196. Sayı: "Deprem, Erdem ve Akıl"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiŞeriat İkidir
İtikad

Maraş merkezli depremlerde büyük bir acıyı hep beraber yaşadık, yaşıyoruz. Fakat diğer taraftan da biliyoruz ki insanlık tarihi boyunca bu ve benzeri vakıalar hep var olagelmiş. Yani insan olarak dünyada yaşıyorsak kendi ölümümüze ve kıyamete kadar bunlar olmaya devam edecek… Mesele şu ki bunları düzgün okuyabilmek ve maddi-manevi ders alarak ona göre tavrımızı belirlemek gerekiyor. Değilse her defasında aynı şeyleri söyler, aynı şekilde acı çekmeye devam ederiz, Allah muhafaza. Evet, depremi hem bilim diliyle hem de din diliyle doğru anlamak önemli. Fakat özellikle medyada öne çıkarılan haliyle depreme dair din dilinde ciddi problemler olduğu görülmüştür. Bir şeyi doğru anlamlandıramamak bizleri yanlış sonuçlara, o da felaketin daha da büyümesine götürecektir. Fakat ne yaparsak yapalım, güya sanatçı bir vatandaşın “Devlet ve Allah kelimelerini aynı cümlede, aynı paragrafta, aynı yerde görmek asla istemiyorum artık yeter” tarzında yanlış bir anlayış içerisine girmeyelim. Depremle ilgili olarak mühendisliğe dikkat çekelim derken Allah’ın kudretini itham edecek veya yok sayacak şekilde “İnsanı depremden koruyan -haşa- Allah değil, ülkenin mühendisleridir” garabetine kapılmayalım. Sırf siyasi menfaat için “Takdir-i İlahi değil, takdir-i siyasi” gibi cümlelerle kendimizce bir doğru söyleyeceğiz derken bin hakikati göz ardı edecek densiz/dinsiz cümleler kurmayalım… İnansak da inanmasak da her şeyin halikı ve hâkimi ancak Allah’tır. Hiçbir şey onun ilmi ve kudretinin haricinde olamaz. Kelamdan gelen şeriat Allah’tan olduğu gibi, doğa üzerinde gördüğümüz, yaşadığımız her şey de kevni şeriata aittir yani Allah’tandır. Statiği konuşurken de tekbir ve namazdan bahsederken de bunların depreme olan bağını kurarken de şeriattan, ona uyup uymamaktan bahsettiğimizi unutmamalıyız. Şu ayet-i kerimeler dünyanın ve hadisatının nasıl bir elek ve süzgeç olduğunu net olarak beyan etmektedir: “Hem bir sure indirildiği zaman, bunun üzerine onlardan (o münafıklardan) bazısı: “Bu, hanginizin imanını artırdı?” der. Fakat iman edenlere gelince, işte (her inen sure) onların imanlarını artırır ve onlar (bunu müjde kabul ederek) sevinirler. Kalplerinde bir hastalık (nifak) olanlara gelince ise, artık (her ayetimiz) onların küfürlerine küfür kattı ve onlar kâfir kimseler olarak öldüler.” (Tevbe- 124-125) “Hem Kur’an’dan öyle şeyler indiriyoruz ki o, müminler için bir şifa ve bir rahmettir; zalimlere ise ancak hüsran arttırır.” (İsra, 82) Tekrar hatırlatalım ki kevni hadiseler de tekvini şeriatın ayetleridir. Eğer dikkat etmezsek şeytan ve nefis bizi aldatır, Allah’a düşman olmaya kadar götürebilir. Allah’a sığındığımız ve olmasını istemediğimiz bu hadiseler olur da başımıza gelirse nereden geldiğini ve kime sığınmamız gerektiğini unutmamak önemli. Ancak tedbir noktasında üzerimize düşeni yapmak elbette boynumuzun borcu. Hasılı şeriat ikidir. İkisine de iman ve itaat şarttır. Kevni şeriatı maddi ve inkâr gözüyle görüp kelami şeriata münkir olmak en büyük felaket ve sonu büyük hasarettir.

Metin UÇAR 01 Mart
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Osmanlı’nın İlk Milletlerarası Fuarı:Sergi-i Umumî-i Osmanî Dünya çapında düzenlenen ilk sergi, İngiltere tarafından 1851 senesinde Londra’da tertip edilmiştir. Bu sergiye Osmanlı Devleti’nin de içinde olduğu dünyanın önde gelen ülkeleri katılmıştır. Milletlerarası sergilere katılarak tecrübe edinen Osmanlı Devletince, millî düzeyde tüm Osmanlı coğrafyasında üretilen ürünlerin çeşitlerinin ve fiyatlarının tespiti için bir sergi düzenlenmesine karar verildi. Sultan Abdülaziz, “Sergi-i Umûmî-i Osmanî” adı verilen ve günümüzdeki karşılığıyla bir çeşit fuar olarak tasarlanan serginin düzenlenmesi ve icrası için belirlenen komisyonun başına Maliye Nazırı Mustafa Paşa’yı atamıştır. Mustafa Paşa başkanlığındaki komisyon tarafından sergi için Sultanahmed Meydanı’na ahşaptan bir çarşı yaptırılmıştır. Kısa zamanda inşa edilen çarşının açılışının ilk aşamada Hicrî 1279 senesinin Ramazan ayının ilk günü yapılması kararlaştırılmıştı. Ancak Osmanlı coğrafyasının muhtelif bölgelerinden gelen ürünler gecikince açılış, Ramazan’ın 9. Cuma Günü (28 Şubat 1863) Sultan Abdülaziz’in Sultanahmed Camii’ndeki Cuma Selamlığı sonrası bizzat katılımıyla gerçekleşmiştir. Sergi, çarşamba ve cumartesi günleri kadınlara, diğer günler erkeklere açıktı. İlk aşamada üç ay açık kalması düşünülen sergi, 1 Ağustos’a kadar yaklaşık beş ay açık kalmış ve on bini aşkın ürün sergilenmiştir. 8 Mart 1403Sultan Yıldırım Bayezid vefat etti Sultan I. Murad’ın oğlu olarak 1354 senesinde dünyaya gelmiştir. Germiyanoğlu Süleyman Çelebi’nin kızı Sultan Hatun ile 1381 senesinde evlenmiştir. Çeyiz olarak verilen topraklara sancak beyi olarak tayin edilmiştir. I. Kosova Savaşı sırasında, zaferin kazanılmasında büyük katkısı vardır. Babası Sultan I. Murad’ın şehid edilmesinin ardından tahta çıktı. Niğbolu Kalesini kuşatan Haçlıları, 1396’da büyük bir bozguna uğrattı. Ardından Vidin’i fethetti. Bu gelişmeler üzerine Bizans İmparatoru Manuel, İstanbul’da bir Türk mahallesi kurulması, cami yapılması ve bir kadı yerleştirilmesi teklifini kabul etmek zorunda kaldı. Anadolu’nun büyük kısmını fethederek, birliği sağladı. Ancak 1402 Ankara Savaşında Timur’a yenildi ve esir düştü. Esaret altındayken 8 Mart 1403 günü Akşehir’de vefat etti. 12 Mart 1878Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa İstanbul’a döndü Gazi Osman Paşa, Ruslar Osmanlı Devleti’ne 24 Nisan 1877 günü harp ilan ettiklerinde, Vidin’deki Garp Ordusu kuvvetleri kumandanlığı görevindeydi. Emir üzerine Vidin’den 25.000 kişilik kolordusu ile 7 Temmuz 1877 tarihinde Plevne’ye ulaştı. Ruslar’ın buraya yönelik olarak 8 Temmuz 1877’de Alman asıllı General Schilder kumandasında başlattıkları saldırılara karşı koydu. I. Plevne Muharebesi olarak tarihe geçen bu kanlı çatışma, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşlarında Ruslar’ın Rumeli cephesinde yedikleri ilk darbe oldu. Bu ilk yenilgi üzerine Ruslar, iki taarruz daha gerçekleştirdiler ve bu taarruzlarda da başarısız oldular. 13 Eylül 1877’de Ruslar Plevne’yi kuşatma altına aldılar. Kuşatma sırasında yiyecek ve mühimmat sıkıntısı yaşandı. 10 Aralık sabahı 40.000 neferden oluşan ordusunu iki kısma ayıran Osman Paşa, Vid suyunu geçmeye çalıştığı sırada Rus-Rumen topçularının ateşi sonucu bir şarapnel parçasıyla yaralandı. Erkânıharp zâbitlerinin yapılabilecek daha fazla bir şeyin olmadığını belirtmeleri üzerine de teslim olmak zorunda kaldı. 12 Mart 1878’de esaretten kurtularak İstanbul’a döndü. 28 Mart 1635Osmanlı ordusu, Revan Seferi için Üsküdar’dan hareket etti Sultan IV. Murad, Osmanlı ordusunun başında ve yanında Şeyhülislâm Zekeriyyâzâde Yahya Efendi olduğu halde 28 Mart 1635 günü Üsküdar’dan hareket etti. Güzergâh üzerinde uğradığı yerlerde vazifelerini ihmal edenleri, haklarında şikâyet olan kadıları, vezirleri veya tütün içenleri cezalandırıp İzmit, Eskişehir, Konya, Kayseri yolunu takip etti. 200.000 asker, yirmi beş balyemez ve 100’den fazla şâhî topla altı günde Soğanlı yaylasını geçip 17 Temmuz 1635’te İran serhaddi olan Kars’a ulaştı. 26 Temmuz günü Revan önlerine ulaştı. Kaleden epey uzak bir yerde kurulan otağını surlara daha yakın bir yere naklettirdi ve sonradan buraya Hünkâr tepesi denildi. Revan, on bir günlük direnişin ardından 8 Ağustos 1635’te teslim oldu.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Mart
Konu resmiMaraş Merkezli Depremler ve Anlattıkları
İnsan

