul olduğunu göstermek için bu hali diğer insanlar için daha görünür kılmış.Demek ki dedim, insanın düzelmesi ancak Allah’ı razı etmek ve ona hakiki kul olmaktan geçiyor. İçinde bulunduğumuz Ramazan-ı Şerifi de fırsat bilerek buna daha gayret etmem lazım diyerek, başta kafamı karıştıran suale cevap bulduğumu düşünerek bir parça huzur buldum.BM’de ve diğer meclislerde kürsüye çıkıp “Hey millet, bir insan dünyaya bedeldir. İnsana, onun gerçek sahibi ve halikını bilerek yatırım ve istikamet kazanmasına vesile olacak işler yapmak en büyük sorumluluğumuzdur” diyebilir miyim, bilmiyorum. Fakat yolu düşen olur da benim yerime söylerse de memnun olurum.Kalın sağlıcakla.
Hz. Ömer’in (ra) “Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol!” sözü, insanın hem manevi yolculuğunda hem de topluma yön veren mücadelesinde tutması gereken bir dengeyi hatırlatır. Güçlü olmak; ama bu gücü başkalarını kırmak için değil, onları kazandırmak için kullanmak... Bediüzzaman Hazretlerinin hayatı ve mücadelesi de bu sözün yankılarını taşır. O, zorluklarla dolu hayatında sabrı, sebatı, tahammülü, tesanüdü (dayanışmayı), müspet hareketi, şefkati ve mana-yı harfi bakışını bir arada harmanlayarak insanlığa numune-i imtisal olmuştur. Bu kavramlar, onun yol göstericiliğinde, hakikatin zihinlerde kökleşmesi ve kalplerde yer bulması için birer anahtar mahiyetindedir.Sabır, Sebat ve Tahammül: Şiddetsiz Gücün DayanaklarıSevgili Üstadımızın hayatında sabır, en zor zamanlarda dahi vazgeçmediği en güçlü silahtır. Onun hayatı boyunca maruz kaldığı zulümler, sürgünler ve zorluklar, sabrını pekiştirmiş ve hakikate olan inancını daha da derinleştirmiştir. Sabır, yalnızca beklemek değildir; hakikatin ağır yükünü, tevekkül ve teslimiyetle taşımaktır. Onun sabrı, Hz. Ömer’in ifade ettiği “şiddet göstermeksizin kuvvetli ol” düsturunun bir tezahürüdür. O, her zorluğa göğüs germiş, hakikatin ışığını ne olursa olsun yaymaktan bir an dahi geri durmamıştır.Sebat ise, Üstad Bediüzzaman’ın sabrını pekiştiren bir diğer prensiptir. Hakikate bağlı kalma, her şartta onu savunma kararlılığı; onun sebatını gözler önüne serer. Günümüzde, hemen netice almaya temerküz etmiş bir dünyada yaşıyoruz; fakat Üstad, neticeleri Allah’a bırakmayı, kendi üzerine düşeni yaparak sabırla yola devam etmeyi öğütler. İşte sebat, bu yolda insanın en büyük dayanağı olur. Tahammül ise, insanın içindeki sükûneti koruyarak yüklerini omuzlaması, acıları adeta bir terbiye olarak görmesidir. Sevgili Üstadımız, tahammülü bir zayıflık değil, bir güç olarak kabul eder; çünkü bu güç, insanı sabırda olgunlaştırır.Tesanüd: Birlikte Kuvvet BulmakBediüzzaman Hazretleri, hayatı boyunca birlikteliği ve dayanışmayı esas almıştır. Onun “tesanüd” dediği bu prensip, insanların birbirlerine destek olarak hakikatin izinde yürümelerini işaret eder. Hz. Ömer’in sözünde geçen “zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol” ifadesi, burada tesanüd prensibi ile anlam kazanır. Ona göre, bir dava yalnızca tek bir kişinin değil, bir topluluğun yürekleri birleştirdiğinde güçlü olur. Tesanüd, fertlerin birbirine kol kanat gerdiği, dayanışmanın var olduğu bir gücü simgeler. Bu birliktelik, onun hayatında daima ehemmiyetini korumuş; insanlara birlikte hareket etmenin kuvvetini göstermiştir.Müspet Hareket: Zor Zamanlarda Yapıcı Olmanın ÖnemiÜstad Hazretleri, her zaman “müspet hareket” etmenin gerekliliğini savunmuştur. Yani olumsuzluklara, yıkıcılığa yönelmeden; inancını, sabrını ve gayretini hakikate yönelik yapıcı bir yolda kullanmayı... Müspet hareket, hem bir tavır hem de bir bakış açısıdır. Üstada göre, hiçbir zulüm ve baskı, insanın hakikate olan bağlılığını bozmamalı; aksine, onun bu yolda daha da azimle ilerlemesine vesile olmalıdır.Müspet hareket, güç sahibi olmanın şiddete başvurmak anlamına gelmediğini, bilakis gerçek gücün kalpleri kazanmak için sarf edilmesi gerektiğini ifade eder. O, en ağır şartlarda dahi “şiddet göstermeksizin kuvvetli” kalmanın yolunu müspet hareket prensibiyle bulmuştur. Bu hareket, kırıcı değil, birleştirici bir tavırdır; zorluklara sabırla göğüs geren, yapıcı ve barışçı bir duruştur.Şefkat: Kuvvetle Yumuşaklığın DengesiMuazzez Üstadın rahle-i tedrisatında şefkat, kuvvetin en ince dokunuşudur. Ona göre, insanların hatalarını görmezden gelmek, onları affetmek, onların ihtiyaçlarına eğilmek; kuvvetli ama aynı zamanda yumuşak olmanın gereğidir. Şefkat, insanı incitmeden, ona hakikati sevgiyle göstermektir. Zira insanlara karşı sert davranmak, onların kalbini yaralayabilir; fakat şefkat, onlara hakikatin güzelliğini gösteren bir köprü olur.Hz. Ömer’in sözüne baktığımızda, şefkatin, zayıflıktan kaynaklanan bir yumuşaklık değil; kalpten gelen güçlü bir sevginin yansıması olduğunu görürüz. Üstada göre, hakiki bir dava ancak şefkatle, insanlara onları kırmadan yaklaşarak anlatılabilir. Bu da Hz. Ömer’in “zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol” prensibinin yansımasıdır. Gerçekten güçlü bir insan, şiddete başvurmadan şefkatle insanları etkileyebilir ve kalplerine dokunabilir.Mana-yı Harfi: Kendini Değil Hakikati Öne ÇıkarmakBediüzzaman Hazretlerinin “mana-yı harfi” prensibi, tüm varlıklara Allah’ın bir işareti olarak bakmak anlamına gelir. Bu bakış açısı, onun enaniyet ve kibirden uzak, hakikate hizmet eden bir kişilik olarak var olmasını sağlamıştır. Mana-yı harfiyle bakan bir insan, kendini öne çıkarmak yerine, her şeyde Allah’ın izini görür ve insanlara da bu şekilde yaklaşır. Bu bakış, insana zayıflık değil; bilakis tevazu ve şükürle dolu bir kuvvet kazandırır.Hz. Ömer’in ifadesindeki “kuvvetli ol” düsturu, Üstad Hazretleri için mana-yı harfiyle varlıkları değerlendirmeyi ve hakikatin kendisine sadık kalmayı işaret eder. Mana-yı harfi, insanın kendi güç ve çıkarları peşinde değil, Allah adına hakikate hizmet etmesi gerektiğini hatırlatır. Böyle bir insan ne şiddete başvurarak kaba olur ne de yumuşaklık uğruna taviz verir; onun davası, Allah’a teslim olmuş bir kul olarak güçlü kalmak ve bu yolda şefkatle insanlara yaklaşmaktır.Şiddetsiz Kuvvet, Zayıflıktan Uzak YumuşaklıkSevgili Üstadımızın hayatı ve dersleri, Hz. Ömer’in “Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol!” sözüne mükemmel bir örnek teşkil eder. Zira o, sabır ve tahammül ile yoğrulmuş, sebatla ilerleyen, tesanüd ve müspet hareketle şekillenen bir yola girmiştir. Bu yol, şefkatle dolu bir kuvvetin, manayı harfiyle bakan bir anlayışın yoludur.Bu dünyada, insanlara zorlukları, acıları şiddet göstermeden, şefkatle anlatan ve dayanışma içinde ilerleyen bir topluluk gereklidir. İşte Üstad Bediüzzaman’ın izinden gitmek, her türlü öfke ve kırgınlığı geride bırakıp müspet bir hareketle insanları sevgi ve hakikate davet etmektir. Günümüz insanı, Hz. Ömer’in bu hikmetli sözünü, sevgili üstadımızın mücadelesinde yeniden duyabilir. Şiddetsiz bir kuvvet ve zayıflıktan uzak bir yumuşaklık; hakikatin en güzel daveti olsa gerek!
