151. Sayı: "Aileyi Tehdit Eden Gizli Tehlikeler"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiBu da mı Bozulmaya Başlamış!
İtikad

Bir fabrikada büyük makinelerden biri aniden durur ve kaç tamirci gidip gelmişse de makine çalışmaz, çalıştırılamaz. Nihayet yaşıyla mütenasip tecrübeye sahip bir adamcağızı bulurlar. Tecrübe, basiret, bilgelik makinenin etrafında bir iki tur atar ve “Bana bir çekiç verin” der. Gelen çekici, gözlediği makinenin üzerinde bir noktaya sertçe vurur ve makine çalışmaya başlar. Bu durumdan memnun olan patron, diğer meraklıların bakışları arasında sorar: “Borcumuz nedir?” Adam cevap verir: “1000 dolar.” Patron hayretle tepki verir: “Ne? Nasıl yani? Ne yaptın ki 1000 dolar istersin?” der. Adam gayet sakin mukabele eder: “Zahiren yaptığım bir çekiçle makineye vurmak. Bunun bedeli 1 dolardır. Fakat nereye vuracağını bilmek, işte o da bana mahsustur ve o da 999 dolardır.” Çok işlerimiz var ki, kabuktan, zahirden, vitrinden, makyajdan öteye geçmez, geçmiyor. Zahirde baktığımızda ne kadar çok ve güzel işler yapmış gibi gözükse de esasta öze zarar vermekle beraber, asıl yapılması ve odaklanılması gerektiren işlerden de geri bırakabiliyor. Bu manada yukarıdaki hikaye pek çok kişiye ilham olmuştur. Gerçi bir fikir verir elbette, lakin çekici nereye vuracağını bilen adam sayısı da çok yok maalesef. Yaşadığımız memleketimizde ön alan meselelerden, problemlerden birisi de aile ve gençlik konusudur. Çok konuşulan ama az çözüm üretilen ya da çabalansa da zayıf kalan mevzularımızdan birisidir. Biz de bu sayımızda birbirinden farklı ve önemli yazıları bir araya getirdik ve bir sayı yaptık. Kapağa ise, şu yukarıda geçen meselemizi yani aileyi taşıdık. Hemen yanı başında “gençlik nereye gidiyor?” sorusunu sorduk ve cevap aramaya çalıştık. Bundan sonra da sormaya ve irdelemeye devam edeceğiz inşallah. Aile mevzuunu kapağa taşıdığımız bu sayının editör yazısında Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadelerini koymazsam eksik kalırdı. Osmanlıyı da Cumhuriyeti de görmüş olan Üstad, ailenin nirengi noktasına, ateş alan odağına Hanımlar Rehberi isimli eserinde şöyle temas ediyordu. “İnsanın, hususan Müslümanın tahassun­gâ­hı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmaya başlamış?” dedim. Sebebini aradım. Bildim ki: Nasıl İslâmiyet’in hayat-ı ictimaiyesine ve dolayısıyla din-i İslam’a zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesâtıyla sefahate sevk etmek için bir iki komite çalışıyor­muş. Aynen öyle de biçare nisa taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim ve bildim ki, bu millet-i İslam’a bir dehşetli darbe, o cihetten geliyordu. Ben de siz hemşirelerime ve gençleriniz olan manevi evlatlarıma katiyen beyan ediyorum ki: Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozul­maktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i dîniyeden başka yoktur!.. Bu mesele, çözülmezse bizi çözecek ve dağıtacak bir meseledir. Rabbimize niyazımız o ki, en hayırlı bir şekilde ailemize, kadınlarımıza, çocuklarımıza ve erkeklerimize selamet versin. İslamiyet dairesindeki dini terbiyeden her birimizi nasipdar eylesin. Amin.

Metin UÇAR 01 Haziran
Konu resmiMedine Müdâfii Fahreddin Paşa
Tarih

Medine Müdâfii Fahreddin Paşa 1868 senesinde Rusçuk’ta dünyaya gelmiştir. Asıl adı Ömer’dir. 93 Harbinden sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a gelen Ömer Fahreddin 1888’de Harp Okulu’nu, 1891’de Erkân-ı Harbiyye’yi bitirdi ve kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldı. Balkan Savaşı sırasında Çatalca savunmasındaki başarısıyla Edirne’nin geri alınmasında rol oynadı. Osmanlı Devleti 1914’te 1. Dünya Savaşı’na girdiği vakit miralay rütbesiyle 4. Ordu’ya bağlı 12. Kolordu kumandanı olarak Musul’da bulunuyordu. 26 Ocak 1915’te 12. Kolordu’daki vazifesine ilâveten 4. Ordu kumandan vekilliğine getirildi. Burada bir yandan tehcîre tâbi tutulan Ermenileri yerleştirirken bir yandan da Urfa, Zeytun, Haçin, Musadağı Ermeni ayaklanmalarını bastırdı. Bu sırada İngilizlerle anlaşan Mekke Şerifi Hüseyin’in isyana hazırlandığı haberinin alınması üzerine Fahreddin Paşa, 4. Ordu kumandanı Cemal Paşa tarafından Medine’ye gönderildi (28 Mayıs 1916). 13 Ocak 1919 tarihine kadar Medine’yi müdafaa etti. 22 Kasım 1948’de vefat etti ve vasiyeti üzerine Rumelihisarı’na defnedildi.  Medine Müdafaası Fahreddin Paşa 31 Mayıs 1916 günü Me­di­ne’ye ulaştı ve Şerif Hüseyin’in birkaç gün içinde isyan edeceğini Cemal Paşa’ya bildirdi. Şerif Hüseyin ve dört oğlu, 3 Haziran 1916’da Medine çevresindeki demiryolunu ve telgraf hatlarını tahrip ederek isyanı başlattılar. 5-6 Haziran gecesi Medine karakollarına saldırdılarsa da Fahreddin Paşa’nın aldığı tedbirler sayesinde geri püskürtüldüler. Başlangıçta âsilerin sayısı 50.000, bütün Hicaz bölgesindeki Osmanlı askerinin sayısı 15.000 civarındaydı. Fahreddin Paşa hemen karşı harekâta başlayarak Bi’riali, el-İlâve, Bi’rimâşî mevkilerindeki âsileri yenilgiye uğrattı (27 Haziran 1916). Arkasından yeni birliklerle takviye edilen Hicaz Kuvve-i Seferiyyesi kumandanlığına tayin edildi (15 Temmuz 1916). Âsiler, Mekke Valisi Galib Paşa’nın tedbirsizliği yüzünden 9 Haziran’da genel saldırıya geçerek 16 Haziran’da Cidde’ye, 7 Temmuz’da Mekke’ye, 22 Eylül’de de Tâif’e girdiler. Fahreddin Paşa’nın savunduğu Medine dışındaki hemen bütün büyük merkezler âsilerin eline geçti. Bu sırada Kanal Harekâtı bütün şiddetiyle devam ettiğinden Hicaz’a asker gönderilemiyordu. Fahreddin Paşa elinde bulunan son derece kısıtlı imkânlarla Medine’yi iki yıl yedi ay boyunca müdafaa etti. 9 Haziran 1494 Babür Devleti’nin kurucusu Muhammed Babür tahta çıktı Babür, 14 Şubat 1483’de günümüzde Özbe­kistan sınırları içinde yer alan Fergana’da dünyaya gelmiştir. Babası Timur’un torunlarından Fergana hâkimi Ömer Şeyh, annesi Cengiz’in torunlarından Yunus Han’ın kızı Kutluğ Nigâr Hanım’dır. Annesiyle birlikte Endican Kalesi’nde otururken babasının bir kaza sonucu ölümü üzerine 9 Haziran 1494’de henüz on iki yaşında iken Fergana hükümdarı oldu. 1526’da Osmanlı savaş nizamını uygulayarak Hindistan’ı idare eden Lûdîleri yendi ve Hindistan’da Babürlü hanedanını kurdu. 1530’da hastalanan Bâbür, hastalığının giderek ağırlaşması üzerine bütün emirleri huzuruna çağırarak oğlu Hümâyun’u hükümdar ilân etti ve onlardan bağlılık yemini aldı. Üç gün sonra da 26 Aralık 1530’da Agra’da vefat etti. 19 Haziran 1868 İstanbul Emniyet Sandığıkuruldu İstanbul Emniyet Sandığı, 1868 senesinde Mithat Paşa tarafından kurulmuştur. 1907 senesinden itibaren Ziraat Bankası’na bağlanmıştır. Emniyet Sandığı’nın kuruluş amacı, halkın biriktirdiği paraları toplamak, tasarrufu özendirmek, taşınır değer ve taşınmaz güvencesi karşılığında özellikle düşük gelirlilerin küçük kredi ihtiyaçlarını uygun şartlarda karşılamaktı. Sandık, 1983’de tasfiye edilmiştir. 24 Haziran 1736 Sultan 3. Ahmed vefat etti Sultan 4. Mehmed’in oğlu ve Sultan 2. Mus­tafa’nın kardeşi olup annesi Râbia Emetullah Gülnûş Sultan’dır. 31 Aralık 1673 Pazar günü dünyaya geldi. İlk hocası Şeyh-i Sultânî Mehmed Efendi’dir. Daha sonra Seyyid Feyzullah Efendi’nin talebesi oldu. 17 Ağustos 1703’de tahta çıktı. Dönemindeki en önemli savaş Prut Zaferi’dir. Baltacı Mehmed Paşa idaresindeki Osmanlı ordusu Kırım kuvvetleriyle birleştikten sonra, Prut nehri üzerinde Falcı mevkiinde Çar Petro kumandasındaki Rus ordusu ile karşılaştı ve büyük bir zafer kazandı. Sultan 3. Ahmed, bahçeyi ve çiçeği seven bir padişah olduğu için “şükûfecilik” denen çiçekçilik onun zamanında bir meslek halini aldı. Sonraları, sembolleşerek o yıllara Lâle Devri denilmesine sebep olan lâle gayet kıymetli bir çiçek haline geldi ve çeşitleri, yetiştirilme usulleri hakkında kitaplar yazıldı. Bastırılamayan Patrona Halil İsyanı sebebiyle Sultan 3. Ahmed, 29 Eylül 1730 günü tahttan feragat etti. Yerine Sultan 1. Mahmud tahta çıktı. Sultan 3. Ahmed, hayatının geri kalanını Topkapı Sarayı’nın tahttan indirilmiş padişahlara mahsus dairesinde geçirdi. 24 Haziran 1736 günü altmış üç yaşında vefat etti. Naaşı, Bahçekapı’da (Emin­önü) Yenicami yanında bulunan babaannesi Hatice Turhan Valide Sultan’ın türbesine defnedildi.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmiAileyi Tehdit Eden Gizil Tehlikeler
Sağlık

