
Bir zan ve kuruntudan ibaret olan “uğursuzluk” anlayışı insanları korkuya, endişeye ve ümitsizliğe sevkeder. Mümin, uğursuzlukla ilgili bir kuruntuya kapıldığında Allah’a sığınmalıdır. Peygamber Efendimizin (sav) öğrettiği dualarla Rabbine yönelmelidir. İbn-i Abbas (ra) anlatıyor: Resûlüllah (sav) buyurdu ki: عُرِضَتْ عَلَيَّ الأُمَمُ “Bana bütün ümmetler gösterildi. Bir iki peygamber, yanlarında onar, yirmişer, otuzar, kırkar ümmetleriyle beraber önümden geçmeye başladılar. Bir peygamber de yanında bir ümmeti bile olmaksızın geçti. En sonunda uzaktan büyük bir karaltı gösterildi. ‘Bu karaltı nedir? Bu benim ümmetim midir?’ diye sordum. Bana, ‘Bu, Hz. Mûsa Peygamberle kavmidir’ diye cevap verildi. Sonra bana; ‘Ufka bak!’ denildi. Ufka bakınca, ufku dolduran büyük karaltılar gördüm. Sonra bana, ‘Semâ ufuklarının şu tarafına, bu tarafına da bak!’ denildi. Bir de ne göreyim, büyük karaltılar baştanbaşa ufku kaplamışlar. Bana, ‘Bu senin ümmetindir, bunlardan yetmiş bin kişi hesâba çekilmeden Cennet’e gireceklerdir’ denildi. Resul-ü Ekrem Efendimiz (sav) bu hitabesinden sonra hane-i saadete girdi. Hesaba çekilmeden Cennet’e gireceklerin vasıfları hakkında mecliste bulunanlara bir şey söylemedi. Bunun üzerine Sahabe Efendilerimiz dağılmaya başladılar. Ama bir taraftan da aralarında şöyle konuşuyorlardı: “Biz Allah’a iman edip Resûlüne ittibâ eden kimseleriz. Demek biz Cennet’e hesapsız gireceğiz!” yahut “O bahtiyarlar bizim evlâtlarımızdır. Onlar İslâm toplumunda dünyaya gelmiş olacaklardır. Biz ise câhiliyet içinde doğduk” diyorlardı. Bu münâzarâyı işiten Allah Resûlü (sav) hemen hâne-i saadetten çıktı ve şöyle buyurdu: يَدْخُلُ مِن أمَّتي الجنَّةَ سبعونَ ألفًا بغيرِ حسابٍ همُ الَّذينَ لاَ يسترقونَ ولاَ يكتَوونَ، ولا يَتطيَّرونَ وَعَلَى ربِّهم يتوَكَّلونَ “Başkalarından kendilerine rukye yapmalarını istemeyen, (iyileşmesi için) ateşle dağlamayı terk edenler, uğursuzluğa inanmayanlar ve yalnızca Rablerine tevekkül edenlerdir” buyurdu. Bunun üzerine Ukkaşe İbn-i Mihsen, ya Resulüllah ben onlardan mıyım diye sordu? Resul-ü Ekrem (asm), evet onlardansın buyurdu. Sonra başka bir Sahabe Efendimiz ayağa kalkarak, ben onlardan mıyım ya Resulüllah? dedi. Resul-ü Ekrem Efendimiz (asm), bu hususta Ukkaşe senden öne geçti buyurdu.1 *** Sevgili Peygamberimiz (sav) cahiliye devrinin bütün hurafelerini reddetmiştir. Onların eşyaya, zamana ve mekana bağlı olarak ortaya koydukları batıl inançları ve hezeyan dolu anlayışları yıkmak için var gücüyle mücadele etmiştir. İnsanlar, câhiliye döneminde Şevval ayında evlenmezlerdi. Allah Resûlü bu geleneği kaldırarak Hz. Âişe ile bu ayda nikâhlanıp evlenmiştir. Cahiliye döneminde Safer ayı uğursuz görülürdü. Hz. Peygamber (sav), “Safer (ayının) uğursuzluğu diye bir şey yoktur.”2 buyurarak câhiliye dönemi halkının bâtıl inancını reddetmiş ve bu hurafeyi ortadan kaldırmıştır. Yeni Müslüman olan bir Sahabe Efendimiz kendi kabilesi hakkında sevgili Peygamberimize (asm), “Ey Allah’ın Resûlü! Bazılarımız uğursuzluğa inanıyorlar (buna ne dersiniz)?” şeklinde sualine karşı Resul-ü Ekrem Efendimiz (asm), “Bu, onların içlerinden geçen bir düşüncedir. Bu düşünce onları sakın işlerinden alıkoymasın!”3 buyurarak bu tür asılsız düşüncelerin etkisi altında kalınmamasını emretmiştir. *** İhsanı ve merhameti sonsuz olan, hayrı ve şerri yaratan ve yarattığı herşeyi güzel kılan Rabbimiz abes iş yapmaz. Zarar ve menfaat onun tasarrufundadır. Mikroptan zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri o Rahîm ve Hakîm olan Allah’ın elindedir. Hiçbir yaprak onun izni olmadan kıpırdamazken, hangi varlık ondan habersiz ve izinsiz insana zarar verebilir. Allahu Teala, yeryüzünde hareket eden bütün canlıları perçeminden, alnından tutup tasarrufu altına almışken, hangi mevcut hariçte kalabilir? Kendi başına tesir gösterip hüküm sahibi olabilir? Güneşi ve ayı iki itaatkar asker gibi emri altında çalıştıran, geceyi ve gündüzü çeviren, bütün zamanları yaratan ve elinde tutan Rabbimize aylar, günler, saatler hiç muhalefet edebilir mi? Zaman, mekan ve umum mevcudat, Allah’ın emrinde çalışan itaatkar memurlardır. O halde şuurlu bir mümin, her zaman ve her yerde, her şeyde bir hazine-i rahmet kapısı açan, her işte bir nevi lütufta bulunan Cenab-ı Hakka sığınmalı tevekkül edip ona dayanmalıdır. Birgün Emevî halifesi Ömer b. Abdülazîz, yolculuğa çıkmak için hazırlık yaparken, bir kısım insanlar ayın boğa burcunda olduğunu ve bu ayda yolculuk yapmanın uğursuzluk getireceğini ima etmişler. Bunun üzerine Emevî halifesi Ömer b. Abdülazîz, “Siz bana ayın deberânda olduğunu söylemek istiyorsunuz; biz güneşe ve aya göre değil, tek ve Kahhâr olan Allah’a sığınarak yola çıkarız” demiştir.4 Mümin uğursuzluk sebebiyle işini terketmemelidir. Güzel bir niyetle başladığı bir işi devam ettirmeli, batıl bir anlayış yüzünden o hayırlı işten vazgeçmemelidir. Nitekim Abdullah b. Amr’dan gelen bir rivayette sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Uğursuzluk kimi bir işten alıkoyduysa o kimse şirke girmiştir.” Sahabe Efendilerimiz bunun üzerine ey Allah’ın Resulü, böyle bir hale giriftar olanın keffareti nedir diye sormuşlar. Sevgili Peygamberimiz (asm), “O hale düşen birisinin şöyle demesidir” buyurdu ve şu duayı telkin etti: اللهم لا خير إلا خيرك، ولا طير إلا طيرك، ولا إله غيرك “Ya ilahi senin hayrından başka hayır senin uğursuz saydığından başka uğursuz yoktur. Senden başka ilah yoktur.”5 Evet, hayır ve şer Allah’tandır. Eşya kendi kendine uğurlu veya uğursuz olamaz. Onun iyi kullanılması hayır, kötü kullanılması şer getirir. Güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar gibi varlıklar vazifeleriyle Allah’a secde ederken yani onun varlığını, birliğini, sonsuz kudretini ilan ederken, insanların hurafe ve batıl inançla onlara farklı anlam yüklemesi, kâinatın yaratılış hikmetine zıttır. Esma-yı İlahiyeyi tezyiftir. *** “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” Hayata, varlıklara, olaylara iman nazarıyla bakan kimse, mutlu ve bahtiyar olur. Dalalet ve küfür nazarıyla bakan kimse ise dehşete kapılır, mevcudatı uğursuz ve zararlı varlıklar suretinde görür, hayatı zindana döner. Bir zan ve kuruntudan ibaret olan “uğursuzluk” anlayışı insanları korkuya, endişeye ve ümitsizliğe sevkeder. Mümin, uğursuzlukla ilgili bir kuruntuya kapıldığında Allah’a sığınmalıdır. Peygamber Efendimizin (sav) öğrettiği dualarla Rabbine yönelmelidir. Bir gün sevgili Peygamberimize (asm) uğursuzluktan soruldu. Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: Bunların en doğrusu işi iyiye yormaktır. Bu bir Müslümanı yolundan çevirmez. Uğursuzluk düşüncesiyle hoşunuza gitmeyen bir şey gördüğünüz zaman şöyle deyin: اللَّهُمَّ لا يَأْتِي بِالْحَسَنَاتِ إِلا أَنْتَ ، وَلا يَدْفَعُ السَّيِّئَاتِ إِلا أَنْتَ ، وَلا حَوْلَ وَلا قُوَّةَ إِلا بِكَ “Ya İlâhenâ iyilikleri ancak sen getirir, kötülükleri ancak sen giderirsin. Güç ve kuvvet ancak sendedir.”6 Kaynaklar: 1- Naim, Ahmed ve Miras, Kamil, “Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-iSarih Tercümesi ve Şerhi”, c. 8, s. 346, h.no: 1926, İstanbul, 2019. 2- Buhari, Tıb, 193- Heyet, “Hadislerle İslam”, c. 6, s. 191, Ankara, 20154- Çelebi, İlyas, “Uğursuzluk”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2012, c. 42, s. 51-525- Ahmed b. Hanbel, “el-müsned” c. 11, s. 623, h.70456- Ebu Davud, “Sünen-i Ebî Davud”, c. 4, s. 18, h. No:3919, Beyrut.