Erken karar verme hastalığı ya da körlerin fil tarif etmesi gibi resmin tamamını görmeden sonuca gitme isteği aklımızı geveze yapmakta, fayda sağlayalım derken zarar verme ihtimalimizi yüksek tutmaktadır.Günümüze gelmeden önce yazıya katkı sağlayacak şu hikâyeyi hatırlayalım hep beraber…Zamanın birinde ihtiyar bir adamın dillere destan güzel mi güzel beyaz bir atı varmış. Atın namı krala kadar ulaşmış. Kral alımkâr olsa da çok para teklif edilmiş olsa da “Bu sadece bir at değil, benim dostum, insan dostunu satar mı?” diye gelen diğer tekliflerle beraber onu da reddetmiş ihtiyar.Bir sabah kalkmışlar ki at kayıp. Köylü ihtiyarın başına toplanıp veryansın etmişler. “Ahmaksın!” demişler; “Çalınacağı belliydi. Krala satsaydın paşalar gibi yaşardın. Şimdi ne atın var ne de paran!”İhtiyar cevap olarak, “Karar vermek için acele etmeyin, at kayıp deyin. Çünkü tek gerçek bu. Diğeri sizin yorumunuz ve kendinizce verdiğiniz kararınız.” demiş.Neyse beş on gün sonra at geri gelmiş, hem de kendi gibi cins on kadar vahşi atla. Aynı köylüler yine üşüşmüşler başına. Bir sürü senakar laflar etmişler. Köylü yine sakin aynı cevabı vermiş. “Karar vermekte aceleci davranıyorsunuz. Vakıa şu ki atım geri döndü.”Kendi hallerini tanımlayamayan güruh, ne olduklarını söyleyene itibar etmek yerine, “Bunun akli dengesi yerinde değil. Sen konuşma. Böyle şey mi olur…” gibi lakırdılar serdetmişler sadece…Derken o atlardan biri ihtiyar adamın tek evladı ve kendisine bakan genç çocuğa çifte atıp ayağını bacağını kırmış. Köyün korosu yine başlamış şakımaya, “Şöyle olsaydı böyle olurdu, böyle olsa şöyle olurdu” falan filan… İhtiyar aynı yerde: “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz. Olan şey, oğlumun bacağının kırıldığı. Bunun arkasını bilmeden öte şeyler söylemek doğru değil” demiş. Demiş de dinleyen nerede?Bu arada gençler askere alınmaya başlamış. İhtiyar hariç diğerlerinin oğullarını askere almışlar. Güruh başlamış mızmızlanmaya… İhtiyar inhiraf etmeden durduğu yerden seslenmiş aynı ton ve kararlılıkla: “Siz erken karar vermeye devam edin. Oysa ne olacağını kimse bilemez. Bilinen bir tek gerçek var, benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah bilir.”Dünya haritasına baktığımızda gördüğümüz Türkiye ile günlük konuşmalara, çatışmalara, erken verilen karar sözcüklerine muhatap olan Türkiye arasında ihtiyar ve köylüler bağlamında bir iletişim var gibi görüyorum. Ya kararını çoktan vermişler var ya da slaydı ilerlettikçe gelen karelere ha bire yorum yapan çok bilmişler. O ihtiyar şöyle devam edip bitirmiş sözünü:“Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp, tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi ve gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz eder. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken, yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.”Lütfen ülkemize dünya haritası üzerinden bakalım ve ona göre konuşalım. Yol uzun, yapılacak iş çok. Devletin aklı ile halkın kalbi birleşmeli ve ona göre hareket edilmeli ki zalime korku, mazluma umut olacak günleri hep beraber görelim, eskide olduğu gibi…
Türk Devletleri Teşkilatının (TDT) kurduğu Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonu’nun 34 harften oluşan Ortak Türk Alfabesi önerisi geçtiğimiz günlerde kabul edildi. Bu karar bazı tartışmaları da beraberinde getirdi. “Kullanmakta olduğumuz alfabe değişecek mi? Bütün Türk cumhuriyetleri bundan sonra bu harfleri mi kullanacak?” gibi sorular zihinleri meşgul etmeye başladı. TDT’nin ortak alfabesi elbette ülkelerin alfabelerini değiştirmeyecek. Ne şekilde kullanılıp kabul göreceğini bize zaman gösterecek. Bu sorulara cevap ararken meselenin tarihi serencamına göz atmak mevzunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Türkler ilk yazılı eserlerini verdikleri zamanda ortak bir dil ve alfabe birliğine sahipti. Köktürk, Uygur ve Karahanlı devletlerinin hüküm sürdüğü yıllarda medeniyet dairelerinin değişmesiyle değişen alfabeler ve yazı dillerinin varlığı bir gerçektir. İlk yazılı eserler olan Orhun Abideleri Köktürk harfleriyle yazıldı. Mani dininin kabulüyle birlikte Uygur harfleri kullanılmaya başlandı. En nihayet İslam’ın kabulü ile Kuran harfleri… Türk milletinin üzerinde ittifak sağladığı bu alfabeler ve yazı dillerinin her biri ortak dil/alfabe hüviyetindeydi.Zaman geçti, Türkler dünyanın farklı yerlerine dağıldı. Türk dili 13. yüzyılla birlikte iki ana kola ayrıldı: Batıda Oğuz Türkçesi ve onun devamı olan Osmanlı Türkçesi, doğuda ise Çağatay Türkçesi bir edebi dil ve ortak yazı dili olarak şekillendi. Muhteşem edipler o muhteşem eserlerini bu dillerde yazdı. Bu iki yazı dili arasındaki farklılık birtakım ses, şekil ve kelime varlığı ile sınırlı olan; çok köklü değişiklikleri ihtiva etmeyen farklılıklardı. Yani İstanbul’da telif edilen bir eser Semerkant’ta, Kaşgar’da okunabiliyor; Semerkant’ta yazılan bir kitap Anadolu’da, İstanbul’da, Kırım’da elden ele dolaşıyordu.Ne zaman ki Çarlık Rusya, Türkistan’da güç sahibi oldu o zaman işler değişmeye başladı. Türklere hâkim olmanın yolu onların birliğini bozmaktan geçiyordu. Onları dillerinden, inançlarından, milli kimliklerinden uzaklaştırmadan Türkistan’a hâkim olamayacağını bilen Çarlık Rusya bunun için çabaladı. İlminsky, Ortodoks bir papaz misyoner ve bir Türkolog olarak ifsat faaliyetlerine çok mesai harcadı. Fakat işlerini zorlaştıran ve bozan birisi vardı: Gaspıralı İsmail Bey. Bir Kırım Türkü olan İsmail Bey çevresinde sevilen bir münevverdi. Belediye başkanlığı yaptığı yıllarda çıkardığı Tercüman gazetesi ile Rusların bu planlarına karşı bir faaliyet yürüttü. Kırım’da basılan gazete İstanbul’dan Buhara’ya, Kaşgar’a kadar yayıldı. “Dilde, fikirde, işte birlik” gayesiyle yürüttüğü çalışmaları gazete ile sınırlı kalmadı.Millet olarak geri kalmamızın en büyük müsebbibinin eğitim eksikliği olduğunu gördüğü için bir okul kurdu. Usul-ü cedid olarak adlandırılan bu hareketin en güzel meyvesiydi Cedid Okulları. Yeni geliştirilen bir usulle kısa sürede okuma yazma öğreniyordu çocuklar. İsmail Bey ilk dört yıl her çocuğun kendi lehçesinde eğitim görmesini, 5. sınıftan itibaren ise İstanbul Türkçesini öğretmeyi arzuluyordu. Böylelikle Türkler arasında İstanbul Türkçesi ortak bir edebi dil olacaktı.Gaspıralı İsmail, okullarında okutulacak müfredatı kendisi belirledi. İlk ders kitabını kendisi yazdı ve ders verecek hocaları yine kendisi yetiştirdi. Birkaç yıl içinde 5 bin cedid okulu açıldı Türkistan topraklarında. Bu büyük bir zaferdi.1917 senesi hem dünya tarihi hem de Türk tarihi için karanlık günlerin başladığı bir kırılma noktasına gebeydi: Bolşevik Devrimi. Bu tarihten sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği demir bir yumruk gibi bölgedeki halkları, inançları, kültürleri adeta ezdi geçti. 1918 yılında Resulzade’nin önderliğinde Azerbaycan, Bolşeviklere karşı bir zafer kazansa da iki yıl direnebildi. Sonrasında yeniden işgal ve zulüm yılları başladı. Çarlık döneminde planlanan Türkleri özlerinden uzaklaştırma faaliyetlerine Sovyet devrimi sonrasında hız verildi. Bunun için ilk olarak alfabe değişikliğinden başlanmalıydı, öyle de oldu. O tarihlerde Türkler genel olarak Kur’an harflerini kullanmaktaydılar. Ancak birkaç Türk topluluğu Kiril alfabesine geçmiş, Azerbaycan ise 1923 yılında Latin alfabesini kullanmaya başlamıştı. Bozulan alfabe birliğini yeniden sağlamak gerekiyordu. Ruslar devreye girerek bütün Türklerin Latin alfabesinde birleşmesinin gerekli olduğu propagandası ile 1926’da Bakü’de bir Türkoloji kongresi düzenlediler. Kongrenin temel meselesi alfabe değişikliğinin karara bağlanmasıydı. Burada bazı delegeler değişime karşı çıkarken bazıları değişimi elzem buluyordu. Ruslar Türklerin medenileşmesi ve milli birlik içinde olması için Latin alfabesine geçişin şart olduğu görüşünü ileri sürüyordu. Niyet elbette Türkleri yeniden bir alfabe birliğinde buluşturmak değildi. Önce Latin harflerine sonrasında ise Kiril harflerine geçirmeyi planlıyordu. Radloff ve Gaspıralı İsmail onuruna düzenlenen kongreye Azerbaycan SSC Merkez Yürütme Komitesi Başkanı Samed Ağamalioğlu başkanlık etti. Kongre 92 Türk, 20 Rus, 3 Alman, 1 Ukraynalı toplamda 131 delegeden oluştu. Barthold, Samoyloviç, Menzel gibi tanınmış pek çok oryantalist, tarihçi, Türkolog, akademisyenin iştirak ettiği kongreye Türkiye’yi temsilen Fuat Köprülü katıldı. Köprülü, o tarihlerde harf değişikliğine muhalif bir çizgideydi. Bu konuyla alakalı fikrini şöyle beyan ediyor: “Evvela hiç kimse harf meselesinin bir milletin medeni tekamülünde mühim ve hayati bir mesele olduğunu iddia edemez. Latin harfleri Türkçeye uygun değildir. Esasen bir milletin harflerini değiştirmesi, kültür itibariyle çok düşkün ve aşağı vaziyette olması şartıyla caiz görülebilir. Biz öyle bir durumda mıyız ki buna gerek duyulmaktadır? İptidai milletler istedikleri gibi bir elifba alabilirler. Fakat kültür sahibi milletlerden en ufak bir kelimenin imlasını değiştirmek bile imkansızdır. Çünkü onda asırların hatırası mevcuttur.”Meşhur dil alimi Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, kongrenin toplandığı dönemde -Aralık 1926’da- Türk Yurdu dergisinde çıkan “Türklerde Hars Buhranı” başlıklı yazısında harf meselesine de dokunarak şunları söylüyor: “Suret-i kat’iyyede bilmeliyiz ki, Latin hurûfâtının lisanımıza tatbiki imkânsız ve muzırdır. Bu tatbik ya cebir yoluyla def’aten, yahut yavaş yavaş terbiye yoluyla olabilir. Cebren olduğu vakit mesela Arap hurûfâtının isti’mâli suret-i kat’iyyede men olunur. Ahali bilsin bilmesin Latince yazılır. Hurûfât meselesi Latin harflerini kabul etmek suretiyle halledilecek olursa bu yolun bir devlet içerisinde dört beş aydan fazla ömrü olmaz.” Delegelerden Alman Yahudisi bir Türkolog olan Menzel, kongre başkanı Ağamalioğlu’nun şu sözünü naklediyor: “Millet olarak terakki etmemizin önünde Allah varsa, peygamber varsa, bu harfler varsa hepsi bizden uzak dursun.” Sonuç olarak ortak bir Latin alfabesi kabul edildi. Kongreye katılan Türkler ilerleyen yıllarda devrim karşıtlığı ile suçlanarak ciddi baskılara maruz kaldı, hatta bir kısmı katledildi. Azerbaycan zaten kullanmakta olduğu Latin alfabesini resmen kabul etmiş oldu. Kısa süre içinde (1929’a kadar) SSCB’deki Türkler Latin harflerinde buluştu. On yıl sonra 1939’da her biri diğerinden farklı olmak üzere Kiril harfleri Türkler arasında zorunlu oldu. Böylece bir Kırgız bir Özbek’le anlaşamayacak, bir Kazak bir Azerbaycan Türk’ünün yazdığını okuyamayacaktı. Rusya gayesine ulaşmıştı. 90’lı yıllarda Sovyet Rusya’nın yıkılmasıyla özgürleşen Türkler bir bir Latin harflerine geçti. Bugün Kırgızistan haricindeki Türk cumhuriyetlerinin neredeyse tamamı Latin harflerini kullanıyor. Tablo bu şekilde olmakla birlikte odaklanılması gereken mühim mevzulardan birisi de şudur ki Tarih boyunca ecdadımızın telif ettiği çok kıymetli eserler, aziz hatıralar şimdi kendisine uzanacak elleri beklemekte. Kaşgar’dan Makedonya’ya, Kırım’dan Türkmen diyarı Kerkük’e kadar aynı dili konuşan bu milletin asırlar boyunca yetiştirdiği kıymeti cihana değer Yusuf Has Hacip, Ahmet Yesevi, Ali Şir Nevai, Yunus Emre gibi şahsiyetlerin eserlerini aslından okuyamıyoruz. Bu milletin fertleri hem tarihine hem birbirine bir yabancı gözüyle bakması ne acıdır. Kurtuluşumuz ittihattadır ve çözümü şu kelimelerde saklıdır: Dilde, fikirde, işte birlik.