Hayat normal akışı içinde devam ederken Maraş’ın Pazarcık ilçesi merkezli bir deprem meydana geldi. Zilzal Suresinde ifade edilen şaşkınlıkla ne olduğu anlaşılmaya çalışılırken, dokuz saat sonra, bu kez Elbistan merkezli aynı büyüklükte bir deprem daha oldu. Neredeyse müstakil deprem büyüklüğünde devam eden artçılarla hem depremin yıkıcılığı hem de kapladığı alan genişledi. On ili içine alan, çoğu Avrupa ülkesinden hem alan hem de nüfus olarak büyük bir tabloyla karşı karşıya kaldık. Özellikle üç ilde yıkım çoktu. Vefat çoktu. Yaralılar vardı. Hayret ve dehşet okunuyordu yüzlerde. Sözün bittiği yer deniliyor, fakat pek çok konuşmada sökün edip geliyordu ardı sıra. Bu yazının yazıldığı zamana kadar geçen on beş günde olanların üzerinden bir okuma yapmaya çalışacağız. Deprem Dili Zilzal Suresi ilk ayetlerde geçtiği gibi “Yer, (o şiddetli) zil­zâl’iyle (sarsıntısıyla) sarsıldığı; yeryüzü, ağır­lıklarını (dışarıya) çıkardığı ve insan: “Buna ne oluyor?” dediği zaman!” herkes bir şeyler demeye başladı. İlk dikkat çeken ko­nu­lardan birisi kullanılan dildi. Bizde her deprem olduğunda Japonya gündeme gelir. Onlarda sık olan depremlerden dolayı alınan tedbirler, mühendislik vb. ko­nular dillendirilir. Mesela, birisi sosyal med­ya hesabından şöyle bir değerlendirme yapıyordu: “İnsanı depremden koruyan (haşa) Allah değil, ülkenin mühendisleridir.” Evet, bu cümleyi, Japonya’daki yüksek katlı binaların bile -depremden etkilense de- nasıl ayakta kalıp can kaybına engel olduğu gibi konular üzerinden söylüyordu o şahıs. Eyvallah, cümlenin doğru tarafları var, fakat bir doğruyu söylemeye çalışırken en büyük yanlışa düşmek gibi bir durum da var. Nasıl mı? Öncelikle, mühendislik önemli. Aslında mühendislik denilen şey, Allah’ın tabiatta koyduğu kanunları öğrenip ona uygun hareket etmenin adıdır. Yani şeriat-ı fıtriyeye ittibadır. İnsan olmanın getirdiği avantajla, Allah’ın kudret kalemiyle yazdığı bir kitap olan kâinatı bilmek gerekiyor. Öğrenmek gerekiyor. Bu, insan olarak bizim yapabileceğimiz, yapmamız gereken şey. Fay nedir, zemin nedir, malzeme nedir, statik nedir… bunları bilmek ve buna göre de inşa sürecini yaşamak gerekiyor. Sonuna kadar doğru. Lakin “İnsanı depremden koruyan (haşa) Allah değil…” demek hiç olacak şey değil. Dünyayı tabaka tabaka yaratan Allah, kanunu koyan Allah, seni yaratan Allah, aklı veren Allah ve hakeza… Nasıl olur da depremden koruyan Allah olmaz. Senin vazifen Allah’ın koyduğu şeriata uygun hareket etmek iken, bunu yapmayıp da zarar gördüğünde, her şeyin sahibi ve hakiki tesir sahibi olan Allah’ı nasıl devre dışı bırakabilirsin? Bu en hafif tabirle cehalettir. Değilse dinsizliktir. Ecel Değişmez Japonya’yı örnek veren o kafa şunu görmüyor. Mesela 2011 se­nesinde Japonya’da bir deprem oldu. Depremden kaynaklı ne­redeyse kimse ölmedi. Ama ve­fat sayısı 19.747 ev 2 binden fazla da kayıp var. Sebep: Tsunami. Deprem konusunda oluşan bil­­gi ve alınan tedbirler yani ka­­va­nin-i adetullaha riayet tamamdı ve hasar da can kaybı da olmadı. Ne var ki ecel değişmiyor, vade dolunca sebep aramak yersiz. O insanların da eceli gelmiş ki tsunami sebep oldu ve ahirete gittiler. Bunun için şunu unutmayalım ki ölüm de hayat da Allah’ın elindedir. Adı ister deprem, ister tsunami, ister başka bir şey olsun tesir-i hakiki ancak Allah’ tandır. Bu husus Zilzal Suresinde çok net ifade edilmiştir: “Çünki Rabbin, (bunu) ona vahy etmiştir (emretmiştir).” Cehl-i Mürekkep Bir profesör canlı yayında “Dep­rem takdir-i İlahi değil, tak­­dir-i siyasi”dir dedi. Kendisin­ce bir değerlendirme yapmış, dikkati siyasetin bağlamında­ki konuyla ilgili ayrıntılara ta­şı­mak istemiş olabilir. Bu ma­na­­da doğru kabul edilebile­cek yön­ler de olabilir. Fakat işin içe­risine Allah’ın irade ve kud­re­tini itham edecek, hatta yok sayacak tarzda kelimelerin sıkıştırılması kabul edilebilir bir durum değil. Kader ve tevekkül kavramları da sıkça tartışıldı bu dönemde. Yanlış kader ve tevekkül anlayışına kapılmamak önemli. Üzerine düşeni yapmayıp mesuliyeti kadere vermek yanlış. Ama bunu ifade etmeye çalışırken kader ve tevekkül anlayışını yok saymak veya ortadan kaldırmaya yönelik beyanlarda bulunmak, bu hiç olacak iş değil. 1999 depreminde bir adam ga­zete diliyle şöyle bir ifade kul­lanmıştı: “Bu depremle bir­lik­te sana olan kinim bir kat da­ha arttı.” Bu ifadeleri Ce­nab-ı Hakk’a karşı sarf ediyordu. Açık­­tan Allah’a düşman ol­du­ğu­­nu söylüyordu. Bizde dinsizler farklı şekillerde ama her vesileyle içlerindekini ortaya saçma eğimlindeler. Farklı dozlarda bunu ortaya koyuyorlar. Medya da bu söylemleri önceleyerek hareket ettiği için, herkes de böyle düşünüyor gibi bir resim çıkabiliyor ortaya. Tabii durum böyle değil. Tekbir mi, Tedbir mi? Evet, durum halkta böyle değildi. Birilerinin tezgahıyla siyasi söylemler bazı mihraklarca ekranlara taşınsa da Allah’a ve takdirine ters bir cümle duyulmadı kimseden. Göçük altından çıkan bir kadının ilk sözü “selamünaleyküm” oldu mesela. Başka bir vatandaş “Ya Allah bismillah Allahu ekber” diyerek çıkıyordu. Bir ablamız dışarıya gelmesini isteyen arama kurtarma görevlisine “Bana bir başörtü verin, başım açık” diyordu. “Aç mısın?” sorusuna bir çocuk, “Hayır, tokum, ben yemek yedim” diyordu. Her gün birisinin kendisine yemek getirdiğinden bahsediyordu, başka bir çocuk. O büyük ve yıkıcı depremin altında rahmet çiçekleri vardı. Mahsus muhafaza ve günlerce enkaz altında kalan o insanlara hususi inayet tecellileri vardı. Peki, bu arada dışarıda neler oluyordu? Yukarıdaki cümle­ler­le aynı bağlamda başka bir cümle dolaşıma sokuldu: “Tekbir alacağınıza tedbir alın!” Neden? Çünkü enkaz altından yeni bir canlı beden çıktığında, arama kurtarma ekiplerinden bazıları ve etrafta yardım eden bazı insanlar “Allahu Ekber” diyorlardı. Tamam da tedbir almak için tekbir terk mi edilmeli? Hem tedbir hem tekbir alınamaz mı? Elbette olur, ama bunu söyleyen kafalar, referans aldıkları nokta itibariyle dini olan neredeyse hiçbir şeyi kabul etmemeye endeksli hareket ediyordu. Madde nazarıyla ve sebepler tahtında bakıyorlardı hadiselere. Dini karıştırmayı hele bu vesileyle dini duyguların uyan/dırıl/masını asla kabul edemiyorlardı. Bu 99 depreminde de böyleydi, onun sebep ve devamı olan 28 Şubat kafası da aynıydı. Bütün stratejileri ve davranışları da zaten buna göre olmuştu. Dini ve dindarları istemiyorlardı… Neyse, gelin biz şunun cevabını tespit edelim: Tedbir nedir? Tedbir, Allah’ın hâkim-i mutlak olduğunu kabul ederek, bir şeyi önlemek veya olmasını sağlamak için yapılan hazırlık, baş vurulan çâre anlamında, Allah’ın koyduğu maddi kurallara uygun hareket etmek, insan olarak üzerine düşen cüzi işleri yapmak ve buna bağlı olarak takdiri/neticeyi Allah’a bırakmak, demektir. Peki, tekbir ne demek? Tekbir, Allah’ın hâkim-i mutlak olduğunu bilerek bunu ilan etmek. Allah en büyük, demek. Küçük-büyük hiçbir şey Allah’ın kudretinden hariç kalamaz, demek. Aralarında ne fark var? Nihayetinde ikisi de Allah’ın mutlak hâkim olduğunun kabulüne götürür bizi. Yani biri diğerini ortadan kaldırmaz… Mucize Çok duyduğumuz ve herkesin kabulü olan bir kelime daha vardı: mucize. Evet, enkaz altından insanların çıkarılması noktasında, gün ve saatlerin ilerlemesine bağlı olarak, daha da güçlü şekilde dillendirildi. Olamaz görünen şeyin olurluğuyla görünmesi, bunun bir mucize olduğu kanaatiyle seslendirildi. Biz mucizeyi, olağanüstü, insan gücünün fevkinde, ancak Allah’ın ikramı ve ıstılahta ise peygamberlerin peygamberliği­ni desteklemek için Allah’ın izin ve kudretiyle onların elinde gö­züken harikulade işler olarak ta­nımlarız. Bu arada, insan olarak en çok hataya düştüğümüz noktalardan birisi, görünen şeyin görünene ait olduğu yanlış algısı olabilmektedir. Mucize, peygamberin değil, Allah’ın kudretiyle olur. Allah’ın, davalarını teyit için peygamberlere olan ikramdır. Enkaz altından kurtulan insanlar için kullanılan mucize de bu manada anlaşılmalı, tabiata, çeliğe, betona verilmemelidir. Depremde bir daha gördük ki insanı dokuz ay anne karnında barındırıp besleyip büyüten Rabbimiz, farklı zaman dilimlerinde eceli gelmemiş insanlara ikramda bulundu ve onları fevkalade inayet ve ihsanla enkaz altından kurtardı. Yunus (as)’ı bir balığın karnında muhafaza eden Rabbimiz, Yunus (as)’ı da münacatı, beyanı, ilanı neticesinde bütün sebeplerin ortadan kalktığı o hengamede onu oradan kurtarıp selamete çıkarmıştı. “Bu tekbir de neyin nesi?” diyenlerin kulakları çınlasın… Allahu Ekber! Bizim Canımız Şu Anda Türkiye Muhabir soruyordu canlı yayında: - Hiç canınızı düşünmüyor musunuz o tehlikeli anlarda? Madenci bir vatandaş şöyle cevap veriyordu: - Bizim canımız yok şu anda. Bizim canımız şu anda Türkiye. Bizim için sorun yok. Sonuna kadar... * * * Arşimet demiş ya, “Bana bir da­yanak noktası verin, dünyayı ye­rinden oynatayım.” Alın size dün­yayı yerinden oynatacak adam. Çünkü Arşimet Allah’ın kanun­larından bahisle bir hakikati dile getirmişti. Beşerin adını Arşimet Noktası koyduğu tekvini şeriatın bir kanununa dikkat çekmişti. Madenci kardeşimiz de başka bir hakikate dikkatimizi çekiyor: Biz’e! Allah’ın insana verdiği merhamet duygusuna. Efendimiz (sav)’in, “Müminler, birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organı rahatsızlandığında diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.”1 buyurduğu hakikate. Ve Kur’an’ın bize, “Erkek olsun, kadın olsun; kim mümin olarak sâlih bir amel işlerse, artık ona elbette hoş bir hayat yaşatacağız! Ve muhakkak onlara (ahirette) mükâfatlarını, yapmakta olduklarının daha güzeli ile vereceğiz!”2 buyurduğu İlahi müj­deye… Var olasın madenci kardeş/ler/imiz! Var olasınız, canını dişine takıp, kendi rahatını bozup kardeşle­ri­nin yardımına koşan tüm ko­ca yürekli insanlarımız… Var olasınız! * * * Sürekli akış halinde oluşuyla zihnimizi allak bullak eden sosyal medya başka bir kareye taşıdığında, var olmamasını dilediğim bir kareyle karşılaşmıştım: Şöyle diyordu, sıcak ofisin kapısından kendisine mikrofon uzatılan ve video kaydına konuşan sanatçı(!): “Hayatımda ülkeyi ilk defa bu kadar sahipsiz hissediyorum…” Madenci kardeşim ve diğer bütün madenciler, arama kurtarma ekipleri, devletin kurumları, insanlarımız sahada, soğukta, enkaz altında, kendi canlarını tehlikeye atarak, “sonuna kadar” diyerek canhıraşane gayret ederken, sıcak olduğu belli ofis ortamında, gayet lakayt bir tavırla söylenen ve bulunduğu ortamdakileri “inanılmaz çalı­şı­yorlar” deyip diğer bütün ça­lış­maları yok sayma edepsizliği­nin aynı ülkede yaşadığımız bir insan tarafından yapılabilir ol­duğunu anlamak ve kabul etmek gerçekten mümkün değildi… Var olmayasınız! Cemil Meriç’in bir sözü var, diyor ki: “Vatanlarını yaşanmaz bu­lanlar, vatanlarını ‘yaşanmaz’ laş­tıranlardır.”3 Sahipsiz bulanlara ne denir, varın orasını da siz tamamlayın. Halbuki yaşadığımız her hadise bizi biz yapmalıdır, bir yapmalıdır ki diri olabilelim. Değilse rüzgârda savrulan yaprağa döner, kaybolur gideriz. Zor zaman­lar bizi biz yapan, bizim ne olduğumuzu ortaya koyan zamanlardır. Altın mı kömür mü bu zamanlarda belli olur insan. Ofisten bakarak ülkeyi sahipsiz bulanların tersine sahaya indi­ğinizde askeri isar hasletiyle, STK’ları teavün düstu­ruyla, in­­­san­­­larımızı ihlasla, dev­leti mer­­­­­ha­met ve kudretiyle, dün­ya­­­­nın dört bir tarafından insanları in­fak ve ihsanlarıyla görüyor­sunuz. Siz nereden bakıp da göremiyorsunuz? Yazıklar olsun! Yardım Gecesi Türkiye geneli televizyon ve rad­­yoların, kendi ekran yüzle­riyle icra ettikleri bir yardım kam­panyası düzenlendi. Yedi­den yetmişe pek çok kimse sami­mane olarak yardımda bulundu. Kendi elindekini, zorda olan kardeşiyle paylaşma yolu­na gitti. Bu, bizim bize olan düşkünlüğümüzün önemli bir göstergesidir. Fakat bu bir süreç ve sürdürülebilir kılınması da­ha önemli olacaktır. Deprem bölgesinde bazılarının kullandıkları din karşıtı dil burada kaybolmuştu. Sunucular, söz verilen sanatçılar vs. hepsinin dilinde “Allah kabul etsin”, “Allah razı olsun” gibi cümleler sevincimizi bir kat daha artırdı. Zira söyleyen söylediğine velev inanmasa da yardımı yapan inanıyor ve ona göre davranıyor gördük. Şimdi gerek Valilik ve kaymakamlıklar eliyle gerekse MEB üzerinden okullar vasıtasıyla halka ulaşılmakta ve bu konuda talepler ve destekler devam etmektedir. Bir yorumda şöyle söyleniyordu, devasa şirketler zekâtlarını veregelseydi bu durumlar (yardım konusunda) or­taya çıkmazdı. O günler de ge­lir inş. Varlık, eğer veriliş sebe­bi bilinip varlıklı kimse kendisini tevziat memuru görürse iyi, yok Karun gibi “Bunu ben ken­di ilmimle kazandım” deyip geri durursa vay haline. Hz. Ali’nin dediği gibi insan için rızık bellidir, ne az ne çok. Elinde zaruri olandan fazla olan, bu hakikati anlamazsa o mal mülk ona dünya-ahiret yük olmaktan başka bir şeye yara­mayacaktır. Bundan Sonra Bu tarz cümleler, bir şey vuku bulduktan sonra hep kurulur. Fakat içinin doldurulması her zaman söylendiği şekilde olmaz. Özellikle deprem sonrası imar ve inşa meseleleri, şehirleşme konusu, Bakanın söylediği “konut değil de yaşam alanları inşa edeceğiz” kelimeleri inşallah yerini ve maksadını bulur. Şeriat ikidir: Birisi, insanların ibadet, ahlâkî ve içtimaî hayatlarını tanzim eden ve onlara hakta rehberlik eden semavî emir ve yasaklardır. Diğeri, Allah’ın irade ve kudret sıfatından gelen tekvinî şeriattır. Yani adetullah veya sünnetullah dediğimiz kanunlardır, tekvinî emirlerdir. İkisi de Allah’tandır. Müslüman ve mümin olarak ikisine de riayet şarttır. Ezber etmemiz ge­­re­­ken cümle şudur: “Tevfik is­­ter­­seniz, kavânîn-i âdetullâha tev­fik-i hareket ediniz. Yoksa tev­fiksizlik ile cevâb-ı red alacaksınız.”4 İstanbul’da Deprem Olur mu? Allah milletimizi ve memleke­ti­mizi her türlü bela ve musi­betlerden muhafaza eylesin. Ülkemiz deprem memleketi. Bunu her fırsatta söylüyor işin uzmanları. Ayrıca burası imtihan dünyası, her şey olur. Allah hakkımızda her şeyin hayırlısını versin. Olanla beraber, olabilecek olanlar da konuşulmaya başlandı. Ki İstanbul için zaten konuşuluyordu. Mesele şudur: Olma ihtimalini gündemimize baskın bir şekilde sokmak, hayatı yaşanamaz hale getirecektir. Ya da fırsatçıları tepemize üşüştürüp depremden korkutarak paramızı nasıl alabilirler arayışına sokacaktır. Bizler kadere inanan insanlarız. Bunda samimiysek kederden emin olacağımızı bize hadis-i şerif    5 beyan etmektedir. Bize düşen depremin olup olmaması konusu değildir. Nihayetinde bir rutinden bahsediliyor ve şu kadar senede bir şöyle oluyor deniliyor, gözlemlere dayalı olarak. Biz, fay hattı üzerin ev yapmamak, yapılacak inşaatın kat sayısına, dayanımına, kullanılan malzemesine dikkat etmek gibi durumlarla mükellefiz. Değilse eceli geleni koruyacak hiçbir şey yoktur. Evin Direği Kolon, Dinin Direği Namaz Bu arada ecel bir gün muhakkak gelecekse, dünya depremlerine karşı binalarımızı sağlamlaştırırken, kıyametimiz olan ölüme karşı da amellerimizi sağlamlaştırmak, bunun için de dinin direği olan namaza hassasiyet göstermek gerekir. Direği/kolonu sağlam olmayan binaların başımıza neler getirdiğini yakinen gördük. Aynı du­ru­mun ahiret noktasında ve ebedi olarak başımıza gelmesini hiçbirimiz istemeyiz zannederim. En sağlam da olsa maddi olan her şey zeval bulucu, yıkılıp gidicidir. Ama ahirete bakan işler kalıcıdır ve hesabı sorulacaktır. Dünyanın maddi meselelerine de tekvini şeriat olmak cihe­tiyle elbette dikkat edeceğiz. Fakat sadece bunlara hasr-ı nazar ederek, baki ve kalıcı olan işlerden geri durmamaya da özen göstermek elzemdir. Bir musibet bin nasihatten hayırlı sözüne atfen depremin bu halini de okumak ve ders çıkarmaya çalışmak lazım. Allah depremde ahirete gidenlere rahmet, yaralı olanlara ha­yırlı acil şifalar ve bizlere de onların yanında olarak ders almayı nasib eylesin. Bu bir imtihan. Hepimizin imtihanı! 1- Müslim, Birr, 66; B6011 Buhârî, Edeb, 272- Nahl, 973- Cemil Meriç, Bu Ülke, 1224- Mektubat Mecmuası, s. 472 (Dinî Ceride: 77, 18 Mart 1909)5- “Kadere iman eden, kederden emin olur.” (ed-Deylemî, el-Müs­ned 1:113; el-Münavî, Feyzu’l-Kadîr 3:187; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl 1:106)

Metin UÇAR 01 Mart
Konu resmiHer Şeyin Dizgini Allah’ın Elindedir
İtikad

Su, hava ve ateş unsurları gibi toprak unsuru da Allah’ın emrinde ve hükmü altındadır. Zilzâl suresinde geçen  بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَاۜ  “Çünkü Rabbin, ona (arza) vahyetmiştir (emretmiştir)”1 ayeti buna işaret etmektedir. Allah dilemedikçe ne sular sel olur, ne rüzgâr fırtınaya dönüşür, ne ateş yangına inkılap eder ve ne de yer sarsılır, hiçbir şey olmaz. Olanda da çok hayırlar ve hikmetler vardır. Şimdi bu meseleyi birkaç yönüyle ele alalım. Birincisi: “Zelzele gibi vakıalar olan şu hâdisât-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller.”2 Zira her şeyin dizginini elinde tutan Zat-ı Kadîr, göklerin ve yerin Rabbidir.  وَلِلّٰهِ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَاللّٰهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدٖيرٌ۟   “Hem göklerin ve yerin mülkü (saltanatı) Allah’ ındır. Ve Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”3 Öyleyse Rabbimiz yer (toprak) unsurunu kendi başına bırakmaz. Yeryüzü ancak O’nun emriyle hareket eder, sarsılır. İkincisi: “Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, gel­di­ği vakit, yalnız zalimlere mahsus kalma­yıp ma­sumları da yakar.”4 ayetinin işaretiyle böy­le musibetler sırasında zalimlerle birlikte ma­sum­lar da zarar görür. Çünkü bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücâhede ile Ebu Bekirler (r.a.) a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebu Cehiller esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsa idiler, Ebû Cehil’ler aynen Ebû Bekir’ler (r.a.) gibi teslim olup, mücâhede ile manevi terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif (imtihan sırrı) bozulacaktı.5 Üçüncüsü: Allah’ın yaratmasında şer ve çirkinlik yoktur. Allah, her şeyi hayır murad ederek yaratır. Şer gibi gözüken hadiselerin peşine bizim bildiğimiz, bilemediğimiz öyle hayırlar takar ki zararı hiçe indirir. Yani musibet gelir keffaretü’z-zünub olur, günahları siler süpürür veya manevi terakkiye vesile olur. Aynı musibet içinde zalimler cezasını görürken masumların zayi olan malları sadaka hükmüne geçer, bu sayede fâni malları beka bulmuş olur; eğer vefat etmişse şehadet mertebesine yükselir. Dördüncüsü: “Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir; lezzet ve ücret ve mü­kâ­fat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir; hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla, o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık olur ve kuvvet verir. Ve her bir saati, bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden şekva değil, şük­retmek gerektir. Evet, ibadet iki kısımdır: Biri müsbet, biri menfîdir. Müsbet kısmı malumdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musibetlerle musibetzede zaafını hissedip Rabb-i Rahîmine iltica ederek teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvararak hâlis bir ubu­diyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabret­se, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o va­kit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık bir ömrü uzun bir ömür olur. Hatta bir kısmı var ki; bir dakikası, bir gün ibadet hükmüne geçer.”6 Demek müminin her hali hay­ra vesiledir. Şu hadis-i şerif buna işaret etmek­te­dir: “Mümin kimsenin işine şaşarım. Gerçekten onun bütün işleri hayırdır. Bu, müminden başka kimsede yoktur. Kendisine bir iyilik isabet ederse (verdiği nimetten dolayı Allah’a) şükreder. İşte bu, onun için bir hayır olur. Bir sıkıntı isabet ederse (buna karşı) sabreder. Bu da onun için bir hayır olur.”7  Sonuç olarak, deprem gibi afetler, Allah’ın ilim, irade ve kudretiyle, sebepler dairesinde cereyan eden hadiselerdendir. Zahiren şer gibi görünen bu hadiseleri, peşine nice hayırlar takarak ya­ra­tan Allah’tır. Öyleyse bu olaylar sahipsiz, hik­met­siz hadiseler değildir. “Belki öyle hadiseler bir Hakîm-i Rahîm’in emriyle ehl-i imanın fani malını sadaka hükmüne çevirip ibkâ etmektir ve küfrân-ı nimetten gelen günahlara keffarettir.”8 Hem kâinatın sultanı olan Rabbimiz birdir. “Her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir. Her şey, onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her mat­­lubunu buldun, hadsiz minnetlerden ve kor­kulardan kurtuldun.”9 1- Zilzâl suresi, 99/5.2- Sözler, 14. Söz, s. 40.3- Âl-i İmran, 3/189.4- Enfâl suresi, 8/25.5- Sözler, 14. Söz’ün Zeyli, s. 42.6- Lem’alar, 2. Lem’a, s. 6.7- Müslim, Zühd, h.no: 1856.8- Sözler, 14. Söz, s. 41.9- Asâ-yı Musa, s. 201.