Aile, bir toplumun yıkılmasında da inşa ve ihya edilmesinde de çok önemli bir yerde duruyor. Tarih boyunca da bu hep böyle olmuştur.  Aile yapısına önem veren, aileyi güçlendiren (cinslerden birini değil, kadını ya da erkeği güçlendirmek doğru bir yöntem değil), bunun için çaba gösteren toplumların hepsi kadim gelenekler oluşturmuş ve mevcudiyetlerini asırlar boyu sürdürmüşlerdir. Aileyi önemsemeyen, ikinci plana atan, bu konuda hassasiyetini, ölçülerini, kriterlerini ortaya koymayan toplumlarda, hem psikolojik anlamda hem sosyal anlamda hem de ahlaki anlamda yıkımlar, erozyonlar baş gösteriyor. Gözlemlerime göre bir toplumu yıkmanın üç yöntemi var. Buna 3 M yöntemi diyebiliriz. M’lerden birincisi medya. Med­yayla birçok şey değiştirilip, dönüştürülebiliyor. Diziler, filmler veya sosyal medya ara­cılığıyla gençliği tarumar da ede­bi­liyorsunuz; yapıcı, eğitici de olabiliyorsunuz. İkinci M ise modadır. Modayla da toplumu dönüştürmek mümkün. Ben hep şuna inanırım: İnsan nasıl giyinirse öyle düşünüyor. İnsan yaşamında her anlamda, sosyal, ruhsal, kişilik, ahlaki anlamda ve daha da önemlisi cinsiyet kimliği anlamında giyim kuşamın başat bir rol oynadığını düşünüyorum. Giyinme biçimleri psikolojiden ayrı değil. Moda dünyası büyük ve ünlü psikoloji uzmanlarından destek alıyor. Bir elbiseyi, bir giyinme tarzını toplumda yaygınlaştırarak toplumu dönüştürmek mümkündür. Üçüncü M de mantalite. Mantalite üzerinde çok oynadılar. Bize şöyle dediler: “Bizim top­lu­mumuz ataerkil, erkekler daha baskın, daha otoriter; hanımlar daha geri planda, ekonomik özgürlükleri yok, eziliyorlar, ayakları üzerinde dursunlar…” Bunlar son 30-40 yıl­dır konuşuluyor. Kastettiğim man­taliteyi şöyle özetleyebiliriz: Yeniçeriye şövalye kostümü giy­dirilmemeli. Hepimizin bireysel bir bilinci ve bilinçaltı olduğu gibi, bir de toplumsal olarak, bir toplu­mun atalarından ona genler yoluyla aktarılan kültürel, sosyal ve ailevi kodları var. Onun için, biz yeniçeriyiz diyelim. Biz değiştireceksek tekniğimizi değiştirelim, fennimizi değiştirelim, mühendisliğimizi, tıbbımızı değiştirelim. Batı’dan, Avrupa’dan, Amerika’dan en iyi ameliyat tekniğini alalım, neşterini alalım, onunla insanlarımızı ameliyat edelim, zararı olmaz. Ama sosyal bilimlerde transfer olmaz, bu yeniçeriye şövalye kostümü giydirmeye benzer. Gençlerden evlilik hakkında şunları duyuyorum: “Evlilik beni sınırlandırır.” “Evlenmek istemiyorum, kariyer daha önemli.” Toplumumuza bireyselciliği getirmeye çalışıyorlar. Bunda da en büyük suç, psiko­lojinin bizzat kendisindedir. Psi­kolojiyle bir toplumu dönüştürürsünüz. Psikoloji kitaplarına baktığınızda, çok satılan kitapların isimleri hep bu minvalde: “Kendini Güçlü Hisset”, “İçindeki Sesi Dinle”, “Başarmanın 100 Altın Kuralı” ve­saire. Bunların hepsi pozitivist, materyalist ve kapitalist odaklı başlıklar. Hâlbuki bizde çok daha özgün örnekler ve ölçüler var. Bizde ön planda olan birliktelik, aileyle var olmak, toplumla bir arada yaşamak… Batı, yaptığı hatayı fark etti ve artık bu mantaliteyi terk ediyor. Bizde; bir şeyi alıp eleştirmeden, doğrudan, adapte olur muyuz olamaz mıyız diye bir kaygı gütmeden hemen transfer etme huyu var. Bu da anomaliyi oluşturuyor. Yani bir yandan, biz yeniçeriyiz, çok fedakâr bir toplumuz ama bir yandan da, evlilik sözleşmeleri artıyor. Burada müthiş bir çelişki var. Bir yandan, çok hasbiyiz; bir yandan da STK’ların büyük çoğunluğu kapitalist işlerle uğraşıyor. Ailenin hızlı bir şekilde yeniden ele alınması gerekiyor. Ben annemin, babama veya bana yemek hazırladığı, çay ikram ettiği için hiç şikâyet ettiğini duymadım, bu işleri hep keyifle yapardı. Annem beş çocuğunun hepsiyle il­­gi­­le­nir; sabah er­ken kalkar, akşam geç yatar ve ağ­zından şükür eksik olmaz­dı. Şükür, Batı’da olmayan bir kav­ram. Batı’da hedonizm, bo­hemizm, gününü gün etme, “carpe diem” vardır. Bizde şükür, tevekkül vardır. Bu kodlarla oynuyorlar. Kodlarla oynamak için kişisel gelişim kitaplarını da kullanıyorlar. Bu kitaplardaki felsefeye göre “kendini dinleyince” bir insan, artık başkasını dinleyemiyor, “kendini var et”meye çalışmaktan başkasını var edemiyor, başkasına tahammül edemiyor. Fen ve teknik alandaki değişikliklere tamam ama sosyal ve aile anlamındaki değişime hayır! Bir İngiliz atasözü var; “Bozulmadıysa tamir etme”. Bizde aile anlamında ne bozuldu, ne kötü gidiyordu da şimdi birden herkes “roller değişsin” demeye başladı. Geçen biriyle konuşuyordum, dedi ki; “Hocam, bu meseleleri ruh çağırır gibi anlatıyorsunuz. Yaşınız da genç ama bunlar biraz daha yaşlı söylemleri değil mi? Yani bizim de artık ailemizin revize olması, modern aile yapısına geçmesi gerekmiyor mu?” Ben de ona üzerinde çalıştığım, İsveç, Finlandiya, Danimarka ve Norveç’te Aile Bakanlıklarının aileyle ilgili yaptığı çalışmaları gösterdim. Dedim ki: “Bu ülkeler dünyanın en gelişmiş ülkelerinden mi? Evet. En bireysel ülkeleri mi? Evet. Kişisel hakların, özgürlüğün sınırlarının en geniş olduğu ülkeler mi? Evet. Bizim eski aile yapımıza dönmeye çalışıyorlar. Huzur evlerini kapatıp, büyük ebeveynli aile modeline geçmeye çalışıyorlar. Kreşlerin yaşını uzatıp, anne-çocuk bir arada kalsın diyorlar. Senin Batı’dan aldığın şey, Batı’nın şimdilerde zararlı olduğunu anladığı ve kurtulmak istediği şey…” Maalesef, Batı’da ne varsa iyidir deyip almaya çalışıyoruz. Ailede anne ve babanın bir arada olması, roller arasında bir geçişkenlik olmaması ve rollerin flu olmaması gerekiyor. Baba gibi davranan bir baba, anne gibi davranan bir anne olduğunda, çocuk da kendi cinsiyet kimliğini var edebiliyor. Erkekse babasına bakıp, kız ise annesine bakıp ona göre cinsel kimliğini tanımlıyor. 25 kriter üzerinden “Eş Seçiminde Mükemmeliyetçilik” diye bir çalışma yaptık. “Hem dindar olsun, hem ahlaklı olsun, hem dürüst olsun, hem çalışkan olsun, hem beni sevsin, hem evine gelsin, hem statüsü olsun, hem ailesiyle uyum sağlayayım, hem aynı dini kökenden olalım, hem etnik kökenimiz uysun…” 25 kriter var. 25 kriterin hepsini birden isteyince elde kalan tek kriter “Nefes alsın yeter.” oluyor. Bu konuyu açıklayan güzel bir örnek var: Gül bahçesinde en iyi gülü ararken; dolaşa dolaşa sonunda gitmiş, kurumuş, solmuş bir gülü almak zorunda kalmış… Ama bunu bu gençler yapmıyor; bunu 3M yapıyor. Medya dizilerle; evlenmeyi kötü, zor, acı verici bir şey olarak gösteriyor. Ne yazık ki medya ünlü birinin boşanmasını çok güzel bir şeymiş gibi, boşanmaya güle oynaya gittiler tarzında yansıttı… Avrupa’da olsa bu görüntülerin yayınlanmasını yasaklarlar. Ama bizde her yerde manşet oldu. Gülerek boşanmaya gitmek demek, o toplumun temellerine dinamit koymak demektir. Bu görüntüler, sorunları olan evli bir çiftin şöyle düşünmesine zemin hazırlar: “Demek ki boşanmak çok zor bir şey değil; baksana, gülerek olacak bir şeymiş, ben niye bu kadar kendimi yıpratıyorum…” İnsanların, boşanmaya karşı kay­­gılanması gerekir. Günümüzde boşanmak normal bir hale geldi, en çok açılan davalar arasında boşanma davaları yer almaktadır. Aslında boşanma dinî anlamda da ahlaki anlamda da yasal anlamda da en son tercih edilen olmalıdır. Batı, 25 yaşına kadar evlenenlere ciddi teşvikler veriyor. Evlenip çocuk yapanlara diyor ki: “3 yıl çocuğuna sen bak; sana bir maaş da değil, iki maaş vereyim, yeter ki çocuğuna sen bak.” İnsanlar 2 aylık çocuklarını bakıcıya bırakıyor. Bakıcı dil biliyor; pedagoji eğitimi almış. Maymunun yapacağı tek şey hoplamak, zıplamak olduğu halde yapay anneyle büyüyen maymun hiçbir zaman zıplayıp hoplamıyor. Bir maymunda bile yapay anne bu tarz olumsuz etkilere yol açıyorsa, bir insanda ne kadar yıkıma sebep olacağı aşikâr. Fıtratı, karakteri, mizacı, ahlakı, akıl yürütmeyi; bunların hepsini çocuğa kim kazandıracak? Çocuk, özellikle 0-3 yaş arasında -keşke imkân olsa da 6 yaş olsa- eğer anne çalışıyorsa da, ne olursa olsun anneyle birlikte büyümeli. Ne en iyi bakıcı, ne dünyanın en sevimli, en fedakâr babaannesi, anneannesi, asla annenin yerini dolduramaz. Çünkü orada öğrenmesi gereken şey sadece sevgi değil, yeri geldiğinde öfkesini de anne ona gösterecek, sınırlarını da anne ona öğretecek. 0-3 yaş arasında çocuğun özgüveni gelişiyor, özerkliği gelişiyor, benliği belli bir noktada oluşuyor, duygusal özellikleri tamamlanıyor. Çocuğun bu dönemi kesinlikle annesiyle birlikte geçirmesi lazım! Hayırlı evlat yetiştirmek, topluma faydalı evlat yetiştirmek kapanmaz bir amel kapısı anlamına geliyor. Öldükten sonra devam edecek, amel defterini kapatmayacak üç şey var; birisi hayırlı evlat, diğeri salih amel, ötekisi de sadaka-i cariye. Hayırlı evlatla hem salih ameli devam ettiriyorsun hem sadaka-i cariyeyi devam ettiriyorsun. Hayırlı evlat bakıcıda büyümez, hayırlı evlat bakıcının elinde büyümez; hayırlı evlat evde, annesiyle, onun ilmiyle, irfanıyla, ahlakıyla özdeşleşerek büyür. Bizim babalarımızın da hataları vardı. Otorite anlamında, bazen kadını geri planda tutma anlamında veya sert davranma anlamında... Annelerimizde de so­runlar var. Ama bunları çöz­menin yöntemi Batının an­ne mo­delini getirip, bizim an­ne-baba modelini dışlamak de­ğil. Ben babamın iyi niyetli ol­du­ğundan eminim. Herkes emin­dir. Türk toplumunda, psi­kopat babalar hariç, normal ailelerde, hiç kimse babasının ona bilinçli olarak bir kötülük yaptığını düşünmez. Babayla yaşanan problemler, garezden, kinden, nefretten, öfkeden kaynaklı değil de; eğitimsizlikten kaynaklanan problemler olmuştur. Batı modelini alarak şiddeti mi azalttık, boşanmayı mı azalttık, çocuklar daha mı güvenli, çocuklar daha mı saygılı? Yine aile içinde şiddet var; hem erkeğe hem kadına şiddet var. Erkeğin yaptığı fiziksel şiddet, kadının yaptığı duygusal şiddet, ikisi de var. Burada bir taraf var, öteki taraf yok gibi bakamayız. Erkek olsun kadın olsun, özgürlüğünün nerede başlayıp nerede bittiğini bilmesi gerekiyor. Maalesef şöyle bir kadın tipi var: “Ben istediğim her şeyi yapayım, erkek de sussun, bana katlansın.” Böyle bir şeyin olması mümkün değil. İki ortak iş kursa bile, bir ay sonra, orada problemler çıkıyor. Herkes kendi rolüne çekilmeli. Birini bir tarafa itip rol değiştirmeye çalışılmamalı. Şu anda cinsiyet eşitliği üzerinde çok fazla tartışma dönüyor. Ve bunu yaparken de reddedilemeyecek ve tehlikeli bir cümle konuluyor başına: Toplumsal cinsiyet eşitliği temelli kadına şiddet. Toplum “Kadına şiddet”i elbet­te onaylamıyor; “Kadına şid­det”in yanında “toplumsal cin­siyet eşitliği” hinlikle kabul et­ti­riliyor. “Toplumsal cinsiyet eşit­liği projesi” toplumda cinsi­yeti tüm dünyada tek, unisex yapmak. Çünkü erkek gibi davranan bir erkek, kadın gibi davranan bir kadın, aile olacaktır; aile olduğunda da, aile maliyetlidir, maliyetli bir şeyi kimse istemez. Büyük akıl, üst akıl sağlam temelleri olan aile yapısını istemiyor. Aile olunca çalışacak, çocuğunu düşünecek, geleceğini düşünecek… Çocuk gerekirse yapay yollarla, spermlerle üresin, o da bir makine olsun. Çünkü fıtratlı veya düşünen bir insan istemiyor üst akıl. Ama kendinde bunu asla yapmıyor; kendi ailesine çok önem veriyor. Anima ve animus dediğimiz iki şey var; bunları kaşımamak lazım. Anima, erkeğin içindeki kadınsılık; animus, kadının içindeki erkeksiliktir. Ama ka­dının içindeki erkeksilik aileyi çevirme, toplumda aileyi ön plana çıkarma veya ailenin işlerini görme anlamında ortaya çıkmalı. Erkeğin içindeki kadınsılık da; çocuğuna şefkat, merhamet gösterme şeklinde ortaya çıkmalı. Tabii ki duyguları kadınlar-erkekler anlamında ayırmak doğru değil. Yani şefkat erkeğin duygusu değildir, kadının duygusudur demek doğru değil. Ama bu yönler var içimizde. Erkeklerin çok dar, tayt gibi pantolonlar giydiklerini görüyorum. Mağazalar daha çok bu tip ürünleri satıyorlar, pahalı erkek elbiseleri çok dar şekilde tasarlanmış… Bunların da bir psikolojisi var. Şimdi, estetik adı altında, erkekler makyaj yapmaya bile başladılar. Teknolojik anlamda, ekonomik anlamda göstergelerimiz iyi­le­­şi­yor; artık herkesin evinde, kadının da, erkeğin de arabası var. Şimdi kadının da, erkeğin de, eve uğramaması için pek çok caydırıcılar var. Canı sıkılıyor, yaşam koçuna gidiyor. Çocuğunda bir problem görüyor; “Ben ilgilenmeyeyim, psikolog ilgilensin.” diyor. Ahlak eğitimi; “Belediyelerin bilgi evleri var, onlar halletsin.” Karakteri; “şu cemiyetin, kursu var.” Yahu anne baba olarak sen neredesin? Bizim toplumumuzun yaşam koçlarından uzaklaşması lazım. Yaşam koçu egonu geliştirir, nefsini köreltmez. İnsanlarımızın oralardan çıkıp eve dönmesi lazım. İster aylık geliri bin lira olsun, ister bir milyon lira olsun; evde, akşam, ev hanımının, annenin yaptığı çorba tütmüyorsa, o ev gerçek ev hükmünü kaybetmiştir. Nasıl ki çocuk, annesi emzirirken göğsünden güven kokusunu alıyorsa, çorbadan da sevgi ve fedakârlık kokusunu alıyor. Koca ve karı kelimeleri de çok önemli. Bu kelimeler de hayatımızdan çıktı. “Karından ayrılamazsın, eşinden ayrılırsın. Kocanı terk edemezsin, eşini terk edersin”, kelimeler çok önemli. Mantalite dediğim şey bu. Ve insanlar artık karım demekten, kocam demekten çekiniyorlar. Şu anda toplumda erkekleri çok değersiz gösteriyorlar, ona da aşırı öfkeliyim. “Kadını güçlendirelim, kadını ön plana çıkaralım” diyerek erkeği çok pasif hâle getirmeye çalışıyorlar. Ve erkekleri ataerkil ve işe yaramaz varlıklar gibi gösteriyorlar; ama gerçek böyle değil. Toplumda en az kadın kadar erkek de değerlidir. Çünkü evin direği babadır, ancak öldüğünde anlarız. Evi koruyan, kollayan, evin barkın direği erkektir. İnsanların evin direğinin erkek olmasıyla ne problemi var bilmiyorum. “Evin direği erkek olmasın” diyorlar. “Evin direği olmasın da herkes aynı konumda olsun.” Böyle bir şeyin olması mümkün değildir. Erkeğin şu anda pasif konuma getirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Erkeğin itildiğini, ezildiğini görüyoruz. Şiddet anlamında değil, psikolojik anlamda ezildiğini, pasif hâle getirildiğini görüyoruz. Erkeğin söz hakkı olmasın, yok konumunda olsun isteniyor. Bu denge sağlanmadan ailenin toparlanması mümkün değildir. Selametle.