“İ‘lem eyyühe’l-azîz! Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefîhe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Ta‘dîli büyük bir himmete muhtaçtır. Ve kezâ, beşeriyet ruhundan dünyaya bakan pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması, ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.” (Mesnevî-i Nûriye, Sayfa 117)İletişim ve ulaşım vasıtalarının son derece geliştiği zamanımızda, mesafeler oldukça kısalmıştır. Öyle ki; dünyanın herhangi bir yerinde olan bir hadise hakkındaki bilgiler ve görüntüler, dakikalar içinde tüm dünyaya yayılabilmektedir. Ülkeler arası seyahat, uçaklar aracılığıyla kolaylaşmış ve çabuklaşmıştır. Aynı gün içinde bir başka ülkeye gidip dönmek dahî mümkün hale gelmiştir. Binlerce yıllık insanlık tarihinde teknolojinin bu kadar gelişmesi, sadece son yüzyıl içinde olmuştur. Önceki asırların her birinde belli alanlarda gelişme yaşanmış ve belli konular öne çıkmıştı. Hz. İsa (as) zamanında tıbbın, Hz. Musa (as) zamanında sihrin öne çıkması bu meseleye örnek verilebilir. Buna karşılık asrımızda her konuda çok hızlı gelişmeler yaşanmıştır. Hatta son otuz yılda cep telefonu başta olmak üzere belli alanlarda yaşanan gelişmeler, tüm dünyada binlerce yıldır süregelen geleneklerin dahî değişmesine yol açmıştır. Bu şekilde oluşan yeni dünya düzeni için küreselleşme tabiri kullanılmaktadır. Bu kadar hızlı gelişen iletişim ve ulaşım imkânlarıyla birlikte dünya, bir köy haline gelmiştir. Sınırlar sadece harita üzerinde kalmıştır. Tüm dünyadaki şehirler ve yaşam şekilleri birbirine benzer hale gelmeye başlamıştır. Böyle olunca olumlu ve faydalı hususlar hızlıca yayılabildiği gibi, olumsuz ve zararlı şeyler de çok hızlı bir şekilde yayılabilmektedir. Yani bir hafızın Kur’ân okuyuşunu aynı anda tüm dünya işitebileceği gibi, bir gafilin dilinden dökülen İslâm dışı sözler de herkese ulaşabilmektedir. Bedîüzzaman Hazretleri, ahir zamanın bu halini erken fark etmiş ve bizleri uyarmıştır. Mesnevî-i Nûriye adlı kitabında bu konudan şu şekilde bahsetmektedir: “İ‘lem eyyühe’l-azîz! Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefîhe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Ta‘dîli büyük bir himmete muhtaçtır. Ve kezâ, beşeriyet ruhundan dünyaya bakan pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması, ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.”Yeni gelişen teknoloji ile birlikte bir köy haline gelen dünyada, yeni nesiller sosyal medya aracılığıyla çok kısa zamanda birçok olumsuz görüntüyle ve sesle muhatap olabilmektedirler. Bu da onların maneviyatlarına büyük zararlar verebilmektedir. Buna mukabil karşılarına çıkan ve belki birkaç dakika içinde önemli iman hakikatlerinin anlatıldığı bir video ile imanî açıdan büyük kazanımlar elde edebilmektedirler. Amerika’daki birisi Türkiye’deki gençleri ifsad edebildiği gibi, Türkiye’deki birisi Amerika’daki gençlerin imana gelmelerine vesile olabilmekte ve tüm bunlar sosyal medya aracılığıyla gerçekleşebilmektedir. Âlem-i İslâm’ın gençleri, Avrupa’nın sefih hayatını seyredip onları örnek alabilmektedir. Tam tersi olarak Avrupalılar, İslâm dünyasında yaşananları seyredip Siyonistlerin ve batılıların zalim yönünü görebilmektedirler. Gaflet perdesini kalınlaştıran sosyal medyadan, küreselleşmeden ve batının sefih medeniyetinden hem kendimizi, hem de yeni nesilleri nasıl koruyacağız? Burada ilk yapmamız gereken bu soruyu sormak ve bunun çaresini bulmayı dert edinmektir. Benim burada söyleyeceklerim çare olmayabilir. Ama belki buldukları ya da bulacakları çözümler, bu sorunlara çare olacak insanları harekete geçirebilirim. Bazen biraz da böyle düşünmek gerekir. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin bu sorunun çözümü için büyük bir himmete ihtiyaç bulunduğunu ifade etmesi bize yol göstermektedir. Yani basit ve günlük tedbirlerle sorun çözülemez. Uzun vadeli, tesirli ve çok yönlü planlar yapılmalıdır. Gençlerin veya kimi zaman da orta yaşlıların nasıl ifsad edildiği ve nasıl sırat-ı müstakimden çıktıkları iyi tahlil edilmelidir. Bazen sadece alternatif içerikler üretmek yetmemektedir. Yani “Ben karşılığında alternatif bir içerik ürettim, haydi seyredin, destek verin, destek vermezseniz suç sizde” gibi yaklaşımlarla da sorun çözülmemektedir. Youtube’a içerik yüklemek, insanların sosyal medyadan uğradıkları zararı tek başına telafi etmez. İnsanlarla fert fert ilgilenmek gerekir. Onları, kalabalıklar içinde yalnız bırakmamak lazımdır. İslâm’ın hayatın her kısmında nasıl uygulanması gerektiğinin örneklerini göstermek olmazsa olmazlar arasında yer almalıdır. Bazen insan, kendi bulunduğu manevî ortamlardan dolayı, dışarıda insanların ne gibi olumsuzluklarla karşılaştığını göremeyebilir. Burada şu ortaya çıkar ki; İslâmî kaygısı olup da insanları doğru yola sevk etmeye çalışan kişiler toplumdan kopuk olmamalıdırlar. Ama günümüzde popüler kültür dediğimiz küresel kapitalist sistemin çemberine de düşmemelidirler. Buradaki amaç ehl-i dalaletin geliştirdiği ifsad nesnelerine karşı çabuk stratejiler geliştirebilmek ve ehl-i imanı koruyabilmektir. Bunun en güzel örneklerinden birini Bedîüzzaman Hazretleri ortaya koymuştur. Haşrin olmadığı yönünde gençlere telkinlerde bulunulacağı bir dönemde, daha ehl-i dalâlet bu işe girişemeden o, Haşir Risâlesini yazmıştır. Böylece imanın en temel meselelerinden birisine yönelik saldırıya -daha başlamadan- karşılık vermiştir. Öyle bir asırda yaşıyoruz ki; yüzler, kalpler, akıllar hep dünyaya dönük durumda. Planlar hep dünya için yapılıyor. Hedefler hep dünya ile ilgili belirleniyor. Bu kadar dünyevîleşmenin olduğu bir ortamda ahireti hatırlatmak ve ahirete dönük işlere davet etmek pek bir karşılık bulamayabiliyor. Hatta bazen sizin lisan-ı halinizle bile ahireti hatırlatan vaziyetiniz, insanların sizden uzaklaşmasına yol açabiliyor. Fazladan dinî bir telkinde bulunmanıza gerek kalmadan halinizden dolayı, bununla dünyevî faaliyetlerin tadı çıkmaz nazarıyla karşılaşabiliyorsunuz. Tüm bunlar da ehl-i imanı yıldırmamalı. Gerek Asr-ı Saâdet, gerekse de tarih boyunca kurulmuş muhtelif İslâm ülkeleri incelendiğinde şu ortaya çıkar ki; ne zaman Müslümanlar İslâm’a daha fazla sarılmışlarsa ve ahiretlerini öncelemişlerse, her konuda başarılı olmuş ve öne çıkmışlardır. Çünkü dünyevîleşme Müslümanların tembel olmalarına yol açmaktadır. Dünyevîleşen bir Müslüman, küçük menfaatlerin peşinde koşar. Daha fazla dünyalık ister. Ama kalbini ahirete çeviren bir kişi, asıl mükâfâtı cennette alacağını bilir, ona göre hareket eder. Milletinin, memleketinin menfaatini, kendi menfaatinin üstünde tutar. Daha fazla kazanç için, daha fazla talepte bulunmaz. Fatih Sultan Mehmed devrinde, kendisi siftah yaptıktan sonra komşusunun siftah yapmasını isteyen esnafın zihnî yapısına kavuşan bir toplum, tüm dünyayı değiştirebilir. Eğer Allah’ın lütfuna mazhar olmak istiyorsak, dünyaya çalışırken kalbimiz Allah ile olmalı. Küçük menfaatlerin peşinde hayatımızı boşa harcamamalı, önceliği İslâm ümmetinin menfaatlerine vermeliyiz.