İslam’ın 13. ve 14. asırlarında yaşayan Mevlâna Halid-i Bağdadi ve Bediüzzaman Hazretlerinin hayatlarının ve hizmet tarzlarının birçok noktada benzeştiğini ve tevafuk ettiğini tespit ettik. Yazıda bu minval üzerinden ilerleyip, konu başlıklarına dair genel izahı asıl kaynaklara bıraktık. Hayatlarındaki tevafukların bu kadar çok cihetle olması hiç şüphesiz oldukça dikkat çekicidir. Üzerine düşünülmeyi ve bu tevafukların sırrını anlamaya çalışmayı gerektirmektedir. Bizlere düşen de bu zatları doğru bir şekilde anlayıp onlara talebe olmaya çalışmaktadır. Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden Şamlı Hafız Tevfik ağabey Barla Lahikasına dahil edilen bir fıkrasında, Bediüzzaman ve Mevlâna Halid-i Bağdadi Hazretlerinin hayatlarındaki 4 tevafuktan bahsediyor.1 İki zatın doğum tarihleri (h. 1193-1293, m. 1779-1876) 100 sene farkla birbirine tevafuk ediyor. Mücahede-i tecdid-i din için sırasıyla Hindistan ve Osmanlı’nın başkentlerine gidiş tarihlerinin arasında da (h. 1224-1324, m. 1806-1906) 100 sene var. Yine iki zatın sürgün edilmeleri (Mevlâna Halid Hz.’nin Şam’a, Bediüzzaman Hz.’nin Van’daki inzivasından sonra başta Burdur ve sair yerlere) arasında (h. 1238-1338, m. 1819-1919) 100 sene vardır. Bunların ardından dördüncü olarak iki zatın da çok genç yaşta ilimde önemli mevkilere gelmeleri bir tevafuk olarak yer alıyor. Bakıldığında Halid-i Bağdadi Hz. daha 20 yaşında Abdurrahman Paşa Medresesinin baş müderrisliğine getirilip devrinin en üst düzey alimi kabul edilirken,2 Bediüzzaman Hz. de daha 14 yaşındayken kendisine cübbe giydirebilecek ilmi seviyede kimse bulunmamaktaydı. Şamlı Hafız Tevfik ağabeyin bu fıkrasından hareketle bu iki mühim zatın hayatlarını ve tarzlarını incelediğimizde, daha birçok tevafuka ve benzerliğe rastlıyoruz. Bu benzerlikleri şu şekilde açıklayabiliriz: Doğum Yerleri Her iki zat da Kürt coğrafyasında dünyaya geliyor. Halid-i Bağdadi bugün Kuzey Irak’ta yer alan Süleymaniye’de, Bediüzzaman Bitlis’in Nurs köyünde doğmuştur. Doğum yerlerinde rastlanılan bir tevafuk da Bediüzzaman’ın doğduğu ve ilk tahsilini gördüğü yerlerde Halidiliğin oldukça yaygın olmasıdır. O bölgede Halidiliğin yayılmasını sağlayan Mevlâna Halid’in talebelerinden Gavs-ı Hizan lakaplı Sıbğatullah Arvasi’dir. Bediüzzaman o civardaki ahalinin hep Gavs-ı Hizan’dan medet istemelerine rağmen, kendisinin Abdulkadir Geylani’den medet istediğini belirtmiştir.3 Bediüzzaman’ın “Sisile-i ilmiyede bana en son ve en mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren”4 dediği Şeyh Muhammed el-Küfrevi, “Benim silsile-i ilimde en mühim Üstad’ım”5 dediği Şeyh Fehim Hazretleri ile medresesinde kaldığı Abdurrahman-ı Taği Hazretleri hep Halid-i Bağdadi Hz.’nin tarikat silsilesi içindedirler. Lügat Ezberlemeleri 100 yıl arayla yaşayan bu iki zatın hayatında dikkat çeken bir diğer husus da tahsillerinin bir döneminde lügat ezberine çalışmalarıdır.6 Ezber metodu eskiden beri İslam alimleri arasında çokça kullanılan bir metottur. Bütün bu alimler ezberi, unutmamak, bilgi aktarıcısı olmak, zihni pasifleştirmek için değil bilakis canlı bir düşünme eylemi gerçekleştirmek ve hayatın bir parçası haline getirmek için yapardı.7 Bu noktada yazımıza konu olan iki alim arasındaki bir diğer benzerlik, ezber yapmalarıyla beraber aynı lügatten ezber yapmalarıdır. Bu eser Firuzabadi’nin Kamus-u Okyanus veya asıl adıyla Kamusu’l-Muhit’tir. Bu hususta aralarındaki tek fark, Mevlâna Halid’in lügatin tamamını ezberleyip Bediüzzaman’ın “sin” harfine kadar ezberlemesidir. Bunun sebebi ise bir manaya kaç kelime kullanıldığını gösteren bir lügat hazırlama niyetinde olan Bediüzzaman’ın, Mısır’da bir ilmi heyet tarafından böyle bir çalışma yapılıp eser vücuda getirildiğini öğrenmesidir.8 Kısa Zamanda Uzun Mesafe Kat Etmeleri Cenab-ı Hakkın adetullaha riayet eden kimselere verdiği en güzel nimetlerden biri, uzun süre isteyen işleri daha kısa zamanda halletmeleridir. Doğru metot ve gayeyle hareket eden iki alimimiz de Allah’ın bu ikramına mazhar olmuşlardır. Halid-i Bağdadi Hz. oldukça uzun yılları iktiza eden seyr u süluk mertebelerini, bir rivayete göre 5, diğer bir rivayete göre de 11 ayda kat ederken;9 Bediüzzaman Hz. de uzun süre düzenli bir tahsil gerçekleştirememiş, Doğu Beyazıt’ta, 3 ay gibi kısa sürede 20 sene gerektiren ilim ve fenlerin hulasa ve özünü tahsil etmiştir.10 Ayrıca Bediüzzaman’ın telif ettiği Risale-i Nur eserleri de, 15 senede medresede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikiyi 15 haftada ve bazılara da 15 günde kazandırmaktadır.11 Sünnet-i Seniyeye Riayet İmam Rabbani’nin tabiriyle, seyr-i ruhanide ilerlerken en parlak, en haşmetli, en letafetli, en emniyetli yol olan sünnet-i seniyeye ittiba noktasında bu iki güzide alim de son derece hassas olmuştur. Hizmetinde bulunanların ifadesiyle, sünnet sayılan fiilleri hiç terk etmeyen Halid-i Bağdadi12 gibi, Bediüzzaman da bid’alarla mücadele ve sünneti ihya çabasında bir hayat yaşamıştır. Bu zatlar sünnet-i seniyenin âdet ve ibadete taalluk eden cihetlerine son derece dikkat ederken sünnet-i seniyeyi hareket metotlarında da bir yol gösterici ittihaz etmişlerdir. Nitekim Bediüzzaman 11. Lema’nın 3. Nüktesinde sünnet-i seniyeyi, manevi fırtınalar içindeyken yol gösteren bir pusulaya benzetmektededir. Klasik Tasavvuf Anlayışının Haricinde Olmaları Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, her iki zat da klasik tasavvuf anlayışının haricinde olsalar da bu geleneğe hürmetlerini daima devam ettirmişlerdir. Zamanın ihtiyaçları gibi sebeplerle yeni usullere başvurmuşlardır. Bu iki zattan Mevlâna Halid tarikat çizgisi içinde kalsa da farklı bir yorum getirmiştir.13 İlme önem veren bir tarikat anlayışı olması, en büyük kerameti sırat-ı müstakim üzere bulunmak olarak görmesi, şeriatı tarikatın üstünde görmesi bu yeni anlayışının örneklerindendir. Bediüzzaman da sık sık zamanın tarikat zamanı değil cemaat zamanı olduğunu söyleyerek farklı bir hizmet tarzı benimsemiştir. Bediüzzaman’ın bu tavrının tezahürü hayatının her sahasında görülürken, İhlas Risalesinde bu hizmette şeyhlik olmadığını ve mesleğinin haliliye olup meşrebinin hıllet (samimi dostluk) olduğunu söylemesi hizmet tarzını göstermesi açısından önemlidir. Tarikat geleneğine karşı daima hürmetkar olan Bediüzzaman, Telvihat-ı Tis’a adlı eserinde tarikat geleneğini savunurken, zamanın ihtiyaçlarının imanı kurtarmayı öncelikli kılması, küfrün cemaat halinde gelmesi gibi sebeplerden dolayı bu tarz hizmet metodunu uygulamıştır. Abdülkadir Geylani ile Manevi İrtibat Öldükten sonra da tasarrufu devam eden zatlardan olan Abdülkadir Geylani (ks) hem Halid-i Bağdadi hem de Bediüzzaman’ın hayatında çok mühim bir yer tutmaktadır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bir sevk-i tabi ile çocukluğundan beri Abdülkadir Geylani’den medet isteyen Bediüzzaman’ın ilerleyen yıllarda da Gavs-ı Azam’la manevi irtibatı devam eder. Miran aşireti reisi Mustafa Paşa’yı hidayete davet noktasında Abdülkadir Geylani’den emir alırken,14 hayatında yaşadığı birçok harika vakanın da Gavs-ı Azam’ın keramet silsilesine dahil olduğunu söylemektedir.15 Halid-i Bağdadi Hz. de Nakşi tarikatını ders verdiği zaman, başta Abdülkadir Geylani’nin tasarrufu devam ettiğinden kabul görmez ve muvaffak olamaz. Ardından Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbani Hazretleri Şah-ı Geylani’yi ziyaret etmişler, “Mevlâna Halid senin evladındır, kabul et.” diyerek ricacı olmuşlardır. Mevlâna Halid Hz. de bu hadiseden sonra inkişaf etmiş ve parlamıştır.16 Bu hadiseler de Abdulkadir Geylani’yle manevi irtibat noktasında iki alimin benzediklerini göstermektedir. Dini İlimler ile Fenni İlimleri Mezcetmek İslami ilimler noktasında son derece ehil olan bu iki alimin dikkat çekici bir benzerliği de dini ilimlerin yanında müspet ilimler denilen fenni ilimleri de tahsil etmeleridir. Mevlâna Halid İran’ın Sina şehrinde Şeyh Muhammed Kasım Senendeci’nin müderrislik yaptığı medresede hesap, hendese, felekiyyat, usturlab (astronomi) gibi fenni ilimleri tahsil ederken,17 Bediüzzaman da Van’da kaldığı dönemde kelam ilmi hususunda bir ihtiyaç hissederek coğrafya, matematik, kimya, felsefe vb. fenni ilimleri tahsil etmiştir. Bu ilimleri kendisi okuyarak öğrenen Bediüzzaman, bu alandaki uzmanları da ilmi olarak ilzam edebilecek bir mevkie gelmiştir.18 Daha sonraki hayatında da hem Medresetüzzehra projesinde hem de Risale-i Nur’da iman hakikatlerini izah ederken dini ve fenni ilimleri mezceder şekilde hareket etmiştir. Medrese-Tekke Birliği İslamiyet’in ortaya çıkışından sonra zaman içinde kurumsallaşan ve kendilerine ait bir gelenek oluşturan bu iki kurum, maalesef ilerleyen süreçte birbiriyle çatışır bir vaziyet aldı. Ortadaki problemi gören Mevlâna Halid ve Bediüzzaman, 100 yıl arayla yaşasalar da bu problemi gidermek için çaba göstermişlerdir. Kadirilik-Nakşilik konusundaki gibi burada da iki alim arasında verilen ehemmiyet noktasında fark olsa da (Mevlâna Halid tarikata, dolayısıyla tekkeye; Bediüzzaman ilme, dolayısıyla medreseye daha ziyade ehemmiyet vermiştir.) Arası açılan iki kurumu bağdaştırma çabası ortaktır. Mevlâna Halid’in halifelerinden Şeyh Abdülvehhab Rokan tarafından kurulan Pasantren (Babüsselam) isimli kurum hem medrese hem tekke vazifesini görmekteydi.19 Benzer şekilde Bediüzzaman’ın kurmak istediği Medresetüzzehra’nın bir yönü de medrese ve tekkeyi birleştirmesiydi. Ayrıca telif ettiği Risale-i Nur’un akılla beraber kalbe de hitap etmesi20 bu birliğin bir tezahürüdür. Dahilde Müspet Hareketi Hariçte Maddi Cihadı Esas Almaları Müspet hareket kavramı Bediüzzaman tarafından ortaya konulmuş olsa da Mevlâna Halid Hz.’nin hayatında da buna dair benzerlikler görüyoruz. Her ne kadar kendisinden sonra gelen müntesipleri arasında buna zıt harekette bulunanlar olsa da bunlar istisna nev’indendir. Osmanlı’ya karşı daima itaatkâr bir tavır takınan Mevlâna Halid, halifeye bağlı kalıp desteklemiş, talebelerine de Osmanlı’nın muzafferiyeti için sabah akşam dua etmelerini tavsiye etmiştir.21 Buna karşın hariçte ise tesis ettiği tarikatıyla cihat için en önde yer almışlardır. Nitekim meşhur 93 Harbi’nde talebeleri büyük bir mücadele sergilemişlerdir.22 Bediüzzaman Hazretleri de emniyet ve asayişi bozmadan, başkalarına ilişmeden ve Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmayarak, sabır ve tahammülle kendi hizmetini yapmak23 olarak tanımlanabilecek müspet hareketi kendine bir düstur kabul etmiş, yapılan onca baskıya ve zulme karşın bu düsturla mukabele etmiştir. Eski Said döneminde de siyasette aktif bir insan olmasına rağmen emniyeti ihlal nev’inden hareketlere girişmemiştir. Ancak dahildeki bu tavrına karşılık hariçte cihadı esas almıştır. 1. Dünya Savaşı’nda talebeleriyle beraber harbe gönüllü olarak iştirak etmiştir. Rusya’da yaklaşık olarak 3 senelik bir sürgün hayatından sonra İstanbul’a döndüğünde geriye çekilmeden yine mücahedeye devam etmiş, yazmış olduğu Hutuvat-ı Sitte eseriyle İngilizlerin sinsi planlarını alt üst etmiş ve onların kendisi hakkında idam hükmü vermelerine sebep olacak bir kahramanlığı ortaya koymuştur.24 İstiğnaları ve Hediye Kabul Etmemeleri Bir İslam aliminin izzetini muhafaza etmesi için sahip olması gereken en önemli hasletlerden biri şüphesiz istiğnadır. Başkasına muhtaç olmama, gönül tokluğuna sahip olma hasleti olarak düşünebileceğimiz istiğna, Allah’tan başkasına minnet etmemeyi gerektirir. Bu iki güzide alimin hayatlarına baktığımızda Mevlâna Halid-i Bağdadi Bağdat valisi İbrahim Paşa’nın sunduğu müderrislik teklifini reddederken, Bediüzzaman da Mustafa Kemal’in sunduğu milletvekilliği, Şark Umumi Vaizliği ve haliyle buradan elde edilecek yüklü maddi geliri reddetmiştir.25 Her iki alim de yeri geldiğinde dünyevi makam ve menfaatleri ellerinin tersiyle itebilmişlerdir. Bu iki zatın sahip oldukları istiğna öylesine fevkalade bir dereceye ulaşmıştır ki, zahiren safi ve caiz olan hediyeleri dahi kabul etmemişlerdir. Evvel asırlardaki alimlerde görülebilen hediye kabul etme durumu büyük hikmetlere binaen bu iki alimin hayatında aksi bir düstur olarak yer almıştır. Alimlerin, ilmi geçim vasıtası olarak gördüğü eleştirilerinin önüne geçilmesi, Allah için vermeyenlerin minneti altına girilmemesi, ecri yalnız Allah’tan beklemeleri gibi sebepler bu düsturda etkili olmuştur. Bu sebeplerle ilgili daha geniş bilgi için, Bediüzzaman’ın yazdığı 2. Mektuba bakılabilir. Okudukları Salavatlar Mevlâna Halid-i Bağdadi Şam’ da yaşadığı dönemde şehirde veba salgını vuku bulur. Bu salgın neticesinde birçok insan vefat eder. Bunların arasında Mevlâna Halid’in çok sayıda halife ve müntesibiyle beraber kendi çocukları da vardır. Bunun üzerine Mevlâna Halid bir yeniliğe imza atarak bugün hala birçok cami ve medresede okunan dua-salavatı ortaya koymuştur. Bu duayı da talebelerine her namazın ardından okumalarını tavsiye etmiş, bu duayı yapmayan yahut eksik yapan talebelerini de azarlamıştır.26 Bediüzzaman da Mevlâna Halid’in bu duasını miras alarak kendisi tekrar etmiş ve talebelerine de tavsiye etmiştir. Hatta bu duayla beraber daha da geniş olan tesbihatı; farzları işlemek, büyük günahları terk etmek, 5 vakit namazı tadil-i erkan ile kılmakla beraber kendi tarikinin evradı olarak nitelendirerek verdiği ehemmiyeti göstermiştir.27 Ölüm İçin Seyahat Etmeleri Bu iki zatın hayatında en dikkat çekici hususlardan biri de ölüm için seyahat etmeleridir. Eşine çok rastlanmayan bu hal iki zatın hayatlarında da yer almıştır. Mevlâna Halid Hz. ölmeden birkaç sene önce geldiği Şam hakkında, “Ölmekten başka bir gaye için Şam’a gelmedik”28 demiştir. Bediüzzaman Hazretleri ise ölmeden 3 gün önce Urfa’ya gitmiştir. 20 Mart 1960, gecesi ateşler içindeyken talebelerine, “Arabayı hazırlayın Urfa’ya gideceğiz.” der. Konya, Adana, Antep’i geçerek Urfa’ya giderler.29 Bediüzzaman Hazretleri 23 Mart 1960’da burada ebedi aleme göç eder. Bir rivayete göre Bediüzzaman’ı Urfa’ya Hz. İbrahim davet eder. Bediüzzaman kedisine geliş sebebini soran bir ziyaretçiye, “Oğlum ben İbrahim (as)’ı rüyamda gördüm. Beni Urfa’ya çağırdı. Belki buraya ölmeye geldim.”30 der. Karşılaştığımız bu benzer ifadeler, bu iki zatın hayatındaki tevafukun bir başka cihetini oluşturmuştur. Netice Şamlı Hafız Tevfik ağabeyin fıkrasından hareketle ele aldığımız bu konuda İslam’ın 13. ve 14. asırlarında yaşayan Mevlâna Halid-i Bağdadi ve Bediüzzaman Hazretlerinin hayatlarının ve hizmet tarzlarının birçok noktada benzeştiğini ve tevafuk ettiğini tespit ettik. Yazıda bu minval üzerinden ilerleyip, konu başlıklarına dair genel izahı asıl kaynaklara bıraktık. Hayatlarındaki tevafukların bu kadar çok cihetle olması hiç şüphesiz oldukça dikkat çekicidir. Üzerine düşünülmeyi ve bu tevafukların sırrını anlamaya çalışmayı gerektirmektedir. Bizlere düşen de bu zatları doğru bir şekilde anlayıp onlara talebe olmaya çalışmaktadır. Kaynaklar: 1- Osmanlıca Barla Lahikası, s. 228-2312- Mehmet Kubat, Mevlana Halid-i Bağdadi Sufi Kelamı, s. 1233- Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 1454- Osmanlıca Barla Lahikası, s. 3265- Osmanlıca Katamonu Lahikası, s. 2096- Mehmet Kubat, age. s. 1257- Muhlis Körpe, Bediüzzaman’ın Öğrenirken Kullandığı Metotlar, s. 50 (Osmanlıca Kısım)8- Heyet, Bediüzzaman Said Nursi ve Hayru’l Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, s. 699- Mehmet Kubat, age. s. 5010- Heyet, age. s. 5911- Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 17812- Abdurrahman Memiş, Halidi Bağdadi ve Anadolu’da Halidilik, s. 7213- Kubat, age. s. 4714- Heyet, age. s. 7115- Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 16016- Osmanlıca Barla Lahikası, s. 23017- Mehmet Kubat, age. s. 8918- Heyet, age. 8319- Mehmet Kubat, age. s. 14420- Osmanlıca Kastamonu Lahikası, s. 1021- Mehmet Kubat, age. s. 13922- Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 85, Kubat, age. s. 12023- htps://risale.online/makale/müspet-hareket24- Heyet, age. 20825- Kubat, age. s. 12426- Kubat, age. s. 130-131 (söz konusu dua metnine buradan veya Hayrat Neşriyat’ın tesbihatlarından ulaşılabilir.) 27- Osmanlıca Sözler, s. 8628- Memiş, age. s. 6129- Heyet, age. s. 114530- Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. 3 s. 2149

Kur’an-ı Kerim’in, insanlara doğru yolu göstermek ve hidayet ile furkandan (hak ile bâtılı ayıran hükümlerden) apaçık deliller olmak üzere gönderilmiş olduğu, Bakara Suresinin 185. ayetinde açıkça beyan edilmiştir. Nazil olduğu zamandan bugüne kadar böyle olmakla birlikte, kıyamete kadar -eğer kıymetini bilirlerse- insanlığın rehberi olmaya devam edecektir. Ne var ki dünya imtihan meydanı. İyi ve kötü olduğu gibi, iyiler ve kötüler de olacaktır. İşittik ve itaat ettik diyenler olacağı gibi, işittik ve isyan ettik diyenler de olacaktır her daim. Belki şu karmaşada bazı şeyler net olarak gözükmese de elbette günün sonunda ve en nihayet her emelin ayrışıp ortaya döküldüğü günde neyin ne olduğu aşikâr olacaktır. O gün pişmanlık da fayda vermeyecektir. Son yaşanan hadiseler üzerine sosyal medyada ve farklı yerlerde pek çok kişi Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerindeki tek partiye vurgu yaptı. Günümüz bazı belediyelerinin o günleri hatırlatan çıkışlar yapması o günler hatırlatılarak yorumlandı ve şu soruldu: Siz neyin kafasını yaşıyorsunuz? Konu neydi peki? İlki İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından organize edilen Şeb-i Aruz kutlamaları çerçevesinde Mevlevilik adına haddini aşan uygulamalar ve Kur’an’ın, Salavatın ve Ezanın Türkçe okunması hadisesiydi. Diğeri ise, Peygamber düşmanı “charlie hebdo” dergisinin danışmanlarından birisine İzmir Büyükşehir Belediyesinin bir programında yer verilmesi. Ve tabii bir de bir İlahiyat hocasının Kur’an-ı Kerim hakkında ağza alınmayacak lakırdılarda bulunması. Bunlar ilk mi, hayır. Son mu, hayır. O zaman? O zaman şu: Bizler haklı tepkimizi ve hakkın sesini duyurmakla mükellefiz. Hak namına hakikat olanı dillendirmek vazifemizdir. Tepki göstermek, insani ve İslami olması gerekenimizdir. Sözü fazla uzatmadan Türkçe Kur’an ile ilgili Diyanet İşleri Başkanlığının açıklamasını buraya alıp, sizleri dergiyle baş başa bırakmak isterim. Allah hakkımızda hayırlısını nasib eylesin. “Kur’an-ı Kerim hem lafzı hem manası ile Kur’an’dır. İndirildiği lafızların dışında, Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana Cenab-ı Hakk’ın kelâmı değil, mütercimin ondan anladığı manadır. Bu itibarla bu lafızlardan anlaşılan ve başka lafızlarla ifade edilen mana Kur’an değildir. Kur’an lafzı ve manasıyla mucizedir. Kur’an-ı Kerim’in meal ve tefsirlerini okumak gerekli olmakla birlikte okunan bu tercümelerin Kur’an olarak isimlendirilmesi caiz olmadığı gibi mealin Kur’an yerine okunması da doğru değildir. İbadet olarak okunduğunda Kur’an aslî lafızlarıyla okunmalıdır.”

Süleymaniye Camii Süleymaniye Camii’nin temeli 13 Haziran 1550 Cuma günü atılmıştır. Temel atma töreninde Kanunî Sultan Süleyman da hazır bulunmuştu. Şeyhülislam Ebussuud Efendi, ilk temel taşını, mihrabın yapılacağı yere koyarak bir anlamda temelini atmış oluyordu. Süleymaniye Camii, külliyesi ile birlikte İstanbul’un yedi tepesinden birine inşa edilecekti. Bu açıdan inşaatı bittiğinde şehrin siluetini belirleyen unsurlardan biri olacaktı. Mimar Sinan, cami inşaatı bittiğinde çevresiyle birlikte nasıl görüneceğine dair çizimleri yapmıştı. Buna göre, diğer Osmanlı yapısı birçok eserde olduğu gibi Süleymaniye Camii de sonradan bulunduğu alana konulmuş gibi değil, sanki bir ağaç gibi yerden yükselen ve çevresiyle uyumlu bir görüntü çizmekteydi. Süleymaniye Camii daha heybetli ve azametli görünsün diye, çevresindeki binaların pencereleri daha küçük ölçekli olarak yapılmıştır. Cami ve külliyesindeki yapıların inşaatı bittikçe halka şerbetler dağıtılıyordu. 15 Ekim 1557 Cuma günü Süleymaniye Camii’nin yapımı bitmiş ve açılmıştır. Mimar Sinan, hatıratında o günü şöyle anlatıyor: “Anahtarını padişahın dest-i mübareklerine verdim ve dua eyleyip el kavuşturup durdum. Padişah da odabaşına teveccüh ederek, ‘Cami açmaya kim elyaktır?’ dediklerinde o da ‘Padişahım, ağa bendeniz bir pîr-i azîzdir, bu babda elyak ol emektar kulunuzdur’ deyince padişah, ‘Bu bina eylediğin beytullahı yine sen açmak evlâdır’ deyü dua ve sena edip miftahı can u dilden verince ‘Yâ Fettâh’ deyip açtım.” 8 Ocak 1536Irakeyn seferine çıkan Kanunî, İstanbul’a döndü Irakeyn Seferi, Osmanlı Devleti tarafından gerçekleştirilen en büyük ve en uzun müddetli seferlerden birisi olarak kayıtlara geçmiştir. Seferin menzilleri Irak-ı Acem (Kuzeybatı İran) ve Irak-ı Arap (Bağdat ve çevresi) olduğu için Irakeyn olarak anılmıştır. Kanunî Sultan Süleyman sefer sonunda Safevîleri belirli bir sınır içinde tutmak amacıyla Adilcevaz’ı tahkim ettirmiş ve buraya Gazze sancak beyi Hacı Bey’i göndermiş, Diyarbekir’e kadar uzanan sınırların kontrolünü sağlamaya çalışmış, bu arada Van civarını ele geçiren Tahmasb da Tebriz’e dönmüştür. Kanûnî, Ahlat’tan Bitlis’e, oradan Diyarbekir’e gelip Halep, Antakya, Gülek Boğazı, Konya güzergâhını takip ederek İstanbul’a geri dönmüştür. 16 Ocak 1217 Kıraat Alimi ve Muhaddis Ebü’l-Yümn el-Kindî vefat etti 10 Eylül 1126’da Bağdat’ta dünyaya gelmiştir. Babası onu küçük yaşta iken meşhur kıraat âlimi Sıbtu’l-Hayyât’ın yanına verdi. Yedi yaşında iken Kur’an’ı ezberledi; on yaşında da kırâat-i aşereyi tamamladı. Aşereyi bitirdikten sonra seksen üç yıl daha yaşayarak kıraat ve hadiste âlî isnada sahip tek kişi olarak İslâm tarihinde önemli bir yere sahip olmuştur. 16 Ocak 1217’de Şam’da vefat etti ve Cebelikasiyûn’a defnedildi. Ebü’l-Yümn el-Kindî, Kur’an ilimleri, hadis, dil, şiir, tıp vb. konularda çeşitli eserlerden meydana gelen ve 761 cilt kitabı ihtiva eden kütüphanesini azatlısı Ebü’d-Dür Necîb Yâkut’a bırakmış, onun ölümünden sonra oğluna, ondan da âlimlere intikal etmesini vasiyet etmiştir. Ebû Şâme’nin verdiği bilgiye göre Ebü’d-Dür bu kitapları Emeviye Camiinde hazırladığı bir kütüphanede toplamışsa da korunmalarını sağlayamamış ve kitaplar zamanla dağılmıştır. 31 Ocak 1873 Hâfız-ı Kütüb İsmail Saib Sencer doğdu 31 Ocak 1873’de Erzurum’da dünyaya gelmiştir. Küçük yaşta İstanbul’a gitti, burada Esekapısı İbrahim Paşa İbtidâî Mektebi’ni ve Koca Mustafa Paşa Askerî Rüşdiyesi’ni bitirdi (1887). Fâtih dersiâmı Arapkirli Abbas Şükrü Efendi ile Süleymaniye dersiâmı Ferhad Efendi’den dinî ilimlerde icazetname aldı. Tıbb-ı atik, müfredat-ı tıp, teşrih ve biyoloji gibi ilimlerle de meşgul oldu. Maarif Nezareti’nin açmış olduğu imtihanı kazanarak Beyazıt Umumi Kütüphanesi’nde ikinci hâfız-ı kütüblüğe tayin edildi (15 Eylül 1897). Bu arada medreseyi de bitiren İsmail Saib Efendi Beyazıt dersiâmlığı unvanını aldı (24 Mayıs 1902) ve 1903 Martından itibaren Beyazıt Camii’nde ders vermeye başladı. 19 Aralık 1916’da Beyazıt Kütüphanesi’ne müdür oldu. 1939’da emekli olana kadar kitaplar, kütüphaneye gelen araştırmacılar ve bakımını üstlendiği çok sayıda kedi arasında kendine has bir hayat düzeni içinde yaşadı. 22 Mart 1940’da vefat etti.