Ali CİRİT 01 Mart
Konu resmiİman ve İslamiyet Gözlüğü ile Deprem Musibetine Bakış
İtikad

Kur’ân-ı Kerîm’de, “(Ben) cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım!” 1 buyurulmaktadır. Bizleri yaratıp türlü rızıklarla besleyen Rabbimiz, kendisine kulluğumuzu ilan etmek ve göstermek üzere, dünyayı manen bir imtihan meydanı suretinde yaratmıştır. İmtihan halini netice vermek üzere bu dünya, çokça güzellikler ve iyiliklerin yanında musibetlerin, afetlerin, hastalıkların ve çeşitli sıkıntıların da meskeni olmuştur. Özellikle can ve mal yönünden bizleri etkileyen afet ve musibetlere doğru mana vermek; bizleri Allah’a asi olmaktan korumakta ve O’na olan kulluğumuza olumlu olarak yansımaktadır. Her bir olay, Cenab-ı Hakk’ın adalet, hikmet ve rahmetiyle gerçekleşmektedir. Hiçbir olay yoktur ki, bu genel kaidenin dışında kalabilmiş olsun. İçerisinde yaşadığımız koskoca kâinat, Rabbimizin adalet, hikmet ve rahmetine dair sayısız delili bizlere sunmaktadır. O halde; başımıza gelmiş olan büyük deprem afetini nasıl yorumlamalıyız? Bu deprem musibeti, bizlere ne söyler? Bu musibet, bizler için ne şekilde rahmet suretini alır, buyurun birlikte anlamaya çalışalım. Her şeyden evvel, bu deprem musibetini bütünüyle manadan yoksun bir bakış açısıyla değerlendirmek ve meseleyi yalnızca tesadüfi bir tabiat olayı olarak ele almak; sonuçları itibariyle insana acı ve üzüntüden başka bir şey getirmemektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez.”    2 buyurulmaktadır. Bir yaprağın düşmesi bile Rabbimizin ilmi ile gerçekleşiyorsa, yeryüzündeki devasa hareketlilikleri ifade eden depremleri, O’nun ilminden ve hikmetinden ayrı bir şekilde düşünmek mümkün müdür? Jeoloji ilminin tespitiyle, depremlerin fay hatlarının kırılması sonucunda oluştuğu bir gerçektir. Fakat, hadisenin “nasıl” sorusuna ‘bir derece’ cevap veren bilim, “niçin” sorusuna ikna edici bir cevap verebilmekten uzaktır. Sözgelimi, herhangi bir ilme, merhamete ve akla sahip bulunmayan ateş, su, hava ve toprak ve alt unsurlar bir araya gelerek dünyanın, insan için yaşanabilir bir yer olmasına hizmet etmektedir. Bu, genel manada “sebepler” ismini verdiğimiz doğa unsurlarının ve de bütün âlemin, sonsuz ilim, hikmet ve merhamet sahibi bir Zât tarafından yönetildiklerini göstermektedir. Çünkü kendi başlarına alemde gördüğümüz kendilerinden daha muazzam neticeleri vermeleri, aklen ve mantıken mümkün değildir. Her işi sonsuz kudretiyle yapan ve meydana getiren, ancak sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah’tır. Zilzâl Sûresi’nde Rabbimiz, yeryüzünün sarsıntısına atıfla, “Çünkü Rabbin, (bunu) ona vahy etmiştir (emretmiştir).” buyurmakta­dır. Bu ayet-i kerime, depremlerin de bazı hikmetlere binaen Cenâb-ı Hakk’ın ilmi, iradesi ve kudreti ile gerçekleştiğini ifade etmektedir. Bu musibeti imanın bize kazandırdığı bakış açısı ile değerlendirdiğimizde, her yönden huzur ve ferahı sağlayacak kazançları temin edebiliriz. Zira Sevgili Peygamberimiz (asm), “Müminin hâli ne güzeldir! Her hâli kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mümine mahsustur. Başına güzel bir iş geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için hayır olur.”  3 buyurmuştur. Şimdi hep birlikte, iman ve itikadımızdan hareketle, bu musibetin hakkımızda ne şekilde rahmete dönüşebileceğini anlamaya çalışalım. Deprem: İlahi Bir İkaz Sevgili Peygamberimiz (asm), “Ümmetim, merhamet edilmiş bir ümmettir. Ahirette azap gör­me­­ye­cektir. Onun azabı; dünya­da başına gelen fitneler, ağır im­­ti­­hanlar, depremler, masum yere öldürülmeler gibi felaketler şek­linde verilir.”  4 buyurmuştur. Bu hadîs-i şerîfi bir misal ile anlamaya çalışalım. Nasıl ki; küçük yerlerde ve kasabalarda işlenen küçük suçların cezası, yine küçük mahkemelerde verilir. Büyük suçları işleyenlerin cezası ise büyük mahkemelere ve merkezlere bırakılır. Öyle de Cenab-ı Hakk’ın adaleti ve rahmeti, müminlerin küçük suçlarına bir keffaret olarak bu dünyada, bazı musibetlerin müminlere isabet etmesine mü­saade etmektedir. Böylelikle müminler, günahlarından temiz­len­mekte ve ahiretin şiddetli azabından mahfuz kalmaktadırlar. Büyük suç ve cinayetleri işleyen kâfirlerin cezası ise -ihmal edilmeksizin fakat ertelenerek- ahirete, yani cehennemin dehşetli azabına bırakılmaktadır. Buradan anlayabiliriz ki; Ce­nab-ı Hakk’ın adaleti, kâfirlerin büyük suçlarının ve günahlarının cezasını, ahiretin büyük mahkemelerinde vereceğinden, bu dünyada onların azgınlıklarına ‘bir derece’ müsaade etmektedir. Zira, Âdil olan Allah; ihmal etmez, imhal eder (mühlet verir.) Cenab-ı Hakk’ın rahmeti, en dehşetli bir musibette dahi müminlerle beraberdir. Onların günahlarını, bu dünyada iken örter ve cehennem azabından azat eder. Depremde Vefat Edenler, Hükmen Şehid Sayılırlar. Sevgili Peygamberimiz (asm), “Şehitler beş kısımdır: Bulaşıcı hastalığa yakalanan, ishale tutulan (karın ağrısından), suda boğulan, göçük altında kalan ve Allah yolunda savaşırken şehit olanlar.”  5 hadîs-i şerîfi ile Allah katında kimlerin şehid hükmünde sayılacağını bizlere bildirmiştir. Cenab-ı Hak, bizleri bu fani (geçici) dünya hayatına, kendi rızasını ve baki (sonsuz) ahiret hayatını kazanmak üzere göndermiştir. Depremler, seller gibi afet ve musibetlerde vefat edenler, bir cam parçası gibi olan fani hayata mukabil, elmaslar değerindeki sonsuz ahiret hayatını kazanmaktadırlar. Evet, vefat edenler bu deprem olmasaydı dahi, bir gün gelip kaybedecekleri geçici bir hayatı ve dünyalarını kaybetmiş oldular. Fakat imanımızdan aldığımız ders ile bizler biliyoruz ki, onlar yokluğa gitmediler ve hiç olmadılar. İtikadımızca, peygam­berlikten sonra en yüksek makam olan şehitlik makamını kazandılar. Bunun yanında onlar, kaybettikleri geçici dünyaya bedel olarak sonsuz bir cenneti, bıraktıkları dünya lezzetlerine ve saadetlerine bedel olarak da sonsuz lezzetleri ve saadetleri kazanmış oldular. Bu demek oluyor ki; bir kayba karşı binlerce kazançları olmuştur. Öyleyse, müminin başına gelen her bir şeyde bir değil, binler hayır vardır. Deprem Musibeti -Müminler İçin- Neticeleri İtibariyle Hayırdır Sevgili Peygamberimiz (asm), “Ayağına batan dikenin verdiği acı da dâhil olmak üzere, Müslümanın başına gelen her türlü yorgunluk, hastalık, tasa, keder ve üzüntüyü, Allah müminin hatalarını mağfiret etmeye vesile kılar.”   6 buyurmaktadır. Bu depremde sıkıntı gören, koş­turan ve depremzedelerin der­diyle dertlenenlerin bütün ça­lış­maları, sıkıntıları ve üzüntü­leri, harp cephesindeki askerin ha­li gibi çok makbul bir ibadet hük­müne geçer. Bu çekilen sı­kın­­tılar, ahirette birçok cennet ni­metlerini kazandıran sevinç ve sürura dönüşür inşallah. En Karanlık ve Acı Veren Tablolar, İmanın Verdiği Nur ile Tevekkül ve Teslimiyeti Netice Veren Nurani Manzaralara Dönüşür Bu deprem musibeti sebebiyle; pek çok mümin kardeşimizin eşleri, evlatları, en yakınları ve nice sevdikleri vefat etmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti ve şefkati, bizleri müteessir kılan bu en zor zamanlarımızda dahi imdadımıza yetişmektedir. Müminlerin deprem sebebiyle şehit olan eşleri ve çocukları, şehadet mertebesi sayesinde öyle büyük bir makamı kazanır ki, kırk günden ta kırk seneye kadar ibadet ile ancak o mertebeye çıkılabilir. Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna bakınız ki, birkaç dakika içinde onları bu makama çıkarmış ve cennetin sonsuz saadet ve nimetlerine nail kılmıştır. Deprem musibeti sebebiyle, fani ve geçici dünya hayatına mukabil, sonsuz ahiret nimetlerini kazanan, elbette zarar etmiş sayılmaz. Bununla birlikte şunu da ifade edebiliriz ki, vefat edenlerin bahsedilen kulluk mertebelerini normal şartlarda kazanmaları oldukça zordur. Bu hususta ne kadar muvaffak olacakları bilinmez. Belki de büyük çoğunluğu bu mertebeleri kazanmaya muvaffak olamayacaktı. Ancak, bu depremde vefat eden her bir müminin bu mükâfatı alacağını, Allah’ın rahmetinden ümit ediyoruz. Evet; bir mümin, deprem musibeti sebebiyle bu fani dünyada birkaç senelik hayat arkadaşını kaybeder. Ancak ahirette o hayat arkadaşını, ebedi ve daimi olacak şekilde yanında bulur. İmanımızdan gelen ve bizlere teselli veren bu anlayış, ayrılıktan gelen yaraların acısını, kavuşmanın vereceği lezzetle tedavi eder, iyileştirir. Bu deprem musibetinde bizle­ri çok üzen olaylardan biri de ev­latların bilhassa masum ço­cuk­­ların vefatlarıdır. Kur’ân-ı Ke­rîm’de Rabbimiz, “(Aynı yaş­­la­rı üzere) ölümsüz kılınmış ço­­cuk­lar... 7 buyurarak, masu­ma­­­ne vefat eden o çocukların, ölümsüz olarak daima cen­­net­te kalacaklarını bizlere müj­­de­le­mektedir. Evet; müminlerin ergenlik çağından önce vefat eden evlatları, cennette daima sevimli bir çocuk olarak yaşayacaklardır. Ve o masum çocuklar, cennete giden ebeveyninin kucaklarında, onların ebedî olarak sevinmelerine vesile olacaklardır. Ve çocuk sevmek ve çocuk okşamak gibi en hoş bir zevk ve lezzeti, anne babalarına temin edeceklerdir. Bu deprem musibetinde, evlatları vefat eden anne – babalara, Cenab-ı Hakk’ın şefkat ve merhametine dair pek çok hakikati zikretmek mümkündür. Sözgelimi; çocuklar, masum ve günahsız olmalarının yanında, bu deprem musibeti ile şehadet mertebesini de kazanmalarıyla, ahirette anne ve babaları için şefaatçi olacaklardır. Bu önemli mevzuda şu hakikati de dile getirmeliyiz. Vefat eden çocuk, Cenab-ı Hakk’ın masum bir kuludur ve bütün varlığıyla Cenab-ı Hakk’ın yarattığı bir eseridir, O’na aittir. O çocuk, anne-babanın terbiyesine geçici olarak verilmiş sevimli bir arkadaştır ki, Cenab-ı Hak ebeveynini o çocuğa hizmetkar yapmıştır. Rabbimiz, anne ve babaya, hizmetlerinin karşılığında peşin bir ücret olarak lezzetli bir şefkat duygusunu vermiştir. Anne ve baba, o masum yavru hakkında ana-baba hukuku çerçevesinde bir hisseye sahip ise; Cenab-ı Hak, hakikat itibariyle dokuz yüz doksan dokuz hissenin sahibidir. Buradan hareketle iman ehline yakışan tavır, Rabbimiz rahmet ve hikmetinin gereği olarak o çocuğu ebeveynin elinden alıp hizmetlerine son vermesi halinde, bu hadiseyi Allah’a şikâyeti ihsas edecek tarzda ümitsizlik ve feryad u figândan uzak olarak karşılamaktır. Zira o masum yavru, hakikat itibariyle Cenab-ı Hakk’ın bir mülküdür ve anne-babaya geçici bir süre emaneten teslim edilmiştir. Ruhunu teslim etmek üzere olan oğlu İbrahim’in yanına giren Sevgili Peygamberimizin (asm) gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Bunun üzerine Abdurrahman İbni Avf (ra): “Ey Allah’ın Resûlü! Siz de mi ağlıyorsunuz?” diye sordu. Hz. Peygamber (asm) ona: “Ey İbni Avf! Bu gördüğün gözyaşları rahmet ve şefkat eseridir.” cevabını verdi. Sonra şunları ilâve etti: “Göz yaşarır, kalp hüzünlenir. Biz ancak Rabbimizin razı olacağı sözleri söyleriz. Ey İbrahim! Seni kaybetmekten dolayı gerçekten üzgünüz.”   8 Burada görüldüğü üzere, müminler olarak yaşadığımız elim hadiselerden etkilenip üzülebilir ve ağlayabiliriz. Fakat bu hal, kesinlikle Allah’ın rahmetini itham edecek şekilde, teslimiyetimizi etkilemez ve bizi isyan edecek bir hale götürmez. Böylelikle, dünyamızı son derece olumsuz etkileyebilecek bir hadiseyi bile, imanımızın verdiği teselli sayesinde, kalben bir huzur içerisinde, Rabbimize tevekkül ile karşılayabiliriz. Bununla birlikte, eğer dünya ebedî olsaydı, insan içinde ebedi olarak kalsaydı veya ayrılığın sonu olmasaydı, o zaman ümitsizlik içinde üzülmenin, keder ve acı çekmenin bir manası olurdu. Madem dünya bir misafirhanedir. Vefat etmiş çocuk nereye gitmiş ise, anne ve baba da oraya gidecektir. Hem madem ölüm sadece o çocuk için değildir, bütün insanlar için geçerli ve değişmez bir hakikattir. Hem madem ayrılık da ebedî değildir ve hem kabirde hem cennette görüşülecektir. Öyleyse, “Hüküm Allah’ındır, O verdi, O aldı.” demeli. Sabır içinde şükretmelidir. Bu başa gelen musibetten ümitsizlik içinde çırpınmak, sabır ve şükrü bırakarak şikayetlerde bulunmak, sanki bu musibetin sonu gelmeyecekmiş gibi her türlü elem ve acıyı yaşamak, bu sıkıntıdan bizi kurtarmadığı gibi, musibetin acısını artırır. Eğer bizler, “Muhakkak ki biz, Allah’a âidiz ve muhakkak ki biz, ancak O’na dönücüleriz!”    9 desek, Allah’a tevekkül edip O’nun kudret ve rahmetine sığınmış olsak, bu dertlerimizi çaresizlik ve muhtaçlık hali ile O’na arz etsek ve lütuf ve keremini bekleyerek sabır içinde şükretsek, ne kaybederiz? Hiçbir şey kaybetmediğimiz gibi, bu tevekkül ve teslimiyetimiz, musibetin bizlerdeki olumsuz etkilerini azaltır, belki hiçe indirir. Sevgili Peygamberimiz (asm)’in bir mucizesini, bu hakikatleri ders vermesi cihetiyle hatırlamakta fayda var: Bir adam, Resul-i Ekrem (asm)’ in yanına gelerek ağlayıp sızladı ve dedi: “Benim bir küçük kızım vardı. Şu yakın derede öldü. Oraya gömdüm.” Resul-i Ekrem (asm) ona acıdı ve dedi: “Gel, oraya gideceğiz.” Gittiler. Resul-i Ekrem (asm) o ölmüş kızı çağırdı. “Yâ fulâne!” dedi. Birden o ölmüş kız: “Buyurunuz.” dedi. Resul-i Ekrem (asm) ferman etti: “Tekrar peder ve validenin yanına gelmeyi arzu eder misin?” O dedi: “Yok, ben onlardan daha hayırlısını buldum.” diyerek geri dönmek istemedi.10 Ey bu depremde eşini, evladını, akrabasını ve sevdiklerini kaybeden kardeşlerimiz! Eğer, Sevgili Peygamberimiz (asm) gibi bir zat yanımızda bulunmuş olsaydı, bugün şehit hükmünde vefat eden o sevdiğimiz insanlara, “Siz bir daha dünyaya geri gelip sevdiklerinize ve akrabalarınıza kavuşmak ister miydiniz?” diye sorsaydı, o şehitlerin hepsi de, “Biz dünyadaki sevdiklerimizden ve akrabalarımızdan, başta Sevgili Peygamberimiz (asm) olmak üzere daha güzel akraba ve dostları bulduk ve dünyadaki her şeyden daha güzelini bulduk.” diyerek bir daha geri gelmeye razı olmayacaklarından zerre kadar şüphemiz yoktur. Hem ayet-i kerîmede Rabbimiz, “Doğrusu kim Allah’tan korkar ve düştüğü felâkete sabrederse; muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatını boşa çıkarmaz.”   11 bu­yurmaktadır. Sevgili Peygamberimiz de (asm), “Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet, hiçbir kimseye verilmemiştir.”12 buyurmuştur. Cenab-ı Hak, bütün şehitlerimize kemal-i rahmet, mağfiret ve meyve-i cennet ihsan eylesin! Ve aile efratlarına ve milletimize de sabr-ı cemiller ihsan eylesin! Ve böyle bir musibeti bir daha bizlere yaşattırmasın. Âmîn. 1- Zâriyât, 56.2- En’âm, 59.3- Müslim, Zühd, 64.4- Ebû Dâvûd, Fiten, 7.5- Buhârî, Cihâd 30.6- Buhârî, Merda 1.7- Vâkı’a, 17.8- Buhârî, Cenâiz 43; Müslim, Fedâil 62. Ayrıca bk. İbni Mâce, Cenâiz 539- Bakara, 156.10- A’lâmun Nübüvve, s. 141.11- Yûsuf, 90.12- Tirmizî, Birr 76.