Değişimden kaçamazsınız, ancak hazır olabilirsiniz. Aklımda oluşan en net cümle bu oldu. Nasıl mı? Buyurun hikayesini hep beraber okuyalım…Çarşamba günü, okul aile birliği başkanlığını yürüttüğüm okulda “Bilim, Teknoloji ve İnovasyon Şenliği” vardı. İkincisi icra edilen şenlikte, okula ait projelerin sergilendiği, farklı illerden ve ilçelerden gelen takımların yarıştığı, atölyelerin olduğu dolu dolu bir gün geçirmiş olduk.Program, açılış hitaplarının ardından alanında uzman üç kişinin sunumlar eşliğinde yaptıkları konuşmalarla devam etti. Burcu Yılmaz, sunumunda kırılımlardan ve buna örnek olarak da ilk örgü makinesinden internet alt yapısına ve oradan da yapay zekâ uygulamalarına değindi.Bahsi geçen bu ilk örgü makinası, İngiliz William Lee tarafından 1589’da bulunmuş. Lee, bu makinede örülmüş bir çift çorabı Kraliçe 1. Elizabeth’e hediye etmiş. Fakat Kraliçe bu makineye patent vermemiş. Gerekçe olarak da elle örgü örenlerin işsiz kalma ihtimalini söylemiş.Tarihten günümüze bu konuda çok örnekler sayıldı, sayılabilir. Bu durumlarda ilk refleks olarak direnç oluşmuş, fakat görünen o ki zaman kırılımların üzerinden ilerlemiş; değişime direnenler çağın gerisine düşmekle karşı karşıya kalmışlardır.Zihnime Hz. Ali (kv)’nin “Çocuklarınızı bulunduğunuz zamana göre değil, onların yaşayacakları devre göre yetiştirin.” cümlesi geldi. Şimdilerde değişimlerin çok hızlı olduğu çağımızda yapay zekâ çok konuşulurken, bir taraftan da çocukların ekran süreleri tartışılıyor. Ekranların ve içeriklerin çocuklar üzerindeki etkileri masaya yatırılıyor.Oktay Altun Hocanın sunumlarında da gördük ki bugün yapay zekâ çalışmaları özellikle savunma sanayiinde önemli bir yere oturmuş ve gün geçtikçe diğer alanlarda da önem kazanıyor, kazanacak. Tekerliğin bulunmasıyla kolaylaşan hayat gibi, yapay zekâ çıktıları da kolaylıklarla beraber insana zaman kazandıracak. Belki de buradaki temel ayırım, bunların her birisinin birer araç olduğunu kabul etmek. Yani yeni gelişmelerin, efendim işte bazı meslekleri hatta insan unsurunu bitiriyor penceresinden görmemektir. Biz inanıyoruz ki insan varlığı cihetiyle önemli bir yere konumlandırılmıştır ve vazifesi de Allah’a kul olmaktır. Buradan koptuğumuz an her şey bambaşka bir tarafa dönüyor. İnsan ya tamamen yok sayılıyor -en azından bazı insanlar tarafından- ya da kendini her şeyin sahibi gibi görmeye başlıyor.
Risale-i Nur, iman hakikatlerini açığa çıkarma ve derinleştirme noktasında, tarikatlarda yaygın olan keramet, keşif ve manevi zevk anlayışlarından farklı bir yaklaşım sergilemektedir. Bu farklılık, birçok insanın merak ettiği bir soruyu gündeme getirir: Neden Risale-i Nur talebeleri de evliyalar gibi kerametlere ve manevi keşiflere sahip değiller ya da bu tür olağanüstü halleri aramıyorlar? Bu sorunun cevabını Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ Lahikası’nda yer alan bir mektubunda derinlikli bir şekilde ele almış ve bize farklı bir manevi yolculuğa dikkat çekmiştir.İhlas Sırrı ve Dünyaya Ait Zevklerin TehlikesiSevgili Üstadımız, bu sorunun ilk cevabını “sırr-ı ihlas” yani samimiyet sırrında bulur. İhlas, sadece Allah rızası için yapılan amelin, hiçbir dünya menfaatiyle gölgelenmemesi gerektiğini ifade eder. Dünyevi kerametler ve geçici manevi zevkler, nefislerini tamamen mağlup edememiş insanlar için bir amaç haline gelebilir. Bu da ihlası zedeleyerek, uhrevi amellerin dünyevi maksatlarla kirletilmesine yol açar. Risale-i Nur talebeleri ise, bu tür geçici zevk ve kerametleri aramazlar. Onlar için asıl amaç, yalnızca Allah rızasını kazanmaktır. Dünyaya ait manevi tatminler, Allah’ın rızası karşısında değersizdir.Tahkiki İman: Kerametlere İhtiyaç Kalmamasıİkinci olarak, sevgili Üstadımız Risale-i Nur’un sunduğu iman delillerinin, herhangi bir şüpheye yer bırakmadığını vurgular. Tarih boyunca evliyalar, imanlarını pekiştirmek ve başkalarına güven vermek için keramet ve keşfiyatlara başvurmuşlardır. Ancak Risale-i Nur’un getirdiği tahkiki iman, yani akıl ve kalp yoluyla derinlemesine kavranmış iman, bu tür olağanüstü hallere ihtiyaç bırakmaz. Risale-i Nur’un akli ve nakli delilleri, iman hakikatlerini o kadar sağlam bir şekilde ortaya koyar ki, talebeleri keramet ya da manevi keşif aramaya gerek duymaz. Onlar için, iman-ı tahkiki, keramet ve keşfiyatların çok ötesinde bir manevi mertebedir.Enaniyet ve Rekabetten Uzak DurmaÜçüncü önemli husus, keramet ve keşfiyatların getirebileceği manevi tehlikelere dikkat çekilmesidir. Keramet sahibi olmak, zaman zaman kişiyi benlik ve enaniyete sürükleyebilir. Özellikle bu çağda, başarı ve öne çıkma arzusunun yaygın olduğu bir ortamda, keramet ve keşifler, insanları rekabet ve kendini üstün görme tehlikesiyle karşı karşıya bırakabilir. Risale-i Nur talebeleri ise, bu tür tehlikelerden kaçınarak, Allah rızası için samimiyetle hizmet ederler. Onlar, şahsi kerametlerin peşine düşmez, kendilerini gösterme arzusu gütmezler. Risale-i Nur’un mesleği, bireysel başarıyı değil, kolektif bir ruhu ve manevi kardeşlik içinde birbirini feda etmeyi esas alır. Risale-i Nur’un ilmi kerametleri ve talebelerine hizmette sağlanan kolaylıklar, tüm talebeler için yeterlidir.Fani Dünya ve Baki Ahiret TercihiDördüncü ve en önemli nokta, dünya ve ahiret arasındaki tercih meselesidir. İnsan nefsi, yapısı gereği dünyadaki hazır ve geçici zevklere yönelme eğilimindedir. Fakat Risale-i Nur talebeleri, bu tür geçici hazlara kapılmak yerine ahiretteki ebedi saadeti tercih ederler. Onlar, dünyada manevi kerametler ya da keşifler yaşamayı değil, ahirette ebedi saadeti kazanmayı hedeflerler. Bu tercih, onların maddi ve manevi hazlardan uzak durmalarını sağlar. Böylece, dünya zevkleri ve kerametler peşinde koşmayan talebeler, Allah’a olan bağlılıklarını korur ve ahiret yurdunu hedeflerler.Manevi Yolculukta Asıl HedefRisale-i Nur’un bu derinlikli yaklaşımı, manevi yolculukta asıl hedefin keramet ya da keşfiyat olmadığını net bir şekilde ortaya koyar. Risale-i Nur talebeleri, Allah rızasına ulaşmayı ve ihlaslarını muhafaza etmeyi en büyük gaye edinirler. Onlar, keramet aramayan, dünya nimetlerine meyletmeyen ve manevi başarıları sadece Allah’ın bir lütfu olarak gören bir anlayışla hareket ederler. Risale-i Nur’un bu saf ve duru bakışı, modern dünyada bile manevi yolculuğun en doğru yolunu gösterir.Ahiret Odaklı Yaşamı Tercih Eden Bir Zatın HikâyesiBu anlayışa güzel bir örnek, geçmişte yaşanmış bir hadisedir. Hikâyeye göre, yüksek bir makamda bulunan bir zât, hanımıyla birlikte ciddi bir geçim sıkıntısı içindedir. Hanımı bir gün, eşine “İhtiyacımız çok şiddetli” der. O anda, Allah’ın bir ikramı olarak yanlarında altından bir kerpiç belirir. Bu kerpiç, cennetteki kasırlarından bir parçadır. Ancak zatın mübarek hanımı, bu dünyaya ait kerpici istemez ve şu sözlerle kocasına döner: “Evet, ihtiyacımız çok büyük, ama ahirette böyle kerpiçlerimiz çok olacak. Bu dünyada zayi olmasın, kasrımızdan eksilmesin. Dua et ki yerine gitsin, bize lazım değil.” Dua edilip kerpiç geri gönderilir.Bu hikâye, ahireti önceleyen bir yaşam tarzının güzel bir örneğidir. Risale-i Nur talebeleri de bu hikâyedeki zât gibi, dünyadaki geçici zevklere ve kerametlere meyletmeden, ahiret saadetini aramaktadırlar. Rabbim bizi de o talebeler zümresine dahil eylesin. Âmin!