Ahmet AKIN 01 Haziran
Konu resmiGençlik Nereye Gidiyor?
Eğitim

Tarih 23 Nisan 2019, kutlamalar kapsamında bir TV ekranında yapılan canlı yayında, sunucu günün anlamına ilişkin bir grup öğrenciyi konuk ettiği programında, Darüşşafaka öğrencilerinden bir kız çocuğuna “Akademik olarak hayalin nedir?” şeklinde bir soru yöneltmiş, çocuk da “Almanya Köln Üniversitesinde tıp okumak istiyorum, ondan sonra da belki Alman vatandaşı olurum” cevabını vermişti. Öğrencinin bu cevabı o an canlı yayında sunucuyu şaşırttığı kadar, sonrasında kamuoyunda da bir şaşkınlık hali ortaya çıkardı. Gerek sosyal medyada gerekse basında konu gündem olmaya, üzerinde değerlendirmeler yapılmaya devam etti. Konu bireysel bir tercih, kişisel bir ideal, hususi bir arzu vs. elbette olabilir. Böyle bir konu, uzun süre gündem olmayı geniş kamuoyu oluşturmayı gerektirmeyecektir. Nihayetinde herkes kendi şartlarına göre hayatında ne yapmak isteyip istememe konusunda serbesttir. Ancak kamuoyundaki tartışma ve değerlendirmeler, hadisenin bireysellikten çıkarılarak umumileştirildiği bir mecrada devam etti. Gençlerimizin nasıl olup da böyle bir halet-i ruhiye noktasına geldikleri, gençlerin geleceğe dair umutlarının kalmadığı, istatistiklere göre ülkeden ayrılanların arttığı, çok sayıda gencin aynı durumda olduğu, ayrılmak istediği, siyasi, sosyal ve ekonomik şartların gençleri bu noktaya getirdiği, silkelenip konu üzerinde başta siyasiler olmak üzere herkesin düşünmesi gerektiği gibi değerlendirmeler konunun odağına yerleşti. Eğer bir kısım tarafından ifade edildiği gibi, konu, genelliği olmayan bireysel bir tercih değil de umumi bir ahvalin tezahürü ise, elbette değerlendirme yapmaya değer bir mahiyet taşımaktadır. Ve elbette üzerinde düşünülmesi gerekmektedir. Değerlendirmelerin bir kısmı, konjonktürel duruma atıf yaparak, mevcut konjonktürü de aslında zımni olarak itham ederek, gençlerin ülkeyi terk etmek istemelerinin haklılığını îmâ ve ifade etmek etrafında şekillenmiştir. Bu değerlendirmelerde gençlerin muhatap ol­dukları somut olaylara yer ve­rilmeksizin yapılan genel de­ğer­lendirmeler üzerinden çıkarım yapmak, eksik bir yön bırakmaktadır. Öncelikle çocuğun şahsını bir kenara alıp ve onu tartışmanın odağından çıkararak, çocuğun söylemleri üzerinden itham üretenleri muhatap alarak bir değerlendirme ile başlanacak olursa, ülkeyi ‘terk etmek istemek’ ile ‘istemeye istemeye terk etmek zorunda kalmak’ arasındaki fark, “haklılık ve itham” zemini üzerinde konunun konuşulmasını sağlayacak direnek noktası olacaktır. Daha iyi bir eğitim almak adına bireylerin coğrafi hareketlilik­leri haklılık içerebilir. Ancak bu eşiği aşarak ülkenin yaşanmaz bir hale geldiği gençleri umutsuzluk ve karamsarlığa sevk ettiği için tüm gençlerin ülkeyi terk etmek istemelerinin haklı bir gerekçe olduğu gibi bir iddiayı, küllilik içeren somut örneklerle desteklenmesini iddia edenlerden beklemek gerekir. Mesela 28 Şubat sürecinde baş­örtüsü ve katsayı mağduri­yetleri nedeniyle 10 binden fazla gencin “istemeye istemeye ülke­sini terk etmek” durumunda bırakılması ve yurt dışında eğitim alma imkânı bulanların yurt dışına gitmek zorunda kalması gibi. Onlardan sadece birisidir Ayşegül İLHAN 1984’te Düzce’de doğmuş. Düzce Anadolu İmam Hatip Lisesi’ni ba­şarı ile bitirmiş. O da tıp fakül­tesi okumayı hayal etmiş. 2001’de girdiği üniversite sınavında Türkiye 204.sü olmasına rağmen, İmam Hatip mezunu olduğu için, katsayı uygulamasına maruz kalmış ve tıp fakültesine yerleştirilmemiş. Velev ki girebilmiş olsa bile, başörtüsü yasağı nedeniyle okula ya kaydı yapılamayacak ya da okuldan atılma durumuyla karşı karşıya kalacağı için Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne başvurmuş, kabul almış, Almanca öğrenmiş, 6 yıllık tıp fakültesini 4.5 yılda bitirmiş ve bugün Onkoloji Anabilim Dalında genç yaşında profesör olmuş bir isim, Ayşegül İLHAN. Kendi ifadeleriyle “kalbi ağrıya ağrıya, istemeye istemeye” ülkesinden ayrılmak durumunda kalmış on binden fazla örnekten birisi. Kalbin ağrıya ağrıya, istemeye istemeye ülkesini terk etmek zorunda kalınacağı bir gidişi konuşmak, “haklılık ve gidişe yol açan şartları itham” zemininde konuşulmaya müsaitlik taşıyabilir. Ya da İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif olmanıza rağmen işsiz bırakılıp meclisten uzaklaştırılmış, bir emeklilik maaşı bile çok görülmüş olabilir. Bütün bunlar bir tarafa, yine Mehmet Akif’in ifadeleriyle, “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben, vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum” diyerek haklı bir gidişle gitmiş, ama yine de buruk yıllar geçirdikten sonra geri dönüşle sonuçlanmış bir gidiş, “haklılık ve gidişe yol açan şartları itham” zemininde konuşulmaya müsaitlik taşıyabilir. Ya da Fuat Sezgin gibi, 27 Mayıs askeri müdahalesi sonra 147 akademisyen ile birlikte üniversiteden atılınca Almanya yolunu tutmak zorunda kalmış ve bir gün “İslam ve Bilim” denilince akla gelen dünya çapında bir profesör ama yine de ülkenizle kavgalı olmamanızın ve 40 bin kitaplık kütüphanenizin Türkiye’ye kazandırılmasının arzusunu ve mücadelesini yapmış olmayla neticelenen bir gidiş, “haklılık ve gidişe yol açan şartları itham” zemininde konuşulmaya müsaitlik taşıyabilir. Ya da 1960 ve 1970’lerde Ana­dolu’nun pek çok yoksul vatandaşının pek çok yoksul köy ve şehirlerden başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın pek çok şehir ve ülkesine iş bulmak için ve belki bir gün dönmek umuduyla, Sirkeci’den trenlerle kendisini ülkeden ayrılmak zorunda hissetmesi üzerine kurulmuş bir gidiş “haklılık” zemininde konuşulmaya müsaitlik taşıyabilir. Ya da Bediüzzaman Said Nursi gibi Van’ın Erek dağında inzivaya çekildiğiniz halde, kimseyle işinizin olmadığı münzevi bir hayat sürerken, sizi bulunduğunuz mağaradan alıp sürgünlerle çileli bir hayat serüvenine çıkarmalarına rağmen kalmak da bir tercihtir. Ancak böyle zorlu şartlar altında, eğer gitmek istenilse bile “haklı bir gidiş” olarak da kabul edilebilecek bir gidiş yerine, kalmayı tercih etmek ve “Mekke’de de olsam Türkiye’ye gelirdim” diyebilmek de tıpkı giderken burukluk yaşayanlar, giderken dönmeyi hayal edenler, gittikten sonra dahi ülkesini dert edenler gibi bir aidiyet meselesidir. Aidiyet meselesi de konunun “gitmeyi istemek” dışında ikinci kısmını oluşturmaktadır. 23 Nisan 2019’da çocuğun “Alman vatandaşı olmayı istemesi”, yine bir çocuğun bireysel düşünce ve hayalinden öte yine kamuoyunda ele alındığı gibi kolektif bir gençlik şuuru olarak değerlendirilecekse, henüz terk etmediği ülkesinin anlam yüklediği bir özel gününde, bir canlı yayında, bir başka ülkenin vatandaşlığını istemek bir aidiyet problemidir. Bu aidiyet problemi bireysel ise, şahsi sebeplere bağlı ise yine genel değerlendirmeler yapmayı gereksiz kılacaktır. Ancak konunun kamuoyunda ele alınış biçimine bağlı olarak değerlendirilecek ise, genel bir problem ise, o yaştaki bir çocuk için bunu, “Milli eğitim temel kanununda” belirtilen çerçevede değerlendirmek gerekecektir. Milli Eğitim Temel Kanunu’ nun, “Genel Amaçlar” başlı­ğı­­­nı taşıyan 2. Maddesinde “...........Türk Milli Eğiti­mi­nin Temel Amacı Türk Mil­letinin bütün fertlerini, ...............Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan.......................................” Eğer bu problem kolektif bir sorun ise bu çerçevede ne eksik yapılmış ve yapılıyor, ne anlatılıyor ve ne anlatılmıyor, ne eksik bırakılıyor buradan başlamak gerekmektedir. Tarihi ve felsefi bağlamda bu şuuru verecek veriler ve materyaller zaten mevcuttur. Zira ülkemiz başta Çanakkale ve Milli Mücadele dönemi olmak üzere başta gençler olmak üzere tüm toplum olarak daha zor, daha çetin günler, yıllar yaşadı. Ülkesi için her fedakârlığı göze alabilen, ülkeme ne verebilirimin endişe ve ızdırabını taşıyan ama belki bugünkü kadar okumamış ve bugünkü kadar eğitimli olmayan, ama “vatan sevgisi imandandır” şuuruna vakıf olmuş bir gençlikten bu günlere nasıl gelindiği ya da getirildiği, elbette bir Milli Eğitim sorunudur. Ülkesinin gençlere hep bir şeyler “vermesi” ama daima bir şeyler “vermesi”, sürekli bir şeyler “veren” taraf olması üzerine kurgulu bir dünya ile hayata bakan, bu tezahür etmediğinde de gitmek zorunda bırakılmak dışında kalan bir gidişle gitmesi gerektiğini düşünen, eğer ülkesinde beklentilerini karşılayacağına dair bir algısı kalmadığında ise gitmek ve kimliğini iade etmek mevzu bahis olduğunda bir ızdırap ve tereddüt göstermeyen bir gençliğe nasıl gelindiği ya da getirildiği, elbette bir Milli Eğitim sorunudur. Bir Nuri DEMİRAĞ olmak ve ülkesini kalkındırmaya hizmet etmek gibi kendi ülkesinin geleceği üzerine hayaller kurmak yerine, ülkesinin anlam yüklediği bir özel gününde bir canlı yayında başka ülkede kendi geleceğine ilişkin hayalleri ifade eden bir gençliğe nasıl gelindiği ya da getirildiği, elbette bir Milli Eğitim sorunudur. Darüşşafaka gibi bir okulda okuyan bir çocuğun bu hayali eğer sosyal medya ve kamuoyunda ifade edildiği şekliyle bir gösterge olarak kabul edilecekse; ülkenin en seçkin kurumlarından biri olan Darüşşafaka gibi bir okulda okuyan öğrencinin ifadeleri maddi olguların ötesinde bir tatminsizlik anlamı taşımaktadır. Genç beyinlerin göçme arzusunu ifade ederken, bu ifadelerin gençliğin çöküş kodlarını da barındırıp barındırmadığını araştırmak da bir Milli Eğitim sorunudur. Peki ne yapılmalıdır? sorusunun cevabını ileri tarihli bir yazıya değil, daha önceki tarihli bir yazıya Eylül 2018 sayısında yer almış olan “Yerli ve Milli Eğitim” başlıklı yazımıza havale ediyoruz.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Haziran
Konu resmiYaz Çalışmalarında Dikkat Edilecek Hususlar
Eğitim

Sabahın ilk saatleri önemli Hem çalışma olacak hem de tatil olacak; ikisini de gözetmek gerekiyor. Bilinçli, doğru bir şekilde yönetilmesi gerekiyor. Eğitim açısından en önemli, en verimli vakit sabahın erken vakitleridir. Günün ilk saatleridir. Verilmesi gereken temel eğitim, günün ilk saatlerinde, kahvaltıdan sonraki saatlerde başlamalıdır. 3 veya 4 saati ders saati pedagojisinde en fazla 40 dakika ayarlanacak olursa bu kendisine faydası olur. Toplumun çocuğa Kur’an öğretme talebi var. Çok şükür hem okulda öğreniyor, ama her ne kadar okullarda öğrenmeye başlasa da, yine yaz tatillerinde somut bir sonuç görmek istiyor. Bu noktada, sınıfların az olması, öğreticilerin çok olması lazım. 18 ya da 20 kişilik bir sınıfsa 2’ye bölünmesi gerekiyor. Basit bir siyer dersi ve hadis ezberletilebilir. Ödüller verilebilir. Hadis ezberleyenlere, siyer dersinden sonra, basit ilmihal dersi ve özellikle çocukların kendilerini ifade edecekleri ya da arkadaşlarıyla birlikte izlemek isteyecekleri ya da kendileri için farklı olacak bir ortam oluşturmak lazım. Beyin fırtınası yapmak, tartışma ortamları sağlamak lazım. Öğleden sonrası için biz kitap okuma koymuştuk, fakat artık kitap okumak istemediler. Çocuklar bir an önce etkinlik, sportif faaliyetler yapmak istiyor. Bir an önce gezi olmasını ya da futbol olmasını istiyor. Çocukların o duygularını tutturarak, öğleden öncesi tatili, özelikle istedikleri bir sportif faaliyete ayırmak gerekiyor. Etkinlikler olmazsa olmaz Çocuğa hitap edecek etkinliği seçmek gerekiyor. Tabi bunun şehirle alakası var, imkânlarla alakası var. Olabildiğince şartları zorlamak gerekiyor. Bir de az yapılan, çocuğun çok alıştığı etkinlik olmaması lazım. Bundan önce de çocuğun bulunacağı grubu iyi tespit etmek gerekiyor. Biz genelde Kur’an okuma seviyesine göre tespit yaparız. Kur’an okuyanların boyu kısa-uzun yaşları farklı da olsa iyi Kur’an okuyorsa aynı gruba alırız. Burada dikkat edilmesi gereken şey, aynı yaşıt güzel okuyanlar ayrımı yapılmasıdır. Aynı aktiviteye, aynı spora katılamayacaklarsa bu durum yine problem olur. Birlikteliği sağlamaz, öğleden sonraki faaliyeti çok talep edilecek bir faaliyete dönüştürmez. Bu gibi unsurlara dikkat edilmesi önemlidir. Eğiticinin özellikleri Eğiticinin, alanını bilmesi gerekiyor. Vereceği bilgiyi iyice içselleştirmiş olması gerekiyor. Ve eğiticilerin daha ziyade pedagojik formasyon almış olmasını tavsiye ediyoruz, talep ediyoruz. Hem pedagojik formasyon olacak, hem tecrübesi olacak, hem de bu alanın ehli olacak; bunları gözetmesi lazım. Bir de çocuk psikolojisinden anlamalı. Mesela, sabah geldiği zaman derse ilgisizliğin kahvaltısızlıktan mı, yoksa dersi sevmediği için mi olduğunu fark edecek tecrübeye sahip olmalıdır. İçten ve samimi davranması gerekiyor. Bunu bir muhabbet bir ibadet şuuruyla yapması gerekiyor eğitimcinin. Eğitimcinin ilgili kursa isteyerek gelmesi gerekiyor. Eğitimciye yaptığı işten dolayı destekte bulunmak da marifet iltifata tabidir kabilinden önemli. Fakat gönüllülük her zaman bir adım öndedir. Özelikle öğretmen din dersi öğretmeni PDR bölümünden öğretmen, ya da psikoloji bölümünden, ya da bu alana ilgi duymuş din psikolojisi bölümünden birileri bulunabilirse; bir de öğleden sonraki etkinliklerde de tecrübeli birileri kullanılırsa verim iyi olacaktır. Belli bir tecrübe kazandırılmış öğrenciler olmalı bunlar. Bu öğrenciyle ilgilenmesini öğrenebilmiş, yüzü muhabbetli olan bir öğrenci olmalı ama aynı zamanda daha önce yavaş yavaş bu işin içine katılmış, öğrenciyken bu işin içinde bulunmuş, kendisi de bu kurslara katılmış olmalı. Onlara gerçekten abilik/ablalık yapabilecek bir öğrenci olmalı. Bu öğrenci zaten öğretici de olacaktır. Uygulama nasıl olmalı İki tür uygulama var. Yatılı kalanlar, bir de kalmayanlar. Bu kurslar hakkında ailelerin, bu kursların değerini görmeleri, çocuğu yönlendirmeleri gerekiyor. Genelde şehirde oturanlar çocuklarına iltifat eder, tatlı dille muhatap alırlarsa daha verimli oluyor. Çocukları baştan savmak mı? Asla! Çocukları başlarından savmak adına, bir bağlantıları olsun, bir yere takılsınlar diye göndermemek gerekiyor. Ailelerin de çocuklarına kesinlikle zaman ayırmalarının bilincinde olmaları önemlidir. Kışın böyle gidiyordu, yazın da böyle gitsin şeklinde bir yaklaşım çok yanlış olur. Çocukla olan ilişki kesintiye uğrar. Çocuğu karnesini alır almaz kursa almamak lazım. Çocuk bir nefeslensin bir hafta ya da 2 hafta dinlenmelidir. Eğitimde temel nedir? Nasıl bir yol takip etmek gerekir? Çocuk taklitle öğrenir, genç özdeşim kurarak öğrenir. Ebeveynin ya da eğiticinin iyi bir model olması gerekir. Benim yaşamam lazım. Ben diyelim ki her gece yatsı namazına gidiyorum. Bir gün gitmediğimde, 3 buçuk yaşındaki kızım diyor ki; “Baba ezan okundu camiye gitmiyor musun?” benim her gece namaza gitmem çocukta kodlanmıştır: Baba ezan okunduğu zaman yatsı namazına cemaate gidecektir. Ve biz her ne kadar gözden kaçırsak da, çocuk bunu kesinlikle kayıt etmiştir. Bizim, çocuğa karşı tutarlı bir yaklaşım içerisinde olmamız lazım ve biz ebeveynlerin yaklaşımı “nasıl bir çocuk”tan ziyade, “ben nasıl olmalıyım ki çocuk öyle olsun” olmalıdır. Bizim temel problemimiz bu. Ben neyse de, çocuğum iyi olsun düşüncesi yanlıştır. Burada ebeveynin kendisine şunu söyleyebilmesi gerekir: Herkesten önce ben çocuğuma rol model olabilmeliyim. Ben bunu birilerine havale etmemeliyim. Biz her şeye tüketim mantığıyla bakıyoruz bu yanlış bir yaklaşım. Esas olan rol-model olmaktır Özellikle söyledim. Ben olmadım ben görmedim, çocuğum görsün; ya da ben değil, çocuğum yapsın demek doğru değil; çocuğun bunu alma imkânı yok. Neticede çocuk, temelde kendisine gösterileni alıyor. Ve anne babanın yaşadığı halin bir değer olduğu anne-baba tarafından benimsenmesi gerekiyor. Ben doğru yaşıyorum, ben doğruyu ortaya koyuyorum ve ben doğruyu ortaya koyarak örnek olabilirim anlayışı içerisinde olması lazım. Bu noktada anne kendisine güvendiği zaman, baba kendisine güvendiği zaman çocuk onunla özdeşime girecek ve alması gerekeni alacaktır. Biz kendimize ebeveyn olarak güvenmiyoruz; rol model olacağımızı düşünmüyoruz. Bunu yapamıyorsak, çocuklarımızı rol model olacak nesillerle, dini kurumlarla, sosyal kurumlarla buluşturmalıyız. Çocuğun dışlanması ya da arkadaşlarından alıkonulması çözüm olmaz, iyice oraya yoğunlaşmasına sebep olur. Bunun için alternatif ortamlar oluşturarak çocuğu o alternatif ortama taşımaktır. Dinleyebiliyor musunuz? Genci önce dinleyebilmek, bunun için de dinleyecek bir ortam sağlamak gerekiyor. Biz gençlere karşı -genelde nasihatçi olduğumuzdan- kendilerini ifade edecek ortam, imkân vermeyiz. Onun beklentilerinin olduğunun, ergenlik döneminden geçişte fizyolojik bir gelişimden dolayı tepkilerinin de kişiliğinden değil, fizyolojik değişiminden kaynaklandığının farkında olmamız lazım. Gencin davranışlarını doğrudan hedef almamak gerekiyor. Özelikle bizlerin gençlerle empati kurmamız gerekiyor. Kendi dönemimizde, biz genç iken, nasıl hatalarımız, yanlışlarımız olduysa, genç de gençliğini yaşıyor, onların da hatası ya da yanlışı olabilir. Bu noktada önemli olan, gencin döndüğünde tekrar kapıyı açık bulabilmesidir. Genç için en önemli olan, akran grubudur. Kendisini niçin akranlarla buluşturuyor? Çünkü akranları onun gibi düşünüyor, onun gibi tepki veriyor ve kendisi olduğu gibi akranlarıyla takılıyor. Burada bir zorlama, davranışa yönlendirme, onu ken­disini ifade etmekten alıko­yuyor. Gence kendisini ifa­de edecek bir zaman vermek gerekir. Onları dinlemek gerekiyor. Biz bunları yapmıyoruz. Bir de gençlere uzun bir eğitim imkânından ziyade, gençlik kamp­­larında, gençlik buluşma­larında eğitimin daha etkin, daha aktif olduğu, daha kalıcı bir eğitim verilebildiğini söyleyebiliriz. Genç, sevgi ve saygı içerisinde muhatap alınmalıdır Ders, çok bilinçli bir şekilde yönetilecek. Önce öğretmen kısa bir süre içerisinde -10 veya 20 dakika- konuyu aktaracak, sunumunu yapacak, bilgisini paylaşacak; daha sonra o konuda gencin konuya dâhil edilmesi gerekiyor mutlaka. Genç, kendisine verileni, eğitimcinin vermek istediğini aktardıktan sonra, içselleştirmesi için de –özellikle- onu anlatacak, aktaracak, paylaşacak bir ders olması gerekiyor. Peygamber Efendimizin  (sav)yöntemleri önemli! Sorularla konuya dikkati çekiyor, merak uyandırıyor. Sorular sorulur, ko­nular hakkında, daha sonra özellikle konu anlatılır; kısa bir süre içinde sorulara geçilir. Kurs döneminde en büyük sıkıntılar, olayların bireyselleşme­si. Eğitimciyle öğrenciler bazen problem yaşıyorlar. Bazen bir davranışın üzerine çok gitmek doğru olmaz. Çok sevdiğimiz bir arkadaşın oğlu gelmişti. Geçmişte İslami gayretleri olan bir insan olduğunu biliyorduk. Çocuğun bir davranışı fark edilmiş ve davranışın üzerine gidilmiş; davranışın üzerine gidildiği için de çocuk patladı ve onu o programdan çıkartmak zorunda kaldık. Gencin bir davranışı üzerinde çok fazla odaklanıldığı zaman, bu, kedinin karşısında kocaman bir köpeğe saldırması gibi aynı tepkiyi verebilir. Burada -özellikle çocukların- o kısa süre içerisinde eksikleri varsa da çok fazla yüz göz olmadan ve bir de çocuklara bu eğitimi sevdirerek, özelikle geldiği yer, mekân irtibatının devam edebilmesi ve davranışını ben 40 günde bitireceğim, düzelteceğim anlayışından uzak olarak muhatap alınması ehemmiyetlidir. Genç, sevgi ve saygı içerisinde muhatap alınmalıdır. Neticede iyi ki de ben buraya geldim ve insanların arasında bullundum diyebilmesi lazım.

Muhammed KIZIL 01 Haziran
Konu resmiBir Müslüman Evrimci Olabilir mi?
Risale-i Nur

Son zamanlarda evrimin hakikat olduğunu ve bunun İslamiyet’le çatışmadığını, evrimi kabul etmenin dini yönden hiçbir sakıncası olmadığını dillendirenler çıkmıştır. Bunlar evrim düşüncesini asıl yaparak, Kur’an’ın açık hükümlerini evrime göre tevil ederek küfürle iman arasında bir yol oluşturmaya çalışmaktadırlar.  Evrim ortaya atılırken olsun, sonraki dönemlerde olsun daima ateizmle özdeşleştirilmiş ve dinlerin “Allah insanı yarattı” hükmüne alternatif olarak sunulmuştur. Evrimi ortaya atan Darwin de zaten açıkça dinsiz olduğunu beyan etmiş, Allah’ın varlığı hakkında şüphede (agnostik) olduğunu söylemiştir.1 150 yıla yakın bir zamanda konu, dindarlarla dinsizler arasında bir çatışma ve tartışma şeklinde tezahür etmiştir. Evrim teorisi Kur’an’ın ve sünnetin açık hükümleriyle çelişmektedir. Bu yönüyle evrimi kabul etmek İslâmiyet açısından tek kelimeyle küfürdür. Çünkü Kur’an’ın açık ifadeleri, Âdem (as)’ın annesiz, babasız olarak ve topraktan yaratıldığını göstermektedir. Mesela şu ayete bakalım: “Rabbin meleklere demişti ki: Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Onu şekillendirip, içine de ruhumdan üflediğim zaman, derhal ona secdeye kapanın!”  2 Benzer diğer bir ayet de şöyle: “Hani Rabbin meleklere demişti ki: Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım. Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz, hemen ona secdeye kapanın!”  3 “İnsanı yaratmaya bir çamurdan başladı. Sonra da onun soyunu süzülmüş bir özden, değersiz bir sudan yarattı.”   4 Bir de şu ayete bakalım: “Allah nezdinde İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘Ol!’ dedi ve oluverdi.”   5 Allah, İsa (as)’ı babasız yaratmıştır. Âdem (as)’ı ise anasız, babasız yaratmıştır. İsa (as)’ın babasız yaratılmasını garip görenlere veya onun babasız yaratılmasını ilah olduğuna delil kabul edenlere, Allah Âdem (as)’ı örnek vermektedir. “Babasız insan olur mu?” diyenlere Kur’ân “Olur! İşte Âdem” diyor. Ayrıca “İsa (as) ilahtır, delili de babasız yaratılmış olmasıdır” diyen Hıristiyanlara, Kur’an “Yanlışsınız, çünkü Âdem de anasız, babasızdır, o nasıl ilah değilse, İsa’da değildir” diyor. Tabii aynı zamanda “Âdem (as)’ın babası vardı, o, hayvanların evrim geçirmiş şeklidir, insan evrim geçirdi” diyenlere de bu ayet, “yalan söylüyorsunuz” diyor. Bu ve benzeri ayetlere rağmen kırk dereden su getirerek, utanmadan ayetleri eğip büküp, istedikleri manaları verenlere biz ayetin devamını hatırlatalım. Başka söze gerek yok. Ayetin devamı şöyle: “Gerçek, Rabbinden gelendir. Öy­le ise şüphe edenlerden olma. Sa­na (Allah’tan) bu ilim geldikten sonra, seninle bu konuda çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dâhil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lânet dileyelim. Şüphesiz bu (anlatılanlar) doğru haberlerdir. Allah’tan başka ilâh yoktur. Muhakkak ki Allah, evet O, mutlak güç ve hikmet sahibidir. Eğer yine yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah, bozguncuları hakkıyla bilendir.”   6 Kuran’ın açık ifadeleri böyle iken, son zamanlarda evrimin hakikat olduğunu ve bunun İslamiyet’le çatışmadığını, evrimi kabul etmenin dini yönden hiçbir sakıncası olmadığını dillendirenler çıkmıştır. Bunlar evrim düşüncesini asıl yaparak, Kur’an’ın açık hükümlerini evrime göre tevil ederek küfürle iman arasında bir yol oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bu şahıslar, ateistlerin Allah’ı inkâr için ortaya attıkları, fakat isbat edemedikleri evrimi kabul edip, Müslümanlar içinde bunun propagandasını yapıyorlar. Bu tür faaliyetlerin masumane bir faaliyet olduğuna inanmak güçtür. Bir şahıs eğer bir insanın hem Müslüman hem de evrimci olabileceğini iddia ediyorsa iki ihtimal söz konusudur: Birinci ihtimale göre: Bu adam sinsi bir münafıktır, dinsizliği yaymak, Müslümanların küfre karşı direncini kırmak ve Müslümanlar arası ihtilaflar çıkararak onları birbirine düşürmek istiyordur. İkinci ihtimale göre: Bu adam, İslâm’ı, Kur’an’ı bilmeyen cahil biri olmakla beraber, kendini İslâm hakkında konuşabilecek salahiyette zanneden kibirli, kendini beğenmiş biridir. Kaynaklar: 1- Adrian Desmond-James Moore, Darwin, İş Bankası yy, s, 771, 773.2- Sad, 71, 72.3- Hicr, 28, 29.4- Secde, 7, 8.5- Âl-i İmran, 59.6- Âl-i İmran, 60-63.

İdris TÜZÜN 01 Haziran
Konu resmiBu da Geçer Ya Hu!
İnsan

“Bu da geçer ya Hû” ibaresi tekkelerin girişinde, evlerin başköşesinde, dükkânlarda kendine yer bulmuştur. Derde düşmüş biçarelere “Bu sıkıntılar da geçecek, hiçbir şey daimi devam etmez” diye teselli verirken, “Ya Hû” ile Cenab-ı Hakkı anarak onun izni ve iradesiyle her şeyin olduğunu hatırlatmışlardır. Öyle ki İstanbul işgal edildiğinde bütün mekânlar bu söz ile donanır. Vapurlarda, kıraathanelerde, dükkânlarda yazılı olan “Bu da geçer ya Hû” sözü işgale karşı direnişin bir sembolü olmuştur. Rivayet odur ki, bir gün Sultan Mahmud vüzerasını toplar ve onlara bir buyruk verir: “Bana öyle bir söz bulun ki, o söz beni hüzünlüysem teselli etsin, mutluysam dizginlesin; rehavete kapılmamı engellesin.” Sultan’ın adamları düşünür ta­şı­nırlar ama murad edilen sö­zü bulamazlar. O günlerde İs­tan­bul’a bilge bir dervişin yolu düşmüştür. Hikmet ve gönül ehli olan bu dervişe müracaat ederler: “Sultanımızın böyle bir muradı var. Nice edipler, âlimler derdimize çare olamadı. Senin heybende varsa böyle bir söz, derdimize çare ol.” Dervişin gönül dünyasının derinliklerinde yoğrulan o muhteşem söz dudaklarından dökülüverir: “BU DA GEÇER YA HÛ” Sultana arz edilen bu kelam-ı kibar takdir görür ve derviş huzura kabul edilir. Sultan merak eder, nedir bu sözün arkasındaki hikmet. Huzura kabul edilen derviş hikâyeyi en başından anlatır: “Sultanım, bir gün uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye varmıştım. Karşıma çıkanlara yardım edecek, yiyecek ve kalacak yer verecek biri olup olmadığını sorduğumda köylüler, Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmemi söylediler. Şakir, bölgenin en zengin kişilerinden biriydi. Haddad isminde çok zengin bir de komşusu vardı. Şakir, beni çok iyi karşıladı; birlikte yiyip içtik. Nihayet ayrılık vakti geldiğinde ona: ‘Böyle zengin olduğun için şükretmeyi unutma!’ dedim. Şakir, ‘Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer...’ cevabını verdi bana. Nice zaman sonra yolum yine aynı memlekete düştü. Şakir’i arayıp soruşturdum. Köylüler, ‘O iyice fakirledi, şimdi Had­dad’ın yanında çalışıyor’ dediler. Haddad’ın çiftliğine gittiğimde, eski dostum Şakir’i yaşlanmış ve üzerinde eski püskü kıyafetlerle buldum. Üç yıl önce bir sel felâketine uğramış, sığırları telef olmuş, evi yıkılmış. Şakir, bu defa beni, son derece mütevazı olan evinde misafir etti. Kıt kanaat yemeğini benimle paylaştı. Vedalaşırken, Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğumu söylediğimde Şakir’den şu cevabı aldım: ‘Üzülme... Bu da geçer...’ Birkaç yıl sonra yolum yine aynı köye düştü. Haddad ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştı. Şakir, Haddad’ın konağında oturmaktaydı. Kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanı olmuştu. Derviş eski dostuna, zengin olmasından dolayı ne kadar sevindiği söyler ve yine aynı cevabı alır: ‘Bu da geçer...’ Bir zaman sonra yine bölgeye geldiğimde Şakir ölmüştü ve mezarı bir tepenin üstündeydi. Mezar taşında şu söz yazılıydı: ‘Bu da geçer...’. Ölümün nesi geçecek diye düşündüm o an, fakat ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döndüğümde ortada ne tepe ne de mezar kalmıştı. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmıştı, Şakir’den geriye bir iz dahi bırakmamıştı.” Hikâyeyi ilgiyle dinleyen Sultan, bu ibarenin yüzüğüne işlenmesini emreder. Kazasker Mustafa Efendi’nin o nefis hattı ile hayat bulan söz, artık Sultan’ın parmağındadır. Dünya sultanlığının yanında gönül sultanı da olan ulu ha­kan­lar, her daim tevazu eh­li olmayı tercih etmişlerdir. Ha­ki­mü’l-Haremeyn değil Ha­di­mü’l-Haremeyn olmayı makbul tutmuşlardır. Binaenaleyh, ule­­maya tabi olan Osmanlı pa­­dişahları, hesap gününü unut­mamak adına “Talebe-i ulûm­dan” bir grubu “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” diye hatırlatmakla memur etmişlerdi. “Bu da geçer ya Hû” ibaresi tekkelerin girişinde, evlerin başköşesinde, dükkânlarda kendine yer bulmuştur. Derde düşmüş biçarelere “Bu sıkıntılar da geçecek, hiçbir şey daimi devam etmez” diye teselli verirken, “Ya Hû” ile Cenab-ı Hakkı anarak onun izni ve iradesiyle her şeyin olduğunu hatırlatmışlardır. Öyle ki İstanbul işgal edildiğinde bütün mekânlar bu söz ile donanır. Vapurlarda, kıraat­hanelerde, dükkânlarda yazılı olan “Bu da geçer ya Hû” sözü işgale karşı direnişin bir sembolü olmuştur. Külfette olduğu gibi bir nimete malik olunduğunda da bu söz insanı ihtar eder ve der ki: “Makamlar da zenginlik de geçicidir, mahkeme kadıya mülk değildir.” Elinin altındakilere malik olduğunu düşünüp al­dan­ma. Hatta kendini bile ken­dine malik zannetme. Sen Malikü’l-Mülk’ün mülkünde çalışan bir hizmetçisin. Mülk umumen onundur. Sen onun hem mülküsün hem memluküsün. Kader planında cereyan eden olaylar seni sarsmasın. Kâinatta her şey değişir, kararında kalmaz. Öyle ise lütuf da kahır da Mevla’dandır. Öyle ise… Mahkeme-i kübrada hesaptan kaçması ihtimal dâhilinde olmayan zalimlerin bu dünyadaki muvakkat zulümleri için… “Bu da geçer ya Hû” Ahirzamanda sel gibi ehl-i imanın üzerine yağan günahlar için… “Bu da geçer ya Hû” Bir kişiye dokuz, dokuz kişiye bir pulu taksim eden adalet simsarları için… “Bu da geçer ya Hû” Hayatı saflaştıran, terakki ve tekemmül etmesine vesile olan bütün musibet ve hastalıklar için… “Bu da geçer ya Hû” Nefsimize zor gelen, yerine getirmekte zorlandığımız tüm kulluk vazifelerimiz için… “Bu da geçer ya Hû” Dinçliğimiz, gençliğimiz, varlık ve tüm zenginliğimiz için… “Bu da geçer ya Hû” Bir ağaç altında gölgelenmekten ibaret olan dünya hayatı için… “Bu da geçer ya Hû”  

Tarık ÇELİK 01 Haziran
Konu resmiAllah'ın Rahmet Esintilerine Yönelin!
İbadet

افْعَلُوا الْخَيْرَ دَهْرَكُمْ، وَتَعَرَّضُوا لِنَفَحَاتِ رَحْمَةِ اللَّهِ، فَإِنَّ لِلَّهِ نَفَحَاتٍ مِنْ رَحْمَتِهِ يُصِيبُ بِهَا مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ، وَسَلُوا اللَّهَ أَنْ يَسْتُرَ عَوْرَاتِكُمْ، وَأَنْ يُؤَمِّنَ رَوْعَاتِكُمْ Ömrünüz boyunca hayırlarda bu­lunun. Allah’ın rahmet esinti­lerine yönelin! Çünkü Allah’ın rahmet esintileri vardır ve kullarından dilediğine isabet ettirir. Allah’tan kusurlarınızı örtmesini ve sizleri korkularımızdan emin kılmasını isteyin.1 Sevgili Peygamberimiz (sav) bir gün Mescid-i Nebevide ikindi namazını kıldırıyordu. Namazın hemen akabinde vazifesi olan bir kısım sahabeler kalkıp işlerine gittiler. Geride kalan bir grup Sahabe Efendilerimiz, Rasülullah’ın çevresine oturup sohbet etmeye başladılar. En mükemmel rehberimiz olan sevgili Peygamberimizin gü­­zi­­­de ashabı pür dikkat Allah Ra­­sü­lünü (sav) dinliyordu. Dün­­ya ve ahiretlerini mamur ede­­cek, kalplerini parlatacak, ka­­bir­­le­ri­ni aydınlatacak, gönül dün­yalarına neşe verecek hakikat­leri ondan ders alıyorlardı. Ra­sülüllah’ın (sav) sohbetinde öyle bir feyiz ve bereket vardı ki, onu görüp bir dakika sohbetine maz­har olan bir zat kemâlâtın en zirvesine çıkıyordu. Ondan bir cümlelik nasihat alan bir be­devi cennetin en güzel yerine vasıl oluyor, ebedi hayatını kurtarıyordu. Çünkü Efendimizin sohbetinde insibağ ve in’ikâs ve nurani bir iksir vardı. İnsanların gönül dünyalarına giren, kalpleri yumuşatan bir hitab vardı. Bir bedevi adam, kızını sağ olarak defnedecek kadar vahşi bir kalp katılığına sahip iken, gelip bir saat Peygamber Efendimizin (sav) sohbetiyle şereflenince, ka­rıncayı bile incitmeyecek dere­cede bir şefkat ve merhamete sahip olurdu. Cahil ve vahşi bir adam, bir gün sohbet-i nebeviyeye mazhar olup, sonra Çin ve Hind gibi memleketlere gider, medeni milletlere islam ahlakı dersi veren bir muallim, saadet-i ebediye rehberliği yapan kâmil bir mürşid olurdu. Rasülüllah efendimiz (sav) namazın arkasında sohbet etmeye devam ederken içten ve ihtiyaç bildiren bir kadıncağızın sesi işitildi. Kadın “şey’en lillâh” diyor ve “Allah için bir şeyler” istiyordu. Çaresizlerin çaresi, kimsesizle­rin kimsesi olan sevgili Peygam­berimiz (sav), mahzun gönüllere neşe veren bir rahmet peygamberidir. O (sav), kendisine ihtiyacını arzeden hiç kimseye karşı lakayt kalmamış her daim muhtaçların imdadına yetişmiş­tir. Ve ashabına, onların şahsında bütün Müslümanlara iyiliği emredip hayra teşvik etmiştir. Fenitekim bir hadis-i şerifte Rasülüllah Efendimiz, (sav) “Kim bir mümin kardeşinin dünyaya ait bir sıkıntısını gidererek ona nefes aldırırsa, Allah da o kimsenin kıyamet gününde sıkıntılarından birini giderip ona nefes aldırır” buyurmuşlardır. Allah Rasülü (sav) ihtiyacını arz eden kadıncağızın sesini duyunca yerinden kalktı ve sesin geldiği yere doğru yöneldi. Mescidin bahçesine geldiğinde, üç evladı için yiyecek bir şeyler isteyen anneyi gördü. Şefkatli Nebi (sav) bu manzarayı görünce müteessir oldu ve gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Bu hali ashabıyla paylaşmak isteyen Allah Rasülü onlara seslendi. Bu tabloda kelimelerden daha tesirli, konuşmaktan daha değerli dersler vardı. Bu hazin manzarada duygulara ve latifelere dokunacak, ruha ve kalbe tesir edecek bir ibret vardı. Sevgili Peygamberimiz (sav) ashabına yalnızca ilim öğretmiyordu. Onların sadece bilgilerini arttırmıyordu. Onlara aynı zamanda duygu eğitimi de veriyordu. Allahü Teâlâ’nın razı olduğu, Kur’an’ın anlattığı model şahsiyet, ancak Hz. Peygamberin (sav) bu eğitimlerinden geçmekle mümkün olabilirdi. Hz. Muhammed (sav) ashabının akıllarına, kalplerine, ruhlarına, nefislerine, latifelerine hepsine birden hitap ediyordu. Akıllara doğruyu gösterirken nefisleri de terbiye ediyor, eşsiz şefkatiyle ve merhametiyle gönüllerin sultanı olurken örnek ahlakıyla da kalplerin sevgilisi oluyordu. Ashab-ı Kiram, seygili Peygamberimizin (sav) çağrısını duyunca hemen yanına koştular. Onlar da -Rasülüllah Efendimiz (sav) gibi- bu manzara karşısında etkilendiler. Kadıncağız belli aralıklarla utana sıkıla bir elini hafifçe uzatıyor شَيئا لله  “Allah için bir şeyler” diyor ve elini tekrar geri çekiyordu. Derken Sahabe Efendilerimizden bir tanesi elindeki büyük bir hurmayı kadıncağıza verdi. Sevgili Peygamberimizden (sav),  اِتَّقُوا النَّارَ وَلَوْ بِشِقِّ تَمْرَةٍ “Bir hurmanın yarısı bile olsa, (kendinizi) cehennem ateşinden koruyunuz” dersini alan Sahabe Efendilerimiz, elbette kendi ihtiyacı bile olsa muhtaç bir kardeşine hiç düşünmeden avucundakini bırakıverecektir. Kadın, hurmayı aldı ve ikiye böldü. Bir parçasını sağ tarafında bulunan 3 yaşındaki ayakta duran evladına verdi. Kalan bölümünü ise tekrar ikiye böldü bir bölümünü sırtındaki evladına son bölümünü ise kadın ağzına aldı çiğnedi, çiğnedi. Sonra azar azar çıkardı kucağında bulunan bir buçuk-iki aylık ciğerparesinin ağzına, dudaklarına sürmeye çalıştı. Rabbimiz tarafından zayıf ve zarif bir fıtratta yaratılan ve şefkat kahramanı olan kadınlar, annelik hisleriyle donatılmıştır. Dünyada en yüksek hakikat, annelerin evlatlarına karşı olan şefkatleridir. Zira onlar, hayatlarını, sıhhatlerini yarınlarını ve varlıklarını hiç tereddüt etmeden evlatlarının hayatı için feda ederler. Efendimiz (sav) bu vakıayı sey­rettikten sonra Ashab-ı Kirama döndü. Ve onlara şöyle seslendi: Bu kadının çocuklarına olan merhametini tasavvur edebiliyor musunuz? Bilesiniz ki, Allahü Teâlâ’nın mümin kullarına olan merhameti, bu kadının çocuğuna olan merhametinden daha büyüktür. Kaynaklar: 1- el-Camiu’s-Sağir, 1108

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Haziran
Konu resmiMemleketimin Çiğdemleri
Eğitim

Yarıyıl tatilinde sıla-yı rahim için memleketime gittiğimde kır­­lar­da açan çiğdemleri gör­düm. Kış sonu kar yığınları ya­­nında açan çiğdemleri top­la­dı­­­ğı­­mız çocukluk günlerimi ha­tır­­­la­dım. Baba ocağının hemen ya­­nındaki okul bahçesindeki çiğ­dem­leri toplamaya koyuldum. Dünyevi tasalardan habersiz, çiğdemlerin açışıyla neşe içinde oynadığımız ilk mektep yıllarım zihnimde canlandı. Bu arada metruk köy mektebinin hemen yanı başındaki mezarlığa baktım. Ve hayalen kırk yıl sonrasına gittim. Kendimi kabristan ehliyle birlikte toprak altında baharı bekleyen çiğdemin yumrulu köküne benzetirken, hayatım gözümün önünden bir sinema filmi gibi geçti. Çiğdemler, hayat baharımın da bir gün solacak olmasını hatıra getirdi. Evet, kırk yıl öncesi ve kırk yıl sonrası bir çiğdemin ömrü gibi. Memleketten dönerken çocukluğumu hatırlatan çiğdemleri yumrulu köküyle eve getirip bardak içinde cam kenarına koydum. Biraz hasret gideririm diye düşündüm. Ne var ki çok geçmeden solmaya ve boyunlarını bükmeye başladılar. Ayrılık acısını yine derinden derine hissettim. Her nedense mekteplerde tahsil ettiğim bilgiler de yeterli teselli vermemişti bana. Mesleğim gereği de; havası, karası, deryası ve baharları solan bir Dünya’yı anlatıyordum. Aradığım teselliyi yine hakikat nurunda bulmuştum. “Solan bir çiçek topraktaki kökünden ikinci baharda tekrar açıyorsa, en değerli hayat çiçeği olan insan, ölümden sonra topraktaki kökünden haşir sabahında ve baharında yeniden hiç açmaz mı?” soru cümlesine karşı, bütün insani latifelerim “Elbette şeksiz, şüphesiz açacaktır” diye haykırıyordu. Çiğdemin yumrulu köküne benzeyen ve üzerinde yaşadığımız Dünyamız, bütün gizemleriyle ve içindekilerle beraber kıyametteki o külli ölümden sonraki haşir sabahında hakikat çiçeği olarak açmayacak mı? Cennet bahçesinde solmamak üzere açan bir çiğdem gibi ruhi ve bedeni inkişaftan daha büyük bir dava olabilir mi? İnsan ruhunu tatmin edecek yegâne hakikat bekadır. Bizim en birinci vazifemiz, baharda çiğdemleri açtıranı hatırlatıp insanın da bir çiğdem gibi beka bahçesinde açışını anlatmak değil midir?

Halil KATMERLİKAYA 01 Haziran
Konu resmiKur'an-ı Kerim'in Tarihçesi
Kültür ve Medeniyet

“Kur’an sönmez ve söndürülmez manevi bir güneştir!” 610 yılı, Kâinat Efendisi (sav) 40 yaşında… Her sene, Ramazan ayını Hira Dağı’ndaki mağarada geçirirdi. Ramazanın 17’si, bir Pazartesi gecesiydi. Nur Dağı, derin ve manalı sessizliğinde bekliyordu; konuşulacak olanı, konuşana ve dinleyene hürmetle… Cibril iniyordu göklerden, peygamberler peygamberine muhatap olmaya. Levh-i mahfuz kalemiyle yazılan ulvi kelamı, Habibullaha iletmek için göklerden sevinçle geliyordu. “Oku!” “Yaradan rabbinin adıyla oku!” Bir an korku ve ümit arasında bir halet… Derken ayetler Kâinat Efendisinin (asm) hem dilinde, hem kalbinde… Bu kelam.. kelam-ı ezeli.. ruhuna, kalbine, aklına öyle işlemişti ki, vahyin kesildiği günlerde dar geliyordu alem, hüzün kaplıyordu o nurdan çehresini. Sonra yeniden Cibril indi göklerden, bu sefer, ayet ayet, tam 23 yıl… “Onunla senin kalbini kuvvet­lendirmek için böyle (azar azar indirmişiz)dir ve onu (sana) ağır ağır okuduk” diye buyuruyordu ferman-ı ezeli. 23 yıl ayet ayet inerken muhafazası da gerçekleşiyordu bir taraftan. Hani vahiy katipleri vardı Rasullullah’ın (asm); Abdullah b. Sa’d, Ubey bin Kab, Zeyd bin Kabid… Kalemleri en güzel kelamı yazıyordu; derilerin, taşların, hurma dallarının üstüne. Bizzat Rasüllüllah’ın (sav) tashihinden geçip muhafaza ediliyordu o ulvi kelam. Mekke ve Medine topraklarından Kur’an sesleri yükseliyordu. Ashab-ı güzin kalp­lerine yazdığı gibi, hafı­za­­larına da alıyorlardı ayet ayet… Yüzlerce hafız vardı Ra­süllüllah’ın (sav) yetiştirdiği. Tevhidden nübüvvete, ahiret­ten adalete her meseleden bahse­den yüzlerce ayet… Saadet ve huzurun tesis edildiği, cemiyetin ve şahısların hayatını güzelleştiren, düzenleyen ayetler vardı. Hem yazılan, hem ezberlenen… “Muhakkak ki o Zikr’i (Kur’ ân’ı) biz indirdik ve muhakkak onu koruyucu olanlar da elbette biziz!” Asr-ı saaadet, Kur’an muhafızları ile doluydu. Sonra mukabeleler vardı, başka bir muhafaza yöntemi olan mukabeleler; Rasüllüllah (sav) öncülüğünde tilavet edilen… 23 yıl yeryüzü nurlu zamanını yaşadı. Âlemlere rahmet olanın risaletini tamamladığı o son günler… Veda hutbesinden yükselen o son söz: “Bugün, size dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’a razı oldum!” Ashab-ı kiramın gözleri yaşlı. Hüzün afakı sarmış, canlar ayrılığa hazırlıksız... Ve Kâinatın Efendisi (sav) ayrılığın en derinini yaşatıp yüreklere, kavuşmuştu Rabbine… Sonra ilk halife: Sıddık-ı Ekber (ra). Ve can yakan vakıalar: Bi’r-ü Mâune hadisesinde yetmiş kurra hafız, Yemâme vakasında da yedi yüz kadar hafız sahabe şehadet şerbetini içiyor… Hz. Ömer (ra), Sıddık-ı Ekbere ısrar ediyordu: “Kur’an’ın cem edilmesi için bir emir çıkarman gerekir.” Hafızların şehadeti, Kur’an’ın muhafazası konusunda endişelendiriyordu Hulefa-yı Raşidini. Hem sadırlarda hem de satırlarda olanın, bir de iki kapak arasında olması, kitap haline getirilmesi için emir çıkarılıyor ve süreç hızlandırılıyordu. “Vallahi bir dağı yerinden nakletmemi isteselerdi, Kur’an’ı toplama mes’uliyeti kadar ba­na ağır gelmezdi. Neticede Kur’ an’ı hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların hafızalarından derlemeye başladım” diyordu Zeyd İbn Sabit (ra). Bu ulvi vazife ona veriliyordu. Zeyd, hafızasına nakş etmişti her ayeti. Kaleme alacağı her bir ayet veya kelime için, Hz. Peygamber’in (asm) huzurunda arzadan geçirilmiş, mukabele edilmiş iki ayrı yazılı vesikanın şahadetine müracaat ediyordu. Mushaf-ı Şerif kitap olarak ortaya çıkınca, emanet edilmişti halifeye. Takdir-i Hüda, hilafeti Hz. Ömer’e teslim ediyor. Ve nüsha Hz. Ömer’in elindeydi, sonra Hz. Hafsa’nın… İslam sancağı en saadetli devirlerinde, Hulafa-i Raşidinin elinde gezerken sıra Hz. Os­man’a geldi. İki nur sahibi, Kur’an şehidi Hz. Osman’a… İslam’ın yayılması hızlanmıştı, coğrafyalarda dört bir yana gü­neş gibi doğuyor ve aydınlatı­yordu karanlıkları. Farklı milletler İslam’la müşerref oldukça, Kelamullahın okunuşunda farklılıklar çıkıyordu. “Ey Müminlerin emiri! Kalk! Müslümanlar, Kur’an’ın kıraatinde Hristiyanlarla Yahudilerin ihtilafları gibi ihtilaf etmeden önce bu işin çaresine bak” denildi, Hz. Osman’a. Ve emir buyurdu: “Hafsadaki mushafı getirin!” Zeyd ibn sabit, Abdullah ibnu Zübeyr, Said ibnu As, Abdurrahman ibnu Haris vazifelendirildi. Ve yedi nüsha açtı ellerinden zemin bahçesinde… Medine’den taşıp Batı’da İspanya’ nın güneyine, Doğu’da Ceyhun Nehri’nin ötesine Çin’e... Nüsha nüsha yayıldı nurun menbaı. Beşeriyet ona muhtaç, beşer ona aç… Arabi olmayanlar kıraatine zorlanıyordu, harekesiz harflerle. Hicretin 2. asrına gelindiğinde imam Halid b. Ahmed vardı büyük âlimlerden. Harekeler, noktalar koydu Kelamullahın satırlarına; okunuşunu kolaylaştırmak için. Çok geçmeden Es-Secavendi Hazretlerinin secavendleri süslüyordu çehresini Kur’an’ın. Öyle emir buyurmuştu ferman-ı ezeli: “Kur’an’ı tane tane hakkını vererek oku!” Hz. Ali (ra) öyle tefsir etmişti ayeti. Rasüllüllah (sav) öyle okurdu, ayet ayet keserek. Kelamullahın okuyuşunu kolaylaştırmaktı maksat, ona apayrı bir heybet ve güzellik vermekti. Secavendli, harekeli yazılmış Kur’an ile 14 asır geçti zamanın üstünden. Zaman geçtikçe gençleşiyordu Kur’an. Kur’an; asırlara, milletlere, devletlere hükmediyordu… Kalplere, ruhlara, canlara aşkediyordu… Yeryüzüne, âleme, kainata, mah­lukata hitap ediyordu… Osmanlı, asırlarca o mukaddes ayetlerin hükmünde saltanat sürdü. Hattatlar, kalemlerini ve hatlarını onun nuruyla süs­ledi. Osmanlı devrinin son dönemlerinde, Kayışzade Hafız Osman Efendi vardı sayfa ölçülerini belirleyen. Ölçüler, Kur’an’ın ayetlerinden, meziyet Kur’an’a ait. Sayfa uzunluğunda, müdayene ayeti. Satırlar, İhlas ve Kevser Suresi mikyasıyla yazılıyordu. Yani Kur’an kendi ölçüsüyle yeniden yazılıyordu asırlar sonra. Ayetle başlayan sayfalar, ayetle sonlanıyordu. Ayet berkenar oluyordu. Her sayfa sonu, bir ayetin hitamına tevafuk ediyordu. Ve bundan yaklaşık 40 sene sonra… Kur’an hadimlerini seçiyor, hakikatleri ahirzamanın dehşe­tinden, vahşetinden kurtaracak icazını kör gözlere de gösteriyor. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, asrın bedii, Risale-i Nur’ un müellifi, Kur’an’a adanan ömür, imanın kurtulmasına iki cihanını da feda eden muhterem… Gençlik yıllarında bir rüya görüyor: Ararat dağı infilakta ve bir ses dolduruyor semayı, “İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et!” Kur’an’ın mucize olduğunu asrın kör gözlülerine de göster… Kur’an seçiyor dellalını, hadimini. Kur’an’a uzanan dilleri görünce bir gazete kâğıdında, öfkeleniyor ve Kur’an davasını başlatıyor o sözlerle: “Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğunu bütün dünyaya ispat edeceğim!” Kur’an; mucizeliğini o dilden anlatıyor, o dilden savunuyor kendini; o yürekten haykırıyor asrın bağrına ve tüm kâinata. Ve bir kalem seçiyor yazmak için hakikatlerini. Yazdırmak için levh-i mahfuzdakinin benzerini… Isparta’da gül fabrikası başkâtibi Ahmed Hüsrev Altınbaşak Hazretleri... Kur’an’a adanan başka bir ömür. Günde bir saat uykuyla da­vasına, Kur’an’a ve Kur’an haki­katlerinin neşrine adanmış bir ömür. Kur’an artık kelamda olduğu gibi kaleme de aks ediyor, hükmediyor. Ve muzaffer kılıyor neferlerini. Nice hattatlar, nice âlimler yazıyor Kur’an-ı Kerim’i. Asırlar sonra tevafukla gösteriyor kendini… Ruha hitap ettiği gibi, göze de hitap ediyor. Tevafuk; Allah’ın ilminin ve iradesinin göstergesi. Tevafuk; denk gelmedir İlahi tasarrufla. Tevafuk zuhur ediyor yıllar sonra Kur’an’ı Kerim’in nurlu sahifelerinden. Hüsrev’in kalemine ihsan ediliyor. Kur’an, sadece rıza-i ilahide olan ruhu seçiyor kendine kâtip; üstadına sadık, davasına sadık, ihlasta bir numune-i imtisal... Ve yazdırıyor kendini 9 nüsha. Yazdırıyor hakikatlerini, bir ayda 14 kitap olarak. Adeta “Yaz!” diyor, “Sen yaz, ben sana yol gösteririm.” Kur’an’ın cadde-i kübrasında bir dava büyüyor. Manevi, halis, samimi hisler, maddi nakışlar suretinde hissettiriyordu kendini rahmetin tecellisi o hatta. Onun intizamlı hattı, levh-i mahfuzdaki intizamlı tevafukun cilvesi oluyor. Onun kalemi; Kur’an’ın kerameti, Kur’an’ın harikası oluyor asırlar sonra yeniden. “Ne yaş ne kuru hiçbir şey yok ki apaçık bir kitapta bulunmasın.” Allah lafızları geliyor karşılıklı, sırt sırta, bir sayfa da alt alta. 422. sahifesine bakın, tevafuk güneş gibi parlıyor gözlere. Gö­rene “Maşallah! Barekallah! de­dirtiyor. Tevafuk; Kur’an’ın ke­rameti, hadimlerine ikramı. Ke­lam onun, kalem onun… Asırlara hükmeden ezeli kitap… Asırlar geçtikçe gençleşiyor. Şimdi davasına ram hadimleri, yeryüzünde işittirerek hakikatlerini, dellal-ı Kur’an olup asra haykırıyor: “Kur’an sönmez ve söndürülmez manevi bir güneştir!”

Beranur UYSAL 01 Haziran
Konu resmiDeğerli Kaide: Huz mâ safâ,da' mâ keder!
İtikad

İradem olduğu gündür senin iradene râmBir an için bana yollarda durmak oldu haram Kalbin halleri çeşit çeşittir. İsmiyle mütenasib tam da. Bir değil, beş değil, on değil tavırdan tavıra. İklimden iklime. Kalb-i aciz Kalb-i kerim Kalb-i mübarek Kalb-i münevver Müsbet vaziyetlerdeki kalbî terkiplerden sadece birkaçı; her birisi farklı izahatı haiz. Ya kalb-i selim? Tercihe Açık Mekân: İçtimai Hayat Selim olmaya yol arayan kalbin selamete ulaşması; hemcinslerimizle tabir yerindeyse baş başa, göğüs göğse teneffüs ettiğimiz içtimai hayatımızda, kalbî safiyeti, duruluğu bulup bulanıklıktan azad ile mümkündür. Öyle ya böyle bir arayıştaki kalbin muhatabiyetinin mevzubahis olduğu bir büyük âlem var: Rengârenk, 72 millet insanlardan müteşekkil cemiyet-i beşeriye… Bu birlikteliğin ge­rek­tirdiği insanî hasiyetlerin muktezası olan bir medeni ha­yat… Ve böyle bir sahadaki kal­bi tesirata açık içtimai hayat. Saf değil, aksine bulanık ve gayr-i mu’tedil. Enfüste olduğu gibi bu afakî hayatta da tezatların cereyanı mevcut: hayır-şer, iyi-fena, te­miz-pis. Hadi lümmelerin gölgesinde Hak’tan yana kullandığın tasdikini dış âlemdeki tercihine aksettirerek kalb-i selime yol bul bakalım! Öncelikle Doğru İrade Anlayışı Hiç akıl işi midir? Felsefe gözü ve lisanıyla, kendi kendinin hâkimi olmayan bir kimseyi hür görmeyeceksin. İnsanlar arasındaki fark, her şeyden çok irade farkıdır diyeceksin. Ne kadar yükselsen de kendi bacaklarınla yürüyecek­sin hükmünü vereceksin. Bir­kaç si­neğin güçlü bir atı yolundan alı­koyamayacağını savunacaksın. Nedir’i olan, Nasıl ve Niçin istimali olmayan irade yaklaşımı. En küçük yanlış ve şeytanî tercihte bulunup da kendi varlığını dahi yok sayan. Mesuliyeti de başkalarına yükleyen. Hem böyle bir anlayıştan doğru tercih bekleyeceksin, hem kalb-i selime yol arayacaksın? Hayal!… Üstelik içtima ettiğimiz hayatta ayıklanacak onca fena vasıflı taş varken… Tercihe kapalı devre böyle bir irade tayini, kalbi selamete götürmeyi şöyle bırakın, kalbî körlük sebebi değil midir? Her Tercihimiz Hak’tan Yana Olmalı Değil midir? Elbette aklın yolu birdir, demiş eskimeyen eskiler. Bir’e (cc) ait olan, tercihimiz olmalı. “Hayır” ola bu,  “بِيَدِهِ الْخَيْرُ” düsturuyla ona yönelerek yerini tahkiki olarak tesbit ve kaim ettiğimiz. “İyi” ola bu, “El Berr” isminin üzerlerinde tecelli ettiği tüm zamanlardaki hususen Asr-ı Saadetteki ebrarı örnek alarak, ihya ve daim ettiğimiz. “Temiz” de ola bu, “Temizdir, temiz olanı sever” lisanıyla kulunu teşvik eden sünnetullaha ve bir ism-i nebisi “Tayyib” olan Resulünün sünnetine ittibaen, rehber ettiğimiz. Hem bu Bir’i tercihimizle tevhidimiz, değil midir bizi tevhid ettiren. Şer, fena, pis ve dahi ne varsa bunlara yönelmekten alıkoyup kalb-i selime ulaştıran. İyilik ve takva üzerine yardımlaştıran… Kalplerimizin arasını birleştiren… Doğru yola hidayet eden… İzzet ve şeref veren… Hem Asr-ı Saadeti saadetli kılan, bu tercihî tevhidi Allah Resulünün (asm) içtimai hayatta da hüküm-ferma kılması değil midir? Sadece o kutlu vakitleri değil, tüm zamanları ve içerisindeki her kulun ve nev-i beşerin kalbini de saadetli kılacak bu hakikatler değil midir? Hulasa Selametle giden bir kalbin, selim bir kalbin yolu; küllîye râm olmuş sağlam bir iradeyle, beşerin içtimai hayatındaki hayırları, iyileri, temizleri tercih etmek, böylelikle Hak’ta tevhide vasıl olmaktan geçmez mi? Akıllı adam böyle bir kalbe sahip olmak için şu çok değerli bir kaideyle amel etmez mi? خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرَ İçtimai hayattaki yol ayrımlarımızda, Uhud akabindeki nebevi tercih ve tavrı model alarak, “Kederi bırak, mutluluğu al” dememiz gerekmez mi? *** Dualarımızı Sevgili Peygambe­ri­mizin duasının içine dâhil ederek biz de kalblerimizin sahibine el açıyoruz: Ya Rabbi! Bizlere Hakkı hak bilip ittiba etmeyi, batılı batıl bilip ictinab etmeyi nasip eyle… Âmin!

İbrahim SARITAŞ 01 Haziran
Konu resmiUygulamalı Risale-i Nur Mütalâa Teknikleri
Risale-i Nur

"İşte bir bahçeye rast geldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var. Hem bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti. Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış, hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zat ise, “Her şeyin iyisine bak!” kaidesiyle amel edip murdar şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor." * Hazret-i Üstad, burada da yine iki kardeşin ahlâklarının, onlara, etraflarında olup biten hadiseleri ve eşyayı nasıl gösterdiklerine bir misal daha vermektedir. Şöyle ki: Güzel ahlâklı ve mübarek olan kardeş, güzel ahlâkının kendisine verdiği güzel bakış açısıyla “Her şeyin iyisine bak!” kaide­siyle hareket edip, bu bahçedeki murdar şeylere hiç bakmıyor. Hep iyi ve güzel şeylere yönelerek güzelce istifade ediyor ve istirahat ederek çıkıp gidiyor. Lâkin diğer kötü ahlâklı ve serseri kardeş ise kötü ahlâkının kendine verdiği kötü bakış açısıyla, o bahçede bulunan sadece murdar şeylere dikkat ediyor. Sadece onlarla meşgul oluyor ve midesini bulandırıp hiç istirahat etmeden bahçeden çıkıp gidiyor. Dikkat edersek aynı ortamı gören iki kişiden birisi, o ortamdan istifade edip istirahat ederken; diğer kişi ise midesini bulandırıp hiç istirahat etmiyor. "Sonra gitgide bu dahi evvelki biraderi gibi bir sahra-yı azimeye girdi. Birden hücum eden bir aslanın sesini işitti, korktu. Fakat biraderi kadar korkmadı. Çünkü hüsn-ü zannıyla ve güzel fik­riyle, “Şu sahranın bir hâ­kimi var. Ve bu aslan o hâkimin taht-ı emrinde bir hizmetkâr olması ihtimali var” diye düşünüp teselli buldu. Fakat yine kaçtı. Tâ altmış arşın derinliğinde bir susuz kuyuya rast geldi. Kendini içine attı. Biraderi gibi ortasında bir ağaca eli yapıştı. Havada muallâk kaldı. Baktı, iki hayvan o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı, aslan; aşağıya baktı, bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi bir acîp vaziyet gördü. Bu dahi tedehhüş etti. Fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif. Çünkü güzel ahlâkı, ona güzel fikir vermiş. Ve güzel fikir ise, ona her şeyin güzel cihetini gösteriyor." * Dikkat edilirse, burada da Haz­­ret-i Üstad yine aynı vurguyu yap­maktadır. Yani biri güzel di­ğe­ri kö­tü ahlâklı iki kardeşin, başlarından geçen aynı olaylar karşısında gör­dükleri, anladıkları ve algıladık­ları şeyler tamamen farklıdır. Güzel ahlâklı olan kardeş, arkasından kükreyen arslan sesini işitince fıtrî olarak korkuyor; lâkin diğer kardeşi kadar değil. Çünkü güzel ahlakı ve güzel fikri ona “Şu sahranın bir hâkimi var. Ve bu arslanın, o hâkimin emri altında olan bir hizmetkâr olmak ihtimali var” diye düşündürterek teselli vermek­tedir. * Burada dikkatimizi çeken bir hakikat de şudur: Güzel ahlâk, insana, sadece güzel fikir vermekle kalmıyor; aynı zamanda teselli de veriyor. * Kuyunun içinde asılı kalan güzel ahlâklı ve mübarek olan kardeş, fıtrî olarak içinde bulunduğu bu hal karşısında dehşete kapılsa da yine kötü ahlâklı kardeşinden bin derece daha az bir dehşet hissediyor. Sebebi ise yine aynı: Güzel ahlak, güzel fikir vermekte, güzel fikir de her şeyin güzel yönünü göstermektedir. "İşte bu sebepten şöyle düşündü ki: “Bu acîp işler birbiriyle alâkadardır. Hem bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor. Öyle ise bu işlerde bir tılsım vardır. Evet, bunlar bir gizli hâkimin emriyle dönerler. Öyle ise ben yalnız değilim. O gizli hâkim bana bakıyor. Beni tecrübe ediyor. Bir maksat için beni bir yere sevk edip davet ediyor.”"   * Arkadan kükreyerek hücum eden bir arslan, sahrada bir anda karşılarına çıkan bir kuyu, mecburen girilen kuyunun yarısına kadar düşüp asılı kalmaları, kuyunun dibinde büyük bir ejderha, tutundukları tek dalı kemirip kesmeye çalışan siyah-beyaz iki fare, kuyunun duvarlarında akrep ve örümcek gibi haşerat, tutundukları ağaç incir ağacı olduğu halde dallarında farklı pek çok meyvelerin olması… Bütün bunlar, iki kardeşin de başına gelen ortak hadiseler. İşte bu iki kardeşin ahlâkları, bu yaşadıkları ve gördükleri şeyler karşısında farklı şeyler düşünmelerine, farklı şeyler hissetmelerine ve farklı hükümlere varmalarına sebep olmaktadır. * Güzel ahlâklı olan kardeş, güzel düşünerek güzel bir sonuca varıyor ve diyor ki: “Bütün bunlar asla tesadüf işi olamaz. Bütün bunlar birbiriyle alâkalı görünüyor. Öyle ise bu işlerde bir tılsım var. Evet! Bütün bunlar, buraların gizli bir hâkiminin emriyle hareket ederler. Öyle ise ben yalnız değilim. O kendini gizleyen hâkim şu an bana bakıyor. Beni imtihan ediyor. Beni önemli bazı maksatlar için bir yerlere sevk ediyor.” * Dikkat edilirse, güzel ahlâklı olan bu kardeşin şu vardığı netice, ne kadar da hayatî bir öneme sahiptir. İşin sırrını ve hakikatini görmesiyle ve çözmesiyle sonuçlanmaktadır. "Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş’et eder ki: “Acaba beni tecrübe edip, kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acîp yol ile bir maksada sevk eden kimdir?” Sonra, tanımak merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş’et etti. Ve şu muhabbetten tılsımı açmak arzusu neş’et etti. Ve o arzudan tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş’et etti. Sonra ağacın başına baktı. Gördü ki incir ağacıdır. Fakat başında binlerle ağacın meyveleri vardır. O vakit bütün bütün korkusu gitti. Çünki kat’i anladı ki, bu incir ağacı bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir. O mahfî hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin numunelerini bir tılsım ve bir mucize ile o ağaca takmış. Ve kendi misafirlerine ihzar ettiği et‘imeye birer işaret suretinde o ağacı tezyin etmiş olmalı. Yoksa bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez." * Burada -adeta zincirleme bir surette- güzel ahlâkın sırasıyla neleri netice verdiğini görmekteyiz. Sıralayacak olursak: Güzel ahlâk * Güzel düşünce ve güzel fikir * Tılsım sahibini tanıma merakı * Tılsım sahibinin sevgisi * Tılsımı açma arzusu * Tılsım sahibini razı edecek ve onun hoşuna gidecek bir hale girme isteği. Görüldüğü gibi bu iki kardeşten birisi, işin sırrını ve tılsımını çözmeyi başarıyor. O kardeş de güzel ahlâklı ve mübarek olan kardeştir. Güzel ahlâkı ona bütün yaşadıklarının tılsımını ve sırrını açacak hallere sevk etmektedir. * Burada güzel ahlâklı olan kardeşin bütün korku ve endişelerini sona erdiren ve onu tamamen rahatlatan şey ise, tutunduğu dalın bir incir ağacına ait olduğunu ama üzerinde binlerce başka meyvelerin takılı olduğunu görmesidir. Zira bunu görünce yaşadıklarının tılsımını bütün bütün çözmeye başlamıştır. Çünkü incir ağacına binlerce başka ağaçların meyvelerini takmakta da bir mesaj bir sır olmalı. Demek ki o gizli hâkim, kendi bağ ve bostanındaki meyvelerin örneklerini, numunelerini bir tılsım ve bir mucize ile o incir ağacına takmıştır. Böylece kendi misafirlerine hazırladığı daha başka ve geniş yemek sofralarına işaret etsin diye o incir ağacını bu şekilde süslemiştir. devam edecek… Murdar: Kirli, pis, iğrenç. Azim: Büyük. Taht: Alt. Sahra-yı azime: Büyük sahra.Taht-ı emr: Emir altında. Hüsn-ü zan: Güzel fikir besleme. Arşın: 65-78 cm arası uzunluk mesafesi. Muallak kalmak: Boşlukta asılı kalmak.     Tedehhüş: Dehşete düşme. Acîb: Çok acâyip, tuhaf, garip, şaşırtıcı.    Cihet: Yön, taraf. Tılsım: İnsanı tesiri altına alabilen sihir, büyü gibi sırlı şey. Tecrübe etmek: Denemek. Neş’et etmek: Meydana gelmek. Muhabbet: Sevmek, sevgi. Mahfi: Gizli. İhzâr etmek: Hazırlamak. Et’ime: Yemekler, yiyecekler. Tezyin etmek: Süslemek.

Mustafa TOPÖZ 01 Haziran
Konu resmiBu Zamanda Hizmet Eden Kazanacak
Risale-i Nur

Ahir zamanda dine hizmet etmek büyük bir şereftir. Hele hele imana hizmet etmek, iman kurtarmak çok büyük bir ihsan-ı ilahi ve kutsi bir vazifedir. Bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmenin fazileti çok yüksek olduğu gibi insana yüklediği sorumluluk da bir o kadar ağırdır. Büyüklerin dediği gibi “Nimet, külfet nispetindedir.” Sevgili Üstadımız, Risale-i Nurlara sadakatle hizmet edenler hakkında şöyle der: “Kardeş­lerim! Kat‘iyen biliniz ki, her yirmi dört saatte yirmi def‘a sarîh isimlerle duâ ve münâcâtlarımda bulunmakla beraber, Risâle-i Nûr’un sâdık talebeleri ünvanıyla yüz def‘adan ziyâde ve niyet ve tasavvurca beş yüzden fazla bulunduğunuzu size haber veriyorum. Bundan, Risâle-i Nûr’a sadâkat ve hizmet, ne kadar ehemmiyetli olduğunu kıyâs ediniz.”1 Risale-i Nura sâdıkane, halisane hizmet eden talebelerin, hem Üstadımızın ve umum nur şakirtlerinin makbul dualarına mazhar olup dünya ve ahiret saadetine nail olacaklarının kuvvetle muhtemel olduğunu Hz. Üstad şöyle açıklamaktadır: “Risâle-i Nûr’un sâdık şâkirdlerinin hüsn-ü âkibetlerine ve îmân-ı kâmil kazanmalarına, o derece kesretli ve makbûl ve samîmî duâlar oluyor ki, o duâların içinde hiçbirinin kabûl olmamasına akıl imkân veremiyor. Ezcümle; Risâle-i Nûr’un bir hâdimi ve bir tek şâkirdi, Risâle-i Nûr talebelerinin hüsn-ü âkibetle­rine ve saadet-i ebediyeye mazhar olmalarına, yirmi dört saatte lâakal yüz def‘a ettiği duâları içinde hiç olmazsa yirmi-otuz def‘a selâmet-i îmânlarına ve hususî hüsn-ü âkibetlerine, îmân ile kabre girmelerine aynı duâyı, en ziyâde kabûle medâr olan şerâit içinde ediyor. Hem Risâle-i Nûr talebeleri, bu zamanda her cihetten ziyâde hücuma ma‘rûz kaldıklarından, îmân hususunda birbirine selâmet-i îmân hakkındaki samîmî ve ma‘sûm lisânlarıyla ettikleri duâlarının yekünü öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet-i İlâhiye onun reddine müsâade etmez. Farazâ, mecmûu i‘tibâriyle reddedilse, tek bir tanesi onların içinde kabûl olunsa, yine her biri selâmet-i îmânile kabre gireceğine kâfî geliyor. Çünki her bir duâ umuma bakar.”2 Evet, Risale-i Nurlar bu zamanda fenden ve felsefeden gelen dinsizliğe karşı imanî hakikatleri, delillerle ispat etmekle pek çok insanın imanını kurtarmaktadır. Dinsizliği neşreden cereyanlara karşı amansız bir mücadele vermektedir. Bu mücadele ve mücahede tek kişiyle başarıya ulaşamaz. O yüzden davayı istikbale taşıyacak kahramanlara ihtiyaç vardır. Hizmeti sahiplenen ciddi, fedakâr, sebatkâr, talebeler Üstadımızın her zaman aradığı, ihtiyaç hissettiği insanlardı. Hz. Üstad sadık talebelerine karşı olan bakışını şu cümlelerle ifade ediyordu: “Hâlik-ı Rahîm’e hadsiz şükür ederim ki, sizler gibi sebatkâr ve fedâkâr kardeşleri Risâle-i Nûr’a sâhib ve nâşir yapmış. Ben sizleri düşündükçe, ruhum inşirâh ve kalbim ferahlarla dolar. Daha dünyadan gitmek, benim için medâr-ı teessüf olamaz. Sizler kaldıkça ben yaşıyorum diye, mevte dostâne bakıyorum, ecelimi telâşsız bekliyorum. Allah sizden ebeden râzı olsun.”3  Bu zamanda imana, Kur’an’a hizmetin maddi manevi pek çok faydalarından ve günümüze bakan hizmet ölçülerinden bir kısmını şöyle sıralayabiliriz: Ölçü: Risale-i Nurla imana hizmet edenler makbul duaları kendilerine celb ederler. Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi kendisi başta olmak üzere milyonlar samimi nur talebelerinin has duaları, bu Kur’an hizmetini yapan kahramanlara büyük bir hazine hükmüne geçmektedir. “Ya Rabbena! Risale-i Nur talebelerini iki cihanda aziz ve mes’ud eyle. Onları şüheda hayatına mazhar eyle. Hizmet-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniyede daima muvaffakiyet, muhabbet, ittifak, tesanüd, mazhar-ı inayet ve mazhar-ı lütuf ihsan eyle. Ya Rabbena! Nur talebelerini ihlas-ı etemme mazhar edip son hayatlarında iman-ı kâmil ile hüsn-ü hatimeye muvaffak eyle.” gibi nice makbul dualar her gün beş vakit namazlarda mü’min kardeşlerinden gıyabi olarak nurun sadık hizmetkârlarına yapılmaktadır. Bu samimi duaların biri bile kabul olsa Risale-i Nura hizmet edenlerin umumunun kurtuluşuna ve ebedi saadeti kazanmalarına kâfi gelir. İşte böyle bir hazineyi kazandıran iman hizmetinin ne büyük bir ihsan-ı ilahi olduğu anlaşılır. Ölçü: Risale-i Nurların sadık, halis, sarsılmaz talebeleri Üstad Hazretlerinin bu dünyadaki yegâne teselli kaynaklarından birisidir. Çünkü hakiki bir Nur talebesi Risale-i Nurun hizmetini hayatının en mühim vazifesi bilir. Sevgili Üstadımız bu hakikate şöyle işaret etmektedir: “Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lîfi gibi hissedip, sâhib çıksın. Ve en mühim vazîfe-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”4                           Risale-i Nurları istikbale taşıyacak, O’na kendi malı ve telifi gibi sahip çıkacak talebelerin varlığı ve çokluğu Üstadımıza ferahlık vermekte, şu fani hayatta çektiği sıkıntıları, zahmet ve meşakkatleri hiçe indirmektedir. Dünya hayatında yegâne gayesi İmana ve Kur’an’a Risale-i Nurlarla hizmet olan sevgili Üstadımız davası sahipsiz kalsaydı gözü arkada kalarak ahirete giderdi. Fakat daha ahirete gitmeden Cenab-ı Hak iman hizmetini omuzlayan kahramanları ona ihsan etti. “Her birinizi hizmetinizin derecesine göre birer küçük nurlu Said hükmünde görüyorum” dediği binlerle talebe lisan-ı halleriyle adeta şunu haykırıyordu: “Sevgili Üstadımız siz müsterih olunuz. Bizler Risale-i Nurları hayatımız pahasına muhafaza edeceğiz. Gösterdiğiniz istikamette kıyamete kadar bu davanın takipçileri olacağız.” Zaman bu kahramanların destansı hizmetlerine şehadet etmektedir.                                                        Ölçü: Risale-i Nurlara sadakatle hizmet etmenin imanla kabre girmeye vesile olduğu nu haber veren Üstadımız bu zamanda ehli imana büyük bir müjde vermiştir. Bu büyük kazancı elde etmenin en kısa yolu Risale-i Nurla imana Kur’an’a sadıkane, halisane   hizmet etmektir. Evet, bu zamanda hem dünyada hem ahirette hizmet eden kazanacak. Kaynaklar: 1- Emirdağ Lahikası 1, 61-62. Altınbaşak Neşriyat.2- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 22, 23. Altınbaşak Neşriyat.3- Emirdağ Lahikası 1, 168. Altınbaşak Neşriyat.4- Mektubat 1, 169. Altınbaşak Neşriyat.                  

Zafer ZENGİN 01 Haziran
Konu resmiHayatım Sünnet
Aile ve Çocuk

 “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmazsınız. Allah’ın kitabı ve Rasulü’nün sünneti.”  Sünnet sözlükte yol demektir. Istılah olarak sünnet; söz, fiil ve takrirleri ile Peygamber Efendimizin (sav) İslam’ı yaşayarak yorumlaması demektir. Sünnet, Kur’an’ın açıklayıcısı olduğu için, Kur’an-ı Kerimden hemen sonraki ikinci kaynaktır. Nitekim “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmazsınız. Allah’ın kitabı ve Rasulü’nünsünneti.” (Malik, Muvatta) Sünnet deyince genelde aklımıza yeme, içme, uyuma gibi bazı adab sünnetler gelmektedir. Elbette adab nevinden sünnetlerde çok önemlidir. Lakin sünnet, bütün bir hayatı kapsayan nebevi yaşam tarzıdır. İnançla, ahlakla, ibadetle, tebliğle, hadiselere bakış açısında, insani ilişkilerde vesair gerek şahsi, gerek toplum hayatıyla alakalı birçok sünnetler vardır. Bu geniş açıdan bakacak olursak; Sünnet: Cenab-ı Hakkı görüyormuşçasına her anda, her yerde onunla birlikte olabilmektir. Sünnet: Cebrail’le (as) görüşmüş gibi meleklere iman etmektir. Sünnet: Kur’an-ı Kerim bize vahy olunmuş gibi, Kur’an’ın ke­la­mullah olduğuna inanmaktır. Sünnet: Mescid-i Aksa’da nebiler cemaatine namaz kıldırmış gibi, nebilere iman etmektir. Sünnet: Cennet ve Cehennemi ziyaret etmiş gibi, varlıklarına iman etmektir. Sünnet: Levh-i Mahfuz’da kaderi yazan kalemin cızırtılarını duymuşçasına kadere iman etmektir. Sünnet: Niyette ve amelde rıza-yı ilahi olmasıdır. Sünnet: Hulk’ul Kur’an (sav) gibi, ahlak-ı haseneyi zirvede yaşamaya çalışmaktır. Sünnet: Allah yolunda canıyla, malıyla cihad etmektir. Sünnet: Kalbinde zerre kadar kibir taşımamaktır. Sünnet: Müslüman kardeşin bir hata yaptığında onun hatası­na üzülmek, mümkünse lütufla ıslahına çalışmaktır. Sünnet: Hüsn-ü zan üzere olmak, sui zandan kaçınmaktır. Sünnet: Meclistekiler dünyadan konuştukları zaman dünyadan, ahiretten konuştukları zaman ahiretten konuşabilmektir. Sünnet: Konuşanı son sözüne kadar dinlemektir. Sünnet: Nefis için öfkelenmemektir. Sünnet: Zulme, haksızlığa karşı şah damarı şişecek derecede öfkelenmektir. Sünnet: Kendi nefsinden ziyade Resulullahı (sav) sevmektir. Sünnet: Kanun-u Kâinata, en güzel uyum sağlama sürecidir. Sünnet: Yemek için değil, yaşayacak kadar yemektir. Sünnet: Bazen evinde yemeğin olmamasıdır. Sünnet: Konuşacağın zaman hak ve doğruyu konuşmaktır. Sünnet: İnsanlara Cenab-ı Hakk’ı anlatmak, sevdirmek ve O’na kul olmanın lezzetini ha­tır­­latmaktır. Sünnet: Ahde vefadır. Sünnet: Ailesine karşı en keremli olmaktır. Sünnet: Çocuklarını Allah’ın emaneti olarak görüp, onlara Allah’ı tanıtıp, Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Efendimizin (sav) sevgisiyle beslemek, o güzel ahlak üzere yetiştirebilmektir. Sünnet: Kuşu ölen çocuğu ziyarete gitmektir. Sünnet: Korku ve dehşet zamanında, “Allah’ın bizimle birlikte” olduğunu bilmektir. Sünnet: Rahat ve neşe zamanında, Allah’tan gafil olmayıp şükür içinde olmaktır. Sünnet: Cömertliğin zirvesine çıkmaktır. Sünnet: Hizmette en önde, ücrette en geride olabilmektir. Sünnet: Acz ve fakrını bilerek Sultan-ı Ezele iltica etmektir. Sünnet: Büyükle büyük, küçükle küçük olabilmektir. Sünnet: “Bırak dünya onların olsun, ahiret bizimdir.” diyebilmektir. Sünnet: Mağfiret için gözyaşı dökmektir. Sünnet: Namazda kulluğunu tam hissederek masivayı terk edip, tesbih, tazim ve tekbirle huzura durmaktır. Sünnet: Namazı gözümüzün nuru, kalbimizin süruru olarak görebilmektir. Sünnet: Herkes sırt çevirdiğinde, “Allah bana yeter” diyebilmektir. Sünnet: Batıla karşı hakkı galip getirmek için sonuna kadar mücadele etmektir. Sünnet: O (sav) yapıyor diye yapıp, manevi lezzet almaktır. Sünnet: Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çokça zikretmektir. Sünnet: Müslüman kardeşinin canını ve malını koruduğun gi­bi, onurunu da koruyabilmektir. Sünnet: Anne, babaya, akrabaya, komşuya iyilik etmektir. Sünnet: Kul hakkına azami dik­kat etmektir. Sünnet: Haramdan, yalandan, fısk u fücurdan, gıybetten; yılandan, akrepten kaçar gibi kaçmaktır. Sünnet: Bayram günlerini Al­lah’ı yüceltmek ve şükretmek ve dargınları barıştırmak için bir vesile bilmektir. Sünnet: “İki günü bir olan zarardadır” sırrınca, yaratılış gayesine uygun dopdolu bir hayat yaşamaktır. “Ne mutlu o kimseye ki, Sün­net-i Seniyyeye ittibaından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyyeyi takdir etmeyip bidalara girmiş ola.” (Lemalar-54) Rabbim cümlemizi Sünnet-i Seniyyenin ittibaında hissesi ziyade olanlardan eylesin. Âmin.

Hifa ÖZDEMİR 01 Haziran
Konu resmiGerçek Hayat
Aile ve Çocuk

İmtihana tabi olan insanlar üç sınıftır; biri kâfir, diğeri günahkâr, bir diğeri de mümindir. Bu üç sınıf insanın yaşadıkları hayat, -aklen ve mantıken- gelecek izah tarzında gerçekleşmektedir. Gözle görünen budur, başka şekilde yaşamalarının imkân ve ihtimali de yoktur. Evet, nasıl ki; bir adama idam kararı çıkmış, kesinlikle asılacak, geri dönüşü yok. Bütün akraba ve sevdiklerine de aynı karar çıkmış. Her gün birisi gözü önünde asılıyor, kendisi de idamını beklemektedir. Şüphesiz ki; gözü önünde her bir sevdiğinin asıldığını gördükçe ve kendisinin de asılıp idam edileceğini düşündükçe cehennem azabı gibi bir elem ve ıstırabı akıl ve vicdanıyla hissedip yaşar. Eğer bütün dünyanın saltanatı, zevki ve lezzeti bu adamın olsa, bu adam, kendisine ve sevdiklerine çıkan idam kararına rağmen, yaşadığı hayattan zevk ve lezzet alabilir mi? Ve o adam için, ‘mutlu bir hayat yaşıyor’ denilebilir mi? Değil bir insan, belki insan suretindeki bir hayvan dahi böyle bir adamın mutlu olduğuna dair bir iddiada bulunamaz. Öyle de bir kâfir, -ister ateist olsun, ister deist olsun- küfrün hangi çeşidinde bulunursa bulunsun, ölümün kendi hakkında idam ve yokluk olduğunu inanır. Aynı zamanda bütün akraba ve sevdikleri için de o ölümün idam olduğunu kabul eder. Ve her gün gözü önünde o sevdiklerinden birisinin asılıp öldüğünü gördüğü gibi, kendisi de sırada idam denilen ölümünü bekler. Bu şekilde inanan ve yaşayan bir insan hiç şüphe yok ki, o ölenleri her gördükçe ve kendi ölümünü her hatırladığında idam oluyormuş gibi elem ve ıstırap çeker. Böyle birisine dünyanın saltanatı da verilse ve her türlü lezzetleri sunulsa, acaba o insanın bunlardan lezzet ve zevk alması mümkün müdür? Ve böyle birisinin, “Ben akıllıyım ve özgürüm, bu hayat tarzıyla mutlu bir hayat yaşıyorum” demesi ne kadar doğrudur? Hem nasıl ki; büyük bir suç işleyip kaçan adam, “Ne zaman yakalanırsam cezaevine atılırım?” der, daima sıkıntı ve elem çeker. Yaşadığı hayattan zevk ve lezzet alamaz. Öyle de; Allah'a inanıp ahireti tasdik ettiği halde, inandığı gibi yaşamayanlar için günah, kabrin bir cezaevi kapısı hükmündedir. Yani günah ve fısk, o kabri, günah işleyenler ve günahında ısrar edip tövbe istiğfar etmeyenler için, öldüklerinde kabre girer girmez melekler tarafından yaka paça içine atılacakları, azabı çok şiddetli olan bir zindanın kapısı olduğunu gösterir. İşte kâfirlerin ve Cenab-ı Hakk’a inanıp da ibadet etme­yenlerin hali budur. Onlar, akıllarıyla başlarına gelebilecek bu felaketleri hissettikleri için, o felaketin ıstırabından kurtulmak adına heva ve heveslerine tabî olup, kendilerini sarhoşluğa veya eğlenceye atarlar. Hâlbuki buldukları bu çare, morfin ile yapılan geçici uyutma ve uyuşturmaya benzer. Bütün kâfirler ve fasıklar gelsinler, toplansınlar ya bu problemi çözsünler ya da bu problemi çözen İslamiyet’i kabul edip saadetle yaşasınlar. Evet iman, ehl-i imana, kabrin bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısı olduğunu, yani kabrin, bir saat hayatı dünyanın mesûdane bin senesinden daha üstün olan cennete açılan bir kapı olduğunu gösterir. Ve o iman, cennet hayatının da bin senesi, bir saat cemalini görmeye mukabil gelmeyen Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuşmaya ve huzûruna girmeye vesiledir. Evet, ölüm; kâfirler ve münafıkların bakış açısına göre, yokluk kabul ettikleri idam ve asılmaktır. Günahkârlar için de ebedî bir hapis denilen Cehennem vesilesidir. Onlar kendileri de ölümün böyle bir şey olduğunu aynen kabul edip inandıklarından, ispat için delil ve burhana ihtiyaç yoktur. Ve inandıkları gibi de muamele göreceklerdir. Fakat kabrin ehl-i iman için çok güzel bir âlemin kapısı olduğunu gösteren bir delil şudur: Nasıl ki Türkiye’de yaşayan bir adam, Türkiye’nin var olduğuna inanır, öyle de Japonya gibi bir devletin var olduğuna da gitmediği, görmediği halde inanır. Zira o devletin varlığını çok kimselerden veya haberlerden duymuş ve öğrenmiştir. Duyduğu kişiler bini veya iki bini geçmez, haydi bu sayının on bin veya yirmi bin olduğunu kabul edelim. Hâlbuki bu kişilerin yalan söylemeleri de muhtemeldir. Fakat o adam, yirmi bin insan yalanda ittifak edemez diye onların verdiği habere kesin olarak inanır ve Türkiye’nin var olduğuna inandığı katiyette, Japonya’nın varlığını da kabul eder ve ondan şüphe etmez. Bu misal gibi, ölümün kâfirler için idam, günahkârlar için daimi bir hapis, ehl-i iman için ise sonsuz bir saadet ve daimi bir hayat vesilesi olduğunun haberini verenler, başta hayatlarında hiçbir yalan söylemeyen ve davalarını mucizelerle ispat eden yüz yirmi dört bin peygamberlerdir. Ve aynı haberi, davalarını kerametleriyle ispat eden ve yalana tenezzül etmeyen yüz yirmi dört milyon evliyalardır. Hem aynı davayı kabul edip haber veren ve davalarını delil ve burhanlarla ispat eden, had ve hesaba gelmeyen âlimlerdir. Bununla beraber bütün semavî kitaplar, semavî dinler ve o dinlere mensup olan bütün insanlar bu davayı aynen kabul etmek­te­dirler. Yirmi bin insanın verdi­ği haberden şüphe edilmediği halde, öldükten sonra dirilmenin, ahiretin, sonsuz hayat ve saadetin varlığını bize haber veren bu kadar peygamberin ve evliyanın ve ulemanın verdikleri bu haberden hiç şüphe edilir mi? Ve böyle bir haber karşısında şüphe edenin hakkında akıl ve mantık sahibidir denilebilir mi? Değil bir insan, belki bir hayvan bin kat hayvanlaşsa ve sonra insan suretine girse yine de bu davayı inkâr edemez. Böyle bir davayı inkâr eden kişi ne hale düştüğünü kendisi düşünsün. Hem bu davanın ispatı için delil yalnızca bu değildir. Sayamayacağımız kadar deliller vardır. İsteyen Kur’an’ın bir tefsiri olan Risale-i Nurlara baksın, anlamıyorsa anlayanlara sorsun ve kurtulsun. Bir kısım tabirlerle maksadımız birilerine hakaret değildir. Belki küfür ve günah sebebiyle hakir duruma düşmüş çukurlara yuvarlanmış insanlarımızı o hakaretlerden kurtarmaktır. Rabbim hepimizi bütün hakaretlerden ve maskaralıklardan kurtarsın. Âmin.

Zakir ÇETİN 01 Haziran
Konu resmiGülâbdan
Kültür ve Medeniyet

“Gülşen içre andelîb feryâd eder bir gül içinGül ise andan nihândır bu derûnî şişede” Farsça,  “Gül” ve “Âb” (su) ke­li­­melerine “-dan” ekinin eklen­me­siyle oluşan “Gülâbdân”, gül suyu şişesi veya gül suyu ka­bı anlamına gelir. Bu kelimenin yaygın olarak kullanımının yanı sıra bazen “Gülepdan”, “Gülebdan”, “Gülüpdan” gibi farklı yazım biçimlerine de rastla­nır. Türk ve İslâm Sanatı’nda günlük kullanım eşyaları arasında önemli yere sahip olan ve günlük yaşamda temiz havaya ve güzel kokuya önem verildiğini gösteren gülâbdanlar, cam, porselen ve seramikten üretilenlerin yanı sıra bakır, pirinç, gümüş, altın gibi çeşitli madenlerden ve tombak yapılmış örneklerine rastlanır. Gülâbdân, geniş karınlı, ince uzun boyunlu, dar ağızlı gül suyu serpmek için kullanılan, üzerleri ince bir zevki yansıtan desenlerle süslenmiş bir kap türü olup boyları genellikle 20-30 cm arasında değişmektedir. Gövdesi soğan formunda ve boynu dar uzun olur, bu boynun ucundaki delikli emzik, gülsuyunun istenilen ölçüde dökülmesini sağlar. Gülâbdanlarla mübarek gün ve gecelerde, mevlûdlerde, sünnet düğünü ve­ya zikir sonrası, tek­keye gelen misafir­lere gülsuyu ikram edi­lirdi. Günümüzde mev­lid törenlerinde hâ­len kul­lanılmaya devam edil­­mektedir.   Türkler, Orta Asya’dan bu yana gül suyu ve gül yağı geleneğinin içinde yaşamışlar ve Anadolu’ ya geldiklerinde de bu geleneği sürdürmüşler, güzel kokuyla ilgili araç ve gereçleri bolca kullanmışlardır. Osmanlı saray kültüründe gül suyu kullanımı ve buhur yakılması vazgeçil­meyen adetlerden biri olmuştur. Kokunun Müslümanlık’taki öne­mi nedeniyle padişahlar güzel kokuya ve kokuyla ilgili araç ve gereçlere önem vermişlerdir. Bu­nun en güzel örneği Fatih Sul­tan Mehmed’in Ayasofya’yı gül sularıyla temizlettikten sonra ibadete açması ve Kâbe’ye giden hediyelerin başında gül suyu ve gül yağının gelmesidir. İstanbul’a gelen misk ve amberin padişah için alınmadan bir başkasına satılmaması bu âdetin önemini ve Osmanlı teşrifatının görkemini net olarak göstermektedir. Gül suyu ikramlarında kullanılan gülabdân ve buhur yakmak için kullanılan buhurdanlar, estetik kalitesi ve teknik özellikleri göz önüne alındığında, saray hayatının o dönemki bolluk ve zenginliğinin birer göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Kokunun rahmânî bir lütuf olarak değerlendirildiği İslâm dininde, güzel koku sürünmek sünnet olarak kabul edilmiş, Hz. Muhammed (s.a.v) “Gül kokulu peygamber” olarak nitelenmiştir. Hz. Muhammed (s.a.v), kudsî hadisinde kendisine sevdirilen üç dünya nimetinden birinin güzel koku olduğunu belirtmiştir. Eskilerde gülâbdân ve buhurdan beraber kullanıldığı için bir tepsi içinde takım olarak satılırdı. Kâide, gövde, boyun ve akıtmalıktan oluşan bütün bölümleri madenden üretilen gülâbdânların dışında, farklı malzemelerden özellikle porselen ile seramik olanların sadece akıtmalık kısmına; boyun kısmına veya hem boyun hem de kâide kısmına madenî bir aksam takılarak farklı malzemelerle uyumlu hale getirilmiş, bu kombinasyon süslemede de sağlanmıştır. Bu uygulamayla gülâbdânların süslemesini zenginleştirmenin dışında ağız ve kaide bölümlerinin kolayca kırılması önlenmiştir. Renksiz camdan yapılanların üzeri kesme ve yaldızla hareketlendirilmiş; renkli ve opal cam gülâbdânların üzeri mine ve yaldızlarla bezenmiştir. Renkler genellikle kırmızı ve kobalt mavisi, opaller süt beyazı, turkuaz, yeşil ve morumsu mavi camdan yapılmıştır. Süslemelerde en çok gül, meyve, madalyon, çelenk ve ayyıldız motifleri ile geometrik şekillerin kullanıldığı görülmektedir. Osmanlı Dönemi’nin farklı mal­zemelerden yapılan gülâb­dân­ları arasında; seramik örnekleri XVII. yüzyılın ortaları ile XVIII. yüzyılın ortaları ara­sına, cam olanları XIX. yüz­­yıla ve maden örnekleri, XVII. yüzyıl sonu ile XX. yüz­yıl başı ara­sına, madenden ya­pı­lan en erken tarihli örnek ise, XI. yüz­­­yıl ile XII. yüzyılın başları ara­sı­na tarihlenen Büyük Sel­çuk­lu Dönemi’ne ait gümüş gülâb­dan­dır. Tombak gü­lâb­dan­lar ge­nellikle XVII. yüzyılın sonu ile XIX. yüzyıl sonu arasına tarihlendirilmektedir. Porselen, seramik ve cam­­dan ya­pılan gülâb­dân­lar, genellikle mal­ze­melerinin üretim tek­nik­leri nedeniyle tek par­­ça­dan oluşur. Ancak ma­­denden yapılan örnekler, ustanın tercihine bağlı ola­rak tek, iki veya üç parça halinde üretilmiştir. Bunlardan iki parçalı olanlar, gövde ile boyun ya da gövde ve onunla birlikte dökülen boyun ile akıtmalık; üç parçalı olanlar ise gövde, boyun ve akıtmalıktan oluşmaktadır.  

Mustafa YILMAZ 01 Haziran
Konu resmiSünnete Göre Kahvaltı
İbadet

Günümüzde günün en önemli ve atlanılmaması gereken öğünü olarak ün salmış kahvaltının sünnet-i seniyedeki yeri nasıldı? Peygamberimiz (sav) sabah ve akşam yerdi. Günün en kıymetli iki öğünü sabah kahvaltısı ve akşam yemeğidir. Öğle yemeği çalışma şartlarına göre yenilmesi gereken fakat zorunlu olmayan bir öğün olarak değerlendirilebilir. Eskiden, sa­bahları ya da sabahın ilk anla­rında yenilen yemeğe çeşitli bölgelerde farklı adlar verilse de, kuşluk vaktinde yenildiğinden “iki kuşluk yemeği” tabiri kullanılırdı. Kahvenin keşfi ve özellikle Anadolu’da sabah yemeklerinden sonra kahve içilmesi sebebiyle ve “kahve” ile “altı” kelimelerinin birleşmesi sonucunda “kahvaltı” sözcüğü hayatımıza girmiştir. Peki, bu kadar önemli bir öğün olan sabah kahvaltısında ne yemeli? Yenebilecekler listesi oldukça uzun. (Yiyeceklerin hepsi aynı anda tüketilecek anlamını taşımıyor. Açık büfe kahvaltılarda maalesef böyle bir durum ortaya çıkıyor.) Zeytin, peynir, yumurta, geleneksel pekmez/tahin veya hakiki bal, ev yoğurdu. Mevsimine göre domates, salatalık, biber, marul, maydanoz, nane, roka, dereotu vb. yeşillikler. Hurma, kuru incir, gün kurusu kayısı. Çiğ badem, çiğ fındık, ceviz gibi kuruyemişler. Limon ve besleyici bir çorba türü. Mevsimine göre portakal, mandalina, erik, elma, kayısı vb. meyveler. Ekşi mayalı, tam tahıllı ekmek ve yeşil/siyah çay. Elbette kahvaltınızda bu kadar çeşidin bulunması hem gerekmez hem de doğru değil ve sünnete kesinlikle terstir. Çeşitler, güne veya mevsimine göre değiştirilmelidir. Tamamen kim­yasal olan ürünlere kesinlik­le sofranızda yer vermeyin. Mesela rafine şekeri içeren ve rafine şeker ihtiva eden nitrit ve nitrat olan sucuk, salam, sosis gibi şarküteri ürünleri. İdeal bir sabah kahvaltısı şöyle olabilir: Aç iken 2 bardak -oda ısısında- su, suyun içine bir tam limon sıkıp içerseniz, bağırsaklarınızı da temizlemiş olursunuz. Yarım saat sonra birkaç bardak yeşil çay, bir tatlı kaşığı bal ya da geleneksel köy pekmezi (topraklanarak yapılmış pekmez olması önemlidir), bir yumurta veya bir bardak süt, bir dilim peynir, 5-7 hurma, 5-7 adet üzerine çeşitli baharat ve sızma zeytinyağı eklenmiş zeytin, bir-iki küçük dilim (katkısız ekşi maya, tam buğday unu, su ve tuzdan yapılmış) ekmek yenilebilir. Günümüzde gıdalar farklı işlemlere tabi tutularak farklı isimlerle sofralarda yerini alabiliyor. Bu zenginleştirme olarak gösterilse de nitelik bozulmasından öteye gidilmiyor. Asli yapısı farklı endüstriyel işlemlere tabi tutularak bozulduğu, sonra çeşit çeşit kimyasal katkılar eklenerek yeni bir forma sokulduğu için, bugün gıdaların çoğu haz ve görselliği yüksek ticari bir üründen başka bir şey değildir. Vücudumuz besinleri doğal formlarıyla tanır ve bu şekliyle tüketince maksimum fayda sağlar. Günümüz endüstriyel ürünlerini tüketmek fiziki açlığı gideriyor olsa da hücre anlamında biyolojik açlığı devam ettirir. SÜNNETE GÖRE ÖĞLE YEMEĞİ Efendimiz (sav)’in öğle yemeği yediğine dair hiçbir rivayete rastlanmamıştır. Bunun yanında birçok kaynak, öğleyin yemek yeme âdetinin Peygamber Efendimizin (sav) devrinde olmadığına işaret eder. Kaynaklarda bize Osmanlı saraylarında da iki öğün yemek çıktığını, birine “kuşluk taamı”, diğerine ise “akşam taamı” denildiği görülür. Kuşluk yemeği sabahleyin namazdan bir müddet sonra, akşam yemeği ise gün batımında yenilirdi. Saatler mevsime ve yöreye göre değişirdi. Öğle yemeği âdetinin sonradan ve özellikle Tanzimat dönemi batılılaşma sürecinde ortaya çıktığı görülmektedir. Normal şartlarda nitelikli bir sabah kahvaltısı ve akşam yemeği yenmesi durumunda öğle yemeğine ihtiyaç duyulmaz. Öğle yemeği “gereksiz” olsa da, bu öğüne ihtiyaç duyan birini bundan mahrum bırakmak doğru değildir. İlla yenilmesi gerekiyorsa, hafif türlerin yenilmesi en doğrusu olacaktır. Çorba, mevsimine göre salata, yoğurt veya cacık, bir dilim ekşi mayalı, tam tahıllı ekmek öğle için yeterlidir. Bazen de birkaç hurma, birkaç adet gün kurusu ve badem, fındık, ceviz gibi kuruyemişlerden biri ya da mevsimine göre yalnızca meyve de yeterli olabilir. SÜNNETE GÖRE AKŞAM YEMEĞİ Efendimiz (sav), “Akşam yemeğinin terki ihtiyarlık sebebidir” buyurur. Bu hadise baktığımızda akşam yemeğinin önemini anlayabiliriz. Elbette bu hadisten, yemeği çok yemeye teşvik edildiği anlamı çıkarılamaz. Bilakis sağlık için akşam öğününün atlanmaması gerektiği tavsiye edilmektedir. Münavi, “Boş mideyle uyku, hazmetmede işe yarayan mide asitlerinin çözülmesine neden olur” diyerek, meselenin tıbbi boyutunu açıklamaktadır. Akşam yemeğinin de sabah kahvaltısı gibi güçlü ve besleyici olması, yorulan bedenin uykuda kendini tamir etmesi ve yenilemesi için önemlidir. Akşam yemeğinde haşlama şeklinde hayvansal bir gıdanın yanı sıra pilav, yoğurt ve mevsimine uygun bir salata ideal bir öğün olabilir. Uykudan en az 3-4 saat önce yenilecek bu yemekten bir kaç saat sonra ise içilecek sıcak bir içecek -özellikle yeşil çay- içilmesi bedeni rahatlatır. Kafein uykunuzu kaçırıyorsa başka bir bitki çayı tercih edilebilir. Yemekten doymadan kalkılması çok önemlidir. Bu şekilde yenilen bir öğün, inşallah gece ibadetine de kalkmayı kolaylaştıracaktır. Ramazan Bayramınızı en içten dileklerimle tebrik ederim. Rab­bim cümlemizi nice güzel Bay­ramlara kavuştursun inşallah. Kaynak: Kemal Özer - Ramazan Diyeti

Edibe BEKİN 01 Haziran