Zakir ÇETİN 01 Mart
Konu resmiZelzele (Deprem) Sorusu
İtikad

Madem bu zelzele musibeti, hataların neticesi ve keffâretü’z-zü­nûbdur. Masumların ve hatasızların o musibet içinde yanması nedendir? Adâletullâh nasıl müsaade eder? El-cevab: Bu mesele sırr-ı kadere taalluk ettiği için Risâle-i Kader’e havale edip, yalnız burada bu kadar denildi.  وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُص۪يبَنَّ الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَٓاصَّةً Yani “Bir belâ, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit, yalnız za­lim­lere mahsus kalmayıp masumları da yakar.” Şu ayetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır. Ve dâr-ı teklif ve mücâhededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatler perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücâhede ile, Ebubekirler a‘lâ-yı illiyyîne çıksınlar. Ve Ebucehiller esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsa idiler, Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup mücâhede ile manevi terakki kapısı kapanacaktı. Ve sırr-ı teklif bozulacaktı. Madem mazlum zalim ile beraber musibete düşmek, hikmet-i İlâhiyece lâzım geliyor. Acaba o biçare mazlumların rahmet ve adâletten hisseleri nedir? O musibetteki gazab ve hiddet içinde, onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fâni malları onların hakkında sadaka olup, bâkî bir mal hükmüne geçtiği gibi; fânî hayatları dahi bir bâkî hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazab içinde bir rahmettir. (Sözler Mecmuası, s. 42)

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiSöz Bitti Kelimeler Kifayetsiz
İtikad

Biz korktuğumuzda, ürktüğümüzde, heyecanlandığımızda, enkazdan bir can daha sağ çıktığında sevindiğimizde, enkazda kalanlara üzüldüğümüzde, yani mutlak kudret sahibi Allah karşısında acziyetimizi hissettiğimiz her şeyde ve her yerde Allahu Ekber diye seslenen insanlarız.  Bu ay bu yazının konusunun farklı bir başlık ve mahiyette olmasına niyetlenilmiş ve planlanmıştı. Ancak maalesef ülkemizde asrın felaketi olarak nitelendirilen büyük bir deprem afeti yaşadık. Allah, hayatını kaybedenlere rahmet ve merhametiyle muamele eylesin. Geride kalan başta yakınları olmak üzere milletimize sabır ihsan eylesin. Allah ülkemizi, milletimizi, devletimizi belalardan, musibetlerden, afetlerden muhafaza eylesin. Yastayız. Üzüntülüyüz. Hadiseye ilişkin hissiyatımızı ve acımızı anlatacak söz bitti. Kelimeler kifayetsiz. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı anlarda tek bir kelime bütün hissiyatları ihata etmektedir. Allahu Ekber… İnsanın ayağını bastığı toprağın harekete geçtiği an, insan için kelimelerin kifayetsiz kaldığı sözün bittiği anlardan birisidir. Afete maruz kalanların deprem anında kendilerinin aldıkları görüntü kayıtlarından ya da sokak ve caddelerden yansıyan görüntülerden, sarsıntı bütün şiddeti ile devam ettiği esnada ekseriyetle Allahu Ekber seslerinin yükseldiği işitilmektedir. Hatta öyle ki bazı görüntülerde Allahu Ekber sesleri eşliğinde evin içinde kayıt alınırken ortalığın bir anda karardığı ve görüntü kaydını alanların üzerine evin yıkıldığı görülmektedir. Hadiseye bu şekilde mukabelede bulunmak, elbette ki kâinatın sahibinin kudretinin tezahürüne karşı beşerin acziyetinin bir izharı ve itirafıdır. Bu izhar ve itirafın en etraflı ve kuşatıcı şekilde ifadesi ise Allahu Ekber’dir. Allahu Ekber seslerinin yükseldiği bir diğer anlar ise saatler, günler sonra enkazdan sağ kurtarılanlar olduğunda vuku bulmuştur. Günler, saatler sonra vuku bulan bu kurtarmalar, TV’lerden mucize nitelendirmeleriyle canlı olarak verilmiştir. Bu anlarda arama kurtarma ekiplerinin ekserisi sevinçlerini Allahu Ekber nidaları ile dile getirmiştir. Hemen her şeyin yıkıldığı, insanın insan için hayatta kalma ihtimalini zayıf olarak gördüğü mekanlardan sağ çıkabilmek, elbette ki insan iradesini aşan bir hadisedir. Hadiseye bu şekilde mukabelede bulunmak, elbette ki hayatın ve ölümün sahibi olan Allah’ın (c.c.) mutlak kudretinin tezahürüne karşı beşerin acziyetinin bir izharı ve itirafıdır. Bu izhar ve itirafın en etraflı ve ihatalı şekilde ifadesi ise Allahu Ekber’dir. “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk Suresi, 2) ……… Tarık Tufan, “Anna” şiirine şöyle başlar “Biz her şeye, esirgeyen ve bağışlayan, çokça esirgeyen ve çokça bağışlayan, hep esirgeyen ve hep bağışlayan rabbin adıyla başlayan adamlarız anna.” Evet bu hadise vesilesiyle şunu biliyoruz ki, yardım bölgesine giden her tırın kontağı “Bismillah” diyerek çevrildi. Her ekmek fırına “Bismillah” diyerek verildi. Her yardım paketi tırdan “Bismillah” diyerek indirildi. Her afetzedeye el “Bismillah” diyerek uzatıldı. Her çadır “Bismillah” diyerek kuruldu. Her enkaza kazma “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin (Zümer, 53)” emr-i ilahiye istinat edilerek “Bismillah” diyerek vuruldu. Enkazdan çıkarılan her insanın elinden “Bismillah” diyerek tutuldu. Her sedye “Bismillah” diyerek yerden kaldırıldı. Her damar yolu “Bismillah” diyerek açıldı… Evet, bu hadise vesilesiyle şunu gördük ki, her yer şiddetle sallanırken ve yıkılırken Allahu Ekber ile mukabele edildi. Her enkazdan her can çıkarıldığında Allahu Ekber ile sevinçler izhar edildi. Biz korktuğumuzda, ürktüğümüzde, heyecanlandığımızda, en­­kazdan bir can daha sağ çıktı­ğında sevindiğimizde, enkaz­da kalanlara üzüldüğümüzde, yani mutlak kudret sahibi Allah kar­şısında acziyetimizi hissetti­ğimiz her şeyde ve her yerde Allahu Ekber diye seslenen insanlarız. Ey Rabbimiz; bize, milletimize, memleketimize ve alem-i İslam’a merhamet eyle… Ey Rabbimiz; bizi, milletimizi, memleketimizi ve alem-i İs­lam’ı muhafaza eyle… Ey Rabbimiz; gördüklerimiz ve yaşadıklarımız karşısında bize sabır ve dayanma gücü ver… Rabbimiz, her şeyin hâkimi ve mutlak güç sahibisin. Allahu Ekber… ……… VAY HALİMİZE Şu hususu da net olarak ifade etmek gerekmektedir. Depremin, afete dönüşmesinde elbette ki insanların cüz’i iradesinin de bir hissesi söz konusudur. Yı­kı­lan yapılar, yıkılmayan yapılar kamuoyunda ve insanların akıl ve vicdanında elbette ki mukayese edilmektedir. İhmal, kusur, kasıt varsa, ki var olduğu açıkça görülmektedir. Elbette ki bunun her iki cihanda da bir hesabı ve mücazatı olacaktır. “Eksik ölçüp tartanların vay haline! Onlar, insanlardan öl­­çerek bir şey aldıklarında tam ölçerler. Kendileri baş­ka­­la­rına vermek için ölçüp tart­­tıklarında ise haksızlık ederler (eksiltirler). Onlar, o büyük gün için -insanların âlemlerin rabbinin huzuruna çıkacakları gün için- diriltileceklerini akıllarına getirmiyorlar mı?” (Mutaffifin 1-6) “Medyen’e kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: “Ey kav­­mim! Allah’a kulluk edin; si­zin O’ndan başka ilahınız yok­­tur. Size rabbinizden açık bir delil gelmiştir. Artık öl­çü­­yü tartıyı tam yapın, insan­ların mallarının değerini dü­şür­­me­yin, düzene sokulduk­tan sonra yer­yüzünde boz­gun­­cu­luk yapma­yın. Eğer ina­nan­lar ise­­­niz bunlar sizin için da­ha ha­­­yırlıdır.” (Araf, 85) Âyet-i Kerimelerde ölçü ve tar­tının tam olarak yapılması em­redilmiştir. Afet vesilesiyle TV’ lerdeki uzmanların açıklamalarından anlaşılmaktadır ki, yıkılan yapıları inşa edenlerin pek çoğu, bir binanın dayanabilmesi için gerekli ölçüde demir, çimento ve malzeme kullanımına riayet etmemiştir. Enkazlardan ekranlara yansıyan görüntülerde kimi kolonlardan taş, kimi kolonlardan köpük çıkmaktadır. Kimi kiriş ve kolonlarda uygun demir kullanılmadığı, kimi temellerin zemine uygun atılmadığı konunun uzmanlarınca ifade edilmektedir. Bütün bunlar depremin on binlerce insanın hayatını kaybettiği bir afet ve felakete dönüşmesinde insan iradesinin de karıştığının göstergeleridir. Ayet-i kerimede buyurulduğu gibi “Eksik ölçüp tartanların vay haline!” (Mutaffifin 1) Vay Halimize…

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Mart
Konu resmiDeprem, Erdem ve Akıl
İtikad

Ülkemizin deprem, tarihindeki belki de en sarsıcı, en yıkıcı ve sonuçları itibarıyla en vahim olan depremi yaşadığımız bir tarih olarak kayıtlardaki yerini aldı. Etkilemiş olduğu alan ve insan nüfusu olarak gerçekten ağır bir tablo ile karşı karşıya kaldığımız ve ne olduğunu tam olarak anlayamadan aynı günün devamında gündüz saatlerinde en az ilki kadar şiddetli bir ikinci depremi yaşadığımız acı bir gündü 6 Şubat. Şubat aylarının soğukluğuna bir de deprem bölgesinin özel iklim şartları eklenince, kat kat ağır bir tecelli ile karşı karşıya kaldık. Şüphesiz ki, her türlü komplo teorisi ve manipülasyonun gölgesinde anlaşılmaya ve kabullenilmeye çalışılsa da itikadımızın telkini ile biliyoruz ki; Cenab-ı Hakk’ın iradesi ya da müsaadesi olmadan tek bir yaprak bile kımıldamaz. O andan itibaren tüm ülkemiz ve tüm insanlarımız bu acıyı neredeyse tüm boyut ve derinliği ile hissetmişçesine canhıraşane bir gayret ile akın akın deprem bölgesine ulaşmanın ya da bir şeyler ulaştırmanın yolunu aramaya başladı. Bu aşama o kadar hızlı ve aşkın bir ruhsallık ile yaşandı ki sanki tüm ülke enkaz altında kalmış gibi herkesin hayata tutunmak ve zordakileri hayatta tutmak için zamana karşı akıl almaz bir mücadelesi başladı. Avrupa’daki birçok ülkenin coğ­raf­yasından büyük ve nüfu­sun­dan fazla bir nüfusu etkile­diği dikkate alınacak olursa, neredeyse tüm dünyadaki kurtarma ekipleri gelse bile hiçbir kurtarma operasyonunun tam anlamıyla yapılmış olamayacağı gerçeği canımızı acıtsa da çaresizliğin acımasız pençesi ve dişleri bu kurtarma harekâtı için bölgeye giden hiçbir kimsede zerre kadar korku ve endişeye ve en önemlisi umutsuzluğa neden olamadı. Çünkü bir can kurtarmanın, birini hayatta tutabilmenin daha ötesinde bir hakikatin farkındaydı insanlar. O hakikat ise, gün, varımızı, yoğumuzu, canımızı ve cananımızı bu ülke ve bu ülke insanı için feda etme günüdür inancında buluşulmuş olmasıydı. Devletimizin dördüncü seviye alarm ilanı yapmasının, dünya ülkelerinin de yardımına ihtiyacımız olduğu anlamına geldiğini çoğumuz bilmese de biz zaten tüm ülke olarak ayağa kalkmış, yola revan olmuş ve her türlü yardım için inanılmaz organizasyonlar yapmaya başlamıştık bile. Aslında içinden geçilen süreç tam bir erdem süreciydi. İnsanın, hayatın, yardımlaşmanın, fedakârlığın, birlik ve beraberliğin en iddialı resimlerinin tüm içtenlikle sergilendiği ve nere­deyse kimsenin kendisi için yaşamadığı, ahlâkî anlamda emsalsiz bir duruşun kolektif bir şekilde hayat bulduğu bir süreçti. Bu çabaların, deprem sonrası ilerleyen vakitlerde enkaz altından canlı olarak çıkarılan her bir insanımız ve özellikle çocuklarımızla daha da şevkli hale dönmesi ise bu sürecin umut verici motivasyonu oldu. Biz bu yazıyı kaleme aldığımızda 160. saatte hâlâ canlı olarak kurtulan insanlarımızın haber­leri televizyon ekranlarının mil­letimize sunduğu en büyük mut­lulukları ifade ediyordu. Bin­lerce kurtarma personeli, bin­lerce yardım TIR’ı adeta tek bir insanımız daha sağ kurtulsun diye, cepheye sevk edilen askerler gibi, aşk ve coşku ile mücadele ediyordu. Fedâkârlığın, emsali görülmemiş boyutlarda sergilenmesi sonucunda öylesine yardım malzemesi birikti ki, televizyondan bir yetkili “artık bir şey göndermeyin” demek zorunda kaldı. Devletimizin yardım ve kurtarma ekiplerine eşlik eden STK organizasyonları da olağanüstü bir gayret içinde depremzedelerin hayatlarını kolaylaştırma­nın peşindeydi. Özellikle dik­katimizi çeken bir husus da, şehirlerdeki yardım koli ve mal­­zemelerinin hazırlanması sıra­­sında gençlerimizin büyük oranda bu çabanın başrolünde olmalarıydı. İnanç, kültür, ideoloji ve siyasi kimlik ögelerinin tamamı sıfırlanmış, ortak bir acı sebebiyle herkes “hayat”ın etrafında toplanmıştı. Evet, her şey hayat içindi. Kâinatın en mühim hakikati olan hayat. Ta­biri caiz ise, Âl-i İmran suresi­nin 64. Ayetindeki, kelime-i tevhide doğru yapılan, “De ki: Ey ehl-i kitab! Bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin…” çağrısı gibi, tüm insanlar “hayat” için aynı yöne dönmüş, bir noktaya gelmişlerdir. Bu, temelde fıtrata ait olan bir eğilimi ifade etmektedir. Hayatın kutsallığı ve değeri her vicdanda aynı anlama gelmekteydi. Deprem bölgesindeki insanların bedeni varlıklarının maruz kaldığı sarsıntı ve kırılmaya, deprem bölgesinden uzak insanlar da zihni anlamda maruz kalmıştı. Öyle ki, hayatın değeri, anlamı, dünyanın geçiciliği, kimsenin kalbini gönlünü kırmaya değmeyecek ve her an altımızdan çekilip gidebilecek olan güvensiz bir zeminde yaşadığımızı ve belki de her birimizin burnunun dibinde nefes alan ölümün bizi her an nefessiz bırakabileceğini yakinen deneyimlemiş olduk. Kısacası deprem, erdeme dair derin bir pratik imkânı sundu hepimize; üstelik kitapların, ders ve sohbetlerin sunamadığı kadar. Ölümün entelektüel bir kavram olduğunu ve o frekanstan bakılmadığında ders ve ibret vermediğini hesaba katacak olursak, bu deprem, o entelektüel kavramı burnumuzun dibine kadar sokmuş bulunmaktaydı. Millet olarak yaşadığımız bu felakette teslimiyet, tevekkül, sabır, dayanışma, yardımlaşma, birlik ve beraberlik gibi birçok erdemi hayata taşımayı başardık ve hatta birçok millete örnek olduk. Bir de bu tabloya başka bir açıdan bakarak başka gerçekleri de görmek zarureti vardır. Kâinat da tıpkı Kur’an gibi bir kitaptır. Kur’an, Rabbimizin ilmi ile; kâinat ise kudreti yazdığı bir kitaptır. İlminin tezahürü olan Kur’an ayetlerine kulak verip, kudretinin tecellisi olan kâinat kitabındaki ayetlere kulak vermezsek, Rabbimizin bizden istediği hayatı tam anlamıyla yaşayamamış oluruz. Deprem, ilâhî kudretin bir tecellisi ve Rabbimizin bizim hiz­metimize verdiği dünya ge­ze­geninin yaşamasının bir zaruretidir. Mesela dünyada birkaç yüzyıl hiç deprem olmasa dünyadaki hayat geriye doğru gider. Hayat akmaz, tazelenmez. Deprem bir felaket değildir. Bir kanun ve bir tecellidir. Onu felakete dönüştüren şey ise bu vakıayı doğru okumayarak, okuduğuna riayet etmeyerek kısacası onu cehaleti ile karşılayan insanın tutumudur. Hangi umut, hayal veya akıl ile olursa olsun bir sel yatağına ev yapan kişi için sel, bir felakettir. Tıpkı bunun gibi, nerede olduğunu, hangi seviyede enerji biriktirdiğini üstelik geçmişteki derin bir arşiv bilgisi vasıtasıyla örnekleri ile bildiğimiz fay hatlarının potansiyelini dikkate almamak ve bunun iktiza ettirdiği tedbirler ile davranmamak ile Kur’an’daki açık bir ayeti dikkate almamak arasında bir fark var mı? İkisi de Allah’ın (cc) kitabı değil mi? Başımıza bir musibet geldiğinde şüphesiz ki teslimiyet, tevekkül ve sabır gibi faziletlerle davranacağız ama o musibete bizim kendi ellerimizle yaptıklarımızın sebep olabildiğini de olabileceğini de her daim düşünmeliyiz. “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.” (Rum Suresi, 41)

Ahmet EFENDİ 01 Mart
Konu resmiGeçmiş Olsun Türkiye!
İnsan

Ülke olarak çok büyük bir depremle sarsıldık. Tüm dünyadaki hayırseverlerin de desteği ile bu sarsıntıyı hafifletmek için millet olarak var gücümüzle çalışıyoruz. Bölgede birçok arkadaşımızı, kardeşimizi şehit verdik. Milletimizin başı sağ olsun. Allah geçmişlerimize rahmet, kalanlara sabır ve metanet versin.  Hayrat İnsani Yardım Derneği olarak ilk günden beri sahadayız. Türkiye genelindeki tüm il ve ilçe temsilciliklerimiz ve gönüllülerimizle seferber olduk. Yaraları hep birlikte sarmaya çalışıyoruz. Bir haftasını geride bıraktığımız Asrın Felaketinin ilk gününden itibaren 2.500 kişilik ekiple deprem bölgesindeyiz. AFAD ile yaptığımız 15.09.2022 tarihli Protokol çerçevesinde AFAD’a akredite olmuş 600 kişilik uzman personel ile eğitim aşamasındaki arama kurtarma ekiplerimizle arama kurtarma faaliyetlerini yürütüyor, 1.900 kişilik gönüllü dağıtım ve des­tek ekibi sahada depremzedelere yardım çalışmalarını sürdürüyoruz. Arama kurtarma ve dağıtım için 650 araç, dağıtım için 100 motosiklet, 7 kamyon ve 4 iş makinesi ile tüm afet bölgelerinde faaliyet gösteriyoruz. Genel Merkezimizde 150 kişilik bir ekip, Ankara Kurumsal Ofisimiz ve Türkiye’deki 90 temsilciliğimizle organizasyonu koordine ediyoruz. Bugüne kadar 400 yardım tırı ihtiyaç sahiplerine yardım ulaştırmak üzere bölgeye sevk edildi. 20.02.2023 tarihi itibariyle 15’i sabit, 3’ü mobil olmak üzere toplam 18 aşevimiz sıcak yemek, çorba ve çay ikramlarına aralıksız devam ediyor. Böylece günlük 120.000 kişiye ulaşan yardımlarımız ile yaralarımızı sarmaya çalışıyoruz. Hatay Reyhanlı’daki ekmek fırınımızdan günlük 30.000 ekmek üretilip tırlarla afet bölgelerine gönderiliyor. Yiyecek olarak da bu güne kadar 2.750.000 şişe su, 1.075.740 adet ekmek, 921.300 kişilik sıcak yemek ve çorba, 700.053 kişilik ikramlık, 429.312 kişilik konserve, 37.801 adet gıda kolisi, 25 tonu aşkın sebze ve meyve ihtiyaç sahiplerine ulaştırıldı. Böylece yaklaşık 5 milyon kardeşimize bir şekilde ulaşmış olduk. Şu anda bölgeye yakın 20 lojistik depomuzla hizmet veriyoruz. Barınma için prefabrik ev, konteyner ve diğer ihtiyaçlar için kampanya ve çalışmalarımız devam ediyor. Ayrıca Türkiye’nin birçok yerinde depremzede kardeşlerimizi misafir etmek için tüm imkânlarımızı seferber etmiş bulunuyoruz. Bugüne kadar 211.219 adet giyecek, 159.500 paket bebek bezi, mama ve beşik, 121.900 adet battaniye, 45.715 adet hijyen malzemesi, 2.500 adet çadır, (25.000 adet çadır da yurt içinden ve yurt dışından getirmek için çalışmalar devam etmektedir.) 1.000 adet oyuncak ve 28.050 adet soba bölgeye sevk edildi. Gece gündüz demeden canla başla çalışan fedakâr kardeş­le­ri­mize teşekkür ederiz.  Destek ve­­ren tüm bağışçılarımıza te­şek­­kür ederiz. Dünyanın her ta­ra­fından desteklerini esirgemeyen ülkelere, ekiplere, hayırseverlere teşekkür ederiz. Allah kabul etsin.

Hakkı AYGÜN 01 Mart
Konu resmiDepremde Evladını Kaybeden Bir Babadan Manevi Şifamıza Medar Bir İman Dersi
İtikad

Depremle birlikte maddi ha­sar­lar oluştuğu gibi, manevi ha­sar­lar da oluştu. Vefatlardan ge­len üzüntüler canlarımızı yak­tı. Hay­­rat Vakfı’nın Avrupa’da­ki hiz­­met­lerini koordine eden Meh­­­met Köroğlu da evladını sa­­hi­­­bine teslim edenlerden bi­ri­­­siydi. Karşılaştığı hadise ve ar­dın­dan yaşadığı iman dersini is­ti­­fa­­deye medar ve teselli olması te­mennisiyle paylaşıyoruz.  Malik ve Sahib-i Hakiki olan Rabbimiz cümle anne babalara sabır ve sebatlar versin. Cümlesinin evlatlarını, ahirette kendilerine şefaatçi olmak ve cennet yurdunda ebedi olarak kavuşmakla nimetlendirsin. Rabbim Bize Bir Gül Emanet Edip 6 Sene Koklattı Ahmet’imiz karne tatili dolayısıyla Almanya’dan memlekete, annesiyle birlikte aile ziyaretine gelmiş, depreme Hatay’da dedesinin evinde yakalanmıştı. Haberi alır almaz, oğlum ve hanımım başta olmak üzere, iki kuzeni, dedesi ve ninesi­ni enkazdan çıkarmak için Al­man­ya’dan geldim. Ahmet’i 36 saat sonra, annesini ise 37 saat sonra enkazdan sağ olarak çıkardık, elhamdülillah. Hemen ilk müdahaleleri yapıl­dı hastanede, ardından da önce Ahmet, sonra annesi ve peyderpey diğerleri Adana şehir hastanesine sevk edildi­ler. Ambulanslara refakatçi almadılar. Adana’ya kendi imkanlarımız ile sonradan gittik. Annesi Seyhan Devlet hastanesine yerleştirilmişti, Ahmet ise Adana şehir hastanesine... Ertesi günü telefonla annesine ulaştım. “Önce Oğ­lumuzu ziyaret et, ahvalini öğren, öyle gel. On­dan haber almadan buraya gelme” dedi. Ahmet’imizden geç de olsa ha­ber aldım. Fakat ne çare ki Gül Ahmet’imizin bu arada vefat etmiş olduğunu öğrendim. Mor­ga gidip teşhisini yaptım. Ci­ğer­­paremizin kalbi dayanamayıp sonunda durmuş. İç kanama, muhtelif yerlerindeki ezik, kı­rık ve yaralanmalar vefatına se­bep olmuş. Zor bir olay yaşamıştım. Daha zor olanı, kendisi de depremden sağ kurtulsa da ağır yaraları ile yoğun bakımda yatan annesine söylemekti. Bu haber, oturmaya bile mecali olmayan bir anne için elbette kolay olmayacaktı. Enkaz altında geçen 36 saat boyunca anne oğul sohbet etmişlerdi. Annesi enkazdan, önce evladının çıkmasını istemişti... Morgda teşhis işlemi bittikten sonra Seyhan Devlet Hastanesine gittim. Hanımıma konuyu açtım. Her anne gibi o da bir anne sonuçta... Önce ölüm haberini kabullenmekte zorlandı. “Hayır, o ölmüş olamaz, onu kendi ellerimle kurtarmıştım, belki ona benzeyen bir başkasıdır” tarzı konuşmalar oldu. Ben de buna binaen şu hakikatleri paylaştım. Annesini teskin ettiği gibi babasını da ve daha birçok babayı da teskin etti. Bak hanım! Ahmet’imizi Allah yarattı, bi­ze satmadı, hediye de etmedi. Bir süreliğine emanet etti. Biz süreyi bilmeyince hep eli­­mizde kalacak vehmettik, ama süre bu kadar imiş... Velhasıl bugün Sahibi emanetini almayı irade etmiş. Biraz sakinleşti. “İnşallah ağzımdan dikkatsiz bir cümle çıkmamıştır, ben Allah’ın takdirine elbette itirazım olmaz, veren de O alan da O” dedi. Bunlara ilaveten hanıma şunları söyledim. Başkası alacak olsa itiraz eder­dim, ama sahibi isteyince ne diyeyim. Kendime ait bir mülkü yabancı birisi almaya çalışsa di­re­nirdim. Ama el değil de sahibi isteyince ne denir? “Yok” dedi. “Ben kaderin takdirine razıyım, asla itirazım olmaz...” Şu ifadeler ile devam ettim. Rabbim bize bir gül emanet edip 6 sene koklattı... 6 senenin her anı için binler şükür borçluyum... Devamı inşallah cennette... İki saat kadar bu minvalde sohbet ettik. Sonunda öyle bir sekinet ve ferahlık geldi ki, adeta “Ahmet’imiz kendini kurtardı, ne mutlu ona!” dedik. “Hem kim bilir, anne babasının da kurtulmasına vesile olabilecek şekilde masum ve manen şehid hükmünde gitti. Kurtulabilirsek ne mutlu bize” diyerek sohbe­timizi tamamladık. Evladımızın tatlı hallerini hatır­ladıkça haliyle gözümüz yaşarıyor. Üzüntü ile içimize bir ka­savet çökecek iken, Kur’an-ı Ke­rim ve Peygamberimiz (sav)’den aldığımız dersle başta Allah’a ve ahirete iman olmak üzere, Risale-i Nur’dan aldığımız muhtelif iman hakikatleri içimizde parlıyor, kasavetin içimize yayılmasına meydan vermiyor. Elhamdülillah…

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiİtirafnâme
İbadet

Bir sarsılışla sarsıldık, yaşanan deprem felaketi ile bir kere daha ülke ve millet olarak yıkıldık. “Sesimi duyan var mı?” çağrısına karşılık küçücük bir fısıltı için tek yürek olduk. Arama-kurtarma ekipleri ile sağlık çalışanlarının başarısı için ellerimizi açıp dua ettik. Enkazın altında kalan her bir can için endişe duyduk. Tıpkı Erzincan, Gölcük, Düzce, Bingöl, Van ve İzmir depremlerinde olduğu gibi… Sebepler cihetinden baktığımızda öncelikli ku­surumuz binaları sağlam yapmamak, depreme hazırlıksız yakalanmak. Tedbir ve takdir dengesini anlamak önemliydi ama biz onu da anlamadık. Tedbir almak şuurlu bir kul olarak vazifemiz, sonuçlar ise takdir-i ilahi. Bazen olur ki takdir tedbiri bozar ancak kişinin tedbirsizliğinden ortaya çıkan sonuçları, vahamet ve cinayetleri kadere havale etmek ise haddizatında bir zulümdür. Kusurumuz binaları çürük yapmaktan ibaret değil elbette. Bu noktada “Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir, kaldı ki Allah birçoğunu da bağışlar.”  1 ayetinin ışığında olaylara baktığımızda, itiraf edip yüzleşmemiz gereken ne kadar çok hatamız olduğunu insanlık olarak görürüz. Ve yine “(…) öyle bir fitneden sakının ki o içinizden yalnız zulmedenlere dokunmakla kalmaz, hepinize şamil olur. Biliniz ki Allah’ın cezalandırması şiddetlidir.”  2 ayet-i kerimesi de birilerinin hatalarının sonuçlarının sadece onlarla sınırlı kalmayacağını ifade eder. Yaraları sarma, yıkılanları onarma ve yeniden inşa safhasına geçtiğimiz şu anlar aynı zamanda başımızı ellerimizin arasına alıp düşünmenin tam vaktidir. Şimdi nefsimizi suçlama, şimdi kusurlarımızı görme ve şimdi itiraf etme vaktidir. Kabul etmek lazım bu çok zor bir iş. Kimse kusurunu görmek istemez, kimse ayranım ekşi demez. Kendine rıza nazarıyla baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için de itiraf etmez. Üstad Bediüzzaman hazretlerinin dediği gibi kusuru görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Kişi kusurunu görse, itiraf etse o artık kusur olmaktan çıkıp affa müstahak olur. O halde… İtiraf ediyoruz… Aldandık, şu dünya hayatını sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Dünya bir misafirhane idi, bir ağaç gölgesiydi ama biz unutmuştuk bunu. Dünya faniydi, ömür kısaydı ama lüzumlu vazifeler çoktu. Buna rağmen kendi vazifemizi bırakıp Allah’ın vazifesiyle meşgul olduk. Bu sebeple ibadetlerimiz yavan, münasebetler sahte, hayat anlamsız bir hal aldı pek çoğumuz için. İtiraf ediyoruz… Dünyevi dostların ve rütbelerin kabir kapısına kadar olduğu hakikatini göz ardı ederek hayatımızın asıl gayesi yapmıştık. Her felaket anında olduğu gibi demirden, çelikten değil et ve kemikten olduğumuzu; ölümsüz olmadığımızı hatırladık. Her nefsin ölümü tadacağı gerçeği ile yüzleştik. Sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şeyin birer emanet olduğunu unutmuştuk, hatırladık. İtiraf ediyoruz… Cehalet ve rehavet gibi iki büyük düşmanımıza teslim olmuştuk. “Adam sen de…”ciliğin, “neme lazım”cılığın alıp başını gittiği bir ortamda kendimizi sosyal medyanın akışına kaptırmıştık. En büyük nimet ve servetlerden birisi olan zamanı hoyratça harcadığımızın farkında bile değildik. “Gayret” kelimesi ne demekti? “Feraset ve basiret” ne anlama geliyordu? Bunları unutalı uzun zaman olmuştu. Belki en çok da “merhamet” kelimesi ile helalleşip kucaklaşmalıydık. Zira “insanlara merhamet göstermeyen kimseye Allah da merhamet etmez.”3 Dünya yaşanabilir bir yer olacaksa merhametli insanların sayesinde olacak, bu inkâr edilemez bir gerçek. İtiraf ediyoruz… Her yağmur ve kar tanesini bir melek indirirken yeryüzüne, her bahar tomurcuklar yeniden dirilişi fısıldarken fena alemindekilere, gece ve gündüz deveranıyla ders verirken akıl sahiplerine… nazar etmedik, kafa yormadık; en acayibi de hayret etmedik. Hayret duygumuzu kaybettiğimizde aslında pek çok şeyimizi de kaybetmiştik. Oysa her sabah yeniden uyandığımıza hayret etmeliydik. Bir bebeğin gülüşü şaşırtmalıydı bizi, güneşin doğuşu ve batışı yeknesaklık değirmeninde kıymetini yitirmemeliydi. Kafamızı kaldırıp baktık ama gör(e)medik. Anlatanlar olduysa da hakkıyla kulak vermedik. Daha önemli işlerimiz vardı çünkü. Mevzuat, yönetmelik, bilançolar, istatistikler, hisse senetleri, faturalar, şampiyonlar ligi… Bunlar hayatımızın tam merkezindeydi. İtiraf ediyoruz… Gözümüzü para, makam, mal ve mülk hırsı bürümüştü. Doymak bilmeyen gözlere bir görünecek vardı. Sebepli/sebepsiz artan fiyatlar birilerinin cebini doldururken birilerinin sofrasını boşaltıyordu. Bütün pişmanlıklarımızla titreyip fıtratımıza dönüyoruz. Aynı hatalara tekrar düşmeme azmiyle şairin dediği gibi yalvarıp nida ediyoruz: “Başımız yerde Açtık elimizi sevgilinle birlikte Bize bak çekip çıkalım uçurumlardan Bize bak çıkalım dünyanın bütün kulluklarından Parçansak al bizi bir daha ayırma, evinde uyuyalım Yabancıysak dost ol bize, senden ayrılmayalım Elimiz açık başımız ve ruhumuz secdede durmuş bekliyoruz Sevdiklerin aşkına sevenlerin aşkına İnşirah, inşirah, inşirah Ayetin değil miyiz senin Yâ Allah”  4 1- Şûra suresi, 30. 2- Enfal suresi, 25.3- Buhârî, Edeb 184- İbrahim Sadri, Ellerimizin Büyük Boşluğu

Tarık ÇELİK 01 Mart
Konu resmiOsmanlı Evi
Kültür ve Medeniyet

Doğduğum ve büyüdüğüm şe­­­hir olan Malatya’da çocuklu­ğum­dan hatırladığım en önemli görüntü iki katlı, cumbalı evlerdi. Yan yana dizilmiş bu evler, birbirlerine destek olmuş gibi sıralanırlardı. 1990’larda bile bu evlerden çok sayıda görebili­yor­duk. Ancak zamanla bu evle­rin yerlerini apartmanlar aldı. Yüz­yıllardır sivil mimarîmizin te­me­lini oluşturan yükseltilmiş tek katlı evler artık tarihe karışı­yor­du. Yemyeşil kayısı bahçelerinin yerini rezidanslar almaya başlamıştı.  O gece neredeyse saatte bir uyan­dım. Her uyandığımda saate bakıyor ve sabah namazı vak­ti­nin daha gelmediğini gö­re­­rek tekrar gözlerimi kapıyordum. Saat 04.00’ü geçtiği sıralarda tekrar uyandım. O gün, uzun bir iznin ardından tekrar işe döneceğim gündü. Aylardır evden ve çocuklarımdan ayrı kalmış ve tayinimin çıkması için uğraşıyordum. Nihayet ta­yi­­nim çıkmış ve yeni işyerimde işe başlayacaktım. Devamlı uyan­mamı buna bağlıyordum. En son saat 05.20’de uyandım. Uyku tutmadığı için telefonumu elime alarak haberlere bakıyordum. Daha ilk haberde Kahramanmaraş merkezli çok şiddetli bir depremin meydana geldiği yazıyordu. Ardından depremle ilgili haberler ardı ardına gelmeye başladı. Malatya’nın sembolü Sultan II. Abdülhamid’in gönderdiği on bin altınla 1909-1912 seneleri arasında inşa edilen Yeni Cami’nin tamamen yıkıldığı haberinin de haber akışlarına düşmesi çok uzun sürmedi. Çocukluğumda birçok defa Cuma namazını kıldığım, Teravih namazının hatimle kıldırıldığı, çarşıya her çıktığımda vakit namazlarını da orada kılmaya çalıştığım Malatyalıların tabiriyle “Teze Cami” artık yok­tu. Teze camiinin yerindeki da­ha önceki cami de 1893 depre­minde yıkılmıştı. O da aynı akıbeti yaşadı. Eski cami de Malatya’nın merkezinin yeni yerine taşınmasının ardından 1843 senesinde ahşaptan yapılmıştı. Malatya 1839 senesine kadar, şimdilerde Battalgazi ilçesine bağlı, Eskimalatya veya Aşağışehir olarak adlandırılan surla çevrili tarihî yerindeydi. Malatya’nın merkezinin şu anki yerinin adı ise Aspuzu Bağ­ları’ dır. Malatyalılar yaz aylarını bu bağlarda, kış aylarını ise Es­ki­ma­latya’da geçirirlerdi. Rivayet odur ki; Osmanlı ordu­sunun komutanlarından Hafız Paşa, 1838-1839 kışını askerleriyle birlikte Malatya’da geçirmiştir. Malatyalılar, evlerinde as­kerler konaklayınca Aspuzu Bağlarından dönemezler. Kışı da Aspuzu’da geçirince, bir da­ha eski evlerine dönmezler ve Ma­latya’nın merkezi taşınmış olur. Osmanlı döneminin şehir yerleşmelerine bakıldığında, şehir­lerin hep yamaçlara, sağlam ze­minli alanlara kurulduğu, ova­larda ise tarım yapıldığı gö­rü­lecektir. Günümüzde ise bunun tam zıddı olacak şekilde düz alanlar ve ovalar yerleşim için daha çok tercih ediliyor. Malatya’nın merkezi de depremi yaşamış diğer şehirlerimiz gibi ova üzerinde yayılmış durumdadır. Yükseltilmiş Tek Katlı Evler Doğduğum ve büyüdüğüm şe­­­hir olan Malatya’da çocuklu­ğum­dan hatırladığım en önemli görüntü iki katlı, cumbalı evlerdi. Yan yana dizilmiş bu evler, birbirlerine destek olmuş gibi sıralanırlardı. 1990’larda bile bu evlerden çok sayıda görebili­yor­duk. Ancak zamanla bu evle­rin yerlerini apartmanlar aldı. Yüz­yıllardır sivil mimarîmizin te­me­lini oluşturan yükseltilmiş tek katlı evler artık tarihe karışı­yor­du. Yemyeşil kayısı bahçelerinin yerini rezidanslar almaya başlamıştı. Aslında gerek Asr-ı Saadet’te gerek Türk-İslam devletlerinde Müslüman ahali hep müstakil evlerde yaşamışlardır. Şehir­lerin mimarîsi her ailenin bir bi­na­da yaşadığı bir sistem üzerine meydana getirilmişti. Birden çok ailenin aynı binada ya­şa­dığı apartmanlar, özellikle İstan­bul’ da, Yahudilerin yaşam alan­ları olarak ortaya çıkmıştı. Böyle yapılara Yahudhane denirdi. Eski İstanbul’da ve tüm Osmanlı coğrafyasına yayıldığı şekliyle Müslümanlar, yükseltilmiş tek katlı evlerde yaşarlardı. Bu yükseltilmiş tek katlı evler, zemin ve üzerinde bir kat şeklinde inşa edilirlerdi. Ailenin yaşadığı odalar üst kattayken, misafirler zemin katta ağırlanırdı. Mutfak, banyo gibi bölümler de zemin kattaydı. Zemin katın arka tarafına doğru devamı, bahçeyi oluşturuyordu. Bir anlamda zemin kat, bahçeyle bütünleşmiş vaziyetteydi. Evin yapısı, sokakta oynayan çocukların evden rahatça görülebileceği şekilde oluşturulmuştu. Yine aile mahremiyetinin sağlanması, evlerin en önemli özel­likleri arasındaydı. İsteyen istediği şekilde ve istediği kat ve yükseklikte ev yapamazdı. Sınırları, tipi, şekli ve özellikleri baştan belirlenmiş bir ev tarzının dışına küçük değişiklikler haricinde çıkılamazdı. Zaten eski İstanbul fotoğraflarından da bu durum açık bir şekilde gözlemlenebilmektedir. Yüzyıl­lar içinde oluşmuş bu Türk-İslam ev tipi, Osmanlı coğrafya­sının büyük kısmına yayılmıştır. Bu evleri inşa eden kalfalar, İstanbul’daki Sermimaran-ı Has­sa’nın vilayetlerinde bulunan temsilcisi tarafından denetlenirlerdi. Kalfaların yetişmesi, ev­leri inşa etmeleri, bu evlerde aile­nin durumuna göre yapılan de­ğişiklikler, hep belli standartlara tabiydi. Günümüzde ise on katlı binalar bile bize az katlıymış gibi geliyor. Çekmece veya üst üste dizilmiş kibrit kutularına benzeyen evlerde yaşıyoruz. Aslında çocukların fıtratına bu tarz evlerde büyümek uygun düşmüyor. Evin içinde çocuklar için çok fazla tehlike var. Teknolojinin gelişmesiyle evlerin her yerini saran elektronik aletler ve eşya bolluğu da çocukların devamlı ikaz edilmesine yol açıyor. Halbuki Sünnet-i Seniyye’nin uygulaması böyle değil. Hz. Enes bin Mâlik (ra) şöyle demiştir: “Resûlullah’a (asm) on sene hizmet ettim. Vallahi bana bir kez olsun “Öf!” bile demedi. Herhangi bir şeyden dolayı, “Niçin böyle yaptın?” demediği gibi, “Şöyle yapsaydın ya!” da demedi.” (Müslim, Fedâil, 51; Buhârî, Edeb, 39) Enes bin Malik Hazretleri (ra), çocukluğunu Peygamber Efendimizin (asm) yanında geçirmiş bir sahabeydi. Hiçbir şey için ikaz edilmediğini ifade ediyor ama günümüzün mimarî sistemiyle inşa edilmiş şehirlerde büyüyen çocukların ikaz edilmeden büyüme imkânı var mı? Bu soruya muhtemelen büyük çoğunluk, böyle bir imkân yoktur, diye cevap verecektir. Bu cevaptan yola çıkarak anlıyoruz ki; şehirlerimizi Sünnet-i Seniyye’ye uygun bir şekilde inşa etmiyoruz. Osmanlı’da durum nasıldı pe­ki? Osmanlı’nın sisteminin bo­zul­duğu iddia edilen son dönem­lerinde bile, ülke coğrafyasının büyük kısmında Sünnet-i Seniyye’nin hayata tatbikine uygun bir sokak hayatının var olduğunu çekilmiş fotoğraflar bize çok açık şekilde gösteriyor. Yaşanan her olayın hem maddî hem de manevî boyutlarının olduğu bir hakikattir. İki cenahın da iyice incelenmesi, tartılması ve gereken derslerin çıkarılması gerekir. Bu sayede başa gelen musibetlerden payımıza düşen dersi almış oluruz. Kahramanmaraş merkezli ve on ilimizi ve 13 milyondan fazla bir nüfusu etkileyen 6 Şubat 2023 günü yaşadığımız depremlerle birçok canımızı kaybettik. Rabbim mekânlarını cennet eylesin. Yaralılara şifalar ihsan eylesin. Cenab-ı Hakk, felaketzedelerin yardımcısı olsun. Milletçe büyük bir dayanışma göstererek depremden etkilenenlere yardım için büyük bir seferberlik ilan ettik. Gösterilen çabalar, yapılan çalışmalar, ne kadar âlî bir milletin mensubu olduğumuzu bir kez daha ortaya koydu. Bundan sonrasında yapılacak olan, olanlardan ve tarihten hem maddî hem manevî dersler çıkarmaktır.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Mart
Konu resmiAldanmayınız!
Risale-i Nur

Ehl-i hakikatin mütemadiyen, “Dünya gaddardır, mekkârdır, fettândır, fenâdır, aldanmayınız!” demeleri, ne kadar doğru olduğunu gözümle gördüm. Hem insan nasıl cismiyle, hanesiyle alakadardır. Öyle de kasabasıyla, memleketiyle, belki dünyasıyla da alakadar olduğunu kendim de gördüm. Çünki ben vücudum itibariyle ihtiyarlık rikkatinden iki gözümle ağlarken, medresemin yalnız ihtiyarlığı değil, belki vefatından dolayı, on gözle ağlamak istiyorum. Ve o şirin vatanımın yarı ölmesiyle, yüz gözle ağlamaya ihtiyacım vardı. Rivayet-i hadiste vardır ki: “Her sabah bir melâike,  لِدُوا لِلْمَوْتِ وَابْنُوا لِلْخَرَابِ diye çağırıyor.” Yani, “Ölmek için tevellüd ediyorsunuz, dünyaya geliyorsunuz, harâb olmak için binalar yapıyorsunuz!” diyor. İşte bu hakikati, kulağım ile, gözümle işitiyordum. Evet o vaziyetim beni nasıl ağlattırmış, on senedir hayâlim o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet, binler sene yaşamış o ihtiyar kal‘anın başındaki menzillerin harâb olması ve onun altındaki şehrin, sekiz sene zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlaşması ve kal‘anın altındaki gayet hayatdâr ve mecma‘-ı ahbâb olan medresemin vefatı, umum Osmanlı Devleti’ndeki bütün medreselerin vefatını gösteren cenazesinin manevi azametine işareten koca Van Kalesinin yekpare taşı, ona bir mezar taşı olmuş. Âdeta o medresedeki sekiz sene evvel benim ile beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber ağlıyorlar. Belki o kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları benimle beraber ağlıyorlar ve onları ağlar gibi gördüm. (Siracü’n-Nur, s. 67)

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiSeninkisi Bir İbretlik Hikayesi...
İnsan

“(Ey Firavun!) Bugün artık senin (boğulan) cesedine necat (kurtuluş) vereceğiz (sâhile atacağız) ki arkandan gelenlere bir ibret olasın! ...”  Malum olduğu üzere Kur’an-ı Kerim’de pek çok peygamber kıssası anlatılır. Hepsi de insanlığın maddi ve manevi gelişimine ışık tutan ibretlik hadiselerdir. Bu yazımızda, bu kıssaların başında gelen ve yaklaşık beş yüz ayete konu olmuş Hz. Musa (as) kıssasından alınabilecek ders ve çıkarılabilecek düsturlara değinmek istiyoruz. Bediüzzaman Hazretleri kıs­sa-i Musa’nın ehemmiyetini Le­maat’ta1 mealen şöyle ifade ediyor: Şu kıssa, Kur’ân’da tekraren zikro­lunur. Zira azîm bir kıymeti var. Hakikati büyüktür, çok esrara maliktir. İslamiyet’in tesisinde, hem risaletin tebliğinde, Müslümanların zorluklara tahammül ve meşakkatlere sabır göstermelerinde hem de ümmete hakikatleri telkinde ve milletin hakikatleri kabul etmesinde bir üsve-i hasene (güzel örnek), hem en münasip misal olmuştur. Hayatın maziye, müstakbele uzanmış, derin, hem pek de geniş ictimâî (sosyal) hayatın düsturlarını içinde saklar. Bu hakikatlere olan ihtiyaç ziya ve gıdaya duyulan ihtiyaç gibidir. Hakikatin düsturu tekerrür etse, ders de tekerrür eder. Binler düsturlarından ve alınacak derslerden birkaç numune: Misal-1: Firavun’a hitâben: “(Ey Firavun!) Bugün artık se­nin (boğulan) cesedine ne­cat (kurtuluş) vereceğiz (sâ­hi­le ata­cağız) ki arkandan ge­len­lere bir ibret olasın! ...” (Yunus, 92) 1881’de Firavunun cesedi, Süveyş kanalı açılırken Kızıl­de­niz’in kenarında Cebelein denilen mevkide bulunmuş ve Londra’ya götürülmüştü. Secde vaziyetinde duran cesedin tüm organlarının tam olduğu, hatta tırnaklarının, başındaki saçları ile sakallarının var olduğu görülmüştür. İBRET: Maurice Bucaille adlı bir Fransız araştırmacı 1980’de Firavunun cesedini incelemeye başladı. Ceset yaklaşık 3000 yıllıktı ama bozulmamıştı. Cesedin üzerinde çok fazla tuz vardı, fakat mumya yapılmamıştı. Öyle ise denizde kalmış olmalıydı. Fakat balıklar neden yememişti? Üstelik mumya da olmadan günümüze kadar nasıl dayanmıştı? Maurice Bucaille’in bu şaşkınlığı üzerine, Müslüman bir çalışma arkadaşı, “1400 yıl öncesinden Kur’an’ın bundan bahset­ti­ğini söylesem ne dersin?” dedi. Maurice Bucaille büyük bir hayretle Kur’an’ı getirtti. Ve ar­ka­daşının gösterdiği Yunus Su­resinin 92. ayetini büyük bir dikkatle okudu. Bükey, “Bu haberi, ne bilim adamları ne yazarlar ve şairler verebilir. Bunu ancak her şeyi bilen Allah haber verebilir. Kur’an’ın beşer kelamı olamayacağını ancak İlahi bir kelam olabileceğini düşünüyorum.” dedi ve Müslüman oldu. Hatta Müspet İlim Yönünden Tevrat, İncil ve Kur’an isimli bir de eser kaleme aldı ki bu eser daha sonra 17 dile çevrilmiştir. DERS: Bediüzzaman Üstadı­mı­­zın dediği gibi, “Zaman ih­­ti­­yar­­­ladıkça Kur’an gençleşi­yor.” İşte bu hâdise, bunun çok misallerinden sadece biridir. Kur’an’ın mucizane verdiği ibretlik haber, bir ayet-i kerime bilim adamının hidayetine vesile olmuştur. Bilim ve teknoloji ilerledikçe bunun çok örneklerine insanoğlu şahit olacak. O zaman aklını kullanan insanlar Kur’an’a teslim olacaklar inşaallah. Misal-2: “Firavun, “Ey Hâ­mân!” dedi, “Bana yüksek bir kule inşa et; belki bazı yollara, göklerin yollarına ulaşırım da bu sayede Mûsâ’nın ilâhını gö­re­bilirim! Doğrusu onun bir yalancı olduğunu düşünüyorum...” (Mü’min, 36) Bediüzzaman Hazretleri, bu aye­ti tefsir sadedinde mealen şöy­le diyor: Şu kelâm bize diyor: Dağsız, düz bir çölde oldu­ğundan dağları arzulayan, rubûbiyet dava eden azgın sultanlar, kibirli eserlerini göstermek, namlarını bakileştirmek için dağ-misal o meşhur ehramları (piramitleri) bina ettiler. İBRET: Mısır Firavunları, nice insanları zulümle çalıştırarak dağsız bir çölde, şöhret-perest­lik adına, dağ-misal meşhur piramit­leri inşa etmişler. Ru­bû­biyet dava edip âsâr-ı ceberrutlarını (zorba eserlerini) göstermekle nam salmışlar. Bu piramitler gibi asırlardır zulmün tehaccür etmiş (taşlaşmış) nice heykelleri dikilmiş/dikiliyor... İBRET: Maurice Bucaille, Kur’ an’da “haman” kelimesine rast­la­dı. Eski medeniyetler üzeri­ne araş­tırma yapan tarihçi bir ar­ka­daşına bu kelimenin anla­mı­­nı sordu. Arkadaşı, eski me­­­­­­­­­de­­­­niyetler sözlüğüne baktı. Söz­­­lükte haman kelimesi­­ne, “şe­­­­­­hir­­­ci­likten sorumlu mi­­mar-us­­ta­­başı” manası verilmişti. Ama bu kelime ne Tevrat’ta ne İncil’de geçmektedir, birkaç ki­ta­­be­de ancak geçiyor, dedi. Peki, Kur’an’da geçiyor desem ne dersin, dedi Müslüman olan kardeşimiz Maurice Bucaille. Adam günlerce hayret içinde kaldı... Ama hidayet herkese nasip olmuyor... Misal-3: “Hakikaten Karun, Mû­sâ’nın kavminden idi. Fa­kat onlara karşı azgın­lık et­mişti. Ve ona öyle hazi­ne­ler­­den vermiştik ki gerçekten onun (hazinelerinin) anah­tar­ları(nı taşımak) güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. O zaman kavmi ona şöyle demişti: Böbürlenme! Çünkü Allah, böbürlenenleri sevmez!” (Kasas,76) Karun, Hz. Mûsâ (as)’ın amcasının oğludur. Karun, başlan­gıç­ta Hz. Mûsâ’ya (as) iman et­ti­ği hâlde, dünya malına olan hır­sı ve insanlara duydu­ğu hasedi dolayısıyla, haddi aşan kimse­lerden olmuştu. Hz. Mûsâ ve Harun (as)’dan sonra Tevrat’ı en iyi bilen ve oku­yan­lardan biri idi. Serveti ve ilmiyle daima insanların teveccühünü kazanmaya çalışır, karşılarında nutuklar çekerek şımarıklık ederdi. Kimya ilminde ve ticari sahada da derin bir vukufiyet sahibi oldu. Kalbinde gizlediği nifakı yüzünden Firavun tarafından İsrâiloğullarının başında bir reis olarak vazifelendirilmiş ve kendi halkına zulümlerde bulunmuştu.2 Bediüzzaman Hazretleri, bu ayeti tefsir sadedinde Lemaat’ta şöyle diyor: ... Kavm-i benî-İs­râîl fertleri elinde; muzır, hem de haram, gayet büyük bir servet... Özellikle, riba vesilesi ile ve aşırı hırsla elde edilen servet... Bir düsturu şu cümle ihtar eder, dinliyor beşeriyet... DERS: Faiz gibi haram yollardan elde edilen, hırsla toplanmış servetin ne o insana ne insanlığa faydası vardır; Karun’a yaramadığı gibi... Misal-4: “De ki: “Eğer ahiret yurdu (Cennet) Allah katında başka insanlara değil de sâdece size âid ise, (ve bu iddianızda) doğru kimseler iseniz, haydi ölümü temenni edin!” Hâlbuki ellerinin işlediği (günahlar) yüzünden, onu ebedî olarak asla temenni etmeyeceklerdir. Allah ise, zalimleri hakkıyla bilendir.” (Bakara, 94-95) Bediüzzaman Hazretleri, bu ayet­­- leri tefsir sadedinde Lemaat’ta mealen şöyle diyor: Şu cüm­­lenin zımnından kavm-i Ye­hûd’a mahsûs bir tarz olan hırs-ı hayat ve havf-ı memât be­şere ihtâr eder, bir düstûr-u garâbet. Yahudilerden bir cemâat hu­zûr-u nebevîde cennetin sadece Yahudilere mahsus olduğunu münazara ediyorlardı. Davalarına inanıyorlarsa davalarına bir hüccet olarak ölümü temenni etsinler. Teklif etti Peygamber (asm), kim­se lisan-ı kâl ile etmedi hiç cesaret. Yine lisan-ı hâl ile, hırs-ı hayat hissiyle şimdiye dek o millet (Yahudiler), hâlâ çekinir, mevti temenni etmez. Bunu bilsin her cebîn (korkak): havf-ı mevt, mevt getirir; hırs-ı hayat, zilleti. İşte i’câz-ı ayet. DERS: Dünyaya hırs ile, hiç öl­me­yecekmiş gibi çalışanlar mev­ti istemezler. Halbuki ölüm­­­den çok korkmak ölüm ge­­­ti­­­rir; hayata hırsla bağlanmak zillet getirir. Yahudiler bu­na apaçık misaldir. Misal-5: Hem bir zaman sizi Firavun ehlinden kurtarmış­tık; (onlar) sizi azâbın en kö­­tü­süne (evlâd acısına) ma’ ruz bırakıyorlar, (yeni doğan) oğul­larınızı boğazlıyor, ka­dın­­­larınızı (kız çocuklarınızı) ise hayatta bırakıyorlardı...”           (Bakara, 49) Bediüzzaman Hazretleri, bu aye­ti tefsir sadedinde Zülfi­kar’ da mealen şöyle diyor: Benî İs­­rail’in o asırda bir musibet ola­rak oğulları öldürülmüş, kız çocukları hayatta bırakılmış. Fi­ra­vun zamanında yapılan bir hâdise unvanıyla, Yahudi milleti ekser memleketlerde, her asırda müteaddid (çok sayıda) katliamlara maruz kalmış. Kadın ve kızlarının, hayat-ı beşeriye-i sefîhânede (insanların gayr-i meş­ru hayatında) oynadıkları rolü ifade eder.3 Misal-6: Yine bir vakit şöyle demiştiniz: “Ey Mûsâ! (Biz) tek bir yemeğe (kudret helvası ile bıldırcına) asla sabredemeyeceğiz; bizim için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiği şeylerden, sebzesinden, hıyarından, buğdayından, merci­me­ğinden ve soğanından çıkarsın!” (Mûsâ da onlara:) “O hayırlı olanı, bu daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? (Öyle ise) bir şehre inin, (çünkü kendiniz için) istediğiniz şeyler (orada) elbette vardır.” dedi. Böylece üzerlerine zillet ve meskenet (yoksulluk damgası) vuruldu ve Allah’tan (ge­len) bir gazaba uğradılar. Bu, şübhesiz onların, Allah’ın ayet­lerini inkâr ediyor ve hak­­sız yere (haksızlıklarını bi­le bile) peygamberleri öl­dü­rü­­­­yor olmaları sebebiyledir. (Bütün) bu(nlar), isyan etmeleri ve had­di aşmakta olduklarından dolayıdır.” (Bakara, 61) Bediüzzaman Hazretleri, bu ayeti tefsir sadedinde Lemaat’ta mealen şöyle diyor: Evet, havf-ı mevt, mevte sebeb; hırs-ı hayat illet-i zillet. Hem şu cümlenin zımnında, ihbar-ı gayb nev’inden beşere ihtar eder. Ki o kavm-i azîmin eskide hâkimiyet, azametli bir tarih olmuş olduğu halde, inâd ve hırs-ı hayat, vermiş onlara zillet ile esaret. DERS: Yahudi kavmi Allah’ın onlara lütfettiği nimetlere nankörlük ettiği, içlerinden onlarca peygamber çıkarıp azametli bir tarih (Hz. Davud (as) ve Hz. Süleyman (as) zamanları gibi...) onlara bahşettiği halde inad ve hırsla hayata bağlanmışlar ve nihayetinde kader onların alınlarına zillet ve sefalet damgasını vurmuş. İşte ayet: “Bir zamanlar Mûsâ kavmine şöyle demişti: “Ey kavmim! Allah’ın size lütfettiği nimeti hatırlayın. Zira O, içinizden peygamberler çıkardı, sizi hükümdarlar yaptı ve âlemlerde hiç kimseye vermediğini size verdi. Ey kavmim! Allah’ın sizin için (vatan olarak) yazdığı kutsal topraklara girin, sakın geri dönmeyin, sonra kaybedenler siz olursunuz.” Dediler ki: “Ey Mûsâ! Orada zorba bir topluluk var, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz. Ama oradan çıkarlarsa biz hemen gireriz.” “Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız!” Mûsâ, “Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu yoldan çıkmış kavim arasında sen hükmet” dedi. Allah buyurdu ki: “Öyleyse onlar yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşmak üzere oradan (kutsal topraklar) kırk yıl mahrum bırakılmışlardır. Artık sen yoldan çıkmış toplum için üzülme!” (Maide, 20-26) Velhasıl, her devrin bir Firavunu, bir Musa’sı, bir Karun’u vardır. Hatta her insanın içinde bir Firavun, bir Musa vardır. Gerçeklerden ders alıp Musa olabilmek duasıyla... 1- Sözler Mecmuası, Lemaat, s. 365 (https://oku.risale.online/sozler/lemeat#365)2- Celâleyn Şerhi, c. 6, 463- Zülfikar, 25. Söz, 33

Mustafa YANKIN 01 Mart
Konu resmi40 Altın İçin Sözümü Bozar mıyım?
İnsan

Eğer beni memnun etmek istiyorsan, hiçbir zaman yalan söyleme, doğruluktan asla ayrılma! Allah Teâlâ her zaman ve her yerde doğrularla beraberdir. “Ey Abdülkadir! sen bunun için yaratılmadın ve bunlarla emir olunmadın!” Bu ses, Abdülkadir Geylani haz­ret­lerini korkuttu. Eve gelin­ce dama çıktı. Hacıları gördü. Arafat’ta vakfeye durmuşlardı. - Anneciğim! bana izin ver de Bağdat’a gidip, ilim öğreneyim. Salihleri, evliyayı ziyaret edeyim. Annesi de dedi ki: - Ey benim gözümün nuru ve gönlümün tacı evladım, Abdül­kadir’im, senin ayrılığına dayanamam. Sensiz ben ne yaparım? Bu bakımdan müsaade edemiyorum. Abdülkadir-i Geylani Hazretleri, tarlada olan bitenleri anlattı. Annesi ağladı. Kalkıp babasından miras kalan 80 altını alıp, kırkını kardeşine ayırdı. Kırkını da bir keseye koydu ve keseyi elbisesinin koltuğuna dikti. Sonra oğlunun gözlerinin içine bakarak dedi ki: - Ey benim gözümün nuru ve gönlümün tacı evlâdım, Ab­dül­kadir’im! Hak Teâlâ’nın rızası için olmasaydı katiyen bırakmazdım. Huzur ve esenlik içinde sefere çık! Yolun açık olsun! Seninle belki dünyada bir daha kavuşamayacağız. Son olarak sana nasihatim şudur: Eğer beni memnun etmek istiyorsan, hiçbir zaman yalan söyleme, doğruluktan asla ayrılma! Allahü Teâlâ her zaman ve her yerde doğrularla beraberdir. Abdülkadir-i Geylani hazretleri annesine söz verdi ve ağlayarak annesinin elini öptü. Bağdat’a gitmek üzere hazırlanmış bir kervana rast geldi ve aralarına katıldı. Hemedan’ı geçmişlerdi. Bir müddet yol aldılar. Arz-ı Tetrenk denilen mahalle geldiklerinde kervanda bir bağrış çağrış oldu. Önlerine aniden çıkan eşkıyalar kervana saldırdılar. Bir anda sandıklar yere yıkıldı. Eşyalar yağma edilmeye başlandı. Eşkıyalar, kervandakilere birer birer sual edip, üzerlerinde her ne buldularsa aldılar. Sıra Abdülkadir-i Geylani hazretlerine geldi. Eşkıyalardan biri latife olsun diye bunu önüne çekip sordu: - Çocuk, söyle bakalım senin neyin var? - Üzerimde yalnız kırk altınım var. Eşkıya inanmamıştı. Bırakıp gitti. İkinci bir harâmi sual edip, o da aynı cevabı alınca vaziyeti reislerine bildirdiler; bu çocuk kırk altınım var, diyor, dediler. Bu defa da reisleri sordu: - Senin üzerinde ne var? - Hırkamda dikili kırk altınım var. Reisleri adamlarına dönerek dedi ki: - Açın bakın, bakalım! Adamları üstünü aradılar, içinde kırk altın bulunan keseyi bulup reislerine verdiler. Eşkıya reisi hayretle sordu: - Peki evlât, sen neden üzerinde altın olduğunu söyledin? Abdülkadir-i Geylani hazretleri dedi ki: - Ben evden ayrılırken anneme asla yalan söylemeyeceğime söz vermiştim. Kırk altın için sözümü bozar mıyım? Bu sözleri duyup hakikate şahit olan eşkıya başının gözleri yaşardı. Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin hakikat sözlerine baktı, bir de kendi haline... Kendisinin bu yaşa kadar nice hıyanet ve zulümler işlediğini, bir gün Hakk’a yönelmediğini acı acı düşündü ve o güne kadar yaptıklarından pişman olup, ellerini başına vurarak şöyle haykırdı: - Biz de Allahü Teâlâ’ya söz vermiştik. Bunca zamandır şeytana uyup ahdimizi bozduk. Fenalık yaptık. Yarın Hak huzurunda acaba bizim halimiz ne olacak? Sonra arkadaşlarına dönerek dedi ki: - Ey arkadaşlarım! Yoldaşlarım! Bana bakınız, beni dinleyiniz! Ben, bunca senedir Hak Teâlâ’ ya karşı olan ahdimi bozdum. Ona isyan ettim. İçimden gelen bir pişmanlıkla bütün günahlarıma tövbe ile Rabbimin yoluna iltica ediyorum. Bundan böyle inşallah, Hak Teâlâ’nın razı ve hoşnut olmadığı bir şeyi yapmayacağım. Reislerine ziyadesiyle bağlı olan eşkıyalar da hep bir ağızdan dediler ki: - Efendimiz! Reisimiz! Biz de sen­den ayrılmayız. Madem eşkıyalıkta reisimizdin, şimdi de hidayette reisimiz ol! Bunun üzerine kervan ehlinden ne alınmışsa sahiplerine iade edildi. Bir sürü eşkıya Ab­dül­ka­dir-i Geylani hazretlerinin önünde tövbe etti.

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiHamd Alemlerin Rabbine Mahsustur
İtikad

Beş vakit namazımızın her rekatında, dualarımızı bitirirken, kıraatlerimizin, sohbetlerimizin başında ve sonunda her gün en az elli defa okuduğumuz hem bir sure hem bir dua olan Fatiha’nın “Hamd (övgü) âlemlerin Rabbine mahsustur” manasındaki ilk ayetinde geçen âlemlerden maksat ne olabilir? Zihnimde dolaşan bu suale, okuyageldiklerimden bahisle şöyle bir tefekkürüm oldu. Âlemden Maksat Nedir? Âlem kelimesi hakkında farklı rivayetler vardır. Şöyle ki: Zeccâc (ö.311), “O her şeyin Rabb’idir” ayetinden yola çıkarak, “Rabbu’l-âlemîn” ifadesindeki âlemîn lafzının, “Allah’ın yarattığı her şey” anlamına geldiğini söyler. Sicistânî (ö.330), kelimeyi ön­ce âlemîn şekliyle ele alıp ona “varlık türleri” anlamını verir; sonra bu varlıklardan her bir gruba da âlem denildiğini belirtir. Nahhâs (ö.338), İbn Abbas’ın “âlemîn” ifadesini “insanlar ve cinler” seklinde tefsir ettiğini naklederek, dil bakımından en uygun olan görüşün bu olduğunu belirtir. Çünkü ona göre “âlemîn” formunda ancak akıllı varlıklara delalet eden kelimelerin çoğulu yapılır. İbn Faris (ö.395) ve Cev­he­rî’ nin de (ö.398), kelimeyi “varlık türleri” olarak açıklayarak ona daha geniş̧ bir anlam yükledikleri görülür. Sa’lebî (ö.427) de, “Rabbu’l-âlemîn” ifadesini tefsir ederken, âlemîn kelimesini “bütün varlıklar” olarak açıklar ve kelimenin nicelik boyutu ile ilgili çok sayıda rivayet nakleder. Mâverdî (ö.450), âlem kelime­si­nin anlamı konusunda üç gö­rüşün olduğunu söyleyerek ken­dinden önceki yorumların bir nevi özetini sunar. Birinci görüş: Âlem, melekler, cinler ve insanlardan oluşan akıl sahibi varlıklar demektir. Bu görüş̧ İbn Abbas’a aittir. İkinci görüş: Âlem, dünya ve içindekiler demektir. Üçüncü görüş: Âlem, Allah’ın dünya ve ahirette yaratmış, olduğu her şey demektir. Bu son görüş ise Zeccâc’a aittir.1 “Âlemin” kelimesi ile alakalı Osmanlı son dönem tefsirlerinden İşaratü’l-İcaz’da da şöyle bir de­ğerlendirme bulunmaktadır: “Bu ke­li­menin sonundaki (ين) ya yal­nız i‘râb alâmetidir. Veya cem alâ­metidir. Çünkü âlemin ih­ti­va ettiği cüzlerin her birisi bir âlemdir. Veyahut yalnız man­zume-i şemsiyeye münhasır değildir. Cenâb-ı Hakk’ın şu gayr-i mütenâhî fezada çok âlemleri vardır.” Burada mukadder bir sual devreye girer: “Burada ukalâya mah­sus olan cem sigasıyla gayr-i ukalâ da cemlendirilmiştir. Bu ise kavaide muhaliftir?” Cevaben şöyle denilmiş: “Evet, âlemin ihtiva ettiği uzuvların birer âkil, birer mütekellim su­retinde tasavvur edilmesi, be­lâ­gatin en makbul bir prensi­bi­dir. Zira kâinatın âlem ile tes­miyesi, kâinatın Sânî’ne olan delâleti, şehadeti, işareti içindir. Binâenaleyh kâinatın uzuvları da Sânie olan delâletleri, şehadetleri için birer âlem olmaları icap eder. Öyle ise, Sânî’in o uzuvları terbiyesinden ve o uzuvların da Sânii ilâm etmelerinden anlaşılır ki, o uzuvlar birer hay, birer âkil, birer mütekellim suretinde tasavvur edilmiştir. Onun için bu cemde kavaide muhalefet yoktur.”2 Bütün bunların üzerine, mesela insanlar birer âlemdir. Ağaçlar, dağlar, denizler, nehirler, hayvanlar, yıldızlar… hepsi birer âlemdir. Bu âlemleri de kendi içinde kısımlara ayırabiliriz; her bir kısmı ayrı bir âlem olarak zikredebiliriz. Mesela insanlar âle­minde kadınlar, erkekler, çocuklar, gençler, yaşlılar, Türkler, Araplar, Japonlar vs… ayrı birer âlemdir. Mesela ağaçlar âleminde çam ağaçları, kavak ağaçları, ardıç ağaçları, çınar ağaçları… ayrı birer âlem. Mesela yıldızlar âleminde güneş sistemi, diğer sistemler, Samanyolu galaksisi, diğer galaksiler hepsi ayrı birer âlemdir. Mese­la hayvanlar âleminde kuşlar, kediler, aslanlar, koyunlar vs… ayrı birer âlemdir ve hakeza… Bu sayılan kısımlar içindeki me­sela her bir insan ferdini de tek başına ayrı bir âlem olarak düşünebiliriz. Çünkü insanı oluş­turan pek çok maddi ve manevi duygular, sistemler, organlar, hücreler, atomlar kendi içinde ayrı bir âlemdir. Yahut bir ağacı ele aldığımızda o ağacın dalları, yaprakları, meyveleri, meyvelerdeki çekirdekleri, kökleri her birisi yine ayrı bir âlemdir… Büyük Âlem Şimdi tefekkürümüzü genişletmek adına bu âlemlerden birisi olan yıldızlar ve gezegenler âlemine yalnızca büyüklük ve çokluk yönüyle bakalım. Üzerin­de yaşadığımız dünya, 13 bin km çapındaki gezegenimiz, uzay boşluğunda, kendi ekseninde saatte 1670 km hızla, güneşin etrafında ise saatte 107 bin km hızla -aynen semazenlerin dönüşü gibi- 2 dönüş yaparak seyahat etmektedir. Bu dönüşü, yalnız başına değil, etrafında -adeta bir sinek gibi- dönen uydumuz ayla birlikte yapmaktadır. Ayrıca güneşimizin etrafında, dünyayla birlikte, 11 tane daha gezegen kendilerine mahsus hız­larla dönmektedirler. Bu ge­­ze­­genlerden yalnızca Jüpiter bin dünya kadar bir büyüklüğe sahiptir. Güneş ise Jüpiter’den 1300 defa büyüktür. Şu büyüklüklere bakın! Bu sistemin merkezinde olan Güneş, Samanyolu Galaksisinin içinde hem kendi ekseni etrafında hem de yavruları olan diğer 12 gezegeni de yanına alıp kendisinden çok daha büyük olan başka bir yıldızın etrafında, kendisine mahsus sabit bir hızla seyahat etmektedir. Samanyolu galaksisinin içinde de bu güneş sistemine benzer 100 milyon sistemin daha olduğu tahmin edilmektedir. Daireyi biraz daha genişlettiğimiz zaman fezada Samanyolu galaksisi gibi en az 200 milyar daha galaksi olduğu gözlemlenmektedir. Bu galaksiler içinde güneşimizden binlerce, hatta milyonlarca kez daha büyük yıldızlar bulunmaktadır. Bu veriler fezanın yalnızca gözlemlenebilir kısmındaki sayılar ve ölçülerdir. Halbuki feza, gözlemlenebilen kısmından çok daha büyüktür. Evet bu kalabalık ve büyüklük­ler içinde bizim dünyamız ve dünyanın içindeki bizler birer nokta kadar bile yer işgal et­me­yiz. Bu küçüklüğümüze rağ­­men, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın ne bizi ne de diğer herhan­gi bir mahluku ihmal etmeden ihtiyaçlarını karşıladığını ve idare ettiğini idrak etmekle, Allah’ın hamde ne kadar layık olduğunu bir parça anlayabiliriz. Küçükteki Büyük Âlem Şimdi şu yıldızlar âlemini gezdikten sonra geri gelip madde­nin en küçük parçası olan ato­ma bakalım. Çok ilginçtir ki bilim insanları atomu incele­dik­­ten sonra her bir atomun içinde az önce gezdiğimiz uzaydaki sistemlerin akıl almayacak derecede aynısının küçültülmüş halinin olduğunu gözlem­le­miş­lerdir. Bu itibarla bu gördüğümüz yıldızlar ve galaksi­ler topluluğuna macrocosmos (bü­­yük uzay) her bir atoma ise mic­ro­cos­mos (küçük uzay) de­­miş­­ler­dir. Demek ki her bir ato­mun içerisinde bir o kadar da­ha âlem var. Ayrıca biz Kur’an-ı Kerim’deki bazı ayetlerden ve Peygamber Efendimizin (asm) rivayetlerinden biliyoruz ki3 bilimin şu an yalnız bir kısmını gözlemlediği bu uzay 7 kat sema olarak bilinen semaların yalnızca birinci katıdır. Birinci kat sema ise ikinci kat semanın bir atomu hükmündedir. İkinci kat sema üçüncü kat semanın bir atomu hükmündedir. Bu şekilde 7 kat devam etmektedir. Biz bu tefekkürümüzde bu âlem­­leri yalnızca büyüklük ve kala­balıklık yönünden ele aldık. Bun­lar­daki sanat, intizam, birlik, beraberlik, ölçü yönlerini hiç nazara almadık. Onlar ise ayrı bir tefekkür konusu. Şimdi (اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖینَ) “Elhamdülillahi Rabbilâlemin” ayetine dönecek olursak, Ce­nab-ı Hak burada “Sahibü’l-âle­min, Haliku’l-âlemin” deme­miş, Rabbü’l-âlemin demiştir. Yani bu kadar büyük ve çok alemlerin her cihetle tedbirini gören, ihtiyaçlarını karşılayan, onlara nizam veren, kanunlar koyan ve o nizamın dışına çıkmalarına müsaade etmeyen bir Rab vardır. İşte namaz kılan ve vesileyle Fa­ti­ha suresini okuyan veya müs­takil olarak Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemin diyen birisi, tefekkürünün ve bilgisinin ge­niş­liğinde hamd etme, külli olarak şükrünü yapma imkanına sahip olacaktır. Ki insanın halife-i arz olmasının altında da Rabbini bütün isim ve sıfatlarıyla tanıyabilme ve külli şükrü yapabilme, bütün mahlukatın ibadetlerini Rabbü’l-âlemin olan Allah’a takdim edebilme potansiyeli vardır. Bunun farkında olmak ve ona göre davranmak önemlidir. Unut­­­mayalım ki insan namaz kı­­lar, ama aynı zamanda namaz da bizi insan kılar. Şuurunda olmak duasıyla… 1- Zekeriya Pak, “Âlemîn” Keli­me­­si­nin Kur’an’daki Anlamı Üzerine, KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi 13 (2009) s. 1-242- Said Nursi, Osmanlıca İşa­ra­tü’l-İcaz, s. 14 (https://oku.risale.on­li­ne/isaratul-i-caz/sure-i-fatiha-1-2#143- Müfessirlerin genel görüşü. Kur’an’da “yakın gök” (es-se­mâ­­ü’d-dünyâ) şeklinde söz edilen, güneş ve ay dahil olmak üzere bütün yıldızların süs­lediği maddî semanın hepsi birinci kat semayı oluşturmak­ta, bunun ötesinde ayrıca altı kat sema bulunmaktadır ki onların mahiyeti bilinmemektedir. Bu hususta; “Biz yakın se­mayı yıldızların ziynetiyle süsledik” mealindeki ayet (es-Sâffât 37/6) delil olarak kul­lanılmıştır. (TDV İslam Ansiklopedisi Sema maddesi,                            c. 36, s. 453-455)

Yasin TOKAT 01 Mart
Konu resmiMeclis-i Nurani’de Okunan Üç Mektup
Risale-i Nur

Yusuf Kemal Durakoğlu yahut Barla Lahikası’nda geçen şekliyle Doktor Yusuf, Eğirdir’de dev­­let hastanesinde vazifeliyken Ri­sa­le-i Nur hizmeti ile ta­nış­mış bir nur talebesidir. Nurun ilk talebe­si olan Albay Hulusi Yahyagil vesilesi ile Üstad Bediüzzaman’ı Barla’da ziyaret etmiş ve derslerinde bulunmuştur. Dr. Yusuf zaman zaman muaz­zez Üstadımıza mektuplar yazmış, bu vesile ile hissiyat ve mülahazalarını bildirmiştir. Hz. Üstad da Nur risâlelerine çok müştak ve onların mütalaası ile büyük bir intibah yaşayan Dr. Yusuf Bey’e hitaben cevabi bir mektup kaleme almış ve hepimize ders olacak, dikkate şayan hakikatlere temas etmiştir. Bu yazıda o mektupları nazara vermek ve not aldığım hakikatleri sizlerle paylaşmak arzu ediyorum. Bediüzzaman Hazretleri tara­fın­dan “bir meclis-i nurani” veya “yüksek bir medrese sa­lo­­nu” veya “muhteşem ve mü­zey­yen bir dükkân ve bir menzil” olarak kabul edilen Barla Lahikasında yer alan ilk mektubunda, kendisinde emaneten bulunan iki kitabın istenmesi münasebetiyle Dr. Yusuf Kemal şu satırları yazmıştır: “Hocam, emaneten bendenizde bu­lunan iki kitabı emrediyorsu­nuz. Bendeniz de yalvarıyorum ki, gelecek hafta takdim edeceğim. Çünkü küçüğünü iki defa, bü­yüğünü bir defa okuyabildim. İha­tamın darlığı veya aczim dolayısıyla idrakim de kıttır. Binâen­aleyh, sizin o muhteşem temsillerinizi bir defa daha okumak istiyorum ki, cüz’i-küllî bir alâka hâsıl olsun. Ya Rab! O ne büyük mantık, o ne büyük müskit beyan ve tarz-ı telakki! Ah, hocam, Allah bana geniş bir kariha vermemiş, ne yapayım? Kime isyana hakkım var? Bu mübarek dinin mübecceliyetini idrak ve ihata ve takdirde size ve ancak size medyun ve minnettarım.  لِسَبَبٍ مِنَ الْاَسْبَابِ    Dinî akidelerimin azîm bir inkılâbı var. Sizden aldığım dinî ve insanî ve vicdani ve iktisadi ve amelî ilhamlar, ba­na hayatta muvaffakiyet verecektir.”  1 Yine, aynı eserde yer alan diğer mektupta, “Tam manalarıyla mefhumlarını kavramak iktidarında olmadığım o yüksek eserlerinizi fırsat buldukça okuyorum. İrşâd-ı alileri unutulmaz bir şâh eser hâtıradır. Mezarıma kadar dinî akidelerinizin esîri ve kurbanıyım. Üstadım, sizin sözleriniz benim dinî muhayyilemi cidden değiştirdi. Ve daha sevimli bir mecraya sevk etti. Şimdi bendeniz, doktorların düşündüğü gibi düşünmüyorum.”    2 ifadeleri ile Risale-i Nur ve onun müellifine karşı olan duygu ve düşüncelerini ortaya koymuştur. Sevgili Üstadımız bu mektuplardan sonra Dr. Yusuf Bey’e harikulade bir mektup göndermiş, onun şahsında herkesin istifade edeceği mühim dersler vermiştir. O mektubu da aynen aşağıya alıyorum: “Merhaba, ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimi ve aziz dostum! Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı rûhî şâyân-ı tebrîktir. Biliniz ki, mevcûdât içinde en kıymetdar, hayattır. Ve va­zî­feler içinde en kıymetdar, hayata hizmettir. Ve hı­de­mât-ı hayatiye içinde en kıymetdarı, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılâb etmesi için sa’y etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise, hayat-ı bâkiyeye çekirdek ve mebde’ ve menşe’ olması cihetindedir. Yoksa, hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye hasr-ı nazar etmek, ânî bir şimşeği sermedî bir güneşe tercîh etmek gibi bir dîvâneliktir. Hakîkat nazarında herkesten zi­yâ­de hasta olan, maddî ve gāfil doktorlardır. Eğer eczâhâne-i kud­siye-i Kur’âniyeden tiryâk-mi­sâl imanî ilaçları alabilseler hem kendi hastalıklarını hem beşe­riyetin yaralarını tedâvi ederler, inşâallâh. Senin şu intibâhın senin yarana bir merhem olduğu gibi, seni dahi doktorların marazına bir ilaç yapar. Hem bilirsin, me’yûs ve ümitsiz bir hastaya manevî bir teselli, bazen bin ilaçtan daha ziyade nafidir. Halbuki, tabiat bataklığında boğulmuş bir tabîb, o biçare marîzin elîm ye’sine bir zulmet daha katar. İnşâallâh bu intibâhın seni öyle bîçârelere medâr-ı teselli eder, nûrlu bir tabîb yapar. Bilirsin ki, ömür kısadır, lüzûmlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malumatın içinde ne kadar lüzûmsuz, fâidesiz, odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünki ben teftîş ettim, çok lüzûmsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malumatı, o felsefî maarifi fâideli, nûrlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Hakk’dan bir intibâh iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâl’in hesabına çevirsin. Tâ o odunlara bir ateş verip nûrlandırsın. Lüzûmsuz maâ­rif-i fenniyen, kıymetdar maâ­rif-i İlâhiye hükmüne geçsin. Zeki dostum, kalb çok arzu ederdi, ehl-i fennin envâr-ı îmâniye ve esrar-ı Kur’âniyeye iştiyak derecesinde ihtiyacını hissetmek cihetinde Hulûsî Bey’e benzeyecek adamlar ileri atılsın. Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Her bir Söz’ü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektubdur ve eczâhâne-i kudsiye-i Kur’âniyeden birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâ­zı­râne bir musâhebe dâiresini onlar ile aç. Hem arzu ettiğin vakit bana mektub yaz. Ben cevab yazmasam da gücenme. Çünki eskiden beri mektubları pek az yazarım. Hatta üç senedir kardeşimin çok mektublarına karşı bir tek mektup yazdım.” 3 Bu üç mektubun mütalaasından sonra ders aldığım hakikatleri sırası ile belirtmek istiyorum. HAKİKATLER: Nur risalelerini müştakane ve tekrarla okumak gafleti izale eder. İntibaha vesile olur. Risale-i Nur’da zengin dinî, insanî, vicdanî, iktisadî ve amelî ilhamlar mevcuttur. Bu da fani hayattaki muvaffakiyete vesiledir. Kendi hastalığını teşhîs edebilen bahtiyardır. Ruhi intibah yaşayanlar teb­rik ve teşvike layıktır. Varlıkların içinde en kıymetlisi hayattır. Dolayısı ile va­zifelerin en kıymetlisi de haya­ta hizmettir. En büyük ve en kıy­metli hizmet ise fani hayatın baki bir hayata dönüşmesi için yani ahiret için çalışmak ve çabalamaktır. Şu hayatın bütün kıymeti ve önemi, ebedi bir hayatın baş­langıcı yahut ahiretin tarlası ol­masından ötürüdür. Ebedi hayatımızı tehlikeye atacak bir tarzda şu fani hayata dalıp gitmek anlık yanıp sönen cazibeli bir şimşek ışığını daimî bir güneş ışığına tercih etmek gibi bir deliliktir. Hakikatte herkesten ziyade hasta olan, maddeci ve gafil dok­torlardır. Kur’an’ın kutsi eczanesinden merhem gibi imanî ilaçları alabilen doktorlar hem kendi hastalıklarını hem insan­lığın yaralarını tedavi etme im­kânı bulurlar. Ruhen yaşadığımız intibahlar bizim yaramıza bir merhem olduğu gibi, başkalarının hastalığına da bizi bir ilaç yapabilir. Ümitsiz bir hastaya manevi bir teselli, bazen bin ilaçtan daha çok fayda sağlar. Halbuki, tabiat bataklığında boğulmuş bir doktor, o bîçâre hastanın acı ve ümitsizliğini daha da artırır. Ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Her bir risaleyi Kur’an’ın dellalı olan sevgili Üstadımızdan bize bir mektuptur şuuruyla okumalıyız. Kur’an’ın kutsi eczanesinden birer reçete olarak görmeliyiz. 1- Barla Lahikası, 462- Barla Lahikası, 463- Barla Lahikası, 54

Celal AKAR 01 Mart
Konu resmiGiz’li Değer: İman (Varsa İmkân Var)
İtikad

Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliği sevdim beni bilsinler için mahlukatı yarattım. Sağ elde güneş sol elde ay. Ağır basan madde değil, mana. Sol göğsün içerisinde giz’li. Bu öyle bir giz ki, Sadece o odaya değil, yirmi üç sene gibi kısa bir vakitte tüm coğrafyaya mührünü kazıyan, zamanları tesiri altına alan. Şavkı Âdem Nebi’nin tevbesine vuran. Cennet renkli af fa layık olmakla kendini arz-ı endam ettiren. Mesih Aleyhisselam’ın duasına, müjdeli seslenişiyle intikal eden. İsra’da enbiya ile aynı kıbleye yönelen. Hep bu giz. Hem öyle bir giz ki, Temas ettiği tüm karanlıkları nu­ruyla tenvir eden. Sağ ve sol avuçlara sunulan muvakkat ay ve güneşe ihtiyaç bırakmaksızın tüm yüreklere ebedi pencereler açan. İşte önceki Ömer, sonraki Ömer. Vahşi’lerin gözlerinden akan damlacıkta şefkatin ve rahmetin parıltısı. İkrime’lerin zırhını kenara bıraktıran şehadet arzusu. Daha nice yıldızların halis nur kaynağı. Asr-ı saadet safında nice güzide ashab… El arayanlara zulmetleri yara yara göz kırpanların, tesbih-misal yüreklerinde uğuldayarak bu giz çağlamadı mı? Öyle bir giz ki!.. Asırlarca gönüller mümin sıfatını hep ondan aldı. O giz’in cazibesiyle meftun oldu, cezbesiyle mecnun. Öncesi ve sonrası onda cem oldu, ittihad etti. Kalbler onda tevhid etti. İşitilen “ümmeti” sadası oldu. Bedir’de bir avuç inananın yardımına koşan melaikenin sırrında, Uhud’da oklara başlar uzatan fedakârların sırrında, Hendek’te kırılan kayadan kıvılcımlanan her bir fetih müjdesinin sırrında, Huneyn’de gür sada ile toparlanan Ensar ve Muhacirin sırrında hep bu giz var. Zaferlere sahip, fetihle muştulanmış sancaktar milletin sırrında bu giz. İbtidada Malazgirt’in, nihayette Çanakkale’nin sırlarında… Hep bu giz. Bu giz ki, Bir göz olur kimi zaman, semayı kaplayan. Her daim müşahede eyleyen. Aşağısı yok yukarısı yok, vasata odaklayan sözleri, davranışları. Hislerin anbean en yüksek huzurda olduğu. Bir göz olur öteleri gözleyen. Ufuklarda Cenneti arzulayan. Ölümü bilet, kabri Cennet bahçesi bilen. Fani olana bel bağlamayan, beka ritminde yol gözleyen. Mizanı burada kuran, muhasebeyi daha göçmeden yapan. Bir göz olur, tartan ak ve karayı. Nuraniye yönelen, zulmetten ise ırak olan. Saf olanı irade ettiren, bulanıktan uzaklaştıran. Kederden emin kılan. Bir kulak olur, işiten en gür sadayı en güzel ağızlardan. Ömür denizinde pusula misali ruhlara istikamet veren. En yaldızlı ciladan daha parlak şekilde gönüllerin pasını silen. Hayata hayat veren emir ve yasaklarıyla hayatın ritmini Hay olanın iradesine tabi kılan. Bir göz olur hem, yalnızlık halinden azade eden. En ücra köşedekilerin Sera’dan Süreyya’ya tesbihlerini duyuran. Sağ ve sol baştakiler başta olmak üzere müvekkel olanlarla huşyâr eden. Bu giz varsa imkân var Enbiya’dan bir hisse var. Ashab’dan his var. Ecdad’dan nefes var. Birbirinden ayrılmaz her bir rüknünde göz var. Ay ve güneşi geri çeviren giz’den iz var. Allah’a ve birliğine, her bir ismine ve her bir sıfatına iman etmeyi bizlere nasib ettiği için, Bütün güzel isimler ve en yüce sıfatların sahibi ve her türlü kusurdan münezzeh, azameti pek yüce âlemlerin Rabbi olan Allah’a, İsimlerinin ve sıfatlarının bütün tecellileri sayısınca ezelden ebede kadar hamd olsun. O’ndan başka ilah yoktur.

İbrahim SARITAŞ 01 Mart
Konu resmiKütüphâneler
Kültür ve Medeniyet

İslâm, “Oku!” emriyle başlamıştır. Bu yüzden başlangıcından beri bütün İslâm toplumlarında ilim sahibi olmaya çalışmak ve bilgiyi aramak takdir edilen bir davranış olmuştur. Osmanlı’da da bu kültür vakıflar aracılığıyla kurulan cami, medrese ve kütüphâneler ile tezâhür eder. Bu vakıflar sayesinde eğitim sadece İstanbul’da değil, taşrada da sistemli bir şekilde yürütülmüş, eğitimi kolaylaştırmak için kurulan bu medreselerde kütüphânelere de yer verilmiştir. Osmanlı dönemi kütüphâneleri, padişahlar, hanım sultanlar, fark­lı mevkilerdeki devlet adam­la­rı ayrıca hayırsever ve kitap­se­ver pek çok insan ta­ra­fın­dan vakıf suretiyle kurulmuş­tur. Kitap edinme yolları; vakfedilen kitaplar, satın alma ile sağlanan kitaplar, istinsah ile çoğaltma, hükümdar, elçi, devlet adamları ve toplumun ileri gelenlerinden gelen hediye kitaplar, müsâdere ile sağlanan kitaplar, ganimet yoluyla elde edilen kitaplar olarak karşımıza çıkmaktadır. Arşivlerde karşılaştığımız bilgi­lerde, Osmanlı döneminde ku­rulan ilk kütüphânelerin Yıldırım Bâyezid döneminde yapılan birkaç medresede olduğunu görüyoruz. İstanbul’un fethinden sonra kütüphânelerin sayısı artmıştır fakat medreselerin ayrılmaz bir parçası haline gelmeleri 16. yy’da olmuştur.   III. Ahmed, I. Mahmud ve III. Osman dönemlerinde zengin ko­leksiyonlu ve geniş kadrolu kütüphâneler kurulmuştur. Özel­likle I. Mahmud dönemi Os­manlı kütüphâneciliğinin altın dönemi sayılır. Osmanlı’nın ilk halk kütüphâneleri olan Ayasofya, Aşir Efendi ve Âtıf Efendi bu dönemde kurulmuştur. Yine bu dönemde Hekimoğlu Ali Paşa, Fatih Camii, Galata Sarayı Enderun Mektebi ve Hacı Beşir Ağa kütüphâneleri kurulmuştur. Vakıf ve arşiv kayıtlarından an­­­la­­şıl­dığına göre, XVI. yüzyı­lın başlarından ilk müstakil kü­tüp­hânenin ortaya çıktığı 1678 yılına kadar İstanbul’da ku­ru­lan büyük medreselerin he­men hepsinde birer kü­tüp­hâ­ne bulunmaktadır. XVII. yüz­­­yılın sonlarına doğru ulemâ ve öğrencilere açık medrese ve türbe kütüphâneleriyle hem ule­mâya ve öğrencilere hem de halka açık cami ve tekke kü­tüp­hânelerine yeni bir kü­tüp­hâne türünün, müstakil kü­tüp­hânelerin eklendiği görü­lür. İşleyiş bakımından diğer kü­tüphânelerden pek farklı olmayan, ancak değişik bir bünyeye sahip bu tür kütüphânelerin en belirgin özellikleri; müstakil bir binada kurulmuş olmaları, kütüphânede görevlendirilen ve başka bir işle uğraşmaması is­te­nen personele daha fazla ücret verilmesidir. II. Abdülhamid döneminin (1876-1909) Türk kütüp­hâ­ne­­­ci­­lik tarihinde özel bir yeri var­­dır. II. Abdülhamid, medrese-mektep konusundaki politikasını kütüphânecilik alanında da uy­gulamış, bir taraftan vakıf kü­tüp­hânelerinin ıslâhı, kata­log­­­­larının hazırlanması, dü­zen­­li hiz­­met vermelerinin sağ­lan­­­ması ko­­nusunda büyük bir ça­ba gös­termiştir. II. Abdül­ha­­mid, İs­tan­bul’da kurulmaya baş­la­nı­lan yüksekokullarda, has­­ta­hâne ve müze gibi ku­rumlar­da genellikle koleksiyonları yabancı dil­de eserlerden oluşan kütüphâneler kurmuş ve Yıldız Sarayı’nda da zengin bir koleksiyon oluştur-muştur. İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphânesinin temelini Yıl­dız Sarayı’ndan getirilen kü­tüp­hâne oluşturmuştur. Meşrutiyet Dönemi’nde İstanbul’daki vakıf kütüphânelerinin ıslâhı ile ilgili en önemli çalışma, mevcut vakıf kütüphânelerinin inşa edilecek yeni bir binada toplama teşebbüsüdür. Devlet kütüphânesi olarak tasarlanan bu kütüphânenin arsası temin edilmişse de Şeyhülislâm Hayri Efendi’nin önayak olduğu bu çalışma Balkan Harbi ve imparatorluğun son günlerinde ortaya çıkan krizler dolayısıyla başarıyla sonuçlandırılamamıştır. Tanzimat’tan sonra İstanbul’daki vakıf kü­tüp­hânelerinin durumlarını iyileştirmek için Ev­kâf ve Maarif nezaretlerince ba­zı teşebbüslerde bulunulmuş­sa da bu konuda köklü bir değişim gerçekleştirmek maalesef mümkün olamamıştır. XX. asrın başlarında vakıf kü­tüp­hâneleri artık sadece bazı araştırmacılara ve geleneksel eğitim veren medrese öğrencilerine hizmet veren bir kurum haline gelmişlerdir.

Mustafa YILMAZ 01 Mart