Dedi: “Bütün canlılar bahar mevsiminde dallarından, köklerinden, tohumlarından, kış uykusundan uyananlardan ve yumurtalarından tekrar yaratılıyor.” söylüyorsunuz, peki insan tekrar nasıl yaratılacak? Çünkü insanın kemikleri bile çürüyor!Dedim: Birinci olarak, yoktan var eden bir güçten bahsediyoruz. Yoktan var edene tekrar yaratmak zor gelmez. Sana dağıttığın bir yapbozu tekrar yapmak zor gelmediği gibi, insanın yapboz parçaları gibi olan dağılmış atomlarını, tekrar toplamak Rabbimize son derece kolaydır. İkinci olarak, insanın kuyruk sokumunda bir kemik bulunmaktadır. Bu kemiğe “acbüzzeneb” denir. Bu kemik ne yanar ne de çürür. Bir çeşit insanın tohumudur. Bu kemikten insan tekrar yaratılacaktır. Tohumlardan filizlenen bitkiler gibi toprak altından kalkacaktır.Üstad Bediüzzaman bu hakikati, bize şu cümlelerle ders veriyor. “Evet, en büyük bir ağacın ruh programını bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte derç edip muhâfaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz, vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder, denilir mi?”1 Adeta, koca incir ağacının ruh programını nokta gibi bir çekirdekte yerleştiren ve muhafaza eden bir kudreti bizlere gösteriyor. Bu örnekle, vefat edenlerin ruhlarını da bu kudret sahibi koruyacak, diyor. Bu işleri yapan ruhları nasıl ve nerede muhafaza edecek diyemeyiz, diyor. Herhangi bir hücremizi bir şekilde ruh programımıza ev sahipliği yaptırır, diyor. Dedi: Bu anlattıklarınız gerçekten ilginç. Fakat insanın içine bir ürperti geliyor! Ölüm aklıma geldiğinde müthiş bir boşluğa düşüyorum. Sanki ölünce yok olacakmışım gibi geliyor. Bu nedenle ölmek istemiyorum! Hem niçin dirileceğiz ki?Dedim: Dirileceğiz, kardeşim! Tüm insanlık dirilecek. Çünkü...”Yaratanın hakkının, yaratılmışların bize hizmet ettirildikleri sıradaki haklarının hesabını vermek için diriltileceğiz. İnsanlar arasında milyonların canlarına, mallarına, ırzlarına zarar veren öyle zalimler var ki… Günahları ciltlere sığmaz... Çiğnedikleri haklar, rakamlarla ifade edilmez... Bunlar nasıl masumlar ile eşit tutulur? Zalim izzetinde mazlum zilletinde nasıl kalabilir? Elbette kalmayacaktır. Lakin dünya, şu büyük günahların cezasına kâfi gelmiyor. Milyonlarca insanın ölümünden ve sömürgeleştirilmelerinden sorumlu liderlerin ve bunlara oy veren insanların hesabı için dünyada ya zaman yeterli olmuyor ya mekân… Öldükten sonra ise hem zaman bol hem de mekân!Hem Risale-i Nur’dan aldığımız derse binaen biliyoruz ki ehl-i imanın küçük günahlarının hesabı bu dünyada görülüyor. Deccalların, asrımız firavunlarının ve onların zulümlerini alkışlayanların ve destekleyenlerin cezası büyük mahkemeye, Mahkeme-i Kübra’ya bırakılıyor. Çünkü onlar milyonlarca insanın hakkını yemişlerdir. Şimdi sesli bir tefekkür yapalım. Akıl nimetinden istifade ederek düşünelim. İnsan yediği bir lokmayı kendisi yapmaya kalksa yapabilir mi? Elbette ki yapamaz. Farz edelim ki, insan yiyeceği bir lokmayı kendisi yapmaya kalkıyor! Bu lokmayı yapması için öncelikle lokmasına giren besinlerin her birisini yapacak bir ilim ve kudret kendisinde olması gerekir. Yani lokmasında bulunan unun bitkisini, eğer peynir katığı ise onun süt fabrikası olan inek, koyun, keçi, deve gibi canlıları, şayet yediğinde et varsa etini yiyeceği bir hayvanı yaratacak bir güç sahibi olması lazımdır. Böyle bir gücün ise bunlar için dünyayı, dünya için güneş sistemini, güneş sistemi için Samanyolu Galaksisini, Samanyolu Galaksisi için diğer milyarlarca galaksileri ve sonunda evreni yapabilecek bir güç olması gerekir. Bütün bunları yapamayan, kendi parmağını bile oynatmaya gerçekte muktedir olamaz. Zira bu evrendeki her şey, saatin çarkları gibi bir gayeye hizmet ediyor ve ettiriliyor. Bütün bu işlerin meydana gelmesinde insanın bir tesiri yoktur. Tohum ile toprağı buluşturmak veya hayvan ile yemi buluşturmak bir lokma için yeterli bir sebep değildir. Belki kâinat kadar geniş sebepler silsilesi gereklidir. Belki atomlar sayısınca, gezegenler adedince, yıldızlar miktarınca, belki, galaksilerin toplamı kadar eleman gereklidir ki bir lokma meydana gelsin. Hem de rengiyle kokusuyla ve tadıyla birlikte… Fakat insanın gücü elinin yetiştiği yere kadardır.İnsan yediği bir lokmanın sadece yutulma kısmında ise yutma isteğinden sorumludur. Yutma isteğinin sonucunda yutma mekanizması çalıştırılır. Bir lokmayı yuttuktan sonra o lokma midede ve bağırsaklarında moleküllerine ayrılır. Ortalama 250-400 metrekare olan bağırsaklardan emilen ve kana geçen moleküller uzun bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk yüz bin kilometre olan kılcal damarlarda gerçekleşir. Damarlarımızdaki trilyonlarca alyuvarın vazifesi oksijen taşımaktır. Oksijenin taşınmasındaki gaye, besinlerden enerji elde etmek içindir. Eğer enerji elde edemezsek ne vücut sıcaklığımız otuz altı buçuk derece olur ne düşünebiliriz ne de hareket edebiliriz. Ne bebekler ne hayvanlar ne de bitkiler büyüyebilir. Besinler ise trilyonlarca hücresinin her birine yeterli miktarda dağıtılır. Demek ki insan bir lokmanın sadece yutma kısmında vazifelidir. Ne yutmadan önceki işleri yönetebilir. Ne de yuttuktan sonraki yolculuğuna karışabilir. İnsan “Atılan basit bir su!”2 iken, evrendeki her varlık kendisi için çırpınan yeryüzü halifesidir. Her şey kendisine odaklanmış, yâr ve yardımcı olarak hizmet ettirilen aziz bir misafirdir. Peki, buradan bir sonuca gidecek olursak, bu derece özenle, ahenkle, nimetle yaratılan insan başıboş bırakılır mı? Lezzetle yediği bir lokmanın arkasında çalıştırılanların hukuku ne olacak? Sadece yediği lokmadaki molekülleri bile saymaya ömrü yetmez. Bir toplu iğne başında bulunan beş milyar atomu, her saniye bir atomu saymak şartıyla, saymaya kalksa en az yüz elli sekiz yılda ancak sayabilir. Her halde bu yapılan ihsanların bir hesabı olacaktır. Daha bir şey demedi…1- Haşir Risalesi. Dokuzuncu Hakikat2- “(O) atılan bir sudan yaratıldı.” Târık Suresi 6. Ayet
Otuz Birinci Beyit: Hayali Bey, Kanuni devri şairlerindendir. Vardar Yenicesi’nde doğan şair medrese tahsili görmemiş, Bostan ve Gülistan’ın tesiriyle yetişmiştir. Devrin en önemli şairi Fuzuli ile görüşmüşlüğü vardır. Hayatı boyunca pek çok ihsana kavuşmuş olmasına rağmen istiğna halini muhafaza ederek mutadı olan tavr-ı ârifâneye asla halel getirmemiştir. Arşî, ardında tek eser olarak divanını bırakan Hayali’nin vefatına şu tarihi düşmüştür: “Sözü dilde, hayâli gözde kaldı.”İster isen almağa hikmet kitâbından sebakHâme-i kudret ne yazmış safhâ-i âsâra bak (Hayali Bey)(Madem hikmet kitabından ders almak istersin, öyle ise kudret kalemi kâinattaki eserlerin sayfası üzerine ne yazmış ona bak!) Sebak: Ders / Hâme: Kalem / Safhâ: SayfaMütefekkir genç kardeş! Elbette ki Cenab-ı Hak Ma’rûf’tur. Bilinmek, tanınmak ister; bilinir ve tanınır da. En küçük zerreden en büyük küreye kadar her bir şey, her bir eser akledenleri onun marifetine ulaştırır. Eserden müessire… Kudret burcunda işleyen kalem, kâtibinin iradesini göstermez de ya nedir? Mehasin-i San’at-ı Rabbaniyenin Vassafı’nın (asm) mübarek dizleri dibinde hem Kitabullah hem insan hem de kâinat nüshalarından okuyup tefekkür ederek ders alan ashabın içindeki güzide talebe Abdullah bin Mesud ifade ediyor: “Biz Resulullah terbiyesinde öyle bir hâle gelmiştik ki boğazımızdan geçen lokmaların tesbihlerini duyardık.” Binler barekallah! Biz ahirzamanın gençlerine ise şu ikrarı daima taze ve diri tutmak yaraşır: “Ya Resulallah, nurani avuçlarında çağıldayan taşlardan zikrolunan lokmalara kadar imanımızı inkişaf ettiren her bir delil ile Rabbimizi tanımak şerefiyle müşerref oluyoruz. Ahirzamandaki varisin Bediüzzaman’dan (ra) saadet asrına hakikat köprüleri kurarak nebevi iman derslerimizi iştiyakla alıyoruz. Ubudiyet şuuruyla dillendirdiğimiz tesbihlerimizi tüm mevcudatın tesbihlerine katarak hava zerreciklerine ekiyoruz. Rabbimiz Cennette onun sancağının altındaki nurani meclisin tahtları üzerinden, bu haletin hakikatini ve ilk menbaı olan asr-ı saadetin bulunduğu dünya manzaralarını tebessümle seyretmek ihsan buyursun.” Âmin, binler âmin.Eserden müessire tefekkür hattı döşenmişMarifete banan göze binler barekallahOtuz İkinci Beyit: Söz tekrar Yusuf Nabi’de. Mevzu bahis olan beyit, divanındaki bir kıtanın meşhur ilk beytidir. Egerçi hâne-i pür-nakşdır bu sarây-ı cihânVelî kitâbeleri “küllü men ʻaleyhâ fân”* (Nabi)(Gerçi nakışlı, süslü bir hanedir bu cihan sarayı, lakin kitabelerinde كُلُّ مَنْ عَلَیْهَا فَانٍ ayeti yazılıdır)*: [Onun (o yerin) üzerindeki herkes (ve her şey) fânidir.] (Rahman, 26)Kâinattaki mevcudatın alnına çatılmış fena damgasını ibretle seyreden genç arkadaşım! Bil ki “Bâkî” olan, bes olan Allah’tır. Ondan başka her şey fânidir. Madem öyledir, fenaya kapılmamak gerektir. Habibullah’tan (asm) aldığı beka dersiyle İlim Şehrinin Kapısı (kv) hakikati hoş söyler: “Ahirette seni kurtaracak bir eserin yoksa, fâni dünyaya bıraktığın eserlere de kıymet verme.” Hak ve hakikat yolunda erenler hep bu sırla ermiş, dünyanın cazibesinden kendilerini çekip kurtarmışlardır. Dünyayı ahiretin tarlası olmaya namzed yaratan Malikü’l-mülkün huzurunda kendilerini misafir telakki edip adabı kuşanmışlardır. Süse ve şatafata aldanarak şımarıklığa düşenlerden ırak olmuşlardır. Beka âlemlerini iştiyakla gözlemişlerdir. O minvalde yürümüşlerdir. Bast ve tayyları hep bu yürüyüşten izler taşır. Kelamlarını ve fiillerini besmeleyle bekaya tutturmuşlar, hamd ile Cennet yemişleri ekmişlerdir. Onun zatından (ve rızasına uygun olandan) başka her şey, helâk olucu değil midir? Sultan-ı Ezel ve Ebed’in Mübelliği ve Elçisi (asm) ne güzel buyuruyor: “Bakınız, nazar ediniz, kimlerin evlerini şenlendiriyorsunuz, ma’mur ediyorsunuz? Kimin veya kimlerin arazisinde meskûnsunuz, otuyorsunuz? Kimin yolunda gidiyorsunuz?” Genç kardeşim, beka yolunun yolcusuyuz, fâniye takılıp kalamayız. Fenadan ve fâni endişelerden sıyrılmalıyız. “Sadakte, Yâ Nebiyallah (asm)!” diye edeble seslenerek üstadın dili ve gönlü ardınca tekellüm etmeliyiz: “Fânîyim, fânî olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahmân’a teslîm eyledim, gayrı istemem. İsterim, fakat bir yâr-i bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.” Rabbimiz gençlikten beka güzergâhına rıza-yı İlahi ile yol almayı, iman ve Kur’ân hizmetinde hayırlı bir ömür sürmeyi ihsan eylesin! Elfü elfü âmin.Faniden sen ibka ile geç de gelDünya fenasını sen süpür de gelOtuz Üçüncü Beyit: Evliya Çelebi’nin ifadesiyle, “yedi padişah tarafından eli öpülen, 170.000 müride irâdet (el) veren” Aziz Mahmud Hüdayi’nin kalblere açtığı Hüdayi yolu, yaklaşık 255 ilahinin, rubai ve kıt’aların yer aldığı divanı ve diğer eserleriyle süregelmektedir. Asrın çalkantıları içinde çırpınan latifelere nefes olmaktadır.Alan sensün viren sensün kılan senNe virdünse odur dahi nemüz var (Hüdayi)(Sadakte ya Şeyh ks)Gençlik bağının dikenlerine mübtela olan genç kardeşim! Rabbimiz “Latîf”tir. Biz kullarına iyilik ve merhamette bulunur. İmtihan olarak bazen hayatın zorluklarıyla karşılaşırız. Bazıları üzer, bazıları eziyet verir. Bunlar karşısında elbette dayanak noktamız -O’ndan şikâyet etmeden, şikâyetimizi O’na yaparak- Rabbimiz olmalıdır. Bu terbiyenin sahibi Mürebbi-i Nüfûs Efendimiz’dir (asm). Ayakkabısının bağının kopmasından tut, kandilinin sönmesine kadar bize şu hakikati ders veriyor: “Bir Müslüman herhangi bir musibete uğrar da aradan uzun zaman da geçse onu hatırlayıp yeniden اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ ‘Muhakkak ki biz, Allah’a âidiz ve muhakkak ki biz, ancak O’na dönücüleriz!’ derse Allah Teâlâ o esnada ecrini yeniler, musibete uğradığı gün ona verdiği ecrin bir mislini ona tekrar ihsan eder.” Elbette şükran duyguları taşıyan her gencin kalbinden diline şu nida yansıyacaktır: “Sadakte ya Nebiyallah! Diken-misal kanatıcı, yaralayıcı hadisattan güle ulaşmayı senden öğrendik. Zahmetleri rahmete kalb edecek Sen Rahmeten lil Âlemini (asm) gönderen Rabbimize hadsiz hamd olsun.” Kolay ve zor, her zaman ve mekânda Rabbimizi hatırlamayı ve O’na yönelmeyi vazife bilir, yüreklerimizi ve adımlarımızı buna göre yürütürüz inşallahu Teâlâ!Çekme kaygısın şen şakrak şatafatlı cihanınNoktası kalkınca zahmetler rahmete dönüşürOtuz Dördüncü Beyit: 18. asrın başında Erzurum Pasinler’de doğmuştur. İlk tahsilini babasından almış, sonraları İsmail Fakirullah Hazretlerine intisab etmiştir. Sadece dini ilimlerde değil fenni ilimlerde de iyi bir tahsil görmüştür. “Pes ‘âlem ne hey’ette olursa olsun ve ne cihetle hareket kılarsa kılsın cümlesi ol bedî’... hazretlerinin kemâl-i kudret ve ‘azametine dâldir ve bizlere lâzım olan ancak bu nazar-ı ‘ibretle kesb-i kemâldir.” ifadesi, kâinat kitabından elde edilecek marifetle marifetullaha, hak ve hakikate ulaşılacağını göstermesi bakımından önemlidir. Bu marifet ile hem şiirlerinde hem de nesirlerinde sıkça karşılaşılır.Halk ölüm sandığı hoş vuslat imiş ey HakkıÎd-i ekberdir o sanma ki memâtım geldi (İbrahim Hakkı)Îd-i ekber: En büyük bayram / Memât: Ölüm(Şeb-i arusu ders veren Hazret-i Mevlânâ misillü…)Gençliğinin baharındaki genç arkadaşım! Rahmet-i Bî-nihayenin Kâşifi ve İlâncısı Efendimiz (asm) şu her tarafta numuneleri görülen ve beşerin başına üç tarzda gelebilecek mevt hakkında bakalım ne buyuruyor: “Ölüm, müminin rahata/huzura kavuşması demektir.” Her bir adım, her bir nefes hayattan memata doğru atılan bir kulaçtır. Biliriz Cenab-ı Hak Vehhab’dır; karşılıksız verir, bolca verir. Şekür’dür, az da olsa kulunun ameline fazlasıyla karşılık verir. Madem hayatımızda Allah var, Peygamber var, Kur’ân var, Beytullah var, namaz var, sıdk var, niyaz var… Var, var… Tahkiki imanı zerk eden iman dersleri var. Son nefes için yapılan dualar var, hazırlık var. O vakit korkuya yer yok. Endişeye gerek yok. Koskoca kâinatta sadece beşerin değil, her mevcudun mevtini nasihat kabul eden mütmain genç seslenir: “Gözlerimiz, kabristanın enfüsi tefekküre yönelten atmosferinde bad-ı hazandan etkilenmeyerek dimdik duran servileri seyirde; kulaklarımız sırat-ı müstakimi kalblere telkin eden ‘(sen Rabbinden, O da senden razı) olarak Rabbine dön!’ emrinde.” Hayatın ve mevtin sahibi Rabbimiz, cümlemizi son nefeste imanla huzuruna alsın. Rahmet-i Rahman’a kavuşan cümle ehl-i imanın pâk ruhlarına: Her daim binler dille Fatihaaa!Kim demiş ki ölüm korku hattındaDüğün var müminle Hak vuslatındaOtuz Beşinci Beyit: Mevlid-i Şerif şairinden beyt-i diğer. Salavata vesile olsun inşallah!Ger dilersiz bulasız oddan necâtAşkile derdile edin essalât (Süleyman Çelebi)(Ateşten kurtuluş mu dilersiniz? Âlâ… Salavata yönelin; aşk ile, derd ile)Salavatı dilden düşürmemek elzem, peygamber aşığı genç kardeşim! Nur’da okuruz, salavatı ehemmiyetli biliriz: “Rahmet, seni ey insan, o Müstağniyy-i alel’Itlâk’ın ve o Sultân-ı Sermedî’nin huzuruna çıkarır ve ona dost yapar ve ona muhatap eder. Ve sevgili bir abd vaziyetini verir. Nasıl sen güneşe yetişemiyorsun, güneşten çok uzaksın. Hiçbir cihetle ona yanaşamıyorsun. Fakat güneşin ziyası, güneşin aksini ve cilvesini, senin aynan vâsıtasıyla senin eline veriyor. Öyle de o Zât-ı Akdes’e ve o Şems-i Ezel ve Ebed’e, biz çendân nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat onun ziyâ-yı rahmeti onu bize yakın ediyor. İşte ey insan! Bu rahmeti bulan, ebedî tükenmez bir hazine-i nûr buluyor. O hazineyi bulmanın çaresi, rahmetin en parlak bir misali ve mümessili ve o rahmetin en belîğ bir lisanı ve dellâlı olan ve ‘Rahmeten li’l-Âlemîn’ ünvanıyla Kur’ân’da tesmiye edilen Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnetidir ve tebeiyetidir. Ve bu Rahmeten li’l-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise, salavattır. Evet, salavâtın ma‘nâsı rahmettir. Ve o zihayat mücessem rahmete, rahmet duâsı olan salavât ise, o Rahmeten li’l-Âlemîn’e vusûle vesiledir. Öyle ise sen, salavâtı kendine o Rahmeten li’l-Âlemîn'e ulaşmak için vesile yap. Ve o zâtı da rahmet-i Rahman’a vesile ittihaz et. Umum ümmetin o Rahmeten li’l-Âlemîn olan Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında hadsiz bir kesretle rahmet manasıyla salavât getirmeleri, rahmet ne kadar kıymetdar bir hediye-i İlâhiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu parlak bir sûrette isbat eder.” Bak, Nebiy-yi Muhterem (a.s.m) ne buyuruyor: “Dua benim üzerime salavat getirilinceye kadar perdelenmiştir.” buyuruyor. Elbette kavli ve fiili duaya muhtaç her bir genç, “Sadakte ya Nebi!” diyerek elini kalbine götürerek salavatla duaya durmalıdır: اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ اَسْرَارِ (بِسْـمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ) صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰي مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ كَمَا يَل۪يقُ بِرَحْمَتِكَ وَبِحُرْمَتِه۪ وَعَلٰٓي اٰلِه۪ وَاَصْحَابِه۪ٓ اَجْمَع۪ينَ وَ ا رْحَمْنَا رَحْمَةً تُغْن۪ينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ مِنْ خَلْقِكَ اٰم۪ينَ اٰم۪ينَ اٰم۪ينَİsterim ki salavat dilden düşmeye her-demHer dem de “Allahumme salli ala Muhammed”Otuz Altıncı Beyit: Son beyt-i Lâ.Bâb-ı Hak meftûh iken her lahza ehl-i hâcete İlticâ lâyık mıdır mağrûr-ı câh-ı devlete (Lâ)(Yazık değil mi! Hakkın kapısı an be an her daim ihtiyaç sahiplerine açık dursun da gidip devlet makamıyla mağrur kimselere sığınılsın!)Meftûh: Açık / Ehl-i hâcet: İhtiyaç sahipleri / İlticâ: SığınmakMükerrem genç kardeşim! Hem Rabbimiz Kerîm’dir. Ettiği ikramlar sonsuzdur, muhtaçlara açlara ilaçtır. O Bütün Ahlak-ı Hamidenin en Ekmeli (asm) bak ne buyuruyor: “Kim ihtiyaç içine düşer de bunu insanlara açarsa ihtiyacı kapanmaz. Kim de ihtiyacını Allah’a arz ederse Allah’ın, hemen veya ileride o kimseye rızık vermesi umulur.” Hâl böyle iken başkalarına el açmak, boyun bükmek de ne ola ki? Hele maddi ve manevi ihtiyaçlar, devlet makamıyla gururlananlara arz edilmişse… Allah muhafaza! Kaybettiği cevizini dahi mana sultanlarına arz eden Üstadın (rh) terbiyesinden geçen gençler olarak ses vermeliyiz: “Ya Resulallah! Ümmetine kazandırmış olduğun istiğna ahlakına bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. Minnet altında bırakmanın mihnet ateşine dönüşerek şükür hislerini zedelediği çetrefilli yollarda ve zamanlarda senin bu güzel sünnetine sarılıyoruz.” Ümmetin şükran hisleriyle Rabbimize arz ettiği kelimeler, aldığı soluklar adedince Efendimize salat ve selam olsun. Bak bu iltica-i Hak boş bir iş değilAzad ol minnet-i halk hoş bir iş değilOtuz Yedinci Beyit: Bor’da doğdu, Bor’da vefat etti. 17 sene Mekke’de yaşadı. “Sen de Kuddûsî tefekkür bahrına dal ‘aşk ıla / Çün ona her kim dalarsa ol bulıser dürlerin” beyti kâinatta tefekkür yoluyla elde edilecek marifete dikkati çeker. Bin kere bin ey Padişâh etsem dahi böyle günâh“Lâ taknetû”* yeter penâh cürmüm ile geldim sana (Ahmed Kuddusi)*: Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin! / Penâh: Sığınak / Cürm: Suç ve günah(Bestesiyle ma’ruf…)Arkadaşım, “Tevvab” olan, “Gaffar” olan Rabbimiz var. Ecdad demiş: “İbadet de kabahat de kul için.” Güzel demiş. Mühim bir hakikati hatırlatmış: Mezkûr esmanın tecellisi olma cihetini. Madem öyledir ümidsizlik ateşine yanmak yok. Gevşemeden, lakin düştüğü yerden kalkmayı da bilerek kulluk makamında seyr gerek. Şefi-i Ruzi Ceza (asm) buyurmaktadır: “Her insan hata eder. Hata işleyenlerin en hayırlıları tevbe edenlerdir.” Ümidsizlik hatarından sünnet-i seniyeye sığınarak kendini muhafaza eden gençler, dil ve kalbleri ağız birliği ederek Hayat Rehberlerine (asm) verdikleri sözü yinelerler. Hem de Akabe tazeliğinde: “Sadakte ya Habiballah, gençliğimizi Kur’ân ve sünnet emanetlerini omuzlamanın şuuruyla yaşayacağız. Haram ve günah vartalarına düşmekten Rabbimize sığınacağız. Azami gayretle hataya düşmekten sakınacağız. Lakin bilerek veya bilmeyerek hata etmişsek günah işlemişsek tevbe kalesine sığınacağız, istiğfarla Rabbimize yöneleceğiz.” Ahirzamanın fitnelerinden istiaze etmek ve iman hakikatleriyle muhafaza altına alınmak nimetine kavuşmuş gençlere selam olsun! Deme kara noktalar en hassas uzvu sarsınBeyaz dilekçeyle aynanı nura boyarsınOtuz Sekizinci Beyit: 1956’da Alvar köyünde defnedilene kadar, Nakşibendi Halidi şeyhi olarak hizmet etti. Erzurum’da imamlık vazifelerinde bulundu. Birinci dünya harbinde Ruslara karşı savaştı. Arapça, Farsça, Türkçe şiirler yazdı. Kendisiyle alakalı şu hatıra kayda değerdir. Motor tamirciliği de yapan Efe Hazretleri’ne sorulur: “Efendim motor tamir edeceğinize şu insanların kalbini düzeltemez misiniz?” Cevap hazırdır: “Bu insanların kalbi iki sebepten dolayı düzelmez. Bir, haram yiyorlar. İki, yalan söylüyorlar.”Seyreyle güzel kudret-i Mevlâ neler eylerAllah’a sığın adl-i Teâlâ neler eyler (Alvarlı Muhammed Efe) (Kendini öne sürüp Mevlâ’nın kudretinde kusur aramak mı? Hâşâ! Görmez misin Âdil isminin tecellisinde her şey yerli yerinde, iş “Merkez”inde)Mücahedeyi şiar edinmiş maddi ve manevi sahada cihad eden genç kardeş! Bu yol çilelidir. Çilenin mukaddemesi, Mekke’deki hüzün seneleridir. 14 asra sıralanmış fihristede ümmetçe çekilen çileler o kutlu Nebi’nin vazife başında bulunduğu yaralı demlerden renk ve nişane taşır. Unutma kendinden sığınılan ahirzaman isimli zamanın gencisin. Ashaba kuvvet veren, cihad ile büyük fütuhata ulaştıran dinamiklere her zamankinden çok ihtiyaç var. Nur ve kuvvet olan imanını, tahkiki olarak elde etmeye çalışırken, meşakkatlere karşı en elzem olan silahın sabırdır. Göstereceğin sabır, Allah’ın kudret ve adaletini müşahede etmeklikle imanını kuvvetlendirecek, imanınla aynı ölçüde mücadele, mücahede azmi kazandıracaktır. Ceziretü’l-Arabın ve cihanın karanlıklarını aydınlığa çeviren Muhammed-i Kureyşî (asm), “Sabır, imanın yarısıdır.” buyurmuyor mu? Hak Teâlâ’nın bin bir isminden birisi de es-Sabûr değil mi? Elbette ki öyle. O vakit iman hizmetinin birer neferi olarak şöyle terennüm etmeliyiz: “Sadakte ya Resulallah! Sabır dersinle imanımız inkişaf etti. Her nevi cihadda şu duayı dilimizden düşürmeyeceğiz: ‘Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımıza sebât ver ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım eyle!’” Cenab-ı Rabbü’l-âlemin sabır ahlakıyla ahlaklanmayı, imanımıza iman katmayı ihsan buyursun. Biraz demle çileyi sabrın ocağında senBulursun kendini rahmetin kucağında senOtuz Dokuzuncu Beyit: Kanuni Sultan Süleyman’dan bir başka beyit.Sen Hudâ’dan iste gayrı kimseye uzatma el Gülşen oldı kudret-i Hakla gör ol nâr-ı Halîl (Muhibbi)(Gel minnet ateşine yanma!)Ah, gençlik bağının taze fidanı genç kardeşim! Mancınıktan Nemrud’un ateşi göründüğünde Hakk’ın Halil’i (as) kime iltica etti? Bunu, bize Kelam-ı İlahi ders vermiyor mu? Cebrail Aleyhisselam’a söylenen söz her dem tazeliğiyle kulaklarımızda değil mi? Her hatırlayışımızda kalbimiz cûşa gelmiyor mu? Ne mutlu! Hayatının nevbaharından itibaren göğüs göğse geldiğin ve geleceğin Nemrudî ateşlerde aynı hakikat diline ve yüreğine geliyor. Hem de Mu’cizat-ı Bahire Sahibi Aleyhissalâtü Vesselâm’ın fem-i mübarekinden: حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ “Allah bize yeter! Ve (O) ne güzel Vekîldir!” Elbette bu kelamı biz de vird-i zeban edeceğiz. İnşiraha her zaman namzed gönüller olarak şöyle sesleneceğiz: “Sadakte ya Nebiyyallah! Sadece dar vakitlerde, zor vakitlerde değil asude vakitlerde dahi virdini evrad edineceğiz. İbrahimvari yakarışımızla hakikat-i imaniyeye ateş setleri kuranları Rabbimize havale edeceğiz.” Gençlik bağının dikenlerinden gül bahçelerine yol bulmak ne bahtiyarlık! Biiznillah! Mevcde yaban el arayıp gark olmaHer bahrin sükunu Hakk’a dayanırKırkıncı Beyit: Şemseddin Sivasi’nin torunlarındandır. Sivasi dergâhında post-nişinlik yapmıştır. Büyük dedesinden yaklaşık iki buçuk asır sonra, 1830’da vefat etmiştir. Meydan Camiinde yanı başına defnedilmiştir. Yâ müfettiha’l-ebvâb iftah lenâ bâbe’l-muğlekâtYâ mühavvile’l-ahvâl havvil hâlenâ ilâ rızâk (Ahmed Suzi)(Ey kapıları açan Allah’ım, kapalı kapıları bize aç. Ey hâlleri değiştiren Allah’ım, hâlimizi rızana çevir)Binler dille edilen duaya “Âmin!” ne güzelGünahsız dille mezkûr duaya “Âmin!” ne güzel
Bugün tek nüshası İstanbul’daki Millet Kütüphanesi’nde olan Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün bulunuşu, yayımlanması ve çevirisi, ilgi çekici olaylar dizisidir. Eserin bulunuşu tamamen bir tevafuk sonucudur. Kitap dostu Ali Emîrî’nin bilgisi, dikkati, kitap sevgisi ve çabaları olmasaydı eser bilgisiz ellerde belki de yok edilecek, dilimizin ve kültürümüzün en büyük hazinesinden mahrum kalınacaktı.Eser, yaklaşık 8.000 civarında madde başı içerir. Bu eser için Kâşgarlı Mahmud tarafından çeşitli Türk boylarından derlenmiş bir ağızlar sözlüğü karakterini taşımaktadır. Bununla birlikte eser, yalnızca bir sözlük olmayıp Türkçe’nin XI. yüzyıldaki dil özelliklerini belirten, ses ve yapı bilgisine ışık tutan bir gramer kitabı; kişi, boy ve yer adları kaynağı; Türk tarihine, coğrafyasına, mitolojisine, Folklor ve halk edebiyatına dâir zengin bilgiler ihtivâ eden, aynı zamanda döneminin tıp bilgileri ve tedâvi usulleri hakkında bilgi veren ansiklopedik bir eser niteliği de taşımaktadır. Dîvânü lugāti’t-Türk, Türk dilinin Arapça’dan geri kalmadığını göstermek ve Araplara Türkçeyi öğretmek maksadıyla kaleme alındığı için Türkçe’den Arapça’ya bir sözlük şeklinde tertip edilmiştir. Eserin yalnız madde başları Türkçe, açıklamaları ihtivâ eden kısımlar ise Arapça’dır. Eserde yer alan harita, ilk Türk Dünyası haritası olması bakımından büyük değer taşır.Dîvânu Lugâti’t-Türk’ten ilk söz eden Antepli Aynî diye de tanınan Bedreddin Mahmud’dur. İkdü’l-Cuman fî Tarih-i Ehli’z-Zaman adlı eserinin birinci cildinde Kâşgarlı Mahmud’un eserinden yararlandığı görülmektedir. Aynî, yalnızca bu eserinde değil kardeşi Şahâbeddin Ahmed ile birlikte yazdığı Tarihü’ş-Şihâbî ’de de Dîvânu Lugâti’t-Türk’ten yararlanmıştır. Daha sonra Kâtip Çelebi ünlü eseri Keşfü’z-Zünûn’da Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü anmıştır. Başka birkaç kaynakta daha anılan ve bilgilerinden yararlanılan Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün varlığı bilinmekte ancak 1914 yılına gelinceye kadar tek bir nüshasına bile ulaşılamamaktaydı. Oysa Dîvânu Lugâti’t-Türk’ ün bir nüshası eski Maliye Bakanlarından Nazif Bey’in kitaplığında bulunmaktadır. Türk dili ve kültürü bakımından önemini bilemeyen ancak değerli bir kitap olduğunu tahmin eden Nazif Bey, yakınlarından bir kadına kitabı verir ve: –Bak sana bir kitap veriyorum. İyi sakla… Sıkıştığın zaman sahaflara götür. Altın para ile otuz lira eder, aşağıya verme! der. Bir süre sonra paraya ihtiyacı olan kadın, 1914 yılının ilk aylarında kitabı Sahaflar Çarşısı’ndaki kitapçı Burhan Bey’e götürür ve otuz liraya satmak istediğini söyler. Dîvânu Lugâti’t-Türk gibi bir eser için otuz lira hiç de yüksek bir miktar değildir ama bu kitabın önemini ve değerini bilmeyenler için yüksek bir bedeldir. Burhan Bey, yüksek bir fiyatla alır diye kitabı Maarif Nâzırı Emrullah Efendi’ye götürür. Nâzır da kitabı İlmiye Encümenine havale eder. Kitabı incelemek için bir hafta süre isteyen Encümen, bir hafta sonra kitaba on lira değer biçer. Kitabın kendisinin olmadığını, sahibinin otuz liradan bir para bile aşağıya inmediğini söyleyince Encümendekiler –Biz otuz liraya bir kütüphane satın alırız. Al kitabını, istemiyoruz, diyerek kitabı Burhan Bey’e geri verirler. İşte tam da o günlerde, ömrünü ve servetini kitaplara adayan, haftada birkaç kez Sahaflar Çarşısı’na uğrayıp, kitapçıları tek tek dolaşarak yeni bir şey olup olmadığını sormayı alışkanlık edinen Ali Emiri Efendi, kitapçı Burhan Bey’in dükkânına uğrar. Ali Emiri Efendi yeni bir şey olup olmadığını sorunca, Burhan Bey, –Bir kitap var ama sahibi otuz lira istiyor, diyerek olanı biteni anlatır ve sürenin ertesi gün dolacağını, yaşlı kadının kitabı almaya geleceğini söyler. Eline aldığı kitabın adını okuduğu anda Ali Emiri Efendi, bayılacak gibi olur… Dünyada eşi benzeri olmayan, Türk dilinin en değerli eseri Dîvânu Lugâti’t-Türk’tür elindeki kitap… Otuz değil, otuz bin liraya bile değerdir bu kitaba. Ali Emiri Efendi fiyatta indirim yapmasını ister. Burhan Bey: –Kitap benim olsaydı verirdim. Sahibi mutlaka otuz lira istiyor Alacaksanız bir kadına iyilik etmiş olursunuz, almayacaksanız sahibine geri vereceğim, diye söyleyince Ali Emiri Bey –İşte şimdi işin şekli değişti… Bir kadına yardımcı olmak gerekir. Peki, kabul ettim, diyerek kitabı satın aldığını söyler ama yanında yalnızca on beş lira vardır. Eve gidip gelecek olsa kitabın bir başkasına satılması ihtimali bulunmaktadır. Paranın üstünü daha sonra vermek üzere kitabı almak istese kitapçı bunu kabul etmeyecektir. Kitabı bırakıp gitmek de istememektedir. Böyle karmaşık düşünceler içerisindeyken kitabı Burhan Bey’le birlikte bırakır, bir rivayete göre dükkânın kapısını kilitleyip anahtarı cebine koyar ve bir tanıdığa rastlamak umuduyla çarşıya çıkar. Birkaç dakika sonra eski Darülfünun edebiyat hocası Fâik Reşad Bey ile karşılaşır. Hemen yanına koşar: –Varsa, aman bana yirmi lira ver! der. Fâik Reşad Bey’de on lira vardır, hemen onu verir. Geri kalanını getirmek üzere aceleyle evine gider. Ali Emîri Efendi de Burhan Bey’in dükkânına döner ve gönül rahatlığıyla Fâik Reşad Bey’i beklemeye koyulur. Burhan Bey şaşkın vaziyettedir. Kitabın önemli bir eser olduğunu o da anlamıştır artık… Birkaç dakika sonra Fâik Reşad Bey elinde on lira ile gelir. Ali Emiri, otuz lirayı hemen verir. Üç lira da Burhan Bey’e bahşiş verir ve Fâik Reşad Bey ile birlikte dükkândan ayrılırlar, konuşa konuşa çarşıdan çıkarlar. Fakat Ali Emîri’nin gözü arkadadır, Burhan Bey’in satıştan vazgeçip arkasından gelip kitabı istemesinden korkmaktadır. Kimsenin gelmediğinden emin olunca: –Oh… Elhamdülillah! diyerek evine gelir. Ne kadar değerli bir esere sahip olduğunu, kitabı incelemeye başladığında anlar. Dostlarına, arkadaşlarına kitabın değerini şöyle anlatır Ali Emiri Efendi: -“Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir… Türkistan değil bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka bir parlaklık kazanacak. Arap dilinde Sibeveyh’in kitabı ne ise bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bu kitaba hakiki kıymet verilmek lâzım gelse cihânın hazineleri kâfi gelmez… Bu kitapla Hz. Yusuf arasında bir benzerlik vardır. Yusuf’u birkaç akçeye sattılar. Fakat sonra Mısır’da ağırlığınca cevâhire satıldı. Bu kitabı da Burhan bana otuz üç liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrütlere vermem…Yazılışının 950. yılı münasebetiyle (UNESCO) 2024 yılını Dîvânu Lugâti't-Türk yılı olarak ilân etti. Türk dünyasının ilk dil bilgini, ilk derlemecisi unvanını kazanan Kâşgarlı Mahmud ve eseri Dîvânu Lugâti’t-Türk ise her okunuşta Türk diline, Türk edebiyatına, Türk kültürüne ait yeni bir şeyler bulacağımız, Türk dilinin âbidevî eseri olan büyük bir kültür hazinesidir. Bu vesileyle Kâşgarlı Mahmud ile Ali Emîri Efendi’yi şükran ve minnetle anıyoruz, ruhları şâd mekânları cennet olsun.