İslam insanlara, doğruluk - yanlışlık, iyilik - kötülük, mükâfat - mücazat, mükellefiyet üzerinden bir dünya ve ahiret güzergâhı tasvir ve taahhüt eder. Dünya ve ahiretin sahibinin yalnız ve yalnız Allah olduğunu ve Efendimiz Hz. Muhammed (sav) O’nun kulu ve elçisi olduğunu dava eder. Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) davasına iman için gerekli olan imanın “dil ile ikrar, kalb ile tasdik ve akıl ile muhakeme” süreci için herhangi bir şeyin profesörü olması da bir ön ve yeterlilik şartı değildir. Yüzyıllar öncesinde çölde yaşayan pek çok bireyden, kudretli komutanlara ve imparatorlara kadar milyarlarca insan, İslam’ın sade ve anlaşılır çağrısına kulak verebilmiştir. Yüzyıllar boyunca da günümüzde de toplumların her kesiminden insan İslam ile müşerref olmuş ve olmaktadır. ................................................. Günümüzde Peygamber Efendimiz ve Kur’an-ı Kerim üzerinden akıl almaz bir tartışma zemini oluşturulmaya çalışılmaktadır. Kur’an’ın kelamından şüphe duymamız, dahası bu şüphenin menşeinin haşa Efendimiz (sav) olduğunu aklımıza getirmemiz, dolayısıyla Efendimizden de (sav) şüphe duymamız, acabalar içine yuvarlanmamız gibi şuursuzca bir hezeyan savrulmaktadır. Bir Müslüman nezdinde, Kur’ an-ı Kerim ve Efendimize (sav) “iman” için mevzu olabilecek bütün meselelerin, Efendimiz (sav) hayatta iken halledilmiş olması gerekmiyor mu? Yapılabilecek bütün itirazlar, ileri sürülebilecek bütün tezler, bütün meydan okumalar, bütün teklifler o hayatta iken halledilmedi mi? Milyarlarca Müslüman 1400 senedir şüpheli, müphem, karışık, kesinliği olmayan, muğlak, güvenilmez bir dine mi inanıyorlar, iman ediyorlar? Bugün de inanacaksak böyle mi inanalım istiyorlar? Yüzyıllar öncesinden devralınan bir takım kadük hezeyanları, zamanın formasyonu ile yeniden biçimleyerek yarınlara da sunmayı mı ümit ve telaş ediyorlar? Eğer bir şeylerin profesörü olmamış isek mutlak imana eremeyeceğimiz, Kur’an ve Efendimizin (sav) aslında ne olduğunu bilemeyeceğimizi mi söylüyorlar? “Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez bir nur olduğu” daha kaç defa, kaç asır yüzlerine çarpılması gerekiyor! ................................................. “Zalike’l-Kitap”: İşte Kitap… …bu ifade bütün ileri sürülmüş, ileri sürülen ve ileri sürülecek olan bütün hezeyanları karşılayan ve parçalayan bir ifade değil mi? “Zalike’l-Kitabü lâ raybe fîh” “Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır (Bakara 2)” ayetine rağmen bu kitapta bir şüphe olduğuna, sırf “canı yandığı” gerekçesiyle Kur’an-ı Kerim’e bir şeyler katılmış olabileceği vehmine kapılmamızı mı istiyorlar? Veyahut bugünkü hezeyanlarının 1400 sene öncesinde de olmadığını mı zannediyorlar? Benzeri hezeyanlara karşı hakikatin, “Yoksa onlar: “Bunu (Peygamber kendisi) uydurdu” mu diyorlar? Hayır, O Rabbinden olan bir Hakk’tır.” (Secde, 3) ayetiyle yüzlerine çarpıldığı gerçeğini bilmezlikten gelmemizi mi istiyorlar? “Kesin olarak bilesiniz ki bu kitabı kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz.” (Hicr, 9) taahhüt edilmişken, kitabın korunamadığını ve bunun 1400 sene boyunca fark edilemediğini mi ima ediyorlar? Andromeda’dan bahsetmiyor derken, “Yedi göğü birbiriyle tam bir uygunluk içinde yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz aradığını bulamadan bitkin olarak sana dönecektir.” (Mülk, 2-3) ayetinden haberdar olmadığımızı mı düşünüyorlar? “Şüphe yok ki, Allah herhangi bir şeyi, bir sivrisineği, hatta onun da ötesindekini misal vermekten utanıp çekinmez.” (Bakara, 26) ayeti varken, bir sineği yaratmanın bir Andromeda’yı yaratmakla müsavi olduğu, bir çiçeği yaratmanın bir bahara eş değer olduğu hakikatini idrakten yoksun olduğumuzu mu zannediyorlar? “Söyleyin; içtiğiniz suyu buluttan indirenler sizler misiniz yoksa onu biz mi indiririz?” (Vakıa, 68-69) gerçeğinin bütün mahlûkatı ihata eden bir kudretin tefekkürüne imkân verdiğini bildiğimizi bilmiyorlar mı? Efendimiz (sav) Safa Tepesi üzerinde, “Ey Kureyş cemaati! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vadide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasp edecek desem, bana inanır mısınız?” diye başladığı sözlerine, “Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar seni hep doğru olarak bulduk. Senin yalan söylediğini hiç işitmedik!” cevabı vermelerinin 1400 senedir kulaklarda yankılandığından bihaberler mi? Taif’te gönlü mahzun edildiğinde, bedenine eza olacak tavır sergilendiğinde, Efendimizin (sav) canı yanmışlık yani “canı yanmış” hissiyatıyla hareket etmediğini, “Hayır ya Rabbi! Bunlar bilmiyorlar, bilselerdi böyle yapmazlardı…” şeklinde mukabelede bulunabilecek bir sabır ve şefkat sahibi olduğunu inkâr edeceğimizi mi bekliyorlar? Muhammedü’l-Emin olan bir zatın adı ile birlikte, “canı yanmış” ifade etmiş, “Kur’an-ı Kerim” kelimelerinin hepsini aynı cümle içinde kullanarak, açıkça telaffuz edemedikleri ama zımnen yükledikleri hangi hadsiz ve kirli ithamlarını, neyi isnad etmeye çalışıyorlar. Efendimizin (sav) Muhammedü’l-Emin olduğuna halel getirebileceklerini mi zannediyorlar? ................................................. “Zalike’l-Kitap” İşte Kitap…

Asabiyete (milliyetçiliğe) davet eden, bizden değildir. Asabiyet uğruna savaşan, bizden değildir. Asabiyet yolunda ölen, bizden değildir.(Hadis, Sünen-i Ebu Davud) Tarihin çeşitli dönemlerinde, değişik milletlerde duygusal milliyetçilik çoklukla görülse de milliyetçiliğin bir ideolojik yapıya bürünerek ortaya çıkışı 18. yüzyılda, Fransız İhtilali (1789) sonrasına rastlar. Milliyetçilik, modern manada ilk defa bu dönemde ortaya çıktı. Kilisenin, kral ve lordların halk üzerindeki tesirlerini kaybetmesinden sonra, milliyetçilik anlayışı Batı toplumlarındaki insanları birleştiren, kaynaştıran bir unsur oldu.1 Kısa zamanda bütün Avrupa’ya, daha sonra da bütün dünyaya yayıldı. 19. yüzyıl ise milliyetçiliğin en popüler çağı oldu. Osmanlı, bünyesinde pek çok milleti barındırmakta idi. Bu hal Osmanlının güçlü olduğu dönemlerde sorun olmadı. Oldukça geniş bir coğrafyada değişik din, mezhep ve milletlerden oluşan Müslim ve gayrimüslim insanlar yüzyıllar boyunca uyum içinde yaşadılar. Fakat 19. yüzyılda bütün dünyaya yayılan milliyetçilik, Osmanlı unsurlarını da etkisi altına aldı. Özellikle kendi çıkarları için Osmanlıyı en büyük engel gören emperyalist ülkeler Osmanlıyı parçalamak ve Osmanlı topraklarını sömürmek için milliyetçiliği ustaca kullandılar. Balkanlardaki (Yunan, Bulgar, Sırp…) gayrimüslim unsurlar gibi, Müslümanlar (İttihat ve Terakki komitesi ve Araplar) da bu tür propagandaların tesiri altında kaldılar. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra çökmesinde, bu milliyetçilik anlayışının büyük rolü oldu. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde milliyetçilik daha çok dine ve İslâm dinindeki ümmet anlayışına alternatif olarak ele alındı. Ümmet anlayışının aleyhinde propagandalar yapıldı. Bu yüzden de halk tabakalarının desteğini alamadı.2 1960 yıllarının sonlarında milliyetçilik, Türk-İslâm sentezi olarak ortaya çıktı. Milliyetçilik kuru bir kafatasçılık değil de maneviyatçı, mukaddesatçı olarak telkin edildiği ve komünizm tehlikesini bertaraf etmeye bir çağrı olduğu için toplumda (daha çok gençlerde) taraftar bulabildi. Fakat komünizm tehlikesinin bertaraf olmasından sonra da 1970-1980 yılları arasında gördüğü itibarı büyük ölçüde kaybetti. Risâle-i Nûr’da Milliyetçilik Müslümanların milliyetçilik ideolojisine hiç ihtiyaçları olmamakla beraber, bu ideolojinin tesiri altında kalmaları ister istemez, Müslümanlar arası birliği zedeledi ve düşmanlıkları doğurdu. Günümüzde eskiye nispetle yumuşamalar olmakla beraber, hala milliyetçiliğin menfi tesirlerini devam ettirdiğini görmekteyiz. İttihad-ı İslâm’ın önünde milliyetçilik hala bir engel olarak durmaktadır. Üstad Bediüzzaman’ın milliyetçilik hakkındaki fikirleri bu engelin aşılmasında büyük ehemmiyete haiz olacaktır. Osmanlı’nın son döneminde üç fikir cereyanı vardı: Osmanlıcılık, milliyetçilik ve İslâmcılık. İslâmcılar milliyetçiliğe ırkçılık olarak yaklaşıyorlar ve tamamen reddediyorlardı. Örneğin Akif “Kavmiyet ne demek, var mı şeriatta yeri? Küfr olur, başka değil kavmini sürmek ileri” diyordu. Üstad Bediüzzaman, İslâmcı zümreden olmakla beraber, milliyetçiliğe diğer İslâmcılardan farklı ve oldukça esnek yaklaşmıştır. O, milliyetçiliği müsbet ve menfi olmak üzere ikiye ayırıyor, müsbet kısmının İslâm’a zıt olmadığını, dine hizmetkâr olduğunu, menfi kısmının İslâm’a aykırı ve zararlı olduğunu söylüyordu.3 Burada risalelerdeki milliyetçilikle ilgili yerleri kısaca tanıtarak, önemli bazı parçaları iktibas etmek istiyoruz: Hutbe-i Şamiye Zeyli: Üstad, bu risalesinde “Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?” sorusuna cevap verir. Din duygusunun, milliyetçilik duygusundan niçin daha üstün olduğunu anlatır. (Mektubat, c. 2, s. 424) 26. Mektubun 3. Mebhası: Milliyetçiliğin en geniş olarak ele alındığı bu mebhas için Üstad şöyle der: “Bu mebhas, milliyetçilere mühim bir tiryaktır. Bu zamanın en müthiş hastalığına gayet faydalı bir ilâçtır. Ve sahtekâr hamiyet-füruşların ve yalancı milliyetperverlerin yüzlerindeki perdeyi açar, sahtekârlıklarını gösterir.” Bu mebhasda şu 7 madde üzerinde durulur: Allah’ın insanları değişik milletler olarak yaratmasının sebebi, milliyetçiliğin müsbet ve menfi olmak üzere iki kısım olduğu, menfi kısmının zararları, müsbet kısmının özellikleri, milliyetçiliğin en büyük sebebi olan Avrupa’yı taklid etmenin yanlışlığı ve zararları, menfi milliyetçiliğin yanlışlığı, zararları ve İslâm dininin millet olarak bize faydaları. (Mektubat, c. 1, s. 120 vd.) Hucumat-ı Sitte’nin 4. Desisesi: Üstad, bu bahiste Türk milletini altı kısıma ayırır: Birinci kısmı, ehl-i salahat ve takvadır. İkinci kısmı, musibetzede ve hastalar taifesidir. Üçüncü kısmı, ihtiyarlar sınıfıdır. Dördüncü kısmı, çocuklar taifesidir. Beşinci kısmı, fakirler ve zaîfler taifesidir. Altıncı kısmı, gençlerdir. Milliyetçiliğin bu toplum tabakalarından yalnızca gençlere geçici bir lezzet verebileceğini, diğer toplum tabakalarına faydasının olmayacağını, halbuki dinin bütün toplum tabakalarına hitap ettiğini kuvvetli delillerle ele alır. Üstad bu risalesi için, “Şeytan-ı insîyi tamamıyla susturduğu gibi, sahtekâr milliyetçilerin maskelerini yırtarak, öyleler milletin düşmanları olduklarını ve hakikî milliyetperverler kimler olduğunu gösterir” der. 27. Mektup, 7. İşaret: Üstad, bu bahiste Türk-İslâm sentezi düşüncesini savunanların yanlışlıkları üzerinde durur ve milliyetçilik çağının geçmekte olduğunu söyler. Bu kısmı aşağıda ele alacağız. Risalelerde Milliyetçilik Kur’ân’ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah, bilendir, haberdardır.” (Hucurat, 13) Üstad, bu ayette geçen “tearuf” kelimesini şöyle izah eder: Yani, “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, ta birbirinizi tanıyasınız ve birbirinizdeki toplum hayatına ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize yardım edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yek diğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve düşmanlık edesiniz diye değildir.” İkinci mesele: Şu ayet-i kerimenin işaret ettiği tearüf ve teavün (tanışma ve yardımlaşma) düsturunun beyanı için deriz ki: Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, ta takımlara kadar tefrik edilir, ayrılır. Ta ki her neferin muhtelif ve müteaddid münasebetleri ve o münasebetlere göre vazifeleri tanınsın, bilinsin, ta o ordunun efradları, düstur-u teavün altında, hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve toplum hayatları, düşmanın hücumundan masun kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam; bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin diye değildir. Aynen öyle de heyet-i içtimaiye-i İslâmiye büyük bir ordudur, kabilelere ve taifelere göre kısımlara ayrılmış. Fakat bin bir, bir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir, bir, bir... binler kadar bir, bir... İşte bu kadar bir, birler; uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek kabilelere ve taifelere göre kısımlara ayrılmak, şu ayetin ilân ettiği gibi, tearüf içindir, teavün içindir; tenakür için değil, tahasum için değildir! Üçüncü mesele: Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar; ta ki parçalayıp onları yutsunlar. Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârane bir lezzet var, uğursuz bir kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara, “Fikr-i milliyeti bırakınız!” denilmez. Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfîdir, şeametlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine düşmanlıkta devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe sebeptir. Onun içindir ki, hadîs-i şerifte ferman etmiş: الْاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّة “İslâmiyet cahiliye asabiyetini, milliyetçiliğini kaldırmıştır.” Ve Kur’ân da ferman etmiş: اِذْ جَعَلَ الَّذِينَ كَفَرُوا فِى قُلُوبِهِمُ اْلحَمِيَّةَ حَمِيَّةَ اْلجَاهِلِيَّةِ فَاَنْزَلَ الٰلّهُ سَكِينَتَهُ عَلَى رَسُولِهِ وَعَلَى اْلمُؤْمِنِينَ وَاَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوَى وَكَانُوا اَحَقَّ بِهَا وَاَهْلَهَا وَكَانَ الٰلّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا “İnkâr edenler, gönüllerindeki cahiliyye çağının asabiyet ateşini ateşlendirdiklerinde, Allah, peygamberine ve inananlara huzur indirdi; onların takva sözünü tutmalarını sağladı. Onlar, bu söze layık ve ehil kimselerdi. Allah, her şeyi bilmektedir.” (Fetih, 26) İşte şu hadîs-i şerif ve şu ayet-i kerime, kat’î bir surette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müspet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor. Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın. Evet, menfî milliyetin, tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle: - Emevîler bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslam’ı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. - Hem Avrupa milletleri, şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Alman’ın çok uğursuz ebedî düşmanlıklarından başka; Harb-i Umumideki hadisat-ı müthişe dahi, menfî milliyetin nev’-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.4 - Hem bizde Hürriyet’in başlangıcında, -Babil kal’asının harabiyeti zamanında “tebelbül-ü akvam” tabir edilen “teşa’ub-u akvam” (kavimlerin şubelere ayrılması) ve o şubelere ayrılma sebebiyle dağılmaları gibi- menfî milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok “kulüpler” namında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif milletçiler cem’iyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar, ecnebilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfî milliyetin zararını gösterdi. Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen unsurlar ve İslâm milletleri içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman telakki etmek, öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Âdeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle; büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip belki manen onlara yardım edip, menfî milliyetçilik fikriyle şark vilayetlerindeki vatandaşlara veya güney tarafındaki dindaşlara düşmanlık besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve tehlikeleri ile beraber; o güney efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Güneyden gelen Kur’ân nuru var, İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara düşmanlık ise; dolayısıyla İslâmiyet’e, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı düşmanlık ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adavettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harab etmek; hamiyet değil, hamakattır! *** Dördüncü mesele: Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin dâhilî ihtiyacından ileri geliyor; teavüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.5 Şu müsbet fikr-i milliyet İslâmiyet’e hâdim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı, yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyet’in verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek; aynı kal’anın taşlarını, kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir. İşte ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâdları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur’ân-ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’ânı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’âna ve İslamiyet’e kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş hücumları def’ettiniz, ta يَاْتِى الٰلّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى اْلمُؤْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِى سَبِيلِ اللّٰهِ “Allah öyle bir kavim getirir ki, Allah, onları sever; onlar da Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.” (Mâide Sûresi, 54) ayetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve Frenk-meşreb münafıkların desiselerine uyup, şu ayetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!6 Cây-ı dikkat bir hal: Türk milleti anasır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi, Müslim ve gayrimüslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Hâlbuki küçük unsurlarda dahi hem Müslim ve hem de gayrimüslim var. Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyet’le imtizaç etmiş. Ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin mazideki mefahirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!7 Türk-İslâm Sentezi Yukarda kısaca 1960 sonrasında milliyetçiliğin Türk-İslâm sentezi şeklinde telkin edilmesiyle taraftar toplayabildiğinden bahsetmiştik. Üstadın bu tarz sentez için söyledikleriyle konuyu kapatmak istiyoruz. Üstad, şöyle diyor: Tahribatçı ehl-i bid’a iki kısımdır. Bir kısmı -güya din hesabına, İslâmiyet’e sadâkat namına- güya dini, milliyetle takviye etmek için, “Zaafa düşmüş dinin nurani ağacını, milliyet toprağında dikmek, kuvvetleştirmek istiyoruz.” diye, dine taraftar vaziyeti gösteriyorlar. İkinci kısım; millet namına, milliyet hesabına, unsuriyete kuvvet vermek fikrine binaen, “Milleti, İslâmiyet’le aşılamak istiyoruz.” diye, bid’aları îcad ediyorlar. Birinci kısma deriz ki: Ey “sâdık ahmak” ıtlakına mâsadak bîçare ulemaü’s-sû’ veya meczub, akılsız, cahil sofîler! Hakikat-i kâinat içinde kökü yerleşmiş ve hakaik-i kâinata kökler salmış olan şecere-i tûba-i İslâmiyet; mevhum, muvakkat, cüz’î, hususî, menfî, belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zulmanî unsuriyet toprağına dikilmez. Onu oraya dikmeye çalışmak, ahmakane ve tahripkârane, bid’akârane bir teşebbüstür. İkinci kısım milliyetçilere deriz ki: Ey sarhoş hamiyet-füruşlar! Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır unsuriyet asrı değil! Bolşevizm, sosyalizm meseleleri istilâ ediyor; unsuriyet fikrini kırıyor, unsuriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti; muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da İslâm milletini ifsad ettiği gibi, unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez. Evet, muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet görünüyor, fakat pek muvakkat ve akibeti hatarlıdır. Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık, bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa; bir batman kuvvet, o iki kuvvet ile oynayabilir; yukarı kaldırır, aşağı indirir.8 Kaynaklar: 1- Batıda gelişen milliyetçilik düşüncesi emperyalizmi de beraberinde getirmiştir. Bu yüzden 19. yüzyıl milliyetçilik kadar, emperyalizmin de altın çağı olmuştur.2- Bkz. Mehmet Doğan, Batılılaşma İhaneti, Beyan y, 1986, s. 169 vd.3- İbn Haldun’da milliyetçiliği (asabiyeti) benzer şekilde iki kısma ayırır. Bkz. Mukaddime, MEB yy, c. 1, s. 510.4- Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi İkinci Dünya Savaşı’nda da milliyetçilik büyük rol oynadı. Bu savaşlardan yalnızca İkinci Dünya Savaşı’nda, sivil, asker 50 milyondan fazla insan öldü. Savaşın bittiği yıllarda -1948’de- İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee şöyle diyordu: “Eğer insanlığın bugünkü durumu bir ‘ırk savaşı’na yol açacaksa, İslâm, tarihi görevini yapmak üzere, bir kere daha çağrılmalıdır. Dileyelim ki, böyle bir savaş çıkmaz.” Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, Yeryüzü Yayınları. 1980, s. 201.5- Müsbet milliyetçilik, kişinin kendi milletini sevmesi, fakat diğer Müslüman milletlere düşman olmaması demektir. Peygamberimiz “Kişi kavmini sever” ifadesiyle insanın kendi milletini sevmesinin yanlış olmadığına dikkat çeker. Fakat “Asabiyet (İslâm’ın yasakladığı milliyetçilik) kavmine zulüm konusunda yardım etmendir” buyurarak, haksız durumlarda veya gayr-ı İslâmi konularda kendi kavmine taraftarlığın yanlış olduğunu belirtir. Millet sevgisinin Allah sevgisinin önüne geçmesi yasaklanır. Çünkü İslâmiyet’te asıl olan Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir.6- Âyetin baş tarafında “Sizden kim dininden döner, irtidat ederse” buyrulur.7- Mektubat, c. 1, s. 120 vd. (26. Mektup, 3. Mebhas).8- Mektubat, c. 2, s. 289. (29. Mektup, 7. Kısım, 4. İşaret.)

“Burası dünya ve biz artık çok sıkıldık Alıp başımızı sana gelmek istiyoruz Sana gelmek, orda kalmak istiyoruzÇok unuttuk hatırlamak istiyoruz Başımızın okşanmasını, gözyaşımızın silinmesini, kolumuza girilmesini istiyoruz Yağmurunu ve meleklerini yeniden istiyoruz” Böyle diyor Mevlana İdris bir şiirinde. Dünya artık yaşlandı... Çetin bir köprü olan dünyamızın temellerinden çatırtılar yükselmekte. Kimi köprüye adım attığında, kimi manzaranın en güzel olduğu yerde, kimi de sonlarına yaklaşmışken ayrılıyor bu köprüden. Elemlerin ve ölümlerin eksik olmadığı dünyamız, onu bir oyun ve eğlence olarak gören biz insanoğlu için konforlu bir yer olmaktan bir hayli uzaklaştı. Hasta yatağında son nefesini vermek üzere olan dünyamız; üzerinde nice kavimleri, hükümdarları, kendini yenilmez gören kahramanları, ilahlaştırılan acizleri misafir etti. Nice savaşlar, salgınlar ve afetlere şahit oldu. Bugün de solukları kesen, hayatı acılaştıran, her gün binlerce insanı alıp götüren bir salgın dünyayı kasıp kavuruyor. Dünya büyük bir buhran geçiriyor. Geleceğe dair ümitlerin yeşermediği bir tablo duruyor önümüzde. Felaketler karşısında insanlar genellikle birbirlerini “Allah beterinden korusun.” duasıyla teselli eder. Sahi, bu salgın hastalıktan daha beter bir felaket olabilir mi? Bu soruya Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle cevap veriyor: “Asıl ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Türk edebiyatının yetiştirdiği meşhur yazar ve düşünürlerden biri olan ve Sebilürreşad dergisinin sahibi merhum Eşref Edip, 1952 yılında Bediüzzaman Hazretleri ile bir röportaj yapar ve o yıllarda seksenli yaşlarında olan Bediüzzaman Hazretlerine İstanbul seyahatinden muztarip olup olmadığını sorar. Meşrutiyet, İttihat Terakki, Cumhuriyet dönemlerini ve bu dönemlerde yaşanan dehşetli olayları bizzat yaşayan Üstad’ın hayatı esasında çok sıkıntılarla geçmiştir. Ancak bu soruya şöyle cevap verir: “Bana ıztırap veren, yalnız İslâm'ın maruz kaldığı tehlikelerdir (…) Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.” Dünyayı kasıp kavuran ve son derece bulaşıcı olan Covid-19 salgınına kıyasla inançsızlık hastalığı/salgını -sonsuz bir hayatı tehdit etmesi cihetiyle- daha büyük bir tehlike arz ediyor. Özellikle gençler arasında deizm, ateizm, agnostisizm, satanizm vb. sapkınlıklar özenti ve manevi boşluğun da etkisiyle ne yazık ki hızla yayılıyor. Bu salgından korunmanın yolu da iman aşısından geçmekte… Bilindiği üzere aşılar zayıflatılmış, seyreltilmiş mikropları ihtiva eden kimyasallardır. Çağımızın ehemmiyetli bir tefsiri olan ve günümüz insanının anlayacağı bir üslupla iman hakikatlerini izah eden Risale-i Nurlar, imanı tehdit edebilme potansiyeline sahip soru ve vesveselere verdiği ikna edici cevaplarla onları zayıflatmak ve zararı önlemekle adeta iman aşısı niteliği taşır. Bir türkünün sözleri, “cahildim dünyanın rengine kandım” ile başlar. Anadolu insanının hayat tecrübesini aktaran bu söz, çok önemli bir hakikati açıklar. İnsanın gençliğinde dünyanın aldatıcı zevkleriyle oyalanması ve bu yolla hislerini uyuşturması mümkün olmakla birlikte, yaş kemale erdikçe, yaklaşmakta olan ölüm gerçeğine karşı çaresizlik kendini hissettirir. Bu noktada geçmiş dönemin meşhur siyasilerinden Erdal İnönü’yle ilgili anlatılan bir hatıra kayda değer niteliktedir: Erdal İnönü ODTÜ'de verdiği bir konferansta fizik biliminin tarihi gelişimini ve bu konudaki birikimini anlatırken metafizik alana girer, Allah inancıyla ilgili zımnen bir şeyler söyler. Konferansın sonunda bir genç oturduğu yerden konuşmaya başlar ve “Hocam, bir dakika. Metafizikten bahsederken sanki Tanrı varmış gibi bir imada bulundunuz, yoksa yanlış mı anladım?” diyerek itiraz eder. İnönü, “Evet, doğru anlamışsın. Ne var bunda?” diye karşılık verince öğrenci istifini bozmadan, hocanın büyük bir açığını yakalamış gibi: “Doğrusu size yakıştıramadım. Bir bilim adamı olarak olmayan bir şeyi nasıl ima edersiniz? Dahası sosyal demokratların lideri olarak nasıl böyle bilim dışı bir şeye inanabilirsiniz? Hele hele İsmet İnönü’nün oğlu olarak!” Erdal İnönü’nün verdiği cevap manidardır: “Ben yok olmak istemiyorum, tanrı yoksa da olmasını istiyorum. Arkadaşım! Ben de sizin gibi gençken ve yanımda da böyle güzel bir hanım varken bu soruları takmıyordum. Ancak şimdi öyle değil. Yaşlandık, akşam yatağa girerken sabaha çıkıp çıkmayacağımdan emin değilim. Sevgili eşime çaktırmadan bakıyorum. Yarın tekrar görüşebilecek miyiz? Hangimiz önce gidecek? Dahası öldükten sonra ne olacak? Toprağın altında çürüyüp gidecek miyim? Ama ben yok olmak istemiyorum. Tanrı yoksa da olmasını istiyorum. Yok olmayacağımı düşünmek bana huzur veriyor.” Bugün sadece dünyevileşmenin pençesindeki gençler değil, yaşı bir hayli ilerlemiş koca koca profesörler ve sanatçılardan (!) bazıları da aynı durumdadır. Toplumda şöhreti yakalamış bu insanlar inançsızlıklarını aşikâr etmekle kalmayıp halkın değerlerini aşağılayarak yükselmeye çalışıyor. Ancak yaklaşmakta olan ciddi bir mesele var: ÖLÜM. Bugüne kadar hayranları tarafından adeta ilahlaştırıldıklarından dolayı bırakın ölümü, yaşlanmayı bile kabullenemeyen bu insanların tıp ilminin gelişmiş imkânlarını da kullanarak sürekli gençleşme ameliyatları yaptırmalarının temelinde, baş etmeye çalıştıkları bu korku yatmaktadır. İlerlemiş yaşlarına rağmen kanal kanal gezip programlara katılarak veya kendilerini işlerine vererek ölüm korkusunu bir nebze bastırdıkları söylenebilir. Ancak unutulmamalıdır ki şehir kabristanları bu gibi insanlarla doludur. Meselenin bir de dâhile ait kısmı var ki belki de inancı zedeleyen en tehlikeli hamle budur. Zira Bediüzzaman Hazretleri aynı mülakatta şu tespitte bulunuyor: “Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder.” Bugün bizden gibi görünen ama sahip oldukları ilmi, hadisleri zayıflatmaya adamış birtakım kötü âlimlerin o kirli nazarlarını ve dillerini kerim kitabımız Kuran’a uzattıklarına esefle şahit oluyoruz. Kazana atılan kurbağanın suyun ısındığını hissetmeden yavaş yavaş ölmesi gibi, milletin imanını onlara sağdan yaklaşarak yavaş yavaş zehirleyen bu insanlar, gövdenin içindeki kurt kadar tehlikelidir. Müslümana düşen müteyakkız olmaktır. Taşıdığı inancını bir hobi olarak görmeyip, hayatının temeline oturtmaktır.

Bu konuya güzel bir örneği Abdullah bin Amr (ra) anlatmaktadır: Resulüllah (asm) ile birlikte seferde iken bir yerde konakladık. Bir kısmımız çadır kurmakla meşgul iken bir kısmımız okla atış talimi yapıyor, bir kısmımız da hayvanları otlatıyordu. O sırada Resulüllahın (asm) münadîsi namaz için seslendi, biz de toplandık. Resulüllah (asm) ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: “Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete girmek isterse Allah’a ve ahirete inanırken ölüm kendisine erişsin. İnsanların kendisine nasıl davranmalarını istiyorsa o da insanlara öyle davransın..." (İbn-i Hanbel, Müslim) Kısacası eğer sıkıntılı bir anımızda birine müracaat edip de halimizi anlamasını bekliyorsak, biz de başkalarının sıkıntılı hallerinde onları anlamaya çalışmalıyız. Empatiyi kısaca karşısındakinin yerine kendini koymak olarak tanımlayabiliriz. Ama hayatımızda hiç başımıza gelmeyen bir hadiseyi günümüz tabiriyle nasıl içselleştirebiliriz? Ya da eskilerin deyimiyle damdan düşmeden, damdan düşenin halini anlayabilir miyiz? İmam-ı Azam Hazretlerinin bir çocuğa ‘bal yeme’ diyebilmek için 40 gün bal yememesi gibi, başımızdan geçmeyen bir olayı, sadece karşımızdakinin yerine kendimizi koyarak anlayabilir miyiz? Yoksa karşımızdakinin yerine kendimizi koymak imkânsız mı? Melekler, bizim gibi Cenab-ı Hakk’ın Şafi ismini anlayamazlar çünkü biz hastalanırız ama melekler hastalanmazlar. Hastalandığımızda bir bakarız ki eskisi gibi değiliz. Eskiden rahatça yapabildiğimiz çoğu şeyi artık yapamadığımızı fark ederiz. Eski halimizden eser yoktur. Ardından fiilî ve kavlî dualarımızı yaptıktan sonra iyileşiriz, şifa buluruz. Ama bu şifa hali hastalığın türüne göre değişir. Kimi zaman doktora gidip ilaç kullanmakla, kimi zaman da yatıp dinlenmekle veya konunun uzmanlarının tavsiye ettiği alternatif yöntemleri uygulamakla olur. Şifa bulunca tekrar eski halimize döneriz. Bu süreçte tecrübe ettiklerimizle Cenab-ı Hakk’ın Şafi ismini hakka’l-yakin derecesinde idrak ederiz. Öyle ki hiç hasta olmayan birisi Şafi ismini hasta olan gibi anlayamaz, Cenab-ı Hakk’ı şifa cihetinden yeterince tanıyamaz. Demek ki bazı şeyleri anlamak için kişinin kendisini, o haldeymiş gibi düşünmesi yetmiyor. O hali yaşaması lazım. Tıpkı Ramazan ayında olduğu gibi… İmsak ile iftar arası aç kalarak ancak bir tok, bir acın halini anlayabilir. Ramazan orucunun hikmetlerinden birisi de budur. Sadece kendimizi açların yerine koyarak onların halini yeterince anlayamayız. Peygamber Efendimizin (asm) hayatı bu konuda bize en güzel örnektir. O (asm) bizim gibidir, melek gibi değildir. Yoksa bize olması gereken şekilde bir örnek olamazdı. Resulüllah (asm), her haliyle taklit etmemiz gereken yegâne önderimizdir. Onun (asm) bu önderliği bizim gibi insanî özelliklerinden ileri gelir. Bir insanın yaşadıklarının tamamını, O (asm) da yaşamıştır. Hatta sıkıntı ve çile cihetinden çok daha fazlasını yaşadığı bir gerçektir. Tüm bunlar gösteriyor ki; insan başına gelmeyen bir hadiseyi, başına gelmiş gibi düşünerek, karşısındaki kişinin yerine kendisini koyarak hissedemez. Peki ne yapmalı? Karşımızdaki insanın kendisini anlatmasına fırsat vermeli ve onu anlamaya çalışmalıyız. Onun halini, hissettiklerini ve endişelerini anlamaya çalışarak tavrımızı belirlemeliyiz. Bu arada eskilerin dediği gibi el elin eşeğini türkü söyleyerek ararmış misali bir tavra da asla bürünmemeliyiz. Böyle bir tavır, karşımızdakinin kendi sıkıntılı halini ciddiye almadığımızı sanmasına sebep olur ki; o zaman gerçek ruh halini bize açmayabilir. Bu konuya güzel bir örneği Abdullah bin Amr (ra) anlatmaktadır: Resulüllah (asm) ile birlikte seferde iken bir yerde konakladık. Bir kısmımız çadır kurmakla meşgul iken bir kısmımız okla atış talimi yapıyor, bir kısmımız da hayvanları otlatıyordu. O sırada Resulüllahın (asm) münadîsi namaz için seslendi, biz de toplandık. Resulüllah (asm) ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: “Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete girmek isterse Allah’a ve ahirete inanırken ölüm kendisine erişsin. İnsanların kendisine nasıl davranmalarını istiyorsa o da insanlara öyle davransın..." (İbn-i Hanbel, Müslim) Kısacası eğer sıkıntılı bir anımızda birine müracaat edip de halimizi anlamasını bekliyorsak, biz de başkalarının sıkıntılı hallerinde onları anlamaya çalışmalıyız. Yine Asr-ı Saadet’ten bir örnekle mevzuu tamamlayalım. Ebû Hureyre (ra) anlatıyor: Peygamber Efendimiz (asm) ile birlikte bir seferde iken sahabelerden bazılarının yiyecekleri bitmişti. Seyir halinde iken bağlı develere rastlayınca hemen onları sağmaya başlamışlardı. Bunu gören Resulüllah (asm), “Onlar gelip sizin yiyeceğinizi alsalar bu hoşunuza gider mi? Sakın bir kimse, izin almaksızın başkasına ait davarları sağmasın. Sizden biri, kilerine varılıp kilidinin kırılarak yiyeceklerinin yağmalanmasından hoşlanır mı?” (Buharî, Müslim) şeklinde ikazda bulunmuş, onları karşılarındakilerin hallerini anlamaya davet etmiştir.

Mekke’nin fethi, bir savaş olmaksızın gerçekleştirilmiş şefkat ve merhamet timsali Hz. Muhammed (sav)’in mizacına ve davasına uygun bir surette vücut bulmuş nurânî bir harekettir. İslam kelimesinin anlamı olan barış ve esenlik tam anlamıyla zuhur etmiştir. Mekke’nin fethi “Fethü’l-Fütûh”tur yani fetihlerin fethi. Zira, İslam tarihi boyunca gerek Kudüs’ün gerekse İstanbul’un fethine ve birçok fethe ilham ve örnek olmuştur. Tarihin bazı anları öyle olaylara şahitlik eder ki, o hadise kendisinden sonraki asırları, insanları kısacası tüm tarihi etkileyebilir. Çok sık rastlanmasa da bu kabil olaylar asırlar boyu ilham verebilir, yol gösterebilir ve hatta hidayete vesile olabilir. Bu yazımızda böylesine ihtişamlı, böylesine eşsiz ve böylesine değerli bir hadiseyi, Feth’ül- Fütûh yani fetihlerin fethi dediğimiz “Mekke’nin Fethi”ni incelemeye çalışacağız ve bu fethin satır aralarında gizli alemşümul mesajları, zaman üstü hikmetleri ve feyiz veren noktaları nazarlarınıza takdim etmeye çalışacağız. Bilindiği gibi Mekke’nin fethine giden süreç, müşriklerin Hudeybiye antlaşmasını bozmasıyla birlikte başlayan bir süreçtir. Görünüşte Müslümanlar için ağır sayılabilecek maddelerden oluşan bu antlaşmanın yürürlükte olduğu on sekiz ay boyunca İslamiyet büyük bir ilgi görmüş ve Müslüman olanların sayısı önemli oranda artmıştır. Huzaa kabilesinin bir gece vakti namaz kılarlarken benî Bekr kabilesi tarafından katledilmesi üzerine Huzaa kabilesi Hz. Peygamber (asm)’dan yardım istemiş ve Peygamberimiz (asm) da bunun üzerine Mekke’nin fethini netice verecek olan o tarihi sürecin fitilini ateşlemiştir. Dikkat çekici olan nokta ise, Hudeybiye antlaşmasının imzalandığı zamanda yüce Allah (cc), “Şüphesiz ki biz sana apaçık bir fetih verdik” (Fetih Suresi, 1) ayetini inzal ettiğinde, sözü edilen fethin nasıl bir sebep güzergâhı ile vücut bulacağı neredeyse kimse tarafından bilinmiyordu. Zira antlaşma, içeriği açısından Müslümanları pek de hoşnut etmemişti. Geçen on sekiz ay göstermişti ki, antlaşma ile oluşan iklim sayesinde Müslümanlar ve İslamiyet çok ilgi görmeye başladı ve insanlar dalga dalga İslam’a dahil oldular. Görünüşte avantajlı bir antlaşma imzaladığını düşünen müşrikler için ise, yaşanan gelişmeler hiç de onların arzu ettiği gibi değildi. Fetih için yaptığı çağrıyı son derece büyük bir diplomasi ile gerçekleştiren Allah Resulü (sav), başlattığı askerî hazırlığın hedefinden son âna kadar kimseye söz etmiyordu. Hazırlıkların devam ettiği Medine şehrini izole ediyor ve başlarında Hz. Ömer (ra)’ın bulunduğu bir kontrol ekibini şehrin giriş çıkışları konusunda görevlendiriyordu. Tek bir bilgi sızdırma çabası sayılan ve Mekke’deki akrabalarının can güvenliği konusunda endişe eden Hâtıb bin Ebî Belta (ra)’nın teşebbüsü ise Cebrail (as)’ın haber vermesi ile engelleniyordu. O zaman için Mekke ve Medine arasındaki ticarî hareketlilik bile bu hazırlıklar sırasında sağır bırakılmıştı. Hatta Allah Resulü (asm), muhtemel istihbarat faaliyetlerini engellemek için yaklaşık 200 kişilik bir seriye birliğini Medine’nin kuzeyine, Suriye bölgesine doğru göndererek yapılan hazırlıkların kuzeye doğru bir sefer için olacağı izlenimini veriyordu. Hazırlanan ordunun Medine’den çıkarken kuzeye doğru yaklaşık 30 kilometrelik yol kat etmesi de hedefin Mekke-i Mükerreme olması ihtimalini iyiden iyiye devre dışı bırakıyordu. Aslında bu süreçte Allah Resulü (sav) o kadar çok ve titiz tedbirler aldı ki, bu gayretlerin tamamına muttali’ olmak ve dile getirmek kolay değildir. Tüm bu çabalardan anlamamız gereken nurânî hakikat, bir seferin ya da muhtemel bir gazvenin kazanılmasından çok daha büyük bir gayeye matuf olduğudur. Hz. Peygamber (sav) öncelikle şehri çevreleyen Ebu Kubeys, Kuaykıân, Sevr, Nur ve Sebir dağları kadar çetin mizaçlı olan Mekkelileri incitmeden şehre girmenin yollarını arıyordu. Çünkü yaklaşık sekiz sene evvel türlü zorluk, işkence, ambargo ve hatta suikast girişimlerine maruz kaldıkları bu şehre dönüşü, bir İslam Peygamberi olarak tarihe not düşürecek ve asırlara ders ve ilham verecek bir sureti mündemiç idi. Atası İbrahim (as)’ın inşa ettiği Allah’ın evi sayılan Kâbe’yi yeniden faal hale getirmek, tevhidin kalbine tekrar hayat vermek, Mekke’ye musallat olmuş şirk düşüncesini hiç dirilmeyecek surette yer ile yeksan etmek ve tüm bunları yaparken de hemşehrileri olan Mekkelileri incitmemek, yapılan planlamaya bakıldığında, İslam Peygamberinin merhametine bir misal daha olarak tarihte yerini almıştır. Yolda dahil olanlarla birlikte yaklaşık on bin kişilik tam teçhizatlı bir ordu, o günkü şartlarda Mekke için fazlasıyla caydırıcı, ürkütücü ve durdurulamaz bir görüntü taşıyordu. Bu heybet ve haşmetin, Mekkelilerin savaşmayı bir seçenek olarak görememelerini sağlamak ve sulh ve selamet ile şehre girebilmekti. Zaten böylesine büyük bir askerî güç için kayda alınamayacak cılız bir direnişten fazlası da olmadı. Halid bin Velid (ra)’ın komutasındaki birliklerin Mekke’ye girmek için yöneldikleri eski kalenin olduğu aşağı girişte karşı koyan bir grupla bir iki dakikalık bir vuruşma olmuştur ve müşriklerden 13 kişi ölürken Müslümanlardan 2 kişi şehit olmuştur. Bu bile sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm)’ı çok üzmüştür. Neticede, tan yeri ağarmadan terk ettiği şehirlerin anası Mekke’ye Hz. Muhammed (sav), güneş neredeyse tam tepedeyken Ramazan ayının 20. günü hicrî 8. yılda (11 Ocak 630) eşsiz bir izzet ve tevazu’ ve tam bir vakur ile giriş yapıyordu. Mekke’ye girdiklerinde doğrudan Kâbe’ye yönelen sevgili Peygamberimiz (sav) yanında Hz. Ali (ra) olduğu halde Kâbe’de bulunan tüm putları elindeki yay ve asâ ile bir bir devirirken mübarek dudaklarında “Hak geldi batıl zail oldu, zaten batıl yok olmaya mahkumdur” (İsra Suresi, 81) ayeti vardı. Kâbe’nin çevresine toplanmış olan Mekkeliler olan biteni büyük bir şaşkınlık ve korku içinde izlerken, akıbetlerini düşünmekten kendilerini alamıyorlardı. Öyle ya, şehirlerinden kovdukları, neredeyse yirmi yılı aşkın bir zamandır türlü taciz ve çirkin saldırılara maruz bıraktıkları Muhammed’ül Emin dedikleri o insan (sav) şimdi şehirlerine ihtişamlı bir ordunun kumandanı olarak, bir fatih olarak girmiş bulunmaktaydı. Karşılarında canlarına kıymış, türlü eza ve cefada bulunmuş, evlerini ve yurtlarını gasp etmiş kimseleri görmek hiç kimse için kolay bir durum değildir. Sevgili Peygamberimizin (asm), Bilal-i Habeşî (ra) hazretlerine Kâbe’nin üzerine çıkarak ezan okumasını emretmesi ve Bilal’in (ra) ezan okumasıyla tevhid yüksek sesle ilan edilmişti. O gün İslam ordusu için ganimet yoktu, hiçbir şeye ve yere el koymak yoktu (gasp edilmiş evlerine bile talip olmadılar), hiçbir yeri yıkmak ve zarar vermek yoktu, hiçbir kimseyi aşağılamak, izzetine zarar vermek yoktu, büyüklenmek yoktu, intikam yoktu, kimseye kendisini kötü hissettirecek bir şekilde bakmak dahi yoktu. Çünkü başta Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) olmak üzere tüm İslam ordusu oraya yani Mekke’ye Allah (cc) için girmişlerdi. Kendi nefis ya da izzetleri ile ilgili hiçbir beklenti içinde değildiler. O gün Müslümanlar adalete ters hiçbir harekette bulunmadı. İşte bu, gerçek bir tebliğ yöntemiydi. Zira mesaj vermekten ziyade bizzat mesajın kendisi olmayı başarmış asil insanlardı onlar. Hatta Hz. Peygamber (asm) gerek kendisinin gerekse Müslümanların imkânı olmadığı için birkaç Mekkeli zenginden borç alarak Mekkeli muhtaçlara ikramda bile bulunmuşlardı. Böyle bir kumandan, böyle bir kardeş, böyle bir fatih, böyle bir hemşehri Mekkeliler için fazlasıyla şaşırtıcıydı. Belki de bu muhteşem ahlak ve tavır Mekkelilerde çok derin ve eşsiz bir yüzleşmeye sebep olmuştu. Peygamber (sav), çok kısa bir zamanda bütün Mekkelilerin İslam’a dahil olmalarına vesile olacak nurânî bir hidayet elçisi olduğunu ortaya koymuştu. Hz. Muhammed (asm), karanlıktaki insanların gözlerine değil, yürüyecekleri yola ışık tutan ve onlara dünya ve ahiret saadetinin müjde ve anahtarını sunan nurânî bir burhan-ı tevhitti. “Allah’tan başka ilâh yoktur. Yalnız O vardır. O’nun hiçbir nazîri ve şerîki yoktur. Allah, vaadini yerine getirmiş, kuluna yardım etmiş ve bütün düşmanlarımızı dağıtmıştır. Kâbe hizmeti ve hacılara su dağıtma işi dışında bütün eski gelenek ve görenekler, mal ve kan davaları, bugün şu iki ayağımın altındadır. Ey Kureyşliler! Allah, sizden câhiliyet gururunu, babalarla, soylarla (övünüp) kibirlenmeyi giderdi. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır. “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi (kibre kapılıp da övünmeniz için değil) birbirinizle tanışasınız diye milletlere ve kabîlelere ayırdık. Allâh katında en üstün olanınız, muhakkak ki O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz ki Allâh, bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat, 13)1 İşte bunun büyük bir şükrânesi olarak, tarihin en büyük affını sergilemek üzere Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke halkına: “–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu. Kureyşliler: “–Biz senin hayır ve iyilik yapacağını umarak; “Hayır yapacaksın!” deriz. Sen, kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun!..” dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi: “…Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allâh sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 92) diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” buyurdu. Merak edilen en mühim konulardan birisi de Kâbe’nin anahtarının kime verileceği idi. Hacıların su ihtiyacını karşılama vazifesini sürdürmekte olan Hz. Abbas (ra) anahtarın da kendilerine verilmesi beklentisi içindeydi. Ayrıca bu şerefli vazife için birçok kimsenin de heyecan içinde olduğu sır değildi. Allah Resulü (asm) Nisa suresinin 58. ayetini okuyarak; “Şüphe yok ki Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder! Doğrusu Allah, bununla size ne güzel nasihat veriyor! Şüphesiz ki Allah, Semî` (herşeyi işiten)dir, Basîr (hakkıyla gören)dir. Ayetin ardından, asırlardır o vazifeyi yapmakta olan ailenin, görevdeki ferdi olan Osman bin Talha’yı yanına çağırarak, “Ey Osman! İşte anahtarın, al. Bugün iyilik ve ahde vefâ günüdür! diyerek kâbe’nin anahtarını O’na verdi.2 Mekke’nin fethi, bir savaş olmaksızın gerçekleştirilmiş şefkat ve merhamet timsali Hz. Muhammed (sav)’in mizacına ve davasına uygun bir surette vücut bulmuş nurânî bir harekettir. İslam kelimesinin anlamı olan barış ve esenlik tam anlamıyla zuhur etmiştir. Mekke’nin fethi “Fethü’l-Fütûh”tur yani fetihlerin fethi. Zira, İslam tarihi boyunca gerek Kudüs’ün gerekse İstanbul’un fethine ve birçok fethe ilham ve örnek olmuştur. Mekke’nin fethi, size karşı gerek şahsi gerekse kurumsal bir taarruzda bulunulsa bile sizler en nurânî, en selim ve en âdil bir şekilde mukabele edin mesajına muvafık bir tarz ile gerçekleştirilmiştir. Mekke’nin fethi, girilmesi belki de en zor gönüllere bile girebilmenin bir yolu olduğunu bizlere gösteren bir fetihtir. Bizler bugün kendisine rehber ve önder olarak Hz. Muhammed (sav)’i seçmiş Müslümanlar isek, onun ahlakından hissedar olabildiğimiz kadar hizmet ve hidayetlere vesile olabileceğimizi bilmek durumundayız. Hz. Muhammed (sav)’i hatırlatmalı ve onun güzelliğine ayna olmanın gayreti içinde olmalıyız. O zaman girilmesi en çetin gönüllere bile bir ışık gibi süzülebildiğimizi göreceğiz biiznillah. Esselam Men’ittebea’l Hüda Kaynakça; 1-) Tabakat-İbn-i Sâ’d2-) İslam Ansiklopedisi3-) Siyer-i Nebi- Muhammed Emin Yıldırım

“Ey Habibim, sen olmasaydın felekleri (kâinatı) yaratmazdım.” “Habib” kelimesi Arapça kökenli olup “sevgili, dost” anlamlarına gelmektedir. Kelimenin köküne baktığımızda ise “hubb” yani sevme, muhabbet, ahbaplık etme, dost olma anlamları ile de eş anlamlıdır. Kur’an-ı Kerim’de, Peygamberimiz (asm) için doğrudan “Habib” kelimesi kullanılmamıştır. Ancak, onun Allah’ın sevgili kulu olduğunu ve ahlakıyla insanlar için bir örnek olarak sunulduğunu gösteren şu ayetler vardır: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.” (Al-i İmran, 31) “Şüphesiz sen çok büyük bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 4) “Sizin için Allah’ın elçisinde alınması gereken güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21) *** Muhabbet (sevgi), yüce bir makamdır. Bu makama mazhar olan Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (sav)’dir. Konunun başında belirtilen “Ey Habibim, sen olmasaydın felekleri (kâinatı) yaratmazdım.” hadis-i kudsiyi destekleyen birçok hadis-i şerif bulunmaktadır. Bu hadis-i şeriflerde şöyle buyrulmaktadır: Peygamberimiz, (asm) “Allah, seni kendi nurumdan, diğer şeyleri de senin nurundan yarattım buyurdu.” buyurmuştur. (İman Ahmed, Müsned) Âdem (as) cennetten çıkarılınca, “Ya Rabbi, Muhammed (sav) ‘in hürmetine beni affet” diye dua etti. Allah-u Teala ise, (ne cevap vereceğini bildiği halde, cevabını diğer insanların duyması için), “Ya Âdem, onu henüz yaratmadım. Nereden bildin?” buyurdu. Âdem (as) de, “Arşta, La ilahe illallah, Muhammedün Rasulullah yazılı olduğunu gördüm. Anladım ki, şerefli isminin yanına, ancak en çok sevdiğinin, en şerefli olanının ismini layık görürsün” dedi. Allah-u Teala buyurdu ki: “Ya Âdem, doğru söyledin. O, bana insanların en sevgilisidir. Onun hürmetine dua ettiğin için seni affettim. Eğer Muhammed (sav) olmasaydı, seni yaratmazdım.” (Taberani) *** Bu ve benzeri birçok Ehl-i Sünnet aliminin bildirdiği hadisler vardır. Bu hadislerden anlaşılacağı üzere Allah kâinatı, “Habibim” diyerek sevdiği kulunun hürmetine yaratmıştır. Hilkat ağacının çekirdeği O’dur. Kadir-i Zülcelal, onun gelişini takdir etmemiş olsaydı kâinat da insan da olmayacaktı. Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu konu ile ilgili yazılarında şöyle söylemektedir: “Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nur-u Muhammedî (sav), o kitabın katibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî (sav) hem çekirdeği hem semeresi (meyvesi) olur. Eğer dünya mücessem bir zihayat farz edilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.” *** Kâinatın özü, muhabbettir. Bu nispette insanın özü, mayası da muhabbettir. İnsan sevdiği nispette insandır. Gönül muhabbetle dolup taştığı nispette ihsan ehlidir. Mahlukatı sevmek de bu muhabbetten tezahür eder. Zira Hâlık sevilir de ondan ötürü mahluku sevilmez mi? Yunus Emre’nin deyimiyle, “Yaradılanı sev, yaradandan ötürü.” İnsanın mahiyetinde olan bu muhabbet, birçok değerli duygu ve davranışları da beraberinde getirmektedir. İnsan Allah için sevdiği zaman iyiliğe şartsız adım atabilir. İnsan Allah için sevdiği zaman insanlara daima hoşgörü, tevazu ile yaklaşabilir. Nahl Suresi 125. ayet-i kerimede şöyle buyruluyor: “(Habibim, Ya Muhammed!) Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel nasihatle davet et…” Zira Peygamberimiz (sav), tebliğ vazifesini güzel nasihatle yapmamış, insanlara hoşgörü ile yaklaşmamış olsaydı -yine ayetin ifadesiyle- etrafında kimse kalmazdı. Bu bakımdan hoşgörü, iyilik, güzel ahlak, erdem, tevazu vb. kavramlar insanın özünde olan muhabbetten tezahür etmiştir. İnsanların bireysel ilişkileri, toplumsal ilişkileri ve sosyal ilişkileri için de bu kavramlar önem arz etmektedir. *** Risale-i Nur’da, “İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle mütellim olduğundan…” diye bahsedilir. İnsan bir başkasının eleminden neden keder duyar? Afrika’daki çocukları, savaşın ortasında hayat sürmeye çalışan insanları, şifa bekleyen hasta kulları gördüğümüzde gayr-ı ihtiyari üzüntü duyarız. Bunun sebebi, o insanları Allah için seviyor oluşumuzdur. Onları da Allah’ın yaratmış olduğu bir kul olduğunu bildiğimiz için elemleriyle müteellim oluruz. Bu, insanın yaratılışında vardır. Bu yüzden vicdan, insanı insan yapar. Vicdanın kaynağına baktığımızda yine muhabbet (sevgi) hakikatini görmekteyiz. *** Konuya amel cihetinden baktığımızda ise, Allah’ın razı olacağı en makbul, en sevimli amelin her şeye O’nun namına bakmak, her şeyi O’nun adına sevmek olduğunu görmekteyiz. İmam Gazali’nin “Mukaşefetü’l-Kulüb” isimli eserinde anlatılan bir rivayete göre Allah (cc), Hz. Musa’ya (as), “Ey Musa, sırf benim için işlediğin hiçbir amel var mı?” diye sorar. Hz. Musa (as) da cevap olarak “Allah’ım! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim, secde ettim. Sana hamd ettim, kitabını okudum, senin adını andım” der. Allah (cc) buyurur ki; “Ya Musa! Namaz senin kılavuzundur, oruç sana kalkandır, verdiğin sadaka üzerine gölge olacaktır, secdedeki tesbih senin için cennette ağaç olacaktır. Kitabını okuman sana köşk ve huri sağlayacaktır, benim adımı anman da senin ışığın olacaktır. Sırf benim için hangi ameli işledin?” Bunun üzerine Hz. Musa (as) “Ya Rabbi! Sırf senin için olacak bir amel bana bildir ki, onu işleyeyim” der. Allah (cc), Hz. Musa’ya “Ey Musa! Benim için hiçbir dost edindin mi, yine benim adıma hiç kimseyi düşman bildin mi?” diye buyurur. Bunun üzerine Hz. Musa (as) anlar ki, Allah katında en sevimli amel, O’nun için sevmek ve O’nun namına düşmanlarından nefret etmektir. *** O halde diyebiliriz ki bütün güzel ve ahlaklı davranışları silsile halinde beraberinde getiren ve insanın, mahlukatın ve kâinatın hilkatine sebebiyet verip özünü oluşturan muhabbettir, sevgidir. Rabbim daima hidayet, muhabbet üzere eylesin. Zira, muhabbetten hasıl oldu Muhammed (sav), muhabbetten hasıl oldu kainat… Vesselam

Korkmayın bulanık değil, nettir ölüm.Hayalden hakikate hicrettir ölümÖlüler için nedir tarifi zor yaDiriler için büyük ibrettir ölüm. Kamus-ı Türki müellifi merhum şöyle buyurmuş: “Lügatler lisanın hazinesi mesabesindedir. Zira lisan, insanın ifade-i meram için bir araya getirdiği kelimelerden ibarettir…” Hususi dairede muallimlere ve ebeveynlere taalluk eden vazifelerden birisi de işte bu hazinenin kapağını aralamak, genç nesilleri kelam cevherleriyle buluşturmaktır. Zira bu buluşmalar ve kucaklaşmalar genç dimağları farklı ve geniş ufuklara taşıyacaktır. Bu kelam incilerinden birisi: tefekkür. Bu kıymetli inci parçasını derk eden genç, fazla geçmeden hayatındaki parıltılarına şahit olacaktır. Nesneler ve hadiselerin kabuğuyla gizlenen asli manaları zihin ve kalplerde müşahede edebilecektir. İşte bir ağaca ve onunla irtibatlı hadiselere bambaşka bir nazarla baktıran tefekküri bakış: Dalları/kolları, meyvelerle/rahmet hediyeleriyle dolu olarak uzanmış bir ağaç/hizmetkâr… Susamış köklerinin yardımına koşan sünger-misal bulutlar ve sema sahifesinde okunan inayet satırları. Daha nice okumalar bu tefekküri seyahatle başlamıyor mu? İlimden hikmete kalplerden pencereler açılmıyor mu? Daha neler, neler… Lakin unutulmaması gereken bir nokta var. Tefekkür kelimesi tevhid cümlesinin asli bir ögesidir. Rabbimizin huzurunda olmanın neşesini ruhumuzda hissettirmeyen hiçbir “düşünme faaliyeti” tefekkür olma vasfını haiz değildir. Ölüm mesela… Tefekkür varsa görünen ümit hissiyle terhistir, tebdil-i mekândır. Vatan-ı asliye sevkiyattır. Visal kapısıdır. Aksi halde yeis hissiyle tevehhüm edilen idam, hiçlik, ebedi firak. Bir yanda bir fail-i Hakîm-i Rahim, diğer yanda tesadüf oyuncağı. Nihayetinde birincisinde mana- yı harfiyi netice veren, hikmete ram eden tefekkür gözü; ikincisinde mana-yı ismiden öteye geçemeyen, kışırdan öze giremeyen sathi ve dünyevi bakmaklık. İşte hakiki şairlerimize ait ölüm tefekkürünü yansıtan birkaç misal: Ten fanidir can ölmez, çün gitti geri gelmez.Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil * * * Yalancı dünyaya aldanma yahuBu dernek dağılır divan eğlenmezİki kapılı bir viranedir buBundan konan göçer mihman eğlenmezÖmür tamam olup defter dürülürSırat köprüsü ve mizan kurulurHakk’ın dergâhına kullar derilirBuyruğu tutulur ferman eğlenmez * * * Öleceğiz; müjdeler olsun, müjdeler olsun.Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun. * * * Bir mezar gezdim,Üstü de altı gibi ölü.Bir mezar gezdim,Ölüler çiçeklere gömülü * * * Size göre mezar, yokluk kapısı;Bize göre, ebedilik tapusu.Öte dursun sebeplerin hepisi;Siz ölürken gülebilir misiniz? * * * Biz yağmuru rahmet bilenlerdenizBiz dünyayı gurbet bilenlerdenizÖlüm gerçeğini ve sonrasınıAhirete avdet bilenlerdeniz… Mevt sahifesi üzerindeki tefekkür mısraları uzar da gider. Fakat renk aynı, soluk aynı; nur akan oluk misali. Okunan, manaya sinen ümit hisleri eşliğindeki asli manalar. Bu tefekkürün kaynağı uzakta değil. Bu minvaldeki her bir tefekküri meyvenin tohumu, “Her nefis ölümü tadıcıdır.” hakikatidir. Yine her birinde “Vâiz olarak ölüm yeter.” buyuran Kâinatın Efendisinin (asm) “Lezzetleri yok edip bitiren ve acılaştıran ölümü çok hatırlayın.” tavsiyesi caridir. Peki, bu tefekküri terbiyeyi bir değer formatında gençlerimize kazandıramaz mıyız? Böylece ahiretlerine olan inançlarının kuvvetlenmesine ve manevi mesleklerindeki ihlaslarına hizmet etmiş olmaz mıyız? Peygamberimizin (asm) sünnetine muvafık bir ölüm tefekkürü nasip olması duasıyla…

MUCİZÂT-I KUR’ANİYE RİSALESİNDE GEÇEN AYETLERİN 3 ÖZELLİĞİ1 1- Dinsizlerin tenkit ettiği ayetler olmaları. 2- Fen bilimleriyle meşgul olanların itiraz ettikleri ayetler olmaları. 3- İnsî ve cinnî şeytanların, haklarında vesvese ve şüphe verdikleri ayetler olmaları. SİYASETLE MEŞGUL OLUP ÖZÜNÜ KAYBETMEMENİN 3 ALTIN KURALI2 1- Hazret-i Ömer (ra) ve sahabiler gibi, yeryüzünde siyasetin geniş dairelerini dolduracak derecede bir marifet-i imaniyeye sahip olmak. 2- Siyasete -tarihimizdeki kahraman mücahitler gibi- yalnız cihat gözüyle bakabilmek. 3- Siyasî âlemde cereyan eden olaylara sebep-sonuç ilişkisi çerçevesinde değil; tamamen din namına bakabilmek. Böylece beşer üstünde, kaderin gâh gazap gâh adalet tecellileriyle hükmünü gösterdiğini görebilmek. ÖLÜMÜN VERDİĞİ AYRILIK ELEMİNİ TEDAVİ EDİP TESELLİ VEREN 7 HAKİKAT3 1- Ölüm, hayat vazifesinden bir terhistir, bir paydostur. 2- İman, bizi ve sevdiğimiz bütün insanları, yokluktan, hiçlikten ve karanlıklardan kurtarıyor. 3- Ölüm, bizi sevdiklerimizden ayırmıyor; belki yüzde doksan dokuz sevdiklerimizin bulunduğu bir âleme götürüyor. 4- Biz ölüp bu dünyadaki sevdiklerimizden geçici olarak ayrılsak da arkamızdan onlar da yine bizim bulunduğumuz yere gelecekler. 5- Dünyada kalan sevdiklerimiz ve dava kardeşlerimiz, bize dünyada kaldıkları müddetçe sevap ve hasenât kazandırmaya devam ediyorlar. 6- Dünyada kalan sevdiklerimizin ve ahiret kardeşlerimizin, diğer dünyevî güzel manzaralarını ve bizi alâkadar eden, hayatımızdaki levhalarını âlem-i misal sinemasında temaşa edeceğiz. 7- Vefat ettikten sonra âlem-i berzahtan bu dünyayı, Rahman olan Allah’ın izniyle verilen berzah âlemine ait bir gözle daha ziyade seyredebiliriz. FELSEFENİN KUR’AN’LA BARIŞIK OLAN FAYDALI KISMININ 3 ÖZELLİĞİ4 1- İnsanlığın sosyal hayatının gelişmesine hizmet eder. 2- İnsanlığın güzel ahlâkına ve kemâlâtına hizmet eder. 3- Sanatın ilerlemesine ve kalkınmasına hizmet eder. Risale-i Nur, felsefenin tamamına hücum edip tokatlamaz. Felsefenin zararlı olan kısmını şiddetle tokatlayıp hücum eder. Yukarıda 3 özelliği sayılan, felsefenin faydalı kısmı ise Kur’an’la barışıktır. Kur’an’ın hikmetine hizmetkârdır. Muâraza edemez. Risale-i Nur bu kısma ilişmez. FELSEFENİN ZARARLI OLAN KISMININ 3 ÖZELLİĞİ5 1- Dalâlete, dinsizliğe ve tabiat bataklığına düşürmeye vesiledir. 2- Sefâhet, lehviyât, gaflet ve dalâleti netice verir. 3- Sihir gibi harikalarıyla Kur’an’ın mucizekâr hakikatlerine karşı çıkar. Risale-i Nur ekser risalelerindeki mizanlarla, kuvvetli ve burhanlı muvazenelerle, felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor ve tokatlıyor. KÂİNATTAKİ FİİLLERİN 6 ÖZELLİĞİ ÇOK KUVVETLİ BİR TEVHİD DELİLİDİR6 1- Hâkimiyetleri. 2- Kibriyâları. 3- Kemâlleri. 4- Kuşatıcı olmaları. 5- Hudutlarının olmaması. 6- Nihayetsizlikleri. CİMRİLİK ŞU 4 ŞEYİN KARIŞIMIDIR7 1- Sefillik. 2- Bahîllik (pintilik). 3- Tama’kârlık (aç gözlülük). 4- Hırs. MUSİBET VE HASTALIKLARA KARŞI ŞÜKRETMEYİ NETİCE VEREN 3 DÜŞÜNCE8 1- Musibetlerin neticesi olan sevabı düşünmek. 2- Musibetlerin neticesi olan ahiret mükâfatını düşünmek. 3- Musibet vasıtasıyla kısa ömrün, uzun bir ömür gibi semere verdiğini düşünmek. Kaynaklar: 1- Osmanlıca Emirdağ Lâhikası, c.2, s.2592- Osmanlıca Emirdağ Lâhikası, c.2, s.2623- Osmanlıca Emirdağ Lâhikası, c.2, s.2664- Osmanlıca Emirdağ Lâhikası, c.2, s.2785- Osmanlıca Emirdağ Lâhikası, c.2, s.278.6- Osmanlıca Şualar, c.1, s.17.7- Osmanlıca Lem’alar, s.151.8- Osmanlıca Lem’alar, s.6.

Risale-i Nur’da ledün ilmi vardır. Allah tarafından kalbe ihsan olunan sırları ifade eden ledünniyat, Risale-i Nurun diğer eserlerden farkını ortaya koyan bir özelliğidir. Ölçü: Risale-i Nuru sair kitaplardan ayıran en belirgin özelliklerinden birisi de toplumun tamamına hitap ettiği halde her seviyeden insanın ondan kendi anlayışı nispetinde istifade etmesidir. Hazret-i Üstad, bu durumu bir bahçedeki ağacın meyvelerinden insanların boyları ölçüsünde istifade etmelerini örnek vererek açıklar. Boyu kısa insanlar yere yakın dallardan, uzun boylular ise yüksekteki dalların meyvelerinden koparıp yiyebilirler. Bu bahçeye giren eli boş çıkmaz. Herkes kabiliyeti nispetinde nasipdar olur. Bu hususiyet, Risale-i Nurun ne kadar belagatli, fesahatli ve halavetli olduğunun bir ispatıdır. Çünkü derin hakikatleri, herkesin seviyesine uygun bir şekilde ifade etmek belagat ilminin gereğidir. Sözü, kelimeleri, cümleleri inci gibi birbirine münasip bir ahenk içinde dizmek fesahat ilminin göstergesidir. Yüksek hakikatleri, okuyanların seviyesi ne olursa olsun tatlı bir üslup ile beyan etmek, insanları bitmez tükenmez bir aşk ve şevk ile kitaba bağlamak eserdeki halavetin bir alametidir. Türkiye’de ve dünyada kırktan fazla dile çevirisi yapılmış olan Risale-i Nur külliyatının en çok okunan kitap olması, ondaki belagat, fesahat ve halavetin neticesidir. Ölçü: Risale-i Nur’da ledün ilmi vardır. Allah tarafından kalbe ihsan olunan sırları ifade eden ledünniyat, Risale-i Nurun diğer eserlerden farkını ortaya koyan bir özelliğidir. “Kader, miraç, ene, ruh, melaike, haşr-i cismani, musibet ve ölümün hakikati, hikmetleri” gibi yüzlerce meseleyi bu zamana kadar hiçbir alimin muvaffak olamadığı derecede herkesin anlayacağı bir seviyede izah etmesi Risale-i Nurda ledün ilminin varlığına delildir. Ölçü: Risale-i Nurlar, Kur’an’ın ve imanın en derin, sırlı hakikatlerini bu alanda şimdiye kadar yazılmış kitaplardan çok daha kuvvetli bir şekilde akli, mantıki delillerle ispat ediyor. Bu zamanın insanlarının manevi yaralarını tedavi edip şüphe ve tereddütlerini gideriyor. Bu sebeple en çok okunan eserler arasında hep zirvede yer alıyor. Ehl-i ilim arasında Risale-i Nurun bu özelliği çok konuşulmuş hatta bir kısım zatlar bu suali Bediüzzaman Hazretlerine şu şekilde sormuşlardır: “Neden senin Kur’ân’dan yazdığın Sözler’de (Risale-i Nur Külliyatı) öyle bir kuvvet ve bir tesir var ki, müfessirlerin ve ariflerin sözlerinde nadir bulunur? Bazen bir satırda, bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede, bir kitap kadar tesir bulunur?”1 Sevgili Üstadımız bu suale şöyle cevap vermektedir: “Şeref, i‘câz-ı Kur’ân’a ait olduğundan ve bana ait olmadığından bilâpervâ derim: Ekseriyet itibariyle öyledir. Çünkü yazılan Sözler, tasavvur değil, tasdîktir; teslim değil, imandır; marifet değil, şehadettir, şuhûddur; taklîd değil, tahkiktir; iltizam değil, izandır; tasavvuf değil, hakikattir; dava değil, dava içinde burhandır.”2 Ölçü: Risale-i Nurlar, sahip olduğu bütün vasıflarıyla milletimizin medar-ı iftiharıdır. Böyle kıymetli bir eserin Türkçe yazılması ve tüm dünyada tesirini açıkça göstermesi bizim için büyük bir şereftir. Bu durum Türkçemize de büyük bir zenginlik katacak ve çok milletlerin ilgisini lisanımıza çekecektir. Risale-i Nurların kırktan fazla dünya diline tercüme edilmesi bunun açık bir göstergesidir. İstikbalde Risale-i Nurun yıldızı parladıkça Türk lisanına büyük bir kıymet ve yüksek meziyetler katacaktır. Çünkü Kur’an’ın manevi kevserinin suyunu insanlar bu lisandan içip buradan aldıkları nurlarla imanlar kurtulacaktır. Bu nurun feyziyle kalpler nurlanacak ve hakikatleriyle “emmare” olan nefisler ıslah olacaktır. Akademik sahada dünyanın değişik üniversitelerinden Risale-i Nur üzerine yapılan araştırmalar bu ümidin ete kemiğe bürünmüş bir müjdecisi gibidir. Ölçü: Osmanlının yıkılışından günümüze kadar geçen süreçte dine karşı pek çok tahrip faaliyetleri oldu. Ehl-i iman, başta Risale-i Nur olmak üzere çeşitli vesilelerle imanlarını kurtarmaya çalıştılar. Dini, bu aziz milletin sinesinden söküp almaya çalışanlar, karşılarında duran Risale-i Nur gibi bir sedd-i Kur’aniyi aşamadılar. Çünkü Risale-i Nurlarda öyle hakikatler ortaya konulmuştur ki o davayı çürütmek, o hakikatleri iptal etmek, kâinatı yok etmeden mümkün olmayacaktır. Kaynaklar: 1- Mektubat 1, 256. Altınbaşak Neşriyat.2- Mektubat 1, 256. Altınbaşak Neşriyat.

Gül Yetiştiren Adam “Müslümanca duruş ve düşünüşün” vücut bulmuş hâlidir. Edebiyatımızın nahif sesi, güzel adamların mensubu Rasim Özdenören deneme ve hikaye alanında verdiği eserlerle duruş sahibi isimler arasına girmeyi başarmıştır. 1940’ta Maraş’ta dünyaya gelen Rasim Özdenören İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini ve Gazetecilik Enstitüsünü bitirir. Lise yıllarında başlayıp arkadaşlığını devam ettirdiği dostlarıyla “Yedi Güzel Adam” olarak adlandırılan nadide bir gönül ve düşünce birlikteliğinin aktörlerindendir. Devlet memurluğunun çeşitli birimlerinde çalışırken ve sonrasında çeşitli eserler verir. Yazdığı denemeler ve hikâyeler dönemin gençliği arasında başucu kitapları arasında yer alır. Günümüzde de bu kitapların etkisini yitirmeden okunmasının sebeplerinden bazıları; toplumsal yozlaşma, insanın yalnızlaşması ve modernizm çıkmazının eserlerinde edebi bir hassasiyetle anlatılmış olmasıdır. Modernizm ve gelenek arasında sıkışan birey, değerlerden kopuş, derin yalnızlık gibi sorunlar çözüme ulaşmadıkça genelde toplumun özelde bireyin huzur bulamayacağı gerçeği yazarın kaleminden dile getirilir. Bütün bu sorunların çıkış yolu olarak da Rasim Özdenören, Müslümanca düşünüş ve duruşu teklif eder. Hemen her denemesinde açıkça, hikâyelerinde ise estetik bir yaklaşımla bu teklifi yineler. Rasim Özdenören’in roman türünde verdiği tek eser olan “Gül Yetiştiren Adam” ise farklı tarzıyla yazarın külliyatı arasında yerini almıştır. Ayrı bölümler halinde ve bölümler arası geçişlerle kaleme alınmış iki hikayenin birleşimiyle ortaya çıkan “Gül Yetiştiren Adam”, birbirinden bağımsız görünen hikayelerin birbirini destekleyen yapısıyla bütünlüğe ulaşmaya çalışır. İlk ve diğerine oranla uzun olan bölümde Sitare ve onun şahsında modernizm eleştirisi yapılır. Kitaba adını veren “Gül Yetiştiren Adam”ın ana karakter olduğu ikinci ve daha kısa olan bölüm ise yazarın asıl anlatmak istediği toplumdaki yozlaşmaya direnen dindar bilincin temsil edildiği bölümdür. İki hikayenin çapraz bir düzende anlatıldığı romanda birleştikleri yer ise son sayfalardır. Bu birleşme iki hikayenin iç içe geçmesi şeklinde değil bir gazete haberinin göz ucuyla okunması şeklinde gerçekleşir. İlk bölüm modernizmi temsil eden bireylerin savruluşunu anlatırken ikinci bölüm geleneklerine, dini referanslarına sıkı sıkıya bağlı Gül Yetiştiren Adam ve onun kimliğiyle Müslüman bireyin merkeze alındığı bölümdür. Gül Yetiştiren Adam, Kurtuluş Savaşı sonrası yaşadığı hayal kırıklığının neticesinde elli yıl boyunca evinden dışarı çıkmaz ve bahçesinde özenle gül yetiştirir. Onun için romanın kahramanıdır demek yanlış olmaz. O, modern hayata sessiz direnişiyle karşı koyar. Yetiştirdiği her gül onun direnişinin nahif sembolüdür. Toprak, ruhunu beslerken güller, o ruhun eşsiz meyveleridir. Gül Yetiştiren Adam modernleşmenin karşısındaki yalnızlığıyla bir dünya kurmuştur kendisine ancak elli yıl sonra evden dışarı adımını attığında gördükleri iç hesaplaşmanın kapılarını açar. Kabuğuna çekildiği için pişman olur. Hatta bu yaptığını yani pasif direnişini korkaklık olarak nitelendirir. Cami cemaatine yaptığı konuşma aslında onun içinde yaşadığı çalkantının bir yansımasıdır. En acı olan tarafı ise istediği karşılığı bulamamasıdır. Ayrıca iki farklı öykünün birbirinden bağımsız olsa da bir bütün oluşturdukları gerçektir. Öyle ki, Gül Yetiştiren Adam’ın yaşadığı hayal kırıklığının, iç hesaplaşmalarının yansımasıdır Sitare ve arkadaşlarının yaşantısı. Onların her savruluşu Gül Yetiştiren Adam’ın ruhundan kopan kırgınlıktır. Onların her değer karşıtı tavrı Gül Yetiştiren Adam’ın şaşkınlığıdır. Ve onların yabancılaşması Gül Yetiştiren Adam’ın yalnızlığının tescillenmesidir İki ayrı hikaye olarak adlandırdığımız romanın uzunca – elbette diğer hikayeyle iç içe geçmiş bir uzunluktur bu- ele alınan bölümündeki Sitare’nin Gül Yetiştiren Adam’la nasıl bir ilgisi olduğu okuyucunun zihninde bir soru olarak belirdiği muhakkaktır. İkisinin ortak yönü yalnızlıklarıdır. Ancak Sitare’nin yalnızlığı değer kaybı ve modernizmin savurduğu kimlik bunalımından kaynaklanırken Gül Yetiştiren Adam’ın yalnızlığı inandığı değerlere sağlam bir bağlılıkla hayatını sürdürüp taviz vermemesinden kaynaklanır. Sitare hayata tutunamaz, Gül Yetiştiren Adam ise hayatı bilinçli bir yalnızlıkla yaşar. Sitare kendisinden yaşça büyük, zengin kocasının hastalığına rağmen eğlenmeye Las Vegas’a giden, başına buyruk, kendi değerlerini önemsemeyen bir karakterdir. Konuşmalarına yabancı kelimeler katarak modern olduğunu ispat etme gayretindedir. Evlilikle ve aileyle ilgili görüşleri toplum değerlerinden çok farklıdır. Hatta bir eğlencede sevgilisine yakınlık göstermekten çekinmez. Savurganlık derecesinde para harcar. Fazla ciddi olmak onun için çağın hastalığı ve mutluluğun önündeki engeldir. Hayatı tamamen tüketim üzerine kurulu olan Sitare istediklerine ulaşınca daha da mutsuz olur. Sitare’nin bu düzensiz hayatı, modern yaşamın iç dünyasında oluşturduğu buhranlar, hiçlik duygusu onu intihara sürükler. Dolayısıyla kitapta da belirtildiği üzere Sitare’nin intiharı ölüme meydan okuyuştur. Sitare tam anlamıyla tutunamayan bir karakterdir. Haz ve eğlence peşinde sürdürdüğü hayatı, toplumun değerlerini reddeden tavrıyla “tutunamaz”. Bu ruh hâli davranışlarına yansır ve çevresindekiler üzerinde etki oluşturur. Bu etki onun merkezde olmasını sağlar. Gözler hep onun üzerindedir ancak acı olan ise Sitare’nin yalnızlığıdır. Bu noktada romandaki diğer kadın karakterler Zelda ve Tansel de dahil olmak üzere modernizmin olumsuzlanması kadınlar üzerinden gerçekleşmiştir. Sitare başta olmak üzere kadınların toplumun kurallarına aykırı davranmaları, olay içerisinde erkekler de olmasına rağmen kadınların daha belirgin bir şekilde olumsuzluğun sembolü olarak kullanıldıkları bir gerçek. Belki de farklı bir kadın karakterin yani Sitare’nin karşısında bir nevi anti karakterin romanda kullanılmayışı bu olumsuzluğu daha da belirgin hale getirmiştir. Elbette menfi tavırlara eşlik eden erkekler karşımıza çıkar roman boyunca ancak suçlu veya modernizmin savurduğu kimlikler kadın üzerinden anlamlandırılır. Modernizmin ve tutunamayan bireyin somut hâli Sitare’yle tanımlanır. Bununla birlikte isim tercihleri de farklıdır. Yıldız anlamına gelen Sitare merkezde ve ışıltılı bir hayatı temsil ettiği için anlamına uygun kullanılmıştır. Tansel ve Zelda ise modernleşmenin isimlere de nasıl yansıdığının bir göstergesidir. Sonuç olarak Rasim Özdenören, Gül Yetiştiren Adam romanıyla idealleri gerçekleşmeyen ve hayal kırıklığı yaşayan bireyi; sıkışmış ve yalnızlaşmış modern bireyin varlığıyla özellikle de kadın karakter üzerinden anlatmıştır. Sistem eleştirisinden ziyade “Müslümanca duruş”un olması gereken vasıflarını ise asıl kahraman yani Gül Yetiştiren Adam vasıtasıyla anlatmıştır. Bu duruş dindar insanın her şartta hayatı anlamlandırıp zihninden ve gönlünden geçenleri pratiğe aktardığı bir duruştur. Gül Yetiştiren Adam “Müslümanca duruş ve düşünüşün” vücut bulmuş hâlidir. Dolayısıyla Rasim Özdenören bu eseriyle kendi duruşunu, hayatı anlamlandırışını da ana karakter üzerinden temellendirerek anlatmıştır.

Özgürlüğü özgür kılan ne kukladır ne kuklacı. Ne handır ne de hancı. Hakikate âşık göğsündeki ateştir yanan sadece. Güçlüye değil, gücüne değil, gücü verene inanmaktır özgürlük. Yaşadığını hissetmektir özgürlük adım adım. Gölgelenirken dokunmaktır güneşe. Ciğerlerine kadar çektiğin havayı bırakırken gökyüzüne Hu’dur. Avucunda biriktirdiğini paylaşmaktır insanlarla. Nefes vermektir nefessizlere. Ortak olmaktır acılar şirketine. Kimsesizlerin kimsesi olmaktır. Zamandan zaman çekmektir kendine. Oynamaktır çocuklarınla güvercin taklası bazen saklambaç yahut körebe. Kuş gibi uçmaktır evlerin üzerinden devler gelmeden önce. Vicdandır, kararmamışsa şayet. Akıldır, kullanabiliyorsan eğer. Tefekkürle gülmektir, kâinata bakarken. Merdivenine çıkmaktır düşüncenin dilediğince. Kelepçe vurmamaktır dimağının ellerine. Fikir kavgası gütmendir hem kendinle hem de herkesle. “Zihnî konforunu” terk etmendir alışılagelen. Ne verildiği değil, ne aldığındır özgürlük. Doğru ya da yanlış seçeneğinin arasında sayısız doğru ve sayısız yanlışı seçebilme yetisidir aynı zamanda. Yönelme kabiliyetindir, iyiye ve güzele. Disipline edilen bir hayata merhaba demektir, hiç erinmeden. Bağlayıcı olanın bağına bağlanmaktır özgürlük. Öğreticinin öğrenene ket vurmamasıdır diğer taraftan. Terbiye etmektir kişiyi, kişiliğine dokunmadan. Yanlış doğruların boyunduruğundan doğru yanlışların boyunduruğuna girmektir. Göz hapsinden kurtarmaktır gözleri, dilleri ve ruhları… Aşmamaktır özgürlük, sınır çizgisini. Ötekileştirmemektir kimseyi, siyah ve beyaz diye. Vardiyalı çalışmaktan kurtarmaktır düşünceyi. Deriye indirgememektir görmeyi, duymayı, tatmayı ve hissetmeyi. Hor görülsen bile hakkın, hukukun savunucusu olmaktır her daim. Zulme karşı direnmektir. Nefsin prangalarını parçalamaktır. Taşıdığın posayı zayıflatırken, Ebubekir etmendir ruhunu. Dünya çile de olsa, cennetten ihracıdır Âdemin (as). Şeytandan kaçışın, Allah’a varışın adıdır özgürlük. Yarıştır. Barıştır. Oluştur. Ölüştür. Ebede doğru yürümektir tökezlemeden. Farklı yaşamak değil, farkına varmaktır düzenin. Başlardan çevirip başını, secdeye koymaktır özgürlük. Sebep denen binlerce tesirsiz müessiri silmektir gönül aynasından. İlim öğrenmektir, kölesi olmadan. Emre müheyya bir neferi olmaktır hakikatin. Süfli duyguların ulvi duygulara boyun eğmesidir özgürlük. Sevgi putlarını kırmandır yüreğinde her ne varsa zahiri. Güvendir, yürüdüğün karanlık sokaklarda sana bir mum yakan. Güneştir, içini aydınlatan. Başını koyduğun yastıktır, geceleri hiçbir telaş duymadan baş konulan. Kuraldır, kuralsızlara. Hudut koymaktır, hududuna dokunanlara. Heva ve heves perdesini yırtmaktır. Madde bağımlığından mana iklimine bağ kurmaktır. Fiilen olmasa da kalben el etek çekmesidir insanın. “Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter.” der Nelson Mandela. Yalnız yıldızlara da göç etmeli ey Mandela. Bulutlara da çıkmalı insan. Karanlığı da avlamalı bazen. Özgürlüğün mahzeni marifet, madeni hüner, neticesi terakki… İnsanlığın ortak kültürüdür koca koca biriken. Boyun eğmektir özgürlük yüce buyruğa. “Dur!” demektir, gelişmiş mitralyözlerden yayılan barut kokusuna. Bazen de cenk etmektir, barışa selam durmak için. Sarsılmamaktır kopan en ufak bir fırtınada. Zorlukları aşmandır. Gönülden taşmandır. Hayatını adamaktır hayatını verene. İçtiğin su, yediğin ekmektir doyasıya. Uykudur, deliksiz. Dervişin ayın şavkıyla yarışan “Hu” diyen nefesidir, geceleri. Eğilen başın, ettiğin duan, döktüğün yaşındır seher vaktinde. Evlattır, gözünün aydınlığı. Yol arkadaşlığı yapan eşindir, yoldan çıkmaman için. Sırdaşındır, dostundur dünyada, belki de tek kazandığın servet. Malındır, dağıttığın. İlim, irfandır, anlattığın. Tamir etmektir, mesela kalbi kırık bir çocuğunun gönlünü. Okşamaktır, yetimin başını. Elinden tutmaktır, düşenin ve düşünenin. Hoş etmektir gönlünü, yolunu gözleyen annenin. Rotasında yüzdürmektir her fırtınaya karşı, insan denen gemiyi. Yoldaş olmaktır Yunus’la. Kuyuya girmektir Yusuf’la. Yanmaktır ya da yanmamaktır İbrahim’le. İçmendir sabrı, yudum yudum Eyüp ile. Beklemektir Yakup gibi, kan kokulu gömlekle. Mızıkçılık yapmamaktır zorluk göründüğünde. Tepmemektir sofra gibi önüne serilen nimetleri. İkram edenin ikramıyla yetinmektir. Âdemin Âdeme köleliğinden, Âdemi Âdem yapana kulluktur, özgürlük. Paranın, malın, şöhretin, şehvetin bukağılarından kurtulmaktır. Üzerinde dilediğince dolaştığın topraktır. Bir bilsen ah dostum, bir bilsen… Bayraktır özgürlük, göklerde dalgalanan. Vatandır. “Azatlığı istemirem tırnak tırnak, gram gram Golumdaki zincirleri gram gerek gram gram Azatlığı istemirem bir hep gibi, ilaç gibi İsterem hava gibi, güneş gibi, cihan gibi Kalk yolumdan ey gaspkâr Men bu halkın hak sesiyem Men istemem sıska bulak Ben ummanlar teşnesiyem.” diyen şairlerindir özgürlük. Özgürlüğü özgür kılan ne kukladır ne kuklacı. Ne handır ne de hancı. Hakikate âşık göğsündeki ateştir yanan sadece. Güçlüye değil, gücüne değil, gücü verene inanmaktır özgürlük. Patlamaktır bir mayın gibi zalimlerin hayâsız yüzüne. Ateşten korumaktır ateşe yaklaşanları. Okunan ezandır minarelerden gün de beş vakit. Irgatların nasırlaşmış elleridir tarlalarda. Yük taşıyan hamalların alın teridir sokaklarda. Öğretmendir köhne düşünceleri baltalayan. Annelerdir yavrularına bağırlarını açan. Ve babalardır çocuklarının güvenle sığındığı liman. Mütefekkirlerdir irfanımızı ince ince, nakış nakış ören. Sanattır marifete ulaştıran. İlimdir hikmete dönüştüren. Kalemini hak için oynatandır. Hakikati ne doğuda arayandır ne de batıda; nerede bulmuşsa orada yapışandır eteğine. Aşmaktır alışkanlıklarımızı, ön yargılarımızı. Sözünü yere düşürmeden gönüllere işlemektir, özgürlük. Ne kendisinin ne de başkasının hukukunu çiğnememektir. Ne zaman keseceği belli olmayan kılıcıdır adaletin. Bütün -izimlerin izini sürmeden yaşamaktır. Kanunlardır kanunsuzlara. Bombalar altında gülüşüdür uçurtma uçuran çocukların. Her şeye rağmen yeşermesidir umutların. Selim’in sesidir yükselen Süleymaniye’den. Kuşların ötüşüdür İstanbul’daki bir gemi iskelesinde. Bağdat’tan, Şam’dan, Diyarbakır’dan gelen nağmeleridir âşıkların sazlarının telinde. Kalemin uçuşudur gökyüzünde medeniyet kuran. “Hay” diye bir haykırıştır işte. Güneşten daha parlak, sudan daha berrak beyaz bir tülbentsin annelerin yüzünde. Mavi bir kelebeksin daldan dala konan. Nazenin çiçeğisin dağların. Özgürlük… Ne faraziye yakınsın ne tahayyüle. Hayatsın, hayatın da hayatı… Satılan kumaşsın pek pahalıya, bezirgânın elinde. Sahi nesin sen, hey özgürlük?

Bir milleti millet yapan en temel unsurlardan dil ve dînin yanında, târih şuûrunun da büyük önemi vardır. Milleti oluşturan fertlerin, ait oldukları kültürü oluşturan ortak geçmişi bilmesi, atalarının yapmış olduğu fedâkârlıklardan, hizmetlerden ve edindikleri tecrübelerden haberdar olması kendi geleceklerini sağlam bir şekilde inşâ edebilmeleri açısından büyük önem taşımaktadır. Târih şuurunun oluşmasında, ecdâdın bırakmış olduğu âsâr-ı kadîmenin, yeni ifâdeyle, târihî eserlerin rolü büyüktür. Bu eserlerin şahsında ataların hizmeti, gayreti ve meziyeti hatırlanır, öğrenilir. Çanakkale mevzilerini gezen bir vatan evlâdı, dedelerinin memleket için gösterdiği büyük gayret ve hizmeti yaşayarak görür ve hisseder. Fatih Camii ve Rumeli Hisarı, büyük Fâtih’in hâtırasını her dakika bize hatırlatır. Anadolu Hisarı, İstanbul için daha önce gösterilen gayretlerin bir nişânesi olarak bize her dâim selâm verir. Süleymâniye, Sultan Ahmed, Yavuz Selim, Şehzâde, Nuruosmâniye ve diğer ecdâd yadigârı camiler, medreseler, imarethâneler, daruşşifâlar, hanlar, hamamlar atalarımızın bu topraklara vurduğu mühürdür; bu topraklara sinen rûhudur. Hatta eskilerin, ölümü o kadar mûnis gösteren ve iç içe yaşadığımız cennet bahçesi mezarlıklardaki, güzelim mezar taşı kitâbeleri, hem yurdun bir tapusu, hem de yaşayanlara verdikleri mesajla birer nasihatçidir. Cumhuriyet döneminin önemli yazarlarından Kemal Tâhir bu eserlerin önemini “Yol Ayrımı” isimli romanında şöyle ifade eder; “Bence bugün Edirne şehri sınırlarımızın içindeyse, biz bunu Enver Paşa’ya değil hatta Lozan Sulhu’na değil Sinan’ın Selimiye’sine borçluyuz. Selimiye orada durdukça Edirne de bizim sınırlarımızın içinde durur, hepimiz toptan ölmedikçe...” Daha dün denecek kadar yakın bir zamanda devlet olan ülkelerin, kendilerine târih uydurduklarına şâhid olmaktayız. Bunlara bakınca, ne kadar şanslı olduğumuz anlaşılır. Çok şükür, gurur duymamız gereken bir târihe ve kendileriyle gurur duyduğumuz bir ecdâda sahip bulunmaktayız. Aynı şekilde, dünya bilim, kültür ve sanat mirasına büyük katkı sağlayan, dünyanın gıpta ile baktığı eserlerin de sahibiyiz. Maalesef, bu eserleri gereği gibi tanıdığımızı, yeni nesle tanıttığımızı ve koruduğumuzu söylememiz mümkün değildir. Kıymetli eserlerimiz, zamanın tahribine maruz kaldığı gibi ilgisizlik ve kasdî tahribatlara da maruz kalmıştır. 28 Mayıs 1927 târihli, 1057 no’lu “Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde bulunan bilumum mebânii resmiye ve milliye üzerindeki tuğra ve methiyelerin kaldırılması hakkında kanun”un yürürlüğe girmesiyle birlikte geçmişin mirası olan eserlere yapılan tahammülsüzlüğün ve vandallığın târihte başka bir örneği bulunmamaktadır. Bu kanun gerekçe gösterilerek bazı işgüzar idareciler; cami, medrese, okul, çeşme, sivil, resmî ve dînî yapılarda bulunan tuğraları kazıyarak yok etmişlerdir; tuğraların yanı sıra o eseri yaptıran padişahın isminin geçtiği kitâbeler de bu tahribattan nasibini almıştır. Yapılan bu vandallıklara örnek olarak; 1861’de Gümüşsuyu Askeri Hastanesinin duvarına bitişik olarak yaptırılan,1939’da yerinden sökülerek Edirnekapı Şehitliği’ne taşınan Abdülaziz Han Çeşmesinin kitâbesi ve tuğrası kazınarak Latin harfleriyle değiştirilmiştir. Yine 1057 no’lu kanuna dayanarak İstanbul Sultanahmet’teki Cevri Kalfa Sıbyan mektebinin cephesindeki kitâbe ve tuğralar bu binayı kullanan o zamanki idarenin başındaki kişi tarafından kazıtılmaya başlanmış ve o sırada oradan geçmekte olan Müzeler Müdürü Halil Ethem Eldem’in durumu görmesi ve müdahale etmesiyle bu tahribat kısmen önlenebilmiştir. Bugün Cevrî Kalfa Sıbyan mektebinin cephesindeki tuğralar tamamen, çeşme kitâbesinin ise kısmen kazınmış bölümleri bir ibret vesikası olarak durmaktadır. Sultan Abdülazîz Han tarafından “Seraskerlik” binası olarak inşa ettirilen ve sonradan “Harbiye Nezâretine” çevrilen, bugün ise “İstanbul Üniversitesi” olarak kullanılan binanın âbidevî giriş kapısındaki kitâbe ve tuğralar 1933 yılında mermer plakalarla kapatılmıştı. Kitâbeler üzerindeki mermer plakalar 1949 yılında, tuğralar üzerindeki plakalar ise 81 yıl sonra, 2014’de sökülerek tuğralar tekrar gün yüzüne çıkartılmıştır. Ecdâmızın ayak bastığı toprakları şefkati, ilmi, sanatı, hamiyyeti ve kahramanlığıyla mamûr ederek, ilmek ilmek var ettiği, binlerce yıllık kültür ve medeniyetin bakiyesi olarak mîras kalan eserlerin korunmasında şimdiye kadar maalesef iyi bir sınav verilememiştir. Temennîmiz, birçoğu vakıf olan mevcut eserlerin korunmasında ve sonraki nesillere aktarılmasında ecdâdımıza yakışır çaba ve gayret içinde olunmasıdır.

Peygamber Efendimiz (sav), “Hastalarınızı sadakayla tedavi ediniz.” diyor. Sadaka ömrü uzatır. Herhangi bir musibet zamanında önce tövbe istiğfar, sadaka vermek ve ilaç tedavisine devam etmek önemlidir. Selamünaleyküm. Yeni bir yılda Rabbim herkese hayırlı, bereketli ve sağlıklı bir sene geçirmeyi nasip etsin. Korona salgını ile beraber hayatımızı sürdürmeye devam ediyoruz. Korona ve grip belirtileri benzerlik gösterdiğinden, birbiriyle karıştırılıp kişilerde psikolojik olarak tedirginliğe sebep olmaktadır ve bağışıklığı düşürmekte, hastalıkla mücadeleyi zorlaştırmaktadır. Hastalığa yakalanan kişilerde genellikle sık görülen semptomlardan biri de öksürük. Dolayısıyla hastalık esnasında öksürüğe karşı faydalı olabilecek bitkiler hususunda bilgilenmek son derece önem arz etmektedir. Aynı zamanda önümüzdeki kış günlerinde enfeksiyonlara karşı korunmamıza yardımcı olacaktır. Bitki çaylarınız varsa hastalıklarınızı, gebelik ve emzirme durumunuzu dikkate alarak ve doktorunuza danışarak kullanmayı ihmal etmeyiniz. NANE ÇAYI Terletici (diyaforetik), ateş düşürücüdür, bazı bakterilerin gelişimini önler. Kaynatılıp buharı koklandığında ferahlatıcı ve rahatlatıcı özelliği ile burun tıkanıklıklarını açar, solunum yollarını temizler. Taze olarak hazırlanmalıdır. ADAÇAYI Soğuk algınlığı tedavisinde en etkili bitki çaylarından biri adaçayıdır. Bileşiminde bulunan cineol fitokimyasalı sayesinde öksürüğü önlemeye yardımcı olur. Adaçayının içerdiği uçucu bileşenlerin ağız ve boğazda yerleşen enfeksiyonlarda (farenjit, korona gibi) faydalı olduğu bilinmektedir. Bu sebeple kaynamış ve dinlenmiş suya eklenip 10 dakika demlenmiş adaçayı ile hazırlanan gargaranın kullanılması tavsiye edilmektedir. Adaçayını evde yakmak evin havasını dezenfekte etmek için etkili bir yöntemdir. Ayrıca geçmeyen baş ağrılarınız için adaçayı yakmanızı tecrübeme dayanarak şiddetle tavsiye ederim. Bunun için yapacağınız bir iki dal adaçayını elinize alıp kâğıt tutuşturuyor gibi yapraklarını yakmak. ZENCEFİL SUYU Zencefil sıkılarak soğuk algınlığı, öksürük, tiroid problemlerinde kullanılır. Taze olarak tüketilmelidir. Ceviz büyüklüğünde taze zencefili katı meyve sıkacağında sıkabilir ya da rendeleyip elinizde sıkarak sabah-akşam bir çorba kaşığı olacak şekilde tüketebilirsiniz. IHLAMUR İltihap ve ağrı giderici etkisi vardır. İçeriğindeki flavonoidler ile iltihap giderici ve ağrı kesici etki gösterirken, müsilaj içeriği ile de boğazı yumuşatır ve tahrişi önler. Ayrıca üzerine taze kaynatılmış ve dinlendirilmiş sıcak su ilave edilerek çay şeklinde demlendiğinde bazı uçucu bileşenlerinin (linalool) yatıştırıcı etkisi olduğu birçok çalışmada belirtilmiştir. Bu özelliği ile özellikle inatçı öksürüklerde kişilerin rahatlaması bakımından faydalıdır. KARA MÜRVER İçeriğindeki flavonoidler ve antosiyaninler ile antioksidan etkisinin yanı sıra bağışıklık sistemini uyarıcı etki gösterir ve vücudun direncini artırır. Mürver bitkisinin yaprakları, halk arasında soğuk algınlığında terletici olarak kullanılmaktadır. Bazı çalışmalarda, mürverin siyah meyvelerinin grip üzerinde etkili olduğu görülmüştür. Özellikle boğazınızda kaşıntı, yutkunurken zorluk, kulaklarınızda çıtırtı hissetmeye başladığınızda piyasada satılan karamürver efervesan tabletlerinden bir tane alırsanız, semptomların ilerlemeden kontrol altına alabilirsiniz. EBEGÜMECİ İçeriğindeki müsilaj sayesinde sindirim ile solunum sistemi yangı ve tahrişlerinde yumuşatıcı etkiye sahiptir. Ateş düşürücü ve ağrı kesici özellikleri vardır. Ses kısıklığı ve öksürüğe karşı etkilidir. Ağız gargarası şeklinde farenjit ve bademcik iltihaplarına karşı kullanılabilir. OKALİPTÜS Okaliptus yaprağı solunum yolları hastalıkları tedavisinde yardımcı olarak kullanılabilir. Ateş düşürücü, ağrı kesici, balgam söktürücü ve antibakteriyel özellikleri bulunmaktadır. Ayrıca okaliptüs yağını buharlaştırarak evin havasının temizlenmesini sağlayabilir, aynı zamanda bu esnada soluyacağınızdan öksürük probleminizi azaltacağını tecrübe edebilirsiniz. KEKİK Sıra geldi kovid öksürüğü tedavisinde çok popüler olan kekiğe. Zengin bir antioksidan, vitamin ve mineral kaynağıdır. Antibakteriyel ve iltihap giderici özelliği ile solunum yolu enfeksiyonları dahil birçok enfeksiyon hastalığına iyi gelmektedir. Doğal bir öksürük yatıştırıcı ve ağrı kesicidir. Özellikle kovid esnasında öksürük kesilmesinde çok etkili olduğu görülmektedir. Kekik çayı, özellikle dağ kekiği sıcak suda demlenip balla ya da tek başına tüketilebilir. Kekik yağı sıcak su içine damlatılmak suretiyle buhar yapılabilir. Bir tencerenin içine kekik atılıp kaynatılarak evin havası dezenfekte edilebilir. Ev temizliğinde çamaşır suyu yerine suya kekik yağı damlatılıp dezenfeksiyon sağlanabilir. Dışarıdan alınan paketli gıdaları dezenfekte amacıyla suyun içine kekik yağı damlatılabilir. Bilinmeyen bir husus, tansiyon hastaları kekik kullanırken dikkatli olmalıdır. Tansiyon durumuna etkisini takip ederek kullanmalıdır. TARÇIN ve KARANFİL Enfeksiyona karşı koruma sağlar, antiseptik, antibakteriyel, antifungal özelliği bulunmaktadır. Bronşit, soğuk algınlığı şikayetleri ve öksürüğe iyi gelmektedir. Özellikle toz tarçın, toz karanfil, toz zencefil, toz zerdeçal, karabiber balla karıştırılıp macun haline getirilip bir tatlı kaşığı tüketilebilir. PAPATYA ÇAYI İltihap giderici olduğu ve bağışıklık sistemini kuvvetlendirdiği için soğuk algınlığı şikayetlerinde kullanılabilir. İyi bir antioksidan kaynağıdır. Ağrı kesici, rahatlatıcı ve uyku verici özelliği bulunmaktadır. EKİNEZYA ÇAYI Gribal enfeksiyonlara karşı bağışıklığı güçlendirmek veya enfeksiyonu hafif geçirmek için çok sık kullanılan etkili bir bitkidir KUŞBURNU ÇAYI Kuşburnu C vitaminini en yoğun bulunduran bitkilerden biridir. İçerdiği yüksek C vitamini sayesinde antioksidan etki gösterir ve iltihabi hastalıkların birçoğunun tedavisinde kullanılır. Yüksek C vitamini içeriğiyle bağışıklık sistemini güçlendirir ve hastalıklara yakalanma riskini azaltır. *** Tüm bu bitkisel önerilerin yanı sıra korona ya da herhangi bir hastalık için kesin tedavi ve korunma sağlayacak bir tavsiye daha var. Peygamber Efendimiz (sav), “Hastalarınızı sadakayla tedavi ediniz.” diyor. Sadaka ömrü uzatır. Herhangi bir musibet zamanında önce tövbe istiğfar, sadaka vermek ve ilaç tedavisine devam etmek önemlidir. Unutmayalım ki insan sadece maddi değil, aynı zamanda manevi ciheti olan bir varlıktır. Tedavi de ona göre olacaktır, vesselam…

Çocukluk çağında birçok sebebe bağlı olarak problemli davranışlar meydana gelmektedir. Problemli davranışların bir kısmı gelişim döneminin normal bir parçası olmakla birlikte, gelişim sürecinin sonrasında da sıklıkla devam ediyorsa problem olarak değerlendirilir. Yapılan araştırmalar, problemli davranışın oluşması ve devam etmesinde ailenin önemli bir rolü olduğunu göstermiştir. Problemli davranışlara müdahale edilmezse çocuğun kişiliği haline geleceğinden dolayı, tanımlamak ve zamanında müdahale etmek çok önemlidir. Peki, problemli davranışlar nelerdir? Korku ve kaygılar: Hayatın ilk yıllarda çocuklar birçok farklı insan, nesne ve durumla karşılaşır. Bu durum çocuğa öğrenme ve tecrübe fırsatı sunarken, aynı zamanda korku ve kaygı yaşamasına da sebep olur. Yüksek ses, ebeveynden ayrılma, hayvanlar vb. korku ve kaygı hissetmesine sebep olabilmektedir. Hayatın ilk 3 yılında bu tür korkuların olması normaldir. Ayrılık kaygısı için “cee—eee” oyunu, oyuncak saklayıp bulmak, saklambaç gibi oyunlar iyi gelecektir. 5-6 yaş civarında canavar, öcü, yaratık gibi korkular gündeme gelmektedir. Bu gelişimin normal bir seyridir. Öcü, canavar vs. yok demek çocuğa kendisinin anlaşılmayacağını hissettireceği için söylenilmemelidir. Çünkü çocuk için adı olan her şey vardır. Duygusunu anlamak ve kabul etmek, korkusunu normalleştirmek yeterli olacaktır. Çekingenlik ve utangaçlık: Çocuk yeni bir sosyal ortama girdiğinde sosyal ortama uyum sağlama mekanizması aktif olmalıdır. Utangaçlığın yeni sosyal durumlara uyum sağlama sürecinde geçici olarak ortaya çıkması normaldir. Tanımadığı kişilerle teması artırmak, utangaçlığın giderek azalmasını sağlayacaktır. Unutulmamalıdır ki utangaçlık çeşitli durumlarda ortaya çıktığında değil, çocuk “utangaç” olarak etiketlendiğinde problem oluşturmaya başlamaktadır. Zamanla çocuk bu etiketi kendisi de içselleştirerek, sosyal ortamlardan rahatsızlık duymaya, kendisi ile ilişkili aşırı derecede olumsuz düşünceler geliştirerek utangaç etiketine uygun davranışlar göstermeye başlamaktadır. Yalan söyleme: 5-6 yaşına kadar çocuklar gerçek ile hayali ayırt etme bilişsel becerisine (bilgi, kavrama, uygulama, analiz ve sentez) sahip değillerdir. Bundan dolayı hayal ettikleri şeyin gerçekten olduğunu düşünürler ve bu gelişimin normal parçasıdır. 5-6 yaşından sonra hâlâ devam eden bir yalan söyleme durumu varsa, ebeveynler “yalan söylüyorsun” diye etiketleme yapmamalıdır. Örneğin, masadaki bardağı çocuğunuz kırdı ama kendisinin kırmadığını söylediğinde, “Sen bardağı kendinin kırmadığını söylüyorsun, bardağı kırmış olmak istemedin.” gibi gerçeği bildiğinizi gösteren bir açıklama yapmanız ama çocuğu söylemediği için suçlamamanız yeterli olacaktır. Çocuğunuz sık yalan söylüyorsa hata yapmaktan, cezalandırılmaktan korkuyor olabilir. Mükemmeliyetçi, katı, otoriter bir tutum sergileyip sergilemediğinize bakmanız iyi olacaktır. İzinsiz eşya alma: Okul öncesi dönemde çocuklar kendilerine ait olmayan bir eşyayı izinsiz almamaları gerektiği bilgisine sahip değillerdir. İstediği eşyaya sahip olabilmek için istemenin yeterli olduğunu düşünürler. İsterler ve kimin olduğuna bakmadan alırlar. 6 yaş sonrasında daha fazla otokontrole sahip oldukları için, bu davranış giderek azalmaktadır. Saldırgan davranışlar: Vurma, itme gibi saldırgan davranışlar, çocukların duygularını kontrol etmekte zorlanmaları ve problemlerini çözebilmek için daha iyi bir yol bilmediği için ortaya çıkan davranışlardır. Çocukların öfke duygusu her zaman kabul edilmelidir. Duyguyu kabul ettiğimiz gibi davranışları sınırlandırabiliriz. Örneğin, çocuğunuz kardeşi oyuncağı aldığı için ona kızıp vurduğunda, “Kardeşine oyuncağını aldığı için çok öfkelendin. Kardeşine kızdığını anlıyorum ama kardeşin vurmak için değil.” deyip duygusunu kabul edip, davranışını sınırlandırmış olacaksınız. Yapılan en büyük hata, duygusunu kabul etmeden, görmeden çocuğu durdurmaktır. Anlaşılmamış hisseder ve giderek öfkesi artar. Peki, çocuğun problemli davranışlar sergilediğinde ailesine vermek istediği asıl mesajlar nedir? Görülmek istiyorum ve fark edilmek istiyorum. Çocuklar ebeveynleri tarafından önemsenmediklerini ya da yeterince ilgi görmediklerini düşündüklerini hissettiklerinde farklı davranış şekilleri ile dikkat çekmek isteyebilirler. Olumlu davranışlarla dikkat çekemeyince olumsuz davranışlara yönelmektedirler. Kızgınlığını belli etmek. Hayat rutininde bir değişiklik olduğunda, aile içinde yaşanan bir gerginlik olduğunda vs. çocuklar adapte olmakta zorluk yaşarlar ve olumsuz duygular hissedebilirler. Bunu ifade edebilecek gelişime sahip olmadıkları için, bunu olumsuz davranışlarla açığa çıkartabilirler. Ailenin beklentilerini karşılayamayacağını hissettiğinde. Yüksek akademik beklenti, mükemmeli bekleme, hata payının olmaması vb. çocuğun kendisini yetersiz hissetmesine ve ailesinin beklentisini karşılayamayacağı için olumsuz davranışlar sergilemesine sebep olabilir. Cezadan kaçmak. Yaptığı davranışlardan dolayı suçlanan, sık sık cezalandırılan çocuklar cezalandırılmamak için yalan söyleme, saldırgan davranışlar sergileme yoluna gidebilmektedir. Aileyi model almak. Aile içerisinde ebeveynlerin gösterdikleri olumsuz davranış örnekleri çocuklar tarafından model alınarak uygulanır. Vurma, itme, yalan söyleme, bağırma farklı durumlara karşı geliştirilen korku ve kaygı vb. davranışları çocuk aile bireylerinden model alarak da öğrenebilir. Ayrıca aile içinde anne ve baba arasındaki anlaşmazlıklar, mutsuzluk çocukların problemli davranışlar geliştirmelerine neden olabilir. Problemli davranışlar oluştuğunda ebeveyn nasıl bir yol izlemelidir? Tüm davranışların bir nedeni vardır. Eğer çocuk ihtiyaçlarını uygun yollarla elde edemiyorsa o zaman istediğini elde etmek için farklı yollar dener. Problem davranışların kaynağını ararken, çocuğun bu davranışı neden ve ne kadar sıklıkla yaptığının gözlenmesi gerekmektedir. Bu aşamada ebeveynlerin oldukça dikkatli olmaları ve ilk olarak kendilerini sorgulamaları gerekmektedir. Örneğin; “Çocuğumdan beklentim çok mu fazla?”, “Çocuğumu ne kadar çok sevdiğimi o biliyor, hissediyor mu?”, “Çocuğumdan beklentilerimi ve bu beklentilerin sebeplerini onlara zamanında açıklıyor muyum?”, “Disiplin metotlarım çok sert mi?”, “Çocuklarımın duygularını özgürce ifade etmesine yeterince izin veriyor muyum?”, “Çocuğuma yeterince vakit ayırıyor muyum?” gibi sorular sorup verdikleri cevaplara göre eksikliklerini gidermeye çalışmalı. Anne ve babalar çocukların duygu ve düşüncelerini ifade etmesine fırsat vermeli, olumlu davranış örneklerini ise takdir etmelidirler. Tehdit etme, eleştirme, kıyaslama, baskı gibi uygulamalar yerine çocukta iç disiplini geliştirmeye çalışmalıdırlar. Bu noktada çocukta güven duygusunu geliştirmeli ve şartsız sevgi sunmalıdırlar.