
Ayasofya Camii’nin Büyük Hat Levhaları Ayasofya Camii’nin ana mekânının duvarlarında asılı olan büyük yuvarlak hat levhaları, Sultan Abdülmecid (1839-1861) döneminde 1847-1849 yılları arasında yapılan onarımlar sırasında dönemin en ünlü hattatlarından Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılmıştır. 7,5 m. çapındaki yuvarlak hat levhaları, kenevirden yapılmış yeşil zemin üzerine, altın yaldız ile yazılmıştır. Allah (cc), Hz. Muhammed (asm), Dört Halife; Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Ömer (ra), Hz. Osman (ra), Hz. Ali (ra) ile Hz. Muhammed'in (asm) torunları Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra) isimlerinin yazılı olduğu levhalar, 8 adettir. Levhaların ahşap askıları, hafif ve dayanıklı olmasından dolayı ıhlamur ağacından yapılmıştır. Bu hat levhalarının İslam Dünyası’nın en büyük hat levhalarından olduğu bilinmektedir. Ayasofya Camii’ninKubbesindeki Âyet-i Kerime Osmanlı Döneminde Ayasofya'da Fatih Sultan Mehmed tarafından başlatılan tamir çalışmaları daha sonraki Sultanlar tarafından da devam ettirilmiştir. Ayasofya’daki en önemli onarımlardan biri, Sultan Abdulmecid’in (1839-1861) emri ile 1847-1849 yılları arasında İsviçreli Fossati Kardeşler tarafından yapılmıştır. Bu çalışmalar kapsamında kubbede görülen büyük çatlaklar doldurulmuş ve kubbe kasnağı demir çember ile sarılarak emniyete alınmıştır. Onarımlar sırasında dönemin en önemli hattatlarından Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından, ana kubbenin 11,30 m. çapındaki alanına Kur’an-ı Kerim’in Nur Suresinin 35. ayeti yazılmıştır: “Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur. O’nun nûrunun misâli, içinde lâmba bulunan bir kandillik gibidir. O lâmba bir cam içindedir. O cam da, sanki inciden bir yıldızdır; bu lâmba, ne doğuya ne de batıya nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtan, zeytin ağacından (çıkan yağdan) yakılır; onun yağı, nerede ise kendisine ateş değmese bile ışık verecek! Nûr üstüne nûrdur. Allah, dilediği kimseyi nûruna hidâyet eder. İşte Allah, insanlara böyle misaller getirir. Çünkü Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” 6 Mayıs 1846 Sultan Abdülmecid Rumeli gezisine çıktı Sultan Abdülmecid, zaman zaman halkın arasına katılıyor ve onların meseleleriyle ilgileniyordu. Ara sıra da Bâb-ı Âli’ye giderek vekiller heyetinin toplantılarına katılıyordu. Her yıl Meclis-i Vâlâ’yı bir nutukla açmayı âdet haline getirdi. Sık sık kışlaları ve tersaneyi teftiş etti. Camilerde verilen icâzet merasimlerinde, askerî ve rüşdiye okullarında yapılan imtihanlarda hazır bulunarak talebeye ve hocalara teşvik edici sözler söyledi. Halkın ihtiyaçlarını yerinde görmek ve şikâyetlerini dinlemek için memleket içinde bazı seyahatlere çıktı. Bunlardan birisi de Rumeli gezisidir. 6 Mayıs 1849’da başlayan Rumeli Gezisinde, Büyükçekmece, Silivri, Çorlu, Edirne, Karapınar, Zağra-i Atik, Kızanlık, Gabrova, Tırnova, Revan, Doma-Kire, Ruscuk, Silistre, İnsicek, Şumnu, Yassıtepe, Varna ziyaretlerinin ardından, 14 Haziran 1849 günü gemi ile İstanbul’a dönülmüştür. 11 Mayıs 1954 Dârü’l Hikmeti’l-İslâmiye azalarından Arapkirli Hüseyin Avni Efendivefat etti Hüseyin Avni Efendi, 1864 senesinde Malatya’nın Arapkir ilçesinde dünyaya gelmiştir. İlk tahsiline çok küçük yaşta babasından Kur’ân-ı Kerîm, ilmihal, ahlâk ve Arapça okuyarak başlayan Hüseyin Avni, Arapkir merkezindeki ibtidâî ve rüşdiyeyi bitirdi. 1886 senesinde İstanbul’a gitti. Burada Beyazıt dersiamlarından icazet alarak, Üsküdar Toptaşı Askerî Rüşdiyesi’nde kavâid-i Osmâniyye ve imlâ muallimliği görevine getirildi. Bir yandan da Beyazıt Camiinde ders okutuyordu. Birçok medresede ders veren Hüseyin Avni Efendi, Sultan II. Abdülhamid tarafından bir defa altın liyakat madalyası ve bir defa da nişan-ı Osmanî ile taltif edildi. 17 Ağustos 1918’de Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye âzalığına, bir süre sonra reis vekilliğine (26 Eylül 1919) ve iki ay sonra da bu müessesenin reisliğine tayin edildi. Bu teşkilâtın 14 Kasım 1922’de lağvedilmesi üzerine Süleymaniye Medresesi’ne ilm-i kelâm müderrisi oldu. Tevhîd-i Tedrisât Kanunu ile medreseler lağvedilince Dârülfünun İlâhiyat Fakültesi Hadis Tarihi müderrisliğine getirildi (11 Ekim 1926) ve bu fakültenin kapatılmasına kadar (1 Ağustos 1933) burada görev yaptı. 1 Haziran 1934’te emekli olan Hüseyin Avni hayatının bundan sonraki dönemini Erenköy Sahrâ-yı Cedîd’de bulunan köşkünde kitapları arasında geçirdi. İlerleyen yaşı dolayısıyla Beyazıt ve çevresindeki ilim muhitine gidip gelmekte güçlük çekince Lâleli’ye taşındı. 11 Mayıs 1954’te vefat etti ve Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi. 30 Mayıs 1876 Sultan Abdülaziz tahttan indirildi Mithat Paşa ve avenesi kendi ikballeri için Sultan Abdülaziz’i tehlikeli olarak görmekte ve onu tahttan indirerek yerine Veliaht Şehzade Murad’ı geçirmek istemekteydiler. Bunun için 1876 senesi Mayıs ayı başından itibaren bir dizi planı devreye soktular. Nihayet 30 Mayıs günü Sultan’ı tahttan indirmeye karar verdiler. Hain paşalar, Fetva Emini Kara Halil Efendi’den iftiralarla dolu hal’ fetvasını alıp Dolmabahçe Sarayının etrafını askerlerle sardılar. Sultan Abdülaziz önce Dolmabahçe Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na getirildi. Burada kendisine Sultan III. Selim’in dairesinin ayrılmış olduğunu görünce müteessir oldu. “Beni de amcam Sultan Selim gibi burada bitirmek istiyorlar” dedi. Üstelik dairede oturacak yer yoktu. Kendisinin ve çocuklarının o sırada yağan yağmurdan sırılsıklam olmuş bir halde ortada kalması, eski hükümdarı büsbütün incitmişti. Bir müddet sonra hazırlanan odaya geçince de yeni Padişah Sultan V. Murad’a bir mektup yazdı ve kendi isteğiyle Fer‘iye Sarayı’na nakledildi (1 Haziran 1876). Mithat Paşa ve avenesinin tuttuğu kiralık katiller tarafından 4 Haziran 1876 günü odasında şehid edildi.

Her hususta olduğu gibi İslâmiyet’i anlatırken ve İslâmî meseleleri izah ederken de usul ve tarz önemlidir. Usulde veya günümüzün ifadesiyle metotta yapılacak yanlışlar, ‘kaş yapalım derken göz çıkarmamıza’ sebep olabilir. Bu açıdan, İslâm’ı anlatırken metodumuzu iyi seçmemiz gerekmektedir. 1. “Ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.” (Eşref Edip’le röportajdan) 2. “Kardeşlerim, ata et, arslana ot atmayınız.” (Lem’alar, Sayfa 279) 3. “Her söylediğin doğru olmalı fakat her doğruyu söylemek doğru değildir.” (Mektubat 2, Sayfa 455) 4. “Amelinizde rızâ-yı İlâhî olmalı.” (Lem’alar, Sayfa 167) 5. “İnsan kendi vazifesini yapmalı, Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalıdır.” (Lem’alar, Sayfa 137) İletişim ve haberleşme imkânlarının gösterdiği olağanüstü gelişmelerle birlikte spekülasyon ve kara propagandanın zirve yaptığı böyle bir dönemde, tebliğ, irşad ve İslâm’ı anlatma metotlarında yapılan yanlışlar tüm Müslümanları etkilemekte ve bu hayırlı işler zarar görmektedir. Bazen safderunlukla bazen de umursamazlıkla yapılan metot hatalarıyla, İslâm düşmanlarının ellerine koz verilmektedir. Ellerine geçen böyle fırsatları iyi kullanan İslâm düşmanları; ‘bunların dini işte böyle başka bir iş ile ilgilenmez, bu din mi dertlere çare olacak’ gibi ifadelerle zihinleri bulandırmakta, çoklarının akıllarına şüphe ve zaten zayıf olan imanlarına zarar vermektedirler. Bu sebeple İslâm dini açısından hiç kimsenin ‘ben doğru bildiğimi istediğim her yerde, istediğim gibi söylerim’ deme lüksü ve salahiyeti yoktur. Eğer İslâm dinini anlatıyor ve tebliğ ediyor iseniz, ağzınızdan çıkan her kelimede bütün Müslümanların hukuku olduğunu bilmelisiniz ve bu faaliyetinizle bütün Müslümanları temsil ettiğiniz şuuruyla hareket etmelisiniz. Bu husus şahsî, ferdî ve bireysel anlatımlarda çok da gerekli olmasa da, bir topluluğa konuşuyorsanız ve de konuştuğunuz kayda alınıyorsa dikkatinizin ve hassasiyetinizin tavan yapması elzemdir. Yüzyıllardır Batılıların olumsuz propagandalarıyla dinimiz hakkında insanların zihninde önyargılar oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu olumsuz propagandalar sebebiyle insanların bir kısmı dinimize soğuk durmakta ve İslam’ı olduğundan çok farklı olarak tanımaktadırlar. Bu duruma sebep olan meselelerin ortaya çıkmasında biz Müslümanların dinimizi gerektiği gibi yaşamamamızın, gerektiği gibi anlatamamamızın ve gerektiği gibi temsil edemememizin de payı büyüktür. Bu cihetlerle ‘İslâm nasıl anlatılmalı?’ meselesini, Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinden istifadeyle şu şekilde maddeler halinde özetleyebiliriz: 1.“Ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.” (Eşref Edip’le röportajdan) Bediüzzaman Hazretleri, ahir zamanı idrak ettiğimiz bu dönemde, iki önemli hastalığımız olduğunu ifade etmektedir. Bu hastalıklardan birincisi imansızlık hastalığıdır. Veya iman sahipleri için iman zayıflığı hastalığıdır. Asrımızdaki en önemli manevi hastalık olan imansızlık veya iman zayıflığı hastalığı için yapılacak manevi tedavi işlemleri, bizim en öncelikli meselemizdir. Bu sebeple Bediüzzaman Hazretleri, 1952 senesinde Eşref Edib’e verdiği mülakatta, bütün mesaisini iman üzerine harcadığını ifade etmekteydi. Yani bir İslâm âlimi olarak tebliğ ve irşad faaliyetlerini yaparken onun için en önemli mesele, imanı olmayanların imana gelmeleri veya imanı zayıf olan Müslümanların imanlarının takviye edilerek tahkiki hale getirilmesi ile ilgili yapılacak çalışmalardı. Bu açıdan tebliğ ve irşad faaliyetlerinde bu önceliğimizi hiçbir zaman gözardı etmememiz gerekiyor. Aksi halde imanı zayıf olan bir insanın, anlatılacak dinî bilgileri hayatına ne kadar tatbik edeceği muamma olarak kalmaktadır. İmanı zayıf geniş kitlelere yapılan nasihatler ve sohbetler, bu kişiler daha sohbetten kalktıkları anda uçup gitmekte, yaşayışlarında bir değişiklik meydana getirmemektedir. Ancak sağlam ve kuvvetli bir imana sahip olan bir Müslüman, dinlediği dersi ve aldığı nasihati hayatına tatbik etme konusunda çok daha gayretlidir. Günümüzde İslâm’ı anlatırken yapılan en büyük yanlışlıklardan birisi de anlatmaya yanlış yerden başlanmasıdır. Tabir-i caizse bazıları İslâm’ı anlatmaya sondan başlıyorlar. Halbuki her ilim dalında olduğu gibi, dinî ilimler de en baştan ve en temel meseleden başlanarak anlatılır. Toplumun birçok kesimlerinin daha imanın temel esaslarıyla problemleri varken çok ayrıntı meselelerle uğraşmak, temelsiz bina yapmaya benzer. Aynı Asr-ı Saâdet öncesi cahiliye dönemindeki gibi, küfrün kol gezdiği böyle bir dönemde iman ilminin fert fert tahsil ettirilmesi, bütün mesaimizi alsa yeridir. 2.“Kardeşlerim, ata et, arslana ot atmayınız.” (Lem’alar, Sayfa 279) Dinimizi anlatırken dikkat etmemiz gereken bir diğer önemli husus ise, herkese ihtiyacı olan manevi bilgiyi vermektir. Bu meselede, anlatılacak husus veya verilecek malumat, kişilerin mesleğine, yaşına ve belirli konulardaki malumatlarına göre değişiklik gösterecektir. Yani kişinin sosyal konumuna göre en çok ihtiyaç duyduğu konudan başlanması gerekmektedir. Veya kişiyi hiç alakadar etmeyen bir dinî meselenin anlatılması, boşa zaman kaybı olacaktır. Daha Allah’a iman konusunda sıkıntıları olan birine Miraç meselesinin anlatılması tabi ki yanlış olacaktır. Ya da farz ibadetlerini yerine getirmeyen birisine önce nafile ibadetleri anlatmanın mantıksızlığını herkes fark edecektir. Doğru kişiye, doğru nasihatin doğru şekilde anlatılması temel prensiplerimiz arasında yer almalıdır. 3.“Her söylediğin doğru olmalı fakat her doğruyu söylemek doğru değildir.” (Mektubat 2, Sayfa 455) Asrımızda dinî mevzuların anlatımında, din düşmanlarının en çok kullandığı hususların başında bu mesele gelmektedir. Bir şeyin doğru olması, onun her yerde, her zaman ve herkese söylenebileceği anlamına gelmez. Nasıl ki tıpla ilgili sadece doktorların bilmesi gereken bir mesele, sadece onların yanında konuşulur ve onlara anlatılır. Geniş kitlelerin veya ilgisiz insanların bu meseleyi bilmesi gerekmez. Ya da mühendislikle ilgili olup, sadece mühendisleri alakadar eden bir meselenin başka meslek sahiplerine anlatılmasına gerek yoktur. Aynı bu örneklerde olduğu gibi, din alimleri arasında tartışılması ve konuşulması gereken bir mevzunun toplumun önünde tartışılması ve bahis konusu olması son derece gereksizdir. Üstelik sanki İslâm dininde birçok şey hâlâ belli değilmiş de daha yeni tartışılarak belirleniyormuş gibi bir hava oluşmaktadır. Bu da zaten imanî yönden sıkıntısı olan geniş kitlelerin inançlarına daha çok zarar vermektedir. 4.“Amelinizde rızâ-yı İlâhî olmalı.” (Lem’alar, Sayfa 167) Müslümanlar olarak her işimizde tek beklentimiz Allah’ın rızası olmalıdır. Eğer Allah’ın rızasını esas maksat yapmazsak; ne kadar bilgili de olsak, ne kadar iyi birer hatip de olsak, yaptıklarımızın bir faydası olmayacaktır. Bu sebeple öğretirken, öğrenirken, anlatırken veya dinlerken, hep neticede Allah’ın rızasını ümit etmeliyiz. Hedefimiz, insanların gözünde her şeyi bilen ve her soruyu cevaplayan bilgili bir hoca olmak olmamalıdır. Ya da ne kadar etkileyici anlatıyor demelerinin, bizim için bir önemi olmaması gerekmektedir. 5.“İnsan kendi vazifesini yapmalı, Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalıdır.” (Lem’alar, Sayfa 137) Bizim vazifemizin anlatmak ve öğretmek olduğu, neticede hidayeti verecek olanın Allah olduğunu unutmamamız gerekmektedir. Tesir bizden değil, Allah’tandır. İnsanlara bizim sözümüzün tesir edeceğini zannederek yaklaşırsak yanılırız. İslâm dinini anlatan her hatibin bu hususa dikkat etmesi, müessir-i hakikinin Allah olduğu şuuruyla tebliğ ve irşad faaliyetlerini icra etmesi elzemdir.

Hattatların yazı yazmaya başlamadan önce ellerini alıştırmak veya boş zamanlarında ellerinin hassasiyetini kaybetmemeleri için yaptıkları harf veya kelimelerden oluşan yazı denemelerine “Meşk” adı verilir. Kâğıtta hiç boş yer bırakmadan, ters veya düz, hattâ üstüste yazılan bu tip yazılara ilk bakışta karalanmış gibi görünmelerinden dolayı ‘karalama’ da denir. Hat sanatı, kendine has usûl ve kâidelerle hoca-talebe ilişkisi içerisinde öğrenilen bir güzel sanat dalıdır. Hat sanatı, uzun, sabırla çalışma ve manevî feyiz gerektiren zorlu bir yoldur. Hoca-talebe ilişkisi içerisinde öğrenilen hat sanatının İslâm tarihi boyunca eğitim ve öğretimi köklü bir disiplin içinde yürütülmektedir. Bu sanatın en önemli özelliği usta çırak ilişkisi içerisinde öğretilmesidir. Hattatların yazı yazmaya başlamadan önce ellerini alıştırmak veya boş zamanlarında ellerinin hassasiyetini kaybetmemeleri için yaptıkları harf veya kelimelerden oluşan yazı denemelerine “Meşk” adı verilir. Kâğıtta hiç boş yer bırakmadan, ters veya düz, hattâ üstüste yazılan bu tip yazılara ilk bakışta karalanmış gibi görünmelerinden dolayı 'karalama' da denir. En ünlü hattatlar dâhil tüm hat sanatçıları, el becerilerini ve yazma alışkanlıklarını korumak için sık sık alıştırma yapma ihtiyacı duymuşlardır. Hattatların, harfler ve kelimeleri, çeşitli âyet ve hadislerden alınmış cümleleri kâğıda döktükleri bu alıştırma yazıları, kâğıdın üzerinde özgürce, herhangi bir düzen içinde olmaksızın, çoğu zaman üst üste yazılmış yazılardır. Bunlar, daha güzel olan yazıyı diğerlerinden ayırt etme, yazıda oran ve uyumu belirleme ve yeni üslup geliştirme çalışmalarıdır. Ayrıca, kendilerinden sonraki hattatların sanatçıyı anlamaları için iyi birer kaynaktırlar. Hattatlar tarafından ortaya konulan meşk dediğimiz karalamalar hattatın, varmış olduğu ustalıkla yetinmemesi, sürekli harf karalayıp, meşk etmesi, yalnız, elin melekesini yitirmesi korkusuyla açıklanamaz. İç-içe geçmiş, altüst olmuş, okunmayan harfler, bizi, hattatın yetinmek bilmediği yeteneğiyle, yaşamı boyunca ustalığı kabul etmeyen alçak gönüllülüğüyle karşı karşıya getirir. Hattat için Karalamalar ve Meşkler, Hat Sanatının kendine özgü bir türüdür. Bu türün örneklerinin tezhip edilmiş olmaları, büyük hattatların karalama ve meşklerinin murakkalarda bir araya gelmiş olması bunu kanıtlar niteliktedir.

Cenab-ı Hakk’ın rahmeti açık, kuvvetli, cazip, sevimli, yardımcı ve güneşten daha parlak bir hakikattir. Bu rahmet, kâinatın şehadetiyle sabittir. Allah’ın (cc) rahmeti, her şeyi içine alan ve her şeyi kuşatan genişliktedir. Nimet ve ihsanı barındırmaktadır. En kıymetli bir hediyedir. Şu görünen rahmetin üstünde bir rahmeti tasavvur etmek ise mümkün değildir. Varlıklara Allah’ın (cc) rahmetinden, O’nun (cc) yaptığı ihsandan, verdiği nimetlerden, ettiği ikramlardan ve hayırlarından fazla rahmet edilmez. Çünkü إِنَّ اللّٰهَ لاَ يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْئًا “Şübhesiz ki Allah, insanlara hiçbir şekilde zulmetmez”1 ayetinin ifade ettiği gibi Allah (cc) kullarına zulmetmez. O, Rahman ve Rahim’dir. كَتَبَ عَلَى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَ “Allah (cc) rahmet (etmey)i kendi üzerine yazmıştır.”2 Cenab-ı Hakk’ın rahmeti açık, kuvvetli, cazip, sevimli, yardımcı ve güneşten daha parlak bir hakikattir. Bu rahmet, kâinatın şehadetiyle sabittir. Allah’ın (cc) rahmeti, her şeyi içine alan ve her şeyi kuşatan genişliktedir. Nimet ve ihsanı barındırmaktadır. En kıymetli bir hediyedir. Şu görünen rahmetin üstünde bir rahmeti tasavvur etmek ise mümkün değildir. Kâinatı şenlendiren rahmettir. Her şeyi ışıklandıran rahmettir. Varlıkların ihtiyaçlarını gidererek onları terbiye eden rahmettir. İnsanın ihtiyaçlarını sağlamak için her şeyi çalıştıran rahmettir. Âlemi dolduran ve nurlandıran rahmettir. İnsanı ebedi âleme aday yapan, Yüce Allah’a (cc) muhatap ve dost eden rahmettir. Rahmet, insanı yüce Allah’a (cc) dost yapar, muhatap eder ve sevgili bir kul vaziyeti verir. O (cc) rahmetiyle kullarına yakındır. İnsandaki fakr, sonsuz rahmet eserlerinin derecelerini anlamak içindir. İnsan rahmet hakikatine yapışmakla sonsuz ihtiyaçlarının acılarından ve yalnızlıkların kurtulabilir. En büyük rahmet, ebedi saadetin verilmesidir. Çünkü rahmeti rahmet yapan ebedi saadettir. İlahî rahmeti bulmanın çaresi Rahmeten li’l- âlemîn olan Resulü Ekrem’in (sav) sünnetine uymaktır. Madem rahmet bu kadar geniş ve her şeyi kuşatmıştır. Öyle ise insan, Cenabı Hakk’ın rahmet eseri olan emir ve yasaklarına uymalıdır. Nefsine ve varlıklara acıyarak Allah’ın (cc) emir ve yasaklarını ihmal etmemelidir. Allah’ın (cc) gazabından fazla gazap edilmez. Çünkü Cenabı Hak hiçbir hakkı zayi’ etmez. Herkesin hukukunu muhafaza eder. Her günah ve suça layık olduğu cezayı verir. Mükemmel bir adaleti vardır. Adaletinde en küçük bir eksiklik yoktur. Bundan dolayıdır ki insan Cenabı Hakkın adaletine güvenmeli, kanaat etmeli, aşırıya kaçmamalı ve daha fazlasını istememelidir. İstediği takdirde bu isteği adalet olmaktan çıkar. Öyle ise merhamet ve adalet işini bırak o Âdil-i Rahîm’e. Çünkü mülk sahibi Allah’tır. O (cc) kullarına daha çok merhametlidir. Cenabı Hakk’ın merhameti iki cihan saadetini temin eder. Kulları için daha menfaatlidir. Kulların gelecekte ihtiyaç duyduğu her şeyi içinde bulundurur. O’nun (cc) bütün emir ve yasakları merhametinin bir tecellisidir. Kulları içindir. Bundan dolayıdır ki Cenab-ı Hakk’ın şefkatinden fazla şefkat etmek ve emirlerini dinlememek, yasaklarını çiğnemek insan için elemdir. Acı verir. Can yakar. Ağır gelir. Cenabı Hakkın kullarına layık gördüğü merhametten öte bir merhameti istemek insanın kaldıramayacağı bir yüktür. Cenabı Hakk’ın adaletine kanaat etmeyip aşırıya gitmek ve bundan dolayı fazla gazap etmek ise kötülenmiştir, zemîmedir. Akıl ve şeriat tarafından çirkin görülmüştür. İsraf sefâhetin, sefâhet sefâletin kapısıdır Ey müsrifli kardeşim! Tegaddî, vücudu besleme, gıda olma noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa. Bu lokmalar hem ağıza girmeden, hem boğazdan geçtikten sonra müsâvî bir olurlar. İki lokmanın yalnız ağızda birbirinden farklı bıraktıkları lezzet vardır, o da bir kaç saniyede biter, yalnız geçici bir zevk yani bî-hûşe verir yiyene, nûşe. Zevkî bir fark bulunur. İşte bu geçici zevk dâima onu aldatır. O kuvve-i zâika denilen insanın tat alma duyusu bedene, hem mideye kapıcı veya bir müfettişedir. Onun te’sîri menfî, müsbet değil. Eğer insan zevk almak vazîfesi ile yalnız kapıcıyı taltîf ve memnun etmek istese, nimetten istifade eden nûşe verirsin o zevki yani bî-hûşe. İşte o zaman tat alma duyusunu aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek zorunda kalırsın, bununla insan israf denilen şeytanî bir huya sahip olur şeytânî pîşe. Vücuda olan fayda açısından hiçbir farkı olmayan bir kuruşluk ve on kuruşluk iki lokmadan on kuruşluk lokmayı tercih emek israftır. Yalnız birkaç saniyelik ağızdaki geçici lezzet için on kat fazla ücret vermek israftır. Bu ise israfın en akılsızcası/sefîhi, uluorta saçmanın/tebzîrin en bozuğu/sakîmi, bir tarzıdır bir çeşididir. Aklın varsa heves etme bu işe. Kaynaklar: 1- Yunus suresi, 44. ayet2- En’am suresi, 12. ayet

Nur talebelerinin; Bediüzzaman Hazretlerine karşı duymuş olduğu derin sevgi ve bağlılık, bazı insanlar tarafından sürekli tenkit konusu edilegelmiştir. Kimileri bu muhabbetin aşırıya kaçtığını, hızını alamayan bazıları da onu hatasız kabul edip peygamber derecesine yüceltmekle itham etmeye kadar vardırdılar işi. Üstadı kıskananlar, ona karşı düşmanca duygular taşıyanlar, onu kendine rakip görenler ve daha niceleri bu tarzda eleştirileri dile getirmişler, getirmektedirler. Bu yazımızda sözkonusu eleştirilere bir nebze cevap vermeye çalışacağız. Öncelikle sevgili üstadımızın, şahsına karşı yapılan medh ü senayı hiçbir zaman kabul etmediğini Risale-i Nur külliyatını dikkatle okuyanlar bilirler. Hatta kendisi, “Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş”1 diyerek talebelerini ifrat-ı muhabbetten korumuş, buna asla izin vermemiştir. Kaldı ki İslam alimlerinin, fazilet sahibi büyüklerin meşru dairede sevilmesi ve onlara sadakatle hizmet edilmesi, dinimizce de makbul görülmüştür. Üstad Hazretleri yaptığı hizmetlerle, telif ettiği Risale-i Nur külliyatıyla milyonlarca insanın imanını küfrün hücumlarına karşı muhafaza etmiş, dinsizliğin Anadolu’da yayılmasının önüne geçmiş, bu uğurda hapislerde yatmış, sürgünlere gönderilmiş, suikastlere maruz kalmış, defalarca zehirlenmiş bir İslam fedaisidir. Yazdığı eselerlerdeki hakikatler insanların kalplerine tesir etmiş, sevgisi, saygısı gönüllerde yer etmiştir. Bu sevgi ve saygıyı kıskananlar, çekemeyenler onu çürütmek için, evet bu tarzda ithamlarda bulunabiliyorlar. Bize Rabbimizi tanıtan, Peygamberimiz Aleyhissalatü vesselamı sevdiren, onun sünnet-i seniyesini hayatımıza tatbik etmemize rehberlik eden, kainat kitabını mütefekkirane okumamızı sağlayan, dünya ve ahiret saadetini kazandıracak hakikatleri ders veren Üstadımızı sevmeyelim mi? Ona minnettarane dualar edip ahirette bizi onunla haşretmesini Rabbimizden istemeyelim mi? Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin Livaü’l-Hamd sancağı altında muhterem Üstadımızla birlikte bulunmayı arzu etmek yanlış mı? Dinen haram mı? Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin hatasız kabul edildiği suçlamasına gelince; böyle birşeyi kim, nerede, ne zaman söylemiştir. İslam inancına göre peygamberlerden başka hiç kimse hatasız, günahsız değildir. İsmet sıfatı yani günahsızlık sadece peygamberlere mahsustur. Kaldı ki peygamberlerde bile insan olmanın gereği “zelle” denilen yanılgı olabilmektedir. Hal böyle iken Nur talebelerinin Üstadları hakkında, “Onu hatasız, günahsız kabul etmek” gibi bir düşüncesi olabilir mi? Haşa! Onu peygamber derecesine yüceltmek safsatasını hangi akıl sahibi dile getirebilir. Bu nevden bir iddia ile ilgili bir tane delil ortaya konulabilmiş midir? Hazret-i Üstad bakınız bu konuda ne diyor: “Aziz kardeşlerim! Üstadınız la yuhti (hatasız) değil. Onu hatasız zan etmek hatadır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla insaf odur ki, bir seyyie, bir hata görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp i’raz (yüz çevirme) etmemektir. Hakaike dair mesailde külliyatları ve bazen de tafsilatları sünuhat-ı ilhamiye (kalbe doğan ilhamlar) nevinden olduğundan, hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’idir.”2 Said Nursi Hazretlerini iki cihetle ele almak gerekir. Birincisi beşeriyet ciheti ki herkes gibi o da hata yapabilir. Günahsız, günahtan arındırılmış değildir. Her insan gibi hata, kusur, günah işleme ihtimali vardır. Günah işleyebilir olmak mutlaka günah işlemiştir anlamına gelmez. (Varsa bilinen bir günahı ortaya konulsun ki bizler de bilelim. Yoksa su-i zan, gıybet, hatta iftira etmiş olmaz mıyız?) İkincisi onun ilmi/manevi şahsiyeti itibariyle değerlendirilmesidir. Bu hususta Üstada hata, kusur isnat etmek delille, ispatla olmalıdır. Zanla, tahminle, şahsi kanaatle, teville hata veya kusur bulmak, hem gıybet hem de iftira hükmüne geçebilir. Risale-i Nur külliyatı meydandadır. İlmi olarak bugüne kadar âlimler tarafından çürütülen tek bir meselesi yoktur. (Bazılarının kendi görüşlerini, mahza hakikatmiş gibi sunma çabaları ümmet nazarında kabul görmemiştir.) Gerek devrinin âlimleri, gerekse günümüz İslam âlimleri tarafından Bediüzzaman Hazretleri hep takdirle karşılanmıştır. Her âlim gibi Üstadımız da zaman içinde manevi olgunluk sürecinden geçmiştir. Bediüzzaman Hazretleri eski Said ve yeni Said zamanında dile getirdiği hakikatlerin hem aklen hem de kalben hak ve hakikate muvafık olduğunu şöyle ifade ediyor: “Eski Said’in kuvvet-i ilmiye ile, nazar-ı akliyle anladığı ve gördüğü hakikatleri senin kardeşin (Yeni Said) şuhud-ı kalbi ile, nur-ı vicdan ile gördüğüne tevafuk ediyor.”3 Hazret-i Üstad burada bu hakikatler benim nazarımda haktır, şüphesizdir buyurmaktadır. Nur talebeleri de Üstad Bediüzzaman Hazretlerine tam bir itimat ve sadakat gösteriyorlar ki Risale-i Nur külliyatını doğru bir referans olarak değerlendiriyorlar. Başkaları da insafla baksalar Risale-i Nurun hakikatlerinin hakkaniyetini kabul ve tasdik edecektir. Ümmet nezdinde bu kadar takdir edilen bir hakikatin, insanları cezbedip kendisini okutturması, selim kalpli insanları rahatsız etmemesi gerekir. Cenab-ı Hak cümlemize hakkı hak bilip tabi olmayı, batılı batıl bilip ondan sakınmayı nasip eylesin. Amin. Kaynaklar: 1- Mektubat 1, 169 2- Barla Lahikası, 1283- Barla Lahikası, 316. Altınbaşak Neşriyat

Teknolojinin kullanılması insan sağlığı üzerinde olumlu ve olumsuz birçok etkileri olmuştur. Günlük hayatı kolaylaştırmanın yanında, hastalıkların teşhis ve tedavisini de kolaylaştırmıştır. Bunun yanında oluşan yeni atık ürünler, radyasyon ve elektromanyetik dalgalar gibi yeni problemler ortaya çıkmış ve yeni hastalıklar, sağlık sorunları tanımlanmaya başlamıştır. Artan internet kullanımı ile beraber kablosuz ağların da kullanımı artmıştır. Teknoloji ile beraber analog kablosuz ağların yerini dijital kablosuz ağlar almıştır. Wireless teknolojisindeki ilerleme ile telefon, kulaklık, klavye ve tablet gibi pek çok alet artık wireless ile birbirine bağlanmaktadır. Toplumda kablosuz ağların zararlarına dair ciddi önyargılar mevcuttur. Yapılan bilimsel çalışmalar wireless ağlarından kaynaklanan sağlık problemi tespit etmemiştir. Cep telefonlarının kullanımının arttığı, herkesin bir belki iki telefon kullandığı, evlerde hane halkı sayısından fazla sayıda telefonun bulunduğu, baz istasyonlarının artık apartman tepelerinde yer aldığı günümüzde cep telefonu ve ilişkili sağlık problemleri yaygın bir halk sağlığı sorunu haline gelmiştir. Kullanımının bu denli çok olması yan etkilerinde az bir miktardaki artışın binlerce insanı etkileyebileceği neticesini doğurmuştur. Medya aracılığıyla baz istasyonlarının olumsuz etkileri ön plana çıkartılmıştır. Cep telefonlarından yayılan radyo frekanslarına maruziyet, baz istasyonlarından 1000 kat daha fazladır. Dolayısıyla asıl tehlike evlerimizin içindedir. Cep telefonundan yayılan bu radyo frekans dalgaları ve elektromanyetik dalgaların yan etkileri kanserler ve diğer sağlık sorunları olarak değerlendirilmiştir. İlk kullanıma çıktığı zamanlarda olası kanserojen (kanser yapıcı) etkileri üzerinde sıklıkla durulmuştur. Yapılan araştırmalar uzun süreli kullanımda özellikle beyin kanserlerine sebep olmadığını göstermiştir. Bununla birlikte cep telefonlarının beyin üzerine diğer etkileri değerlendirildiğinde beyin fonksiyonları üzerine olumsuz etkileri vardır. Beynin çalışmasını etkileyerek konsantrasyon bozukluklarına, uyku bozukluklarına, depresyona, baş ağrısı ve baş dönmesine sebep olmaktadır. Diğer organlar üzerindeki etkileri ise gündüz uykulu dolaşma, tansiyon yüksekliği ve özellikle erkek üreme sağlığı üzerine olumsuz etkiler şeklinde sayılabilir. Cep telefonunun olumsuz etkilerinden korunmak için alınabilecek önlemler: - Cep telefonları kısa konuşmalar için kullanılmalı uzun süreli konuşmalar için mümkünse kablolu telefonlar kullanılmalıdır. - Cep telefonu açıldıktan kısa bir süre sonra kulağa götürülmelidir. - Görüşmeler mümkünse cep telefonu olduğunca uzakta tutularak yapılmalı, mümkünse bu mesafe 1 metreden fazla olmalıdır. - Konuşma sırasında başparmak cep telefonu ile kulak arasına konulmalıdır. - Cep telefonu ile arama yapılırken sinyalin en yüksek düzeyde olmasına dikkat edilmelidir. - Kullanılmayan cep telefonları kapalı tutulmalıdır. - Cep telefonunu kalp, göğüs ve bel bölgesinden uzakta taşınmalıdır. Ön cep yerine arka cepte taşımak alışkanlık haline getirilmelidir.

Dünyanın iç yüzünü anlamanın sırrı şu üç yüzünü iyice kavramaktan geçer. Birincisi ahirete, ikincisi Allah’ın isimlerine, üçüncüsü ise fena ve fani olan dünyanın kendine bakan yüzüdür. Düşünen bir varlık ve fiillerinin hesabı sorulacak bir mahluk olması hasebiyle insanın, eşyaya ne anlam verdiği, hadiselere nasıl bir mana yüklediği, kendisine hangi nazarla baktığı son derece önemlidir. Çünkü insan dünyaya verdiği anlam ve manaya göre yaşar. Dünyanın ahirete bakan birinci yüzü ahiretin tarlası hükmündedir. Dünyada salih amel eken, ahirette cennet meyvesi toplar. İnkar eken, zakkum biçer. Küfür yetiştiren, zehir içer. Fenalık besleyen, cehennemdeki azabının şiddetini büyütür. Dünyanın Allah’ın isimlerine bakan yüzü, bir sergidir. Zinetli bir saraydır. Herbir varlığın “Allahu Ekber” diyerek tesbih ettiği bir mescittir. Kainatın gerçek anlamı ve manası bu yüzdedir. Abesiyetten, başı bozukluktan ve manasızlıktan, hikmete ve kıymete dünyanın bu penceresi ile ulaşılır. Dünyaya bu kapıdan girenler, belalara “amenna” deyip boyun eğerler. Musibetleri “lutfunda hoş kahrında hoş” deyip sadakatle karşılarlar. “Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek” bu yüzdedir. Dünyanın üçüncü yüzü ise; insanların hevesatına ve menfi keyiflerine ve bu fâni hayatın ağır ve çirkin yüzüne bakar. Dünyanın evvelki iki yüzüne bakmak, imanın verdiği nurla Kur’an’ın feyiz ve bereketiyle Allah’ın lutuf ve ihsanıyla ebedi ve daimi bir cennet hayatına vesile olur. Üçüncü yüzüne nazar etmek ve öylece yaşamak ise, dünyada zindanı, ahirette cehennemi netice veren bir halettir. Dünyanın Ahirete Bakan Yüzü Dünyanın bu yüzü, hakiki hanemiz, ebedi yurdumuz, en sağlam barınağımız, en neşeli sığınağımız olan ahiret yuvamıza bakar. Bu cihetle dünya, ahiretin tarlasıdır. Cennet meyvelerine ulaşmak için bir fidanlıktır. Dünyanın şu yüzü ehl-i imanın teselli kaynağıdır. Zira Müslümanların dertsiz ovası, kedersiz konağı, ancak ve ancak ahiret yurdudur. Bundandır ki dünyanın ahirete bakan bu yüzü güzeldir ve muhabbete lâyıktır. Bu yüzde ölüm, ehl-i iman için cennet bahçelerine açılan bir kapıdır. Ecel, saadet yurduna çağıran bir davetiyedir. Kabir ise; cennet saraylarına ve huzur-u İlahiye kabul edilmek için beklenilen hoşâmedi salonudur. Bu hakikatı bilen bir Müslüman, dünyanın ağır yükü altında ezilmez. Ayrılığın belalı gamını ve kederini omuzunda taşımaz. Çünkü ölüm visaldir. Kavuşmaktır. Bizi bekleyen dostlarımızla buluşmanın adıdır. Yoksa an be an mevsimsiz göç eden ruhlardan ayrılığa hangi can dayanabilir? Annesini kaybeden bir çocuğun anne hasretini kim teskin edebilir? O küçük yavrucağın yüreğinde açılan bu büyük yaraya hangi deva kafi gelebilir? Hangi merhem şifa olabilir? Evet, annesinin cennette olduğu inancından başka hiçbir dayanak o meleği ayakta tutamaz. Ahirete olan inancından başka hiçbir kuvvet o sabîye teselli veremez. Ahirette وَلَا تُظْلَمُونَ فَتِيلًا sırrınca, kimseye kıl kadar haksızlığın1 yapılmayacağına inanan bir Müslümanın kalbi huzur ile dolar, gönlü ferahlar. Bu dünya tarlasına zulüm tohumu eken zalimler için cehennem gibi bir zindanı bulunan zata hamdeder. “Yaşasın zalimler için cehennem” der. Baş döndürücü bir hızla ilerleyen şu dünya, insan için bir hizmet yeridir, bir imtihan salonudur. Hizmetlerin ve çalışmaların mükafatı ise ahirette verilecektir. Ahirette rahat ve lezzet isteyen, fani ömürde ahiret için say ve gayret göstermelidir. O halde insan dünyada bırakıp gitmeye mecbur olduğu şeyleri kazandığına sevinmemeli. Elinde tutamayacağı şeyleri de kaybettiği için üzülmemelidir. İktidarı ve gücü kısa, hayatı sınırlı, ömür günleri sayılı olan şu fani insanın bekâsı, dünyayı bereketli bir toprak olarak görüp, ahiret için fidanlar yetiştirmesi ile mümkündür. Nihayetsiz saadet isteyen, hesabsız sevab arayan, hudutsuz bir safa isteyen, dünyanın bu yüzüne baksın! “Elhamdulillah” ların birer cennet meyvesine, “Allahu Ekber”lerin ebedi bir semereye, “Sübhanallah”ların sonsuz lezzete dönüşmesi, işte bu yüzdedir. Dünyanın Esmâ-yı İlahiye Bakan Yüzü Dünyanın bu yüzü Cenab-ı Hakk’ın isimlerine bakar. O güzel isimlerinin nakışlarını gösterir. Rabbimiz şu dünyayı bir kitab hükmünde yaratmıştır. Öyle bir kitap ki her bir kelime ona işaret eder. Her bir harf onu gösterir. İbret ve marifet nazarıyla şu dünyaya dikkat eden kimse, her varlıkta hoş ve latif bir sanat ve o sanatın arkasında aşka layık bir güzellik görür. Şu dünyayı bizim için yaratan, onu bize güzel bir gemi yapan Rabbimiz, dünyanın bu güzel yüzüne dikkatle bakmamızı istiyor. Semada güneşi bizim için ısı verici bir soba yapan, ayı ışık verici bir lamba kılan Halıkımız, bizden gözlerimizi açıp onun rahmet eserlerini okumamızı istiyor. Her bir varlık haykırıyor; sikkemiz bir, biliniz! Turramız bir, duyunuz! Rabbimizin emrindeyiz, aklediniz! Dünyanın bu yüzünde; varlıkların vefatı bir nimet ve bir tazelenmedir. Başka başka isimlere ayinedar olmanın adıdır. Dünyada tadılan nimetlerin asıllarına ve mebalarına yolculuk etmektir. Dünyanın bu yüzünde Allah hesabına, Allah namına bakan ehl-i hidayet ve ehli huzur için, gaflet ve zeval yoktur. Hakikat ve hikmet vardır. Hayat, bir nimet ve bir rahmettir. Akıl hakikate ulaştıran bir anahtardır. Hastalıklar, musibetler ve belalar zahiren karanlık da olsa hakikatte nurdur. Herbirisinin altında bir hikmet ve bir hakikat vardır. Bütün eşya dosttur. Dağlar, taşlar, ovalar arkadaştır. Ağaçlar, hayvanlar, bitkiler enistir. Bütün sesler zikirdir; gök gürültüsü, ağaçların hemhemesi, kuş sesleri ve daha niceleri… Zerreden şemse kadar bütün mevcudat, ilahi bir musıkîyle muhteşem bir ahenkle Allah’ı tesbih ve zikir etmektedir. Dünyanın Yalnızca Dünyaya Bakan Yüzü İnsanın heva ve hevesine bakan, dünyanın fena ve fani olan bu çirkin yüzü, oyun ve eğlenceden ibaret2 olup değersiz, geçici ve aldatıcı bir menfaatten3 başka bir şey değildir. Bu yüzde mevcudat zararlı ve tehlikelidir. Vücut ve varlık ise belalı ve musibetlidir. Akıl bir işkence aletidir. Hayat ise, her nefes alıp verişte insanı azaba gark eden bir vasıtadır. Temelsiz, esassız, hiçlik derelerinde ve yokluk karanlıklarında yuvarlanıp giden dünyanın bu yüzünde, ölüm bir idamdır, kabir ise kapkaranlık bir kuyunun ağzıdır. Dünyanın bu yüzünde kavuşmanın sevinci yoktur, ayrılığın acısı ve ızdırabı vardır. Vuslatın neşesi yoktur, f irakın yakan ve yıkan elemi vardır. Bütün sesler ölümün habercisi, bütün şifalar ve devalar hastalığın resmi, bütün lezzetler elemle dolu bir sonucun başlangıcıdır dünyanın bu yüzünde. Ehl-i huzur, dünyanın bu yüzsüz yüzünden yüzlerini çevirmiş, Hz. Peygamber’in (sav) ifade ettiği gibi, leş suretinde görerek tahkir etmişlerdir. Dostların yetim, nurların karanlık, canlıların ise ölü suretinde göründüğü bu yalan dünyada, başa gelen her bir hadise boğucu, karanlık ve bunaltıcı bir tablo hükmündedir. Dünyanın bu yüzünde insan garip ve hakir bir varlık, kimsesiz ve sahipsiz bir yetim, zayıf ve aciz bir mahlûk, çaresiz ve alil bir canlıdır. Geliniz! bizden ayrılan ve bize aid olmayan, manasız uğraşlar, geçici işler, fani ve sunî bağlar ile kendimizi boğmayalım. Dünyanın iç yüzündeki sırları anlayalım, dünya ve içindekilerden gelen acı ve feryatlara kavram dünyamızın imanî ve Kur’anî zenginlikleriyle karşı koyalım. Hayatımıza, hayalimize, yarınlarımıza, bâkî ve kutsî hakikatlerle yön verelim. Dünyanın çirkin yüzünden yüz çevirip ahirete yönelelim. Esma-i ilahiyenin sırlarına erip huzur-u daimiye nail olalım. Kaynaklar: 1- Nisa, 772- En’am, 323- Âl-i İmrân, 185

Ey nefsim! Deme: "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle sarhoştur." Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor.” İnsanın hikayesi, farklı asırlarda ve coğrafyalarda sürüp gitse de esası hep aynıdır. Bir mekân ve o mekân içerisinde zamana bağlı bir seyahattir. İnsan bu dünyaya geldiğinde dünya seyahati başlar. Ömür ise insanın seyahati olduğu gibi, her sene belki her gün o seyahatin bir küçük misali yaşanır. Çünkü her gün her insana yeni bir alemin sayfası açılır. Her yeni gün yeni bir seyahattir. Zamanın akıp giden yapısı içinde mekânın da kayıtlı bir kısmı, insanın payına düşmüştür. Aşık Veysel bunu veciz bir şekilde ifade etmiştir; “Uzun ince bir yolda gidiyorum gündüz gece… / İki kapılı bir handa gidiyorum gündüz gece...” İnsanın hikayesi böylece devam eder gider. Asır ne kadar değişse, mekân ne kadar farklılaşsa da hikâyenin özü değişmez, hep aynıdır. İnsan gökdelenlerde yaşasa, saraylarda hüküm sürse veyahut mütevazi bir kulübecikte hayatını geçirse fark etmez. Her insan bir mekân, bir de yolculuktur. En doğal ve yalın hali ise çölde seyahat eden bir adamın misalidir. İşte birinci sözde ve ilk misalinde hayatın özünü ortaya koyan bu misal anlatılır. Efendimiz (asm) bir Hadisi-i Şerifinde, dünyanın hakikatini ve insanın yolculuğunu şöyle ifade etmiştir. “Benimle dünyanın hali ancak bir ağacın gölgesinde bir müddet dinlenip de bırakıp giden bir yolcu gibidir.”1 Hz. Âdem (as) zamanında olduğu gibi bugün de hükmü devam eden ve şartların değişmesi ile değişmeyen hakikatler vardır. Bulutların üstünde yaşayan, geçmişi hayal gibi gören ve gafletle ömür geçiren bu asrın insanı, ancak bu hakikatler ile uyandırılabilir. Bediüzzaman Hazretleri bu hususta şunları söyler; Ey nefsim! Deme: “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sürat peyda ediyor.”2 Bu yolculuk üzerinde bulunan insanın, yolculuğun nihayetine ulaşabilmesi için birtakım ihtiyaçlarını temin etmesi ve kendisini tehdit eden düşmanlarından korunması gerekir. Halbuki yolculuğuna yokluktan başlayan ve ölümüyle yanında hiçbir şey götüremeyen insanın, kendine ait ne bir sermayesi ne de bir gücü vardır. Vicdanın da sonu gelmeyen emeller ve arzuları sebebiyle nihayetsiz ihtiyaçları vardır. Yaşadığı alemin her tarafı, onu tehdit ve taciz eden düşmanları ile doludur. Bu durumdaki bir insan, ihtiyaçlarını karşılaması ve düşmanlarından emin olabilmesi için yardım isteyecek ve dayanacak bir noktaya muhtaçtır. Yani zamanın, mekânın ve kendisinin sahibi olan ve hükmü hepsine geçen bir zata dayanmaya, bağlanmaya, yalvarmaya mecburdur. Aksi takdirde her şeyden korkup titreyecek ve ihtiyaçlarını temin etmek için her şeye dilenci durumuna düşecektir. Bu durumda bulunan bir insan, kudreti nihayetsiz bir zata dayanmakla korkularından emin olabilir. Ve duasını işitip merhamet ederek cevap verecek, rahmeti sonsuz bir zattan yardım istemekle ihtiyaçlarını temin edebilir. İşte bu yolculuk üzerinde bulunan aciz ve fakir insanı, kudreti ve rahmeti sonsuz olan Rabbine bağlayacak şefaatçi, “Bismillah”tır. Allah’ın ismiyle başlaması ve onun namıyla hareket etmesidir. Kaynaklar: 1- Müsned-i Ahmed, Tirmizi, İbn-i Mace2- Osmanlıca Sözler, 40

Uluslararası aktörlerin de kulak kabartması, uluslararası gündemce de malum olunması, tarihe şahitlik edildiğine ilişkin not düşülmesi, atılan adımların bir maksada matuf olduğunun anlaşılması adına son yıllarda kamuoyunda en yetkili makamlar tarafından sıkça “yeniden dirilişin başladığı” telaffuz edilmektedir. Tarihin akışı içerisinde yaşanan hadiseler bütün bileşenleri ile birlikte değerlendirildiğinde bir tahriç / çıkarım yapılabilmektedir. Hadiseler bütün değişkenleri ile birlikte değerlendirildiğinde de geleceğe ait bir tahmin/öngörü imkânı sunabilmektedir. 1910’lu yıllarda Bediüzzaman hazretlerinin “Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hâmiledir; Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak...” şeklinde zamanı ve çağını bütün bileşenleri ile okuyan buna bağlı olarak da bir değerlendirme sunan ifadeleri, muhatabı Şeyh Bahid tarafından “ben de tasdik ediyorum” şeklinde yine öngörü içeren bir mukabele görmüştür. Keza aynı şekilde, İmparatorluğun son dönemlerinde Şam’da Cami-i Emevi’de içinde yüz kadar ulemanın da bulunduğu, on bin kişilik cemaate verdiği hutbede; şimdiki halin kaderin bir hükmü olduğunu vurgularken, mevcut durumun bir ümitsizliğe sevk etmemesi gerektiğini de “Bize parlak bir istikbal, ecnebilere müşevveş bir mazi düşmüş...” ifadeleri ile dile getirmesi, bütün bileşenleri ile değerlendirilen bir öngörü içermektedir. İmparatorluğun son dönemlerinde gerek fikri, gerek siyasi ve gerekse askeri olarak imparatorluğun yıkılmaması için ciddi bir çaba gösterildiği malumdur. Bir yandan devlet pek çok cephede askeri zeminde mücadele verirken, siyaset kurumu da çıkış yolları arayışında olmuştur. Dönemin fikir adamları da aynı şekilde çöküşü durdurmak, yeniden güçlü bir devlet inşa edilmesini sağlamak amacıyla muhtelif fikir akımları zemininde mücadele inşa etmeye çalışmışlardır. O dönemin vatan evlatları -başta Çanakkale Savaşları olmak üzere- pek çok cephede yapılması gereken ne varsa yapmışlardır. Ancak dünyanın külli bir değişim ve dönüşüm geçiriyor olmasının etki ve sonuçlarından Devlet-i Aliyye de hariç kalamamıştır. Neticede bir milletin topyekûn, var gücüyle, canla, başla, kanla verdiği mücadele sonrasında Anadolu coğrafyasının muhafazası mümkün olmuştur. Tarihin her kırılma, değişim, dönüşüm yıllarından sonra varlığını yeni devletler ile devam ettiren bu Millet, tarihin her devrinde olduğu gibi, yeni bir devlet ile kendisine dünyada yine yer açma imkânı bulmuştur. Bir yandan yaralarını sarmaya, kendisini toparlamaya çalışırken, diğer taraftan geçmişin ihtişamlı parlak günlerin mirasını ve emanetini gelecek yıllar için hafızasında taşımaya gayret göstermiştir. Süreç İçerisinde milletin hafızası ile örtüşmeyen anlayışların, bu mirasın unutulmasını arzulayanların olduğu da zaman zaman kamuoyu nezdinde en yetkililer tarafından dile getirilmiştir. Örneğin Ekim 1999’da 13. Türk Tarih Kongresi’nin kapanışında konuşan Cumhurbaşkanı Demirel “Osmanlıyı biz de kötüledik…”1 itirafa matuf ifadeleri, gerekçelerini de belirterek kullanmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası yapının iki kutuplu hali, bin yılı aşan bir mazinin mirasının küresel ölçekte telaffuz edilmesine çok imkân vermemiştir. Dönem itibariyle konjonktürün eyleme dönüşmesine izin vermeyeceği sözlerin çok telaffuz edilmesinin bir anlamı olmadığı, belki hamaset olarak nitelendirilmelere, ithamlara maruz kalabileceğini de söylemek mümkündür. 1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin çökmesi, yeni bağımsız devletlerin ortaya çıkmasına sebep olduğu gibi, Soğuk Savaş’ı da sona erdirmiştir. 90’lı yıllar, Türkiye’nin Osmanlıyı artık daha çok hatırlamaya başladığı yıllardır. Özal’ın yürüttüğü dış politika “Neo-Osmanlı” kavramı ile ilişkilendirilirken, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne ifadeleri kamuoyunda, basında sıkça telaffuz edilir olmuştur. Nitekim daha henüz 90’ların başında; 1993 yılında Sırbistan Cumhurbaşkanı Miloseviç’in “Osmanlı ruhu bizi tehdit ediyor. Adriyatikten Çin seddine kadar Türk İmparatorluğu, Sırp ve Yunan çıkarlarını tehdit ediyor ama bundan korkmuyoruz”2 ifadeleri henüz tecessüm etmemiş ancak tecessüm potansiyeli olduğu bilinen bir hayaletin görünür olmaya başlamasıdır. Bu ifadeler de aslında yaklaşık yüz yıl önce olduğu gibi bir öngörü içermektedir. Ancak bu sefer yıkılışa giden değil dinlenen, derlenen, toparlanan bir milletin ruhunun, hayaletinin harekete geçmesi ve bunun emarelerinin fark edilmesidir. Neo-Osmanlıcılık olarak nitelendirilen politikaların mahiyetini oluşturan ana karakter, aslında sadece Osmanlıya münhasır özellikler değildir. Bin yılı aşkın sürede farklı coğrafyalarda kurulan medeniyetin oluşturduğu bir birikimin genetik kodlarla da örtüşmesi sonucu ortaya çıkan bir serüvenin günümüz durağıdır. Selçuklunun dünya, hayat ve insana bakışı ile oluşturduğu medeniyet ile Osmanlı’nın dünya, hayat ve insana bakışı ile oluşturduğu medeniyet arasında derin farklılıklar da yoktur. Bu medeniyet yolculuğunun farklı zaman dilimlerinde, farklı adlarla ortaya çıkan tezahürleridir. Tevarüs edilen aynı bakış açısının günümüzde de çağın yapısına göre tezahür ettiğinin emareleri görülmektedir. Aynı medeniyet çizgisinin günümüz durağının Türkiye Cumhuriyetindeki kavramsallaştırılmasına ister Neo-Osmanlıcılık, ister büyük Türkiye, ister yeni Türkiye, isterse yeniden diriliş hareketi, dönemi vs. diyelim mahiyeti ve özü aynıdır. Dirilirken inşa etmek, topyekûn bu serüvenin özüdür. Bin yıl önce Tuğrul Bey’in hilafeti himaye için Bağdat’a girişi ile bu tarihten kabaca 500 sene sonra Yavuz Sultan Selim’in Kudüs’e girişi aynı tevazu, aynı vakar, aynı diriliş, aynı yükseliş, aynı insanlık, dünyaya aynı bakış açısı, eşya ve insana aynı muamele ölçüsünü yansıtır. Eşyaya ve insana, bakış ve davranışta değişmeyen bu bin yıllık serüvenin 500 yıl önceki durağında, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u kuşattığında Ortodoks Grandük Notaras’ın, “Şehirde kardinal külahı görmektense Türk sarığını yeğlerim”3 ifadeleri ile bu fetihten kabaca 500 yıl sonra Türk Ordusunun Afrin’e girerken bir kadının; “Bu zamana kadar neredeydiniz, hep sizi bekledik” ifadeleri bin yıldır değişmeyen bir medeniyet ölçüsünün eyleme dönüştüğünde bulduğu karşılıktır. Bir Milletin yeniden dirilişinin emareleri bin yıl önce Bağdat’ta, 500 yıl önce Kudüs ve Bizans’ta, günümüzde Afrin ve çevresinde beklenilen olunmasıdır. Yeniden diriliş, dirilirken imhayı değil, hep birlikte ihyayı içerir. 1974’te Kıbrıs Barış harekâtı düzenlenirken, Başbakan Ecevit’in; “Biz aslında savaş için değil, barış için, yalnız Türklere değil, Rumlara da barış getirmek için Adaya gidiyoruz” ifadeleri de topyekûn bir milletin, savaşırken bile barışı, hayatı, ihyayı ve inşayı önceleyen bakış açısının dışa vurumudur. Yeniden dirilişin de emarelerinden birisidir. Tarihte pek çok devlet ve milletin genişleyiş, yükseliş ve çöküşleri olmuştur. Ancak her genişleyiş bir diriliş mahiyeti taşımamıştır. Necip Fazıl’ın “fikirsiz kuvvetin nefsani ihtilali” olarak vecizleştirdiği, “fikri olmayan bir şiddetin katil bıçağı gibi bir afete dönüşeceği” şeklinde izah ettiği çerçevede, mesela Moğol istilası gibi ihya değil, imha hadiselerine de insanlık şahit olmuştur. Ya da kendilerine emanet edilen Bosnalıları, Sırplara teslim ederek göz göre göre ölüme gönderen Hollanda askerlerini de tarih bu bağlamda not etmiş ve Türkiye’nin yeniden dirilişinin bir emaresi olarak Aliya İzzet Begoviç’in vefatından evvel Türkiye’ye hitaben, “Bosna size emanet. Buralar Osmanlı’nın bakiyesidir” ifadelerini de kayda geçirmiştir. Günümüzün süper güçlerinden birisi, çocukların kimyasal silahlarla öldürülmesine karşı çıkarken, konvansiyonel silahlarla öldürülmelerine seyirci kalmaktadır. Süper güçlerden diğeri için ise, çocukların konvansiyonel veya kimyasal silahla öldürülmeleri hiç fark etmemektedir. İnsan hakları, hümanizm vs. gibi değerlerin yükselticisi olduğunu iddia eden bir başka güç Avrupa ise, kavganın tarafı olmayan, savaştan kaçan çocukların cesetlerinin kıyıya vurmasından hiç etkilenmemektedir. Bütün bu vahşetin içerisinde yeniden dirilişinin bir diğer emaresi de açık kapı politikası ile sınırları açarak, ne kadar gelen olursa o kadar alacağız, ulaşabildiğimiz coğrafyalarda da çocukları kurtaracağız sözlerini, fiiliyat ile destekleyebilmektedir. Bu medeniyetin yeniden dirilişinin bir emaresi de son Afrin harekâtı olmuştur. Bu harekât çerçevesinde milletçe gösterilen duruş, harekât süresince sivillerin zarar görmemesi için gösterilen hassasiyet, operasyon kapsamında ulaşılan beldelerde ahalinin askeri karşılama ve kucaklama görüntüleri, yeniden dirilişin emareleridir. Bir milletin Selçuklu olarak dirilmesiyle, Osmanlı olarak dirilmesiyle, Türkiye olarak dirilmesi aynı kodlar çerçevesinde ve aynı medeniyet havzası içerisindedir. Zihinde ve gönülde bir muhayyile ile muhafaza edilen, yeri ve zamanı geldiğinde muhayyileden zaman zaman görünüp kaybolan bir “Hayalet’e” dönüştürülerek büyütülen bir mefkûrenin, hayaletten de “tecessüme” geçişi başlamıştır. “………..bize parlak bir istikbal düşmüş……………” Yeniden Diriliş tüm dünya mazlumları için Hayırlı Olsun Kaynaklar: 1- Baba'dan tarih dersi, Türkiye Gazetesi, 09.10.1999, http://www.turkiyegazetesi.com.tr/Genel/a24224.aspx2- Şaban H. ÇALIŞ, Hayalet Bilimi ve Hayali Kimlikler, Neo-Osmanlıcılık, Özal ve Balkanlar, Çizgi Kitabevi, Konya, s.141 3- O sözü Grandük Notaras söyledi, 07.12.2012, http://www.gazetevatan.com/-o-sozu-granduk-notaras-soyledi--497745-gundem/

“Sünnet Nuh'un gemisi gibidir. Ona binen kurtulur, geriye kalanlar boğulur.” İmam Malik (ra) Sünnet-i Seniyyeye, “utlubu’l-ilme” kelam incisine ittiba niyetiyle Çin diyarından mervi bir kelam: “Tuhaf zamanlarda yaşayasın.” İçinde seyeran eylediğimiz küçük-büyük âlemlerin sergüzeştlerini en elyak şekilde ifade eden tabirlerden birisi “Tuhaf”. Nasıl “tuhaf” olmasın ki, asrı tedkikten hâsıl şu hakikat, ifade-i merama kâfidir. Evet, öyle bir zamanda yaşıyoruz ki sadece vakt-i Nuh (as) değil cümle peygamberanın muvazzaf devirlerinde karşılaştıkları kebairler, en edna ve sefih harekâttan mürekkeb seyyielerden müteşekkil deniyyet, vakt-i hazırda cem etmiş vaziyettedir. Koca koca gark edici girdaplar… Hasseten ferd ferd sahibi olduğumuz küçük dünyaların nüvesi olan kalb elsem olduğu takdirde, büyük dünya da tuğyandan mahfuz ve istikamet dairesinde olacaktır. Tevhid ve Sünnet-i Seniyye Gemisi Bir gemi ki, Beşerin nefes aldığı her vakitte “vahy-i İlahi’nin nuru” olan iman gemisidir. Kafa fenerini kıranların dâhil olduğu necat gemisidir. Kaptanları değişse de rotası değişmeyen, sahil-i selamete ulaştıran tevhid ve kalb-i selim gemisidir. Kendine itimat edip nefis ve enesine tabiiyet gösterenlerin seyyie dalgaları arasındaki sessiz çığlıkları her daim duyula ve görüle gelmiştir. Yazık! Bir gemi ki, Günahların, haramların, bidatlerin sinekler gibi üşüştükleri savletli taarruz hengâmında selamete çıkaran gemidir. On dört asırdır kıblenameli pusulası şaşmayan, değişmeyen, puslanmayan; yolcularını cennet limanlarına ulaştırıveren sünnet-i seniyye gemisidir. Lakin emanetin kıymetini bilmeyenler, başka başka kurtarıcılar arayanların kapıldıkları girdaplardaki nahoş akıbeti müşahede edilegelmiştir. Yazık! İki Nur’lu Kelâm Bu geminin sakinleri ki, Dillerinde tahiyyat… Tahiyyat, tahiyyat. Hayat rotasının hamdelesi. Fikir emvacında denge unsuru olan tergib ve terhib lisanı: coşkuda o sükunette o… Huzura çeken Mirac hediyesi: Kalbi uzaklaşmalarda ezan nefhasıyla Rabbe yöneltendir o… Ruh çobanının elindeki kelamî değnek: Dil ucuna değdiğinde beden ordusunun neferlerini hadd-i vasat hizasında tutandır o. Sahipleri için ne büyük saadet! Bu geminin sakinleri ki, Dillerinde salavat… salavat… salavat… Hayat rotasının salvelesi. Kesret dalgaları içerisinde, kalbi “bir olan”da cem ettiren vahdet lisanı. Rabbi için sevmenin tadını gönle kabul ve hissettiren Rab buyruğu. Onun için sevmek yanı sıra, onun için enva-i fiiliyata girişmenin mukaddimesi... Kalıp kalıp efkârın ve hissiyatın cevelanında hem teskin hem nokta-i mihrakiye… Hayat ibresini istikamette sabitleyen hakikat pusulası… Sahipleri için ne büyük saadet! Elbette… Nebilerin (asm) kıssalarında necat en mühim derslerdendir. Hz. Nuh’un da öyledir… Timsal dürbününden günümüzün necat gemilerini görmek ve tespit etmek, hali hazırdaki manevi tufanlardan kurtulup sahil-i selamette kucaklaşmaya vesile olacaktır. Öyle ya! Bu uğurda Kur’ânî hakikatlerle şahlanan bir imanla okyanuslar geçitler geçmek varken, akılcı bataklarda boğulmak da ne olurmuş. “Büyük ve Halim olan Allah’tan başka ilâh yoktur. Yüce arşın sahibi Allah’tan başka ilah yoktur. Göklerin, yerin ve kıymetli arşın Rabbi olan Allah’tan başka ilah yoktur.” Sadakte!

Aslında “başörtüsü sorunu bitti” diyorsak da bitmedi. Veya başörtüsü sorunu bitti tesettür sorunu başladı dememiz daha doğru olur. Çünkü tesettür yalnızca başı örtmekten ibaret değildir. Kadının bütün vücudunu şeffaf ve dar olmayan bir elbiseyle örtmesidir. Maalesef son zamanlarda başlarını örten hanımların çok dar elbiseler, pantolonlar giymesi, tesettür konusunun tam manasıyla anlaşılmamış olduğunu göstermektedir. Tesettür konusu, Peygamberimiz (sav) döneminden Osmanlı’nın sonlarına kadar Müslüman toplumların bütünüyle benimseyip, uyguladığı ve bu konuda hiçbir zaman problem yaşamadığı bir meseledir. Fakat batının tesiri altına girdiğimiz 19. yüzyıl sonlarından itibaren pek çok tartışmalara sebep olmuştur. Bilhassa Cumhuriyet döneminde ve başörtülü kızların tesettürlü olarak üniversitelerde okumak istemesinden sonra bu konu, bütün Türkiye’yi meşgul eden en önemli toplumsal meselelerden biri oldu. Konuyla ilgili makaleler, kitaplar yazıldı; konferanslar, televizyon programları yapıldı. “Başörtüsü sorunu” uzun zaman Türkiye gündemini meşgul etti. Nihayet devletin 2007 yılında üniversitede okuyan kızların başlarını kapatarak okumaları için gerekli kanuni düzenlemeleri yapmasıyla problem çözüldü. Arkasından 2013 yılında da kamu personeli olan bayanlara başörtüsü serbestliği getirildi. Böylece başörtüsü sorunu bitti. Aslında “başörtüsü sorunu bitti” diyorsak da bitmedi. Veya başörtüsü sorunu bitti tesettür sorunu başladı dememiz daha doğru olur. Çünkü tesettür yalnızca başı örtmekten ibaret değildir. Kadının bütün vücudunu şeffaf ve dar olmayan bir elbiseyle örtmesidir. Maalesef son zamanlarda başlarını örten hanımların çok dar elbiseler, pantolonlar giymesi, tesettür konusunun tam manasıyla anlaşılmamış olduğunu göstermektedir. Yanlış anlaşılmasın! Hür, demokratik, laik bir ülkede yaşıyoruz. Neticesine razı olmak şartıyla; dileyen dinsiz olur, dileyen dindar. Bayanlardan da dileyen başını açar, dileyen kapatır, dileyen pantolon giyer, dileyen başka bir şey. Şahsi hayatında kimse kimseye karışamaz. Nitekim Kur’an’da, “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tağutu (Allah’tan başka tapınılan şeyleri) reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır.” (Bakara, 256.) buyrulmuştur. Bununla beraber bir Müslüman olarak diğer Müslümanlara veya İslâm’ın hükümlerini merak edenlere İslâmî konuları anlatmakla mükellefiz. Aşağıda bu konu üzerinde durmak istiyoruz. Kabul edip, etmemek muhataba kalmış bir şeydir. Giyinmiş, Çıplak Kadınlar Kur’ân’da şöyle buyrulur “Mümin kadınlara söyle, gözlerini kıssınlar ve avret yerlerini örtsünler. Görünenler dışında kalan ziynetlerini açmasınlar. Başörtülerini (hımâr) yakalarını da kapatacak şekilde örtsünler. Ziynetlerini kimseye göstermesinler” (Nur, 31) Burada başörtüsünden bahsedilmektedir. Fakat başta söylediğimiz gibi, tesettür başörtüsünden ibaret değildir. Tesettür kadının başı dâhil bütün vücudunu şeffaf ve dar olmayan bir elbiseyle örtmesidir. Nitekim bu konuda Hz. Aişe tarafından şu rivayet aktarılmıştır: Bir gün Ebû Bekir kızı Esma üzerinde ince bir elbise ile Peygamberimiz (sav)’in yanına gelmişti. Peygamberimiz ondan yüzünü çevirdi ve “Ey Esma! Kadın ergenlik çağına erişince onun vücudundan şundan ve şundan başkasının görünmesi uygun olmaz” dedi ve yüzü ile eline işaret etti. (Ebu Davud, bab 33, hn. 4106) İkinci hadis de Ebû Hüreyre (ra)’den nakledilmiş bir hadistir. Bu hadise göre Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Cehennemliklerden görmediğim iki sınıf vardır. (Biri) yanlarında sığır kuyrukları gibi kamçılar bulunup, onlarla insanları döven bir kavim! (Diğeri) giyinmiş fakat çıplak, sallanarak yürümeyi öğreten kırıtkan başları Horasan develerinin eğilmiş hörgüçleri gibi bir takım kadınlardır! Bunlar cennete giremeyecek, onun kokusunu da duyamayacaklardır. Hâlbuki onun kokusu şu kadar ve şu kadar uzaktan duyulacaktır.” (Müslim, Kitabu’l-Libas, Bab, 34, hn: 125 (2128)) Bu hadis-i şerif, Peygamberimiz (sav)’in mucizelerinden biridir. Günümüzde bu iki sınıf da mevcuttur. Peygamberimizin “görmedim” demesi, onun yaşadığı dönemde bu iki sınıfın olmadığını gösterir. Birinci sınıftan kasıt zalimlerdir. Zalim devlet adamları, kumandanlar, askerler, polisler, halka zulmederek onları dövenlerin hepsi bu sınıfa dâhildir. Hadisde geçen “Kâsiyâtun âriyat” ifadesi “giyinmiş fakat çıplak kadınlar” manasına gelir. Bu ifadeler üç şekilde izah edilmiştir: Allah’ın nimetlerine bürünmüş, fakat şükür yönünden çıplak. Yani bolca nimetlere mazhar olduğu halde bunlara şükretmeyen kadınlar. Güzelliğini, süsünü göstermek için bedeninin bir kısmını örten, bir kısmını açan, vücudunu teşhir eden kadınlardır. Vücudunu gösterecek derecede ince ve şeffaf elbise giyen veya dar elbiseler giyen kadınlardır. (Ahmed Davudoğlu, Müslim Şerhi) İmam Kurtubî tefsirinde şöyle der: Temîm oğulları kabilesinden bir takım kadınlar Hz. Aişe’yi ziyarete geldiler. Üstlerinde ince elbiseler vardı. Hz. Aişe onlara şöyle dedi: “Eğer siz mümin kadınlar iseniz, bunlar mümin hanımların giysileri değildir. Eğer mümin değilseniz, o zaman durum değişir.” (Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur’ân, Daru Âlemu’l-Kütüb, 2003, 14/243.) Günümüzde maalesef bu tür kadınlar, bilhassa başını örten, fakat daracık pantolon giyen kadınlar aşırı derecede çoğalmıştır. Hadisde geçen “Mâilât”, meyleden, meyilli, eğilen kadınlar, demektir. Bazı âlimler buna Allah’a itaatten meyleden, yoldan çıkan kadınlar manasını vermiş, bazıları da “Bundan murâd kırıta kırıta yürüyen, yürürken omuzlarını sağa sola sallayan kadınlardır demiştir. Erkeklere meyilli olan kadınlar olması da mümkündür. Hadisde geçen “Mümîlât” ise meyl ettirici manasına gelir. Bazıları buna “Erkeklerin kalplerini kendine çekmeye, meyl ettirmeye çalışan kadınlardır” demişlerdir. (Mütercim Asım Efendi, Kamus) Bazıları da “Başkasına, sallanarak yürümeyi öğreten, başkasını çileden çıkaran, başkasına fahişeler gibi taranmayı öğreten kadınlar manasına gelir” demişlerdir. Kadınların başlarının deve hörgüçlerine benzetilmesi çeşitli bağ ve sargılarla sararak onları büyüttükleri içindir. Bunu anlamak için de bu gün herhangi bir sokağın başında bir dakika durmak kâfidir. Allah Müslümanların kadınına erkeğine, büyüğüne küçüğüne şuur nasib etsin. Peygamberimiz (sav), “Bunlar cennete giremeyecek, onun kokusunu da duyamayacaklardır” ifadesiyle, muhtemelen gayr-ı Müslim kadınları kastetmiştir. Çünkü bir Müslüman böyle bir fiille günahkâr olur. Günahı miktarınca cehennemde kalır. Fakat cehennemde ebedi kalmaz. Bu konuda Kur’ an’da “Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bundan başkasını, (günahları) dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa, 48) buyrulmuştur. Veya bununla, yaptıkları bu fiilin haram olduğunu bildiği halde, helal kabul edenler kastedilmiştir. Çünkü haramı helal kabul etmek küfürdür. Veya bununla Müslüman olmakla beraber nefsine uyan kadınlar kastedilmiştir. Bunlar imanları olduğu için cehennemde ebedi kalmazlar. Fakat ilk cennete girenlerle beraber cennete giremezler. Günahları miktarınca cehennemde kalır, sonra cennete girerler. Pantolon mu Şalvar mı? Son zamanlarda başını örten fakat pantolon giyen hanım kardeşlerimiz, maalesef aşırı derecede çoğaldı. Başörtüsü tesettüre uygundur, fakat pantolon tesettüre uygun değildir. Pantolon iki yönden kadınlar için uygun değildir: Birincisi, pantolon erkek kıyafetidir. Peygamberimiz (sav) hem kılık ve kıyafette, hem de davranışlarda erkeğin kadına benzemesini, kadının da erkeğe benzemesini yasaklamıştır. Bu konuda İbn Abbas (ra) şöyle demiştir: Resulullah (sav) kadınlardan erkeklere benzemeye çalışanları, erkeklerden de kadınlara benzemeye çalışanları lanetledi ve “Onları evlerinizden çıkarın” diye emretti. Resulullah bizzat kendisi falancayı evinden çıkardı, Ömer’de falancayı (evinden) çıkardı. (Buhârî, Ebu Davud, Tirmizi, Ahmed) Ebu Hureyre de (ra) “Peygamber (sav) kadın elbisesi giyen erkeğe, erkek elbisesi giyen kadına lanet etti” demiştir. (Ebu Davud, İbn Hibban, Beyhaki) İkincisi, pantolon vücut hatlarını göstermektedir. Dolayısıyla pantolon giyen hanımlar bir önceki bahiste geçen “giyinik fakat çıplak kadınlar” kısmına dâhil olmaktadır. Yalnız bu pantolonlar –köylü kadınların yaptığı gibi– şalvar türü bir giysi haline dönüştürülse, bunun mahzuru yok denilebilir. Bu konuda Hz. Ali (ra) şöyle anlatmıştır: Ben, Baki kabristanında Peygamberimizin yanında oturuyordum. Yağmurlu bir gündü. O sırada eşeğine binmiş bir kadın oradan geçti. Eşeğin ayağı bir çukura girince kadın eşekten düştü. Bunun üzerine peygamberimiz onu görmemek için başını çevirdi. Oradakiler “Ya Resulallah! Kadın şalvarlıdır (üzeri açılmadı)” dedi. Bunun üzerine peygamberimiz “Allah’ım! Ümmetimden şalvar giyenleri bağışla! Ey insanlar, şalvar giyiniz! Çünkü o, elbiseleriniz içinde (vücudunuzu) en iyi örtendir. Kadınlarınız evden çıktığında şalvar giydirerek onları koruyun!” buyurdu. (Kenzu’l-Ummal, 41838; İbn Arrak, Tenzihu’a-Şeria, 2/333) Bu hadisin sıhhati hakkında bazı tartışmalar varsa da, İmam Suyutî, değişik rivayetlerden yola çıkarak hadisin hasen olduğunu söylemiştir. (Suyutî, el-Leali-i Masnua, Daru’l-Kütübu’l-İlmiye, 2/222) Bu hadise binaen hanımlar pantolon yerine şalvar türü bir giysi giyebilirler.

William Gladstone 1882 Avam kamarasında ise; “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ya bu Kur’an’ı onların elinden almalıyız yahut Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız” ifadelerini kullanmış; “Bu kitabın takipçileri oldukça Avrupa’ya barış gelmeyecektir”2 demiştir. 1898’da Van’da Tahir Paşa Konağında bu haberi okuyan Said Nursi Hazretleri, “Kur’an’ın Sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim”3 diyerek kuvvetli bir niyet ortaya koydu. 1868, 1880, 1886, 1892’de toplam on yıl süreyle başbakanlık yapan William Gladstone İslam ve Türk düşmanlığı açısından İngiltere ve İslam tarihinde ön plana çıktı. Haçlı ruhuyla hareket eden bu adam, “Avrupa’dan Türkleri sürüp çıkarmanın, hilal yerine salibi dikmenin bir Hristiyanlık kutsal görevi olduğunu” ileri sürdü. Osmanlı yanlısı ve Rus karşıtı olan Palmerston, Salisbury, Disraeli gibi devlet adamlarının devri William Gladstone’nin ön plana çıkmasıyla kapandı.1 1880’de Başbakan Gladstone, “Türkler insanlığın insan olmayan numuneleridir. Onları Asya steplerine geri sürmeli veya Anadolu’da yok etmeliyiz” diyordu. William Gladstone 1882 Avam kamarasında ise; “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ya bu Kur’an’ı onların elinden almalıyız yahut Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız” ifadelerini kullanmış; “Bu kitabın takipçileri oldukça Avrupa’ya barış gelmeyecektir”2 demiştir. 1898’da Van’da Tahir Paşa Konağında bu haberi okuyan Said Nursi Hazretleri, “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim”3 diyerek kuvvetli bir niyet ortaya koydu. yüzyılın son çeyreğine girerken; - 1871’de Almanya’nın siyasi birliğini sağlayıp İngiltere’ye rakip olması, - 1882’de Mısır’ın İngilizlerce işgal edilmesi, - II. Abdülhamid’in Almanya’ya yakın bir siyaset izlemesi, - İngiliz Başbakanı William Gladstone’nin İslam karşıtı politikası İngilizleri, Osmanlı Devletinden uzaklaştırıp Rusya’ya yakınlaştırdı. İngiltere 20. yüzyılda meydana gelen bloklaşmada Almanya’ya karşı Avrupa devletlerini kendi yanına çekmeye çalışırken, Rusya’yı kaybetmemek için Osmanlı Devletini ittifak sisteminin dışında tuttu. 1908 Reval Görüşmesiyle Rusya’nın Osmanlıya karşı serbest kalması, İngiltere’nin güven vermemesi, Osmanlı Devleti’ nin Almanya yanında savaşa girmesine sebep oldu. Dünya Savaşında Osmanlı Devleti Kafkas Cephesi hariç bütün iç cephelerde İngilizlere karşı mücadele etti. 18 ve 19. yüzyıllarda Osmanlı Devletini Rusya’ya karşı menfaati gereği koruyan İngiltere, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Devlet-i Aliye’nin idam fermanını imzaladı. Said Nursi’nin, Rusya’dan firar edip İstanbul’a gelişinden yaklaşık beş ay sonra, 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Anlaşması yapıldı. İngilizler, Kasım ayının ortalarında İstanbul’u fiilen muhasara altına aldı. 28 Ocak 1920’de Misak-ı Milli’nin kabul edilmesinden sonra 16 Mart’ta İstanbul resmen işgal edildi. Hutuvat-ı Sitte Risalesinde İngilizler... Said Nursi rahmetüllahi aleyh, İngilizlerin İstanbul’u işgaline karşı halkı bilinçlendirmek, hilelere karşı uyarmak, mücadele ruhu oluşturmak amacıyla Hutuvat-ı Sitte eserini kaleme aldı. İstanbul’daki mücadelesini taçlandıran Hutuvat-ı Sitte eserine “Şeytanın izini takip etmeyin”4 emrini çağrıştıran ismi koymuştur. Adımlar, izler, yollar anlamına gelen hutuvat kelimesi şeytana benzetilen İngiltere’nin altı hilesini ortaya koymaktadır. Eserin adı bile İngilizleri çileden çıkarmak için yeterlidir. Eserin giriş paragrafı ise günümüz dünya sistemini idare eden bu gücün hangi dinamiklerle hareket ettiğinin açık bir göstergesidir. Bu paragrafta Said Nursi (ra), “Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan insanlığa zulüm saçan ruh, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan iblis, altı hutuvatıyla/hilesiyle âlem-i İslam’ı dağıtmak için: İnsanlarda ve insan cemaatlerindeki kötülük, pislik yuvalarını ve tabiatlarındaki kötülük duygularını fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor. Kiminin intikam hırsını, kiminin makam hırsını, kiminin aç gözlülüğünü, kiminin ahmaklığını, kiminin dinsizliğini, hatta en garibi, kiminin de taassubunu işletip siyasetine alet ediyor.” Said Nursi (ra), İngilizlerin altı hilesini gözler önüne serip onların gerçek yüzünü ortaya koyuyor. Bu altı hile ve cevabın aslını makalenin kendisine havale ederiz. Yalnız burada İngilizlerin ön plana çıkan vasıflarının özünü makaleye dayanarak kısaca izaha çalışalım; Allah adildir, sen zalimsin... Senin teskin kabul etmez düşmanlık elini öpmeyi bir kenara bırak, sana temas etmek İslamiyet’e düşmanlık etmektir... Bizi idare edenlere karşı seni tercih etmek “yalnız pis su ile kirlenmiş elbiseyi, hınzırın bevliyle yıkamak demektir...” Sen, insanca ve İslam’ca hayatı öldürüyorsun... Sana düşmanlık eden milli mücadelecilerin maksadı ne olursa olsun sana düşmanlık etmeleri ve seninle mücadele etmeleri bizim yani İslam’ın lehine geçecektir... Vahdeddin gibi mütedeyyin bir zât baskı altında olmasa o fetvayı verdirtmez. Madem baskı altındadır, fetva geçersizdir... En ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran azametli kuvvetin bizi ye’se/ümitsizliğe düşürmüyor. Çünkü hilen ortaya çıkmaya başladığı için tesirini yitirecek, sömürgelerin eskisi gibi sana itaat etmekten uzaklaşacak. Ayrıca Hutuvat-ı Sitte’nin üçüncü maddesinde İngilizlerin “sizi kötü idare edenlere karşı benim idareme razı olun” sualine verdiği, “Âlemi onlara (bizi idare edenlere) darlaştırdın, hayat damarını kestin, gayr-ı meşru evladını onlara karıştırdın. Dinsizliğe sevk ederek dini rüşvet isterdin” cevabı çok manidardır. Yine Hutuvat-ı Sitte’de devamla; “İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder/gerekli kılar, emreder. Cebrail, şeytan ile barışamaz” ifadesi, meseleyi bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. “Siyasetimizde en acınacak, en ebleh/ahmak bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki, İngiliz milletinin ihtiras ve menfaatini, İslamiyet’in menfaat ve izzetiyle uyuşmasını mümkün görüyor.” “İngilizler, ekser halkın desteğini kazanmak için imhayı esas program yaparak iki kuvvetli cihazı kullanıma soktu. Bunlar; Şeytan gibi pis hisleri ve fena ahlakları cesaretlendirerek himaye etmek, İnsani ve İslami yaşayışın önüne engeller koyarak hayvani lezzetleri ön plana çıkarmak5 Bununla beraber, imanın mahiyetindeki hârikulade şehâmet, izzet-i İslamiyet’in tabiatındaki âlem-pesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiye’nin intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir. İşte bu son iki paragrafta tavuk, keçi, su gibi görünüşte zayıf olan varlıkların zaruret durumunda, başka çıkış yolu kalmadığında, nasıl kendilerinden çok güçlü olan varlıkları alt ve mağlup ettiğini belirtiyor. Aynen öyle de, iman ve İslam’ın güzel hasletlerinin yeniden içimizde hayat bulmasıyla mucizevari muvaffakiyetlerin olacağını kati kanaatle ortaya koyuyor. Dolayısıyla; kurtuluşu şeytan İngiliz’in himayesinde, hileci Amerika’nın kapısında aramak divaneliktir diyor Bediüzzaman Said Nursi (ra). Anglikan Kilisesi’nin Papazına Cevap Bunun yanında yine aynı tarihlerde (1920) Said Nursi Hazretleri, Anglikan Kilisesi baş papazının İslam âlimlerinden sorduğu altı suale altı yüz kelime ile cevap istemesine karşı şu cevabı verir; “Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrib ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Baş Papazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiye’den (Osmanlı Diyanetinden) dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin (diyanette bir kurul) azası idim. Bana dediler: “Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelime ile cevap istiyorlar.” Ben dedim: “Altı yüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime ile değil, belki bir tükürük ile cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor... Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne, demiştim.” Daha sonra cevapları verir ama onlara değil! Bu sualleri duyup da acaba nasıl cevap verilecek diye merakla bekleyen ehl-i imanın hatırı için onlara cevap verir ve şöyle der: “Onu muhatap etmem. Bir hakperest adama böyle cevabımız var: 1- Der: “Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dini nedir?” Dedim: İşte Kur’an’dır. Erkân-ı sitte-i iman (imanın altı şartı), erkân-ı hamse-i İslâm (İslam’ın beş şartı), esas maksad-ı Kur’an... 2- Der “Fikir ve hayata ne vermiş?” Dedim: “Fikre tevhid, hayata istikamet. Buna dair şahidim mealen: “Emredildiğin gibi dosdoğru ol!”6 “De ki Allah birdir.”7 3- Der: “Mezahim-i hazıra (sınıf çatışmalarını, anarşizmi) nasıl tedavi eder?” Derim: “Hurmet-i riba, hem vücub-u zekâtla (faizi yasaklayıp zekatı farz kılmakla). Buna dair şahidim: “Allah alış verişi helal faizi haram kıldı.”8 “Namaz kılın zekat verin!”9 4- Der: “İhtilal-i beşere (toplumsal ayaklanmalara) ne nazarla bakıyor?” Derim: “Sa’y (çalışmak), asıl esastır. Servet-i insaniye, zalimlerde toplanmaz, saklanmaz ellerinde.” Buna dair şahidim: “İnsan için ancak çalıştığı vardır.”10 “O kimseler ki, altın ve gümüşü biriktirirler ve onları Allah yolunda sarf etmezler. İşte onları (pek) elemli bir azâb ile müjdele!11”12 Görüldüğü gibi, Said Nursi (ra) altı sual sorulduğunu söylemekle birlikte bunlardan dördünü cevaplamaktadır. Muhtemelen bu altı sualin manalarını bu dördü içinde toplayarak cevap vermiş olsa gerektir. Ya da bu dördünü cevapladıktan sonra, diğer ikisini cevaplamaya ihtiyaç kalmadığını düşünmüş de olabilir. Kuvay-ı Milliye Aleyhindeki Fetvaya Cevap İstanbul Hükümeti’nin 11 Nisan 1920 tarihinde Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’ye hazırlattığı ve Kuva-yı Milliye’nin aleyhine verdirdiği fetvalara karşı; “İşgal altındaki bir memlekette İngilizlerin emri ve tazyiki/baskısı altında bulunan bir idarenin ve meşihatın fetvası mualleldir/sakattır, mesmu olamaz/dinlenilmez, itaat edilmez. Düşman istilasına karşı harekete geçenler asi değillerdir, fetva geri alınmalıdır”13 demiştir. Milli Mücadele Döneminde Yazdığı Tuluat Eserinde İngilizler... 1921’de yazılan Tuluat eserinde cerbezeyi izah ettikten sonra, İngiliz cerbezesine atfen; “Bak, o seyyie/cerbezedir ki, Ararat/Ağrı Dağı kadar bize zulüm ve tahkir eden ecnebi bir devleti (İngiltere’yi), ne safsatalı bahanelerle, bilmem hangi tarihte Kırım’da14 bize yardım etmiş gibi yavelerle/yaygarayla, bize dost olabilecek surette gösteriyorlar” diyerek hala İngilizlerden medet bekleyenlere tepki gösteriyor. “Hem Sübhan Dağı kadar, İslâmiyet’in izzet ve şerefine çalışan güruh-u mücahidîni, acib bahanelerle en fena derekesine indirip, millete düşman gibi gösteriyorlar” ifadeleri ile Anadolu’daki milli mücadelecileri destekliyor. “Anadolu aleyhinde çıkmış fetvaya ne dersin?” sorusuna verdiği cevap, fetvanın geçersiz olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun yanında; “Şimdi bazı hakaikte bir inkılab var. Ezdad yani birbirinin zıddı olan kavramlar isimlerini değiştirip, mübadele etmişler, yer değiştirmişler. Zulme adalet, cihada bağy/isyan, esarete hürriyet namı veriliyor” diyerek İngilizlerin kavramları, kelimeleri zulümlerini örtmek için kullanmalarına tepki göstermiş. Böyle bir aldatma ve şeytanlığa aldanılmaması gerektiği ortaya konulmuştur. Nitekim İngilizlerin önemli bir siyaseti mukaddes ve insani kavramların içini boşaltmaktır. “Neden İngilizlerden nefret ediyorsun? Barış teklifini de (Sevr Anlaşmasını) istemiyorsun?” sorusuna; “Sebep bir değil, bindir. Bana en ziyade şedid görünen, manen ahlakımıza vurduğu darbedir. Çekirdek kadar olan kötü ahlakı içimizde inkişaf ettirdi. Hayatın yarası iltiyam bulur. Hayatın yarası kapanır; izzet-i İslamiye, namus-u millinin yarası pek derindir” cevabını vermiş. İngilizlerin Edirne ve İstanbul’da Yunanistan lehinde dua ettirmesine ve lehinde propaganda yaptırmasına ve milli mücadelecileri cani, zalim göstermelerine tepki göstermiş. İngilizleri, kendi çocuğunu eliyle öldürüp parça parça eden cani bir kadına benzetmiş ve bunlardan merhamet dilenmenin anlamsız olduğunu söylemiştir. “Neden İngiliz siyaseti galip çıkar?” sorusuna; “Siyasetinin özelliği; fitnekârlık, ihtilaftan istifade, menfaat yolunda her alçaklığı irtikâb etmek, yalancılık, tahribkârlık, hariçte menfîliktir... Fenalık ve ahlâk-ı seyyie, siyasetine vasıta olduğu için, her yerde ahlâk-ı seyyieyi himaye ederek teşci’ eder. Şimdiki İstanbul hali şahiddir.” İfadeleriyle İngilizlerin ele geçirdikleri yerleri ahlaksızığı yayarak, ahlaksızları destekleyerek menfaatlerine uygun hale getirdiğini ifade ediyor. Anadolu’da pek çok zulüm ediliyor ve pek çok Müslümanlar idam ediliyor. Neden böyle yapıyorlar? sorusuna; şahit olduğu Grandük Nikoloviç’in uygulamasına ve Mondros Ateşkes anlaşmasının yedinci maddesine atıf yapıyor. Sonra, bir kişinin hatası yüzünden onun ailesini veya köyünü imha ettiklerini söyleyerek “böyle zalim bir düstur ile İngilizler Anadolu’ya hücum ediyor” diyor. Teali İslam Cemiyeti’ne Üyelik Meselesi 15 Şubat 1919 Müderrisler Cemiyeti (Cemiyet- i Müderrisîn) kuruldu. Kurucuları arasında Said Nursi (ra) de vardı. Said Nursî’nin (ra) cemiyetteki görevi, İslam aleyhtarı makalelere cevap vermekti. Çok eşlilik, kölelik, kadının konumu gibi konularda soru ve tenkitlere cevap vermiş, bunlar daha sonraki yıllarda bazı eserlerine dâhil edilmiştir. 24 Kasım 1919’da cemiyet, Teali İslam Cemiyeti’ne dönüştürüldü. Bu dönüşen cemiyette Said Nursi yer almamıştır. Anadolu hareketine açıkça destek verdiği görülen ve bu nedenle Ankara’ya çağrılan Nursî’nin Kuvay-ı Milliye’ye açıkça karşı çıkan bir cemiyet olan ve Hürriyet ve İhtilaf Fırkasıyla yakın ilişkileri olan bu cemiyetle irtibatının devam etmemesi daha mantıklıdır.15 İngilizlere yukarıda anlattığımız vecihle bu kadar tepkili olan Said Nursi’nin (ra), İngiliz himayesini savunan bu cemiyete üye olması ve destek vermesi düşünülemezdi. Eski Said döneminde İngilizlerle mücadele eden Said Nursi (ra), yeni Said döneminde de onların itikat üzerinde yaptığı tahribatı tamir etmek için Risale-i Nur hizmetini ortaya koymuş; Allah’ı, ahireti, melaikeyi, kaderi inkâr fikirlerini çürütmüştür. Tekke, medrese, mektep çatışmasından faydalanarak İslam Dünyasını fikri ve siyasi krizlere sürükleyen bu şeytani savaşa karşı, Asr-ı Saadet’in Mekke mücadelesini andıran bir harekâtla karşılık vermiştir. Adalet döneminin fikri ve ameli altyapısını ortaya koymuştur. Rabbim ebeden ondan razı olsun. Bizi de mukaddes davasına hizmetkâr eylesin... Kaynaklar: 1- Öztuna Yılmaz, II. Abdulhamit, s.982- Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi ve İlmi Şahsiyeti, c.13- Bediüzzaman Said Nursi ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c.1, s.87-884- Bakara Suresi 168 (Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanlardan helâl ve temiz olanları(nı) yiyin ve şeytanın adımlarına tâbi' olmayın! Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.)5- Nursi Said, Hutuvat-ı Sitte6- Hud Suresi 1127- İhlas Suresi 28- Bakara Suresi 2759- Nur Suresi 5610- Necm Suresi 3911- Tevbe Suresi 3412- Said Nursi (ra), Lemeat, Rumuzat13- Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursi14- 1853-1856 Osmanlı – Rus savaşında İngiltere Osmanlı Devletine yardım etmiştir.15- Akdağ Said, Said Nursi ve Siyasi Düşünceleri, s.108

Deizm felsefesinin iddia ettiği sapık fikirleri, Risale-i Nur’un izahları çerçevesinde tek tek çürütmeden önce, şunu söylemekte fayda vardır: Bu felsefeyi savunanlar, iddialarını ispat etmek için hiçbir delil ileri sürmemektedirler. Sadece kuru bir yorumdan ibarettir söyledikleri. Yani nasıl inanmak istiyorlarsa öyle inanıyorlar. Deizmin İddiaları Deizm felsefesinin iddia ettiği fikirleri iki maddede özetleyebiliriz: Allah vardır. Kâinatı yaratmıştır. Fakat tabiat kanunlarının etkisiyle mekanik bir şekilde kendi kendine işleyen bir düzen kurmuştur. Bu düzeni kurduktan sonra bir daha âleme ve insana müdahale etmemiştir. Gerçeğe götüren tek rehber akıldır. İnsan aklı dinlerin, peygamberlerin ve kitapların keşfettiği bütün hakikatleri keşfedebilir. Toplumsal düzen için gerekli ahlâkî ve idarî kanunları bulabilir ve koyabilir. Bundan dolayı da dinlere, peygamberlere ve kitaplara ihtiyaç yoktur. Deistlerin Delilleri Yoktur Deizm felsefesinin iddia ettiği sapık fikirleri, Risale-i Nur’un izahları çerçevesinde tek tek çürütmeden önce, şunu söylemekte fayda vardır: Bu felsefeyi savunanlar, iddialarını ispat etmek için hiçbir delil ileri sürmemektedirler. Sadece kuru bir yorumdan ibarettir söyledikleri. Yani nasıl inanmak istiyorlarsa öyle inanıyorlar. Bu, çok temelsiz, alakasız, hakikatsiz ve komik bir durumdur. Öyle bir felsefe düşünün ki; on altıncı yüzyılın siyasî, dinî, kültürel ve ekonomik şartları içinde Avrupa’da doğsun, tahrif olmuş Hristiyanlığın ruhban sınıfı elinde istibdat aracı olarak kullanılmasına bir tepki olarak ortaya çıksın, lâkin 21. yüzyılda, esasta ve teferruatta Hristiyanlık ile hiçbir şekilde kıyaslanamayacak bir din olan İslâm’ın hâkim olduğu coğrafyalarda süratle yayılsın ve hiçbir delile de dayanmasın. Şüphesiz ki bu kadar tutarsızlıklar ve alakasızlıklar içinde hiçbir delile de dayanmayan bir felsefenin, özellikle de gençler arasında bu kadar yayılma imkânı bulması, bu felsefenin çok daha farklı sebeplerle yayıldığını ve kabul gördüğünü göstermektedir. Günahlarda Tiryaki Olmuş Nefislere Deizm Fikri Cazip Gelir İnsan nefsi serbest, hür ve dilediği gibi yaşamayı arzu eder. Hiçbir kural, kaide, kanun ve yaptırımdan hoşlanmayan insan nefsine, şüphesiz ki bu felsefe tam bir serbestiyet ve hürriyet vaad etmektedir. Sadece Allah’ın varlığına inanıp, hiçbir din ve peygambere inanmayan, böylelikle dinlerin emir ve yasaklarına itaat etme zorunluluğunu ve külfetini ortadan kaldıran bu felsefe rahat, konfor ve imkânlar içinde elit bir hayat yaşamaya alışmış, hatta böyle bir hayatın tiryakisi olmuş bazı gençlerin tercihlerinde maalesef etkili olabilmektedir. Özellikle son yirmi sene içinde bilgi, iletişim ve haberleşme teknolojilerinde muazzam bir gelişme ve devrim yaşandı. Özellikle de internetin hayata girip merkezine oturmasıyla birlikte yeryüzü adeta bir köye dönüştü. Bilgi, muhteşem bir hızla yayılmaya ve paylaşılmaya başlandı. Bu vaziyetin insana sağladığı bütün faydalarının yanında, maalesef çok büyük sıkıntıları da beraberinde getirdi: Gerçek hayatta tatmin edil(e)meyen duygular, sanal âlemde tatmin edilme imkânı buldu. Sosyal medyanın yanlış ve kontrolsüz kullanımıyla dikkat çekmeyi meziyet bilen, beğenilme tiryakisi olan, riyakârlığı meslek edinen, gerçek hayata ve olaylara duyarsızlaşan nesiller türedi. İnternet ve akıllı telefonlar sebebiyle bütün günahlar bir tık uzağa kadar indirgendi. Bunun sebebiyle, insanı, insan-ı kâmil halinde getiren ulvi duyguları derinden sarsıldı. Mutluluk, şarjı dolu bir akıllı telefonla veya internet bağlantısı olan bir bilgisayarla eşdeğer oldu. Sahte ve sanal bir cennet hayatını beşerin eline verdi. Lezzet, haz ve eğlenceye düşkün olan nefislerin dizginleri boşandı. Bilgi, iletişim ve haberleşme teknolojilerinin bütün bu olumsuz etkileriyle birlikte, buna paralel olarak alım gücü arttı. Hayat standartları yükseldi. Rahat ve konforlu bir hayatta gözlerini açıp, fakirlik çekmeyen, imkânsızlık nedir bilmeyen fertlerin sayısında ciddi anlamda bir artış oldu. Maddî kalkınma, ilerleme ve refah seviyesinin artması, tabii ki bütün toplumların istediği ve üzerinde hemfikir olduğu yüksek maksatlardır. Fakat bu âlî gayelere ulaşmaya çalışırken, diğer yandan manevi ve ahlâkî değerlerde böyle ölçüsüzce ve fütursuzca meydana gelen tahribatın sonucunda egoist, rahatına düşkün, hız ve haz tutkunu, ayartılmış, gerçek hayata ve hayatın gerçeklerine uzak nesillerin ortaya çıkması, modern hayatın en uğursuz, vahim ve korkunç bir sonucu oldu. Modernleşme ve kalkınma adına hamleler yapılıp adımlar atılırken nazardan, dikkatten ve planlamadan kaçan ve bu hamlelerin ve adımların maalesef istenmeyen kurbanları olan bu nesiller, günahlara tutkun, haramlara âşık, kurallara âsi, nefsine müptelâ, zevklerine tiryaki hale gelmektedirler. Ne dünyayı ne de ahireti düşünen, sadece anı düşünen ve yaşayan bu gibiler arasında, ibadetlerin külfetinden ve nefse zor gelen diğer dinî sorumluluklardan kurtulmayı vaad eden, sadece Allah inancını kâfi gören Deizm gibi sapkın felsefelerin yayılması ve kabul görmesi hiç de tesadüfi değildir. Deizmi Besleyen Bir Damar: Kur’an Müslümanlığı Projesi İnsanları, Deizm fikrini benimsemek noktasında cesaretlendiren, ön açan ve yol yapan sebeplerden birisi de özellikle son 5-10 sene de iyiden iyiye kendini hissettiren ve kendini “Kur’an Müslümanlığı” veya “Kur’an İslam’ı” diye isimlendiren dalâlet fikridir. Kökü dışarıda, taşeronları içimizde olan bu proje/sapkın fikrin temsilcileri, Resûl-ü Ekrem Efendimizin (sav) sünnet-i seniyesini önce itibarsızlaştırmayı sonra da ilerleyen süreçte tamamen inkâr etmeyi hedeflemektedir. Bu sapkın fikirle zihni karışan, fikri bulanan ve aklı şüphede kalan bir kısım Müslümanların, birkaç adım sonra varacakları nokta, sünneti inkâr etmektir. Çünkü bir mümin, şer'an Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı gayet derecede sevmek, hürmet etmek, hiçbir şeyinden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükelleftir.1 Fakat maalesef bu gibi dalâlet fikirleriyle zihnine bir çizik atılıp şüpheye düşen bir mümin, çok yüksek bir kulenin tepesinden düşünce ortada tutunacak bir yer bulamayıp yere çakılan ve parçalanan bir kişi gibi oluyor ve Resûlüllah Efedimize (sav) olan derin kalbî hürmeti ve sevgisi kırılıyor. Bu öyle bir haldir ki bunun birkaç adım sonrası pervasızca ve mükâbere ile sünneti inkâr ve tezyiftir. Çünkü bu gibi meselelerin ortası yoktur. Ya heptir veya hiçtir. Netice itibariyle Allah’ın habibi, fahr-i kâinat Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a olan derin kalbî hürmet ve muhabbeti sarsılan bir kişiye Deist fikirler zerk edilirse, o kişinin nefsi, sorumluluktan ve ibadet külfetinden kurtulma psikolojisinin de etkisiyle din, peygamber, kitap ve şeriatı inkâr eden Deizm felsefesini tercih etmesi hiç de akılda uzak değildir. Vahye Tâbi Olmayan Akıl Zulmün ve Küfrün Sebebidir Deizm felsefesinin iddialarından birisi de aklın, hakikatin keşfinde tek ölçü olmasıdır. Yani peygamberler ve mukaddes kitaplar vesilesiyle (vahiyle) bize ulaşan hakikatleri ortaya çıkarmada akıl yeterlidir. Akıl, insanlığın saadeti ve düzeni için ahlâk kurallarını kendisi bulabilir ve koyabilir. Dolayısıyla dinlere, peygamberlere ve kitaplara gerek yoktur. Deistlerin bu iddialarını en köklü bir şekilde tarih yalanlamaktadır. Bediüzzaman Hazretleri Otuzuncu Söz olan Ene Risalesinde, Hz. Adem’den (as) günümüze kadar iki silsilenin devam edip geldiğini ifade eder. Bu iki silsileden birincisi nübüvvet ve diyanet silsilesi, diğeri ise felsefe ve hikmet silsiledir. Bu iki silsileden felsefe ve hikmet silsilesi, nübüvvet ve diyanet silsilesine tarihte ne zaman itaat edip tabi olmuşsa, yani akıl, ne zaman vahyin ışığında ve rehberliğinde hareket etmişse beşeriyet asayiş, adalet ve huzur içinde bir hayat yaşamıştır. Lâkin ne zaman akıl, vahyin güneş gibi ışığının rehberliğini terk edip âsi olmuşsa, kendi sönük ışıkçığına itimat etmişse, işte o zaman bütün hayırlar, güzellikler ve mükemmelliyetler nübüvvet ve diyanet tarafında toplanmıştır. Bütün şerler, sapkınlıklar ve kötülükler de felsefe ve hikmet etrafında cem olmuştur. Abbasî, Endülüs ve Osmanlı dönemleri, “aklın vahye tabi olmasıyla beşerin bir saadet-i dünyeviye yaşadığı” hakikatine çok güzel ve çarpıcı birer örnek teşkil etmektedir. Aklın, vahyin rehberliğini inkâr edip kendi başına hareket ettiği 17. ve 18. yüzyıl Avrupası da “akıl ile vahyin ayrı düştüklerinde bütün şerlerin, çirkinliklerin, sapkınlıkların ve zulümlerin felsefenin etrafında toplandığı” hakikatine çok çarpıcı örnek bir dönemdir. Fakat, bu zamanda ise vahyi inkâr eden akıl, bütün semavi dinleri, ilâhî vahyi ve mukaddes kitapları inkâr edip materyalizm ve tabiat felsefelerini ortaya attı. Maddeyi ve tabiatı yaratıcı ilân etti. Bu felsefelerin sonucunda bütün ahlâkî değerler hiçe sayıldı. Kuvvet ve kuvvete sahip insan ilâhlaştırıldı. Bütün dünya fiilen sömürge haline getirildi ve bunun uğruna milyonlarca masum insanların kanları akıtıldı. Onlara vahşice zulümler yapıldı ve yapılıyor. Yine hiçbir peygamberin gelmediği, yani İlâhî vahyin akılları ve kalbleri nurlandırmadığı Fetret Dönemindeki (Hz. İsa (as) ile Resûl-ü Ekrem Efendimiz (sav) arasındaki dönem) insanlığın tam anlamıyla putperestliğe ve pek çok sapkın fikirlere tabi olması, Deistlerin iddialarını temelinden çürütmektedir. Akıl Adaleti İdrakten Âcizdir Deizm felsefesinde aklın, beşer saadeti için adalet ve huzuru temin edebilecek kuralları bulabileceği ve koyabileceği iddia edilmektedir. İşârâtü’l-İ’câz tefsirinde Bediüzzaman Hazretleri bu iddiayı şöyle çürütmektedir: Cenab-ı Hak insanı, diğer bütün varlıklardan müstesna bir kabiliyette ve donanımda yaratmıştır. Bundan dolayıdır ki insanda sınırsız meyiller ve hesapsız arzular uyanmıştır. İnsan yaşamak, yemek, içmek, barınmak, giyinmek ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak noktasında en güzel, en seçilmiş, en mükemmel şeyleri fıtraten arzu eder. İnsan, bu ihtiyaçlarını kimseden yardım almadan tek başına karşılamak istese, milyonda birini dahi karşılayamaz. Çünkü bu ihtiyaçları karşılayabilmek için pek çok ilimlere, sanatlara ve maharetlere sahip olması gerekmektedir. Dolayısıyla insan, bu sınırsız ihtiyaçlarını bir nebze karşılayabilmek için diğer insanlardan yardım almak zorundadır. Herkes farklı bir ihtiyacı karşılayacak ve üretecek ki karşılıklı alış-verişle ihtiyaçlar bir derece karşılanabilsin. Demek ki insan medenî bir varlık olarak diğer hemcinsleriyle birlikte işbölümü ve vazife paylaşımı kaideleriyle omuz omuza, el ele verip çalışmak zorundadır. İşte tam bu noktada şöyle bir sıkıntı ve kriz ortaya çıkmaktadır: Cenab-ı Hak, insanın şehvet, akıl, öfke gibi hiçbir his, duygu, kuvve ve kabiliyetine yaradılışça (fıtraten) bir hudut getirmemiştir. Ta ki insan hür iradesiyle, manevi kemalât mertebelerinde serbestçe yükselsin ve terakki etsin. Bu hal, diğer insanlarla işbölümü, vazife paylaşımı ve yardımlaşma içinde omuz omuza ve el ele vermesi gereken insanlar arasında zulümlerin, kötülüklerin, suçların ve tecavüzlerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bundan dolayıdır ki insanlar arası muamelelerde ve beraberce üretilen hizmet ve malların taksiminde adalete ihtiyaç vardır. Her insanın aklının adalet anlayışı ve kabiliyeti birbirinden farklı olduğu için bu adalet tesis olamamaktadır. Demek ki insan aklı adaleti idrakten âcizdir. Bunun için de küllî bir akla ihtiyaç vardır ki o da ancak kanun şeklinde olabilir. Çünkü kanun, pek çok aklın ve yaşanan tecrübelerin süzgecinden geçerek ortaya çıkar. İnsanların nefisleri, akılları, kalpleri, ruhları ve davranışları üzerinde en çok etkili olabilecek ve nüfuz edip yaptırım gücüne sahip olabilecek kanun da ancak İlâhî kanun olan şeriattır. Şeriatın hükümlerinin icrası, tesiri ve tatbiki için de bir mercie, bir otoriteye, bir sahibe ihtiyaç vardır ki o merci de peygamberdir. Peygamber olan muhterem zatın da, akıllar, kalbler, nefisler ve ruhlar üzerinde tesirli ve hâkim olabilmesi için maddî ve manevi bir ulviyete ve imtiyaza ihtiyacı olduğu gibi, Yaradan ile olan irtibat ve alaka derecesini göstermek için de bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de ancak mucizelerdir. Sonra, İlâhî emir ve yasaklara itaati temin etmek için Allah Teâlâ’nın azametini, kudretini ve büyüklüğünü zihinlere sabit ve sarsılmaz bir şekilde yerleştirmeye ihtiyaç vardır. Bu da ancak akâid ile yani iman hakikatlerinin ve hükümlerinin ders verilmesiyle olur. Bu iman hakikatlerinin ve hükümlerinin takviyesi ve açılması da ancak tekrar ettikçe yenilenen ve tazelenen ibadetlerle olur. Dikkat edilirse Bediüzzaman Hazretlerinin bu mükemmel izahları, sadece Deistlerin akla atfettikleri “beşer saadeti için gerekli olan adalet ve huzuru temin edecek kuralları bulabilir ve koyabilir” iddiasını çürütmekle kalmamaktadır; İlâhî vahyin ve şeriatın, peygamberlerin, mucizelerin ve ibadetlerin de varlığını ve zorunluluğunu güneş gibi aklî ve mantıkî delillerle ispat etmektedir. Dolayısıyla akıl ve mantık kuralları şeriatın, peygamberlerin, mucizelerinin, inanç esaslarının ve ibadetlerin varlığının mecburiyetini ispat ediyor ve ortaya koyuyorsa, aynı akıl ve mantık nasıl olur da aynı zamanda bunların gerekli olmadığını iddia edebilir? Burada büyük bir çelişki ve tutarsızlık vardır. Arpa arpa iken, aynı zamanda buğday olamaz. Bir hakikat, aynı zamanda zıddına dönüşemez ve zıddı olamaz. Demek ki burada bir cerbeze (demagoji) vardır. Yoksa sâlim (muhakeme kabiliyeti bozulmamış) bir aklın varacağı sonuçlar aynıdır. Hissiyat Aklı Perdeler Hakikatin keşfinde aklın yeterli olduğunu iddia eden deistlerin bu iddialarını çürüten bir delil de Bediüzzaman Hazretleri’nin Hutbe-i Şamiye’de izah ettiği şu hakikattir: Bu zamanın iki dehşetli hali var. Bunlardan birincisi şudur: İnsandaki hissiyat kördür. İşin nereye varacağını, yani akıbeti göremez ve kestiremez. Aynı zamanda peşin ücretlere de âşıktır hissiyat. Hemen, acil gelecek cüzi bir lezzetin hatırı için, ileride gelecek çok külli lezzetleri elinin tersiyle itebilir. İşte bu zamanda bu kör ve peşin ücretlere âşık hissiyat, akla ve fikre galip gelmektedir. Müslümanlar, aklen ve fikren doğruluğundan şüphe etmedikleri pek çok hakikatleri maalesef yaşamıyorlar. Ahiretin baki elmaslar değerindeki lezzetlerini, bile bile ve seve seve dünyevî âdi cam parçaları gibi olan haram lezzetlerin hatırına terk ediyorlar. İbadetlerin sinek ısırması kadarcık külfetinden kaçıp, kabirde ve ahiretteki yılanların ısırması gibi dehşetli musibetleri kabul ediyorlar. Bu hal, tam anlamıyla bir akıl tutulmasıdır. Buradan anlaşılıyor ki salt akıl, hakikatleri yaşamak noktasında kâfi değildir. İnsan, sadece akıldan ibaret bir varlık olsaydı belki deistlerin bu iddialarının bir kıymet-i harbiyesi olabilirdi. Ama insanda binlerce hissiyat ve dilediği gibi yaşamak isteyen, kural ve kaideden hiç hoşlanmayan bir nefis var. İşte bunlar kabardığında, galeyana geldiklerinde aklı ve fikri dinlemezler. Demek ki akıl, dünyada mutluluk, asayiş ve huzur için kâfi değildir. Akıl Bazı Yüksek Hakikatlere Erişemez Aklın, vahyin rehberliğini kabul etmeden İlâhî hakikatleri, ahiretin hallerini ve gayb âlemlerine ait meseleleri bilmesi mümkün değildir. Akıl, duyu ve duygularımızla algılanan şu maddî (kevnî) âleme ait pek çok şeyi dahi bilemezken, insan için gaybî olan hakikatleri ancak ilâhî vahyin bildirmesiyle bilebilir. Meselâ, aklen ve mantıken şu kâinatın bir yaratıcısı olması gerektiğini bilen ve bulan akıl, o yaratıcının niçin kâinatı ve varlıkları yarattığını, vahyin rehberliği olmadan bilemez. “İnsan necidir, nereden geliyor ve nereye gidiyor?” gibi, cevaplarını bütün akılların merak ettiği dehşetli suallerin, insanı tatmin eden makul ve makbul cevaplarını, ancak ilâhî vahyin tebliğcisi olan peygamberler verebilir. Yine şu kâinatın sırrı denilebilecek, daimî olan ve insanı hayrette bırakan hareketliliğin sırrını, ‘şu durmayanların, niçin durmadıklarını’ akıl ve felsefe, vahyin talimi olmadan asla bilemez. Bir şeyin varlığını bilmek ayrıdır, o şeyin mahiyetini bilmek ayrıdır. Mesela, tamamen hür bir cüzi irademizin olduğunu vicdanen ve aklen çok iyi bildiğimiz halde, ama cüzi irademizin nasıl bir şey olduğunu ve mahiyetini aklen bilemeyiz. Büyük kütleli cismin, küçük kütleli cismi çektiğini Fizik ilminin verileriyle bilen akıl, bu çekimin niçin yapıldığını bilemez. Yine akıl, fen bilimleri ile ‘tabiat kanunlarının’ varlığını tespit ettiği halde, bu kanunların mahiyetini aklıyla bilemez. İlâhî vahiy ve onun tebliğcisi ve tefsircisi olan peygamberlerin tebliği olmadan, akıl, bu kanunların kendisini müessir ilân eder ve dalâlete sapar. Misaller daha da artırılabilir. Bütün bu misaller ve çok daha fazlası gösteriyor ki vahyin talim ve terbiyesi olmadan akıl tek başına hakikate yetişemiyor. Ya sebep-sonuç ilişkisinde sonuçları sebeplere dayandırarak veya kendi kendine oluşa dayandırarak veya ‘tabiat kanunları’ diyerek tabiata ilâhlığı isnat ederek dalâlete sapıyor. Hak Dine Tabi Olmayan Akıl Cehennemî Bir Hayatı Netice Verir Hak dinin nuru ile nurlanmayan, melekûtiyet âleminden beslenmeyen, vahyin aydınlattığı cadde-i kübrada gitmeyen bir akıl, sahibine şu dünya hayatını cehenneme çevirir. Çünkü insan aklı ile çok seneler öncesi ve çok seneler sonrasıyla alakadardır. Dolayısıyla insanın geçmiş hayatı, başından geçen belâlar, musibetler ve hastalıklar gibi düşündükçe ve hatırlandıkça deşilen ve deşildikçe de elem, hüzün ve gam akıtan olaylarla doludur. Keza aynı geçmiş zaman, lezzetli, keyifli ve güzel hatıraların da bir mezaristanı gibidir aynı zamanda. Geride kalan ve artık bir daha da ele geçmesi mümkün olmayan o lezzetli, keyifli ve güzel günlerin ve hatıraların sona ermelerindeki elemleri bize miras kalmış durumdadır. Gelecek zaman da insan için pek çok meçhullerle doludur. “Acaba bundan sonraki ömrümde beni neler bekliyor, ne gibi belâlar, musibetler ve hastalıklarla yüzleşeceğim acaba, geçimim ve rahatım nasıl olacak, nasıl öleceğim, ne sebeple öleceğim” gibi pek çok meçhuller yer almaktadır gelecek hayatında. Bu meçhuller, insana endişe ve korku zerk etmektedir. İşte hak dinin nuruyla nurlanmayan, hayatının gayelerini anlayamamış, hayatını tabiat kanunlarının merhametsiz ellerine mahkûm zanneden, mekanik bir kâinatta ve kurulu bir düzen içinde başıboş olarak yaşadığına inanan, her şeyi kendisine düşman ve ecnebi olarak gören, nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilmeyen, ölüme yokluk gözüyle bakan, ölümle bütün sevdiklerinden ebediyen ayrılacağına inanan, hayatının sonunun kocaman bir ‘hiç’ olduğunu düşünen bir akıl, geçmişinden elem, hüzün ve gam; geleceğinden de endişe ve korku devşirir ve şimdiki hazır keyfini tarumar eder. İnsanı, hak dinin esaslarıyla ve hidayet nurlarıyla insan-ı kâmil yapacak ve kâinatın sırlarını çözecek bir anahtar hükmünde olan akıl, geçmiş ve gelecekten elem, hüzün, gam, korku ve endişe devşirip şimdiki başına yığan uğursuz, belâlı ve hayatını cehenneme çeviren bir alete dönüşür. Bediüzzaman Hazretlerinin 19. Söz’ün 4. Reşhası ve 6. ve 8. Söz’lerde tafsilatıyla izah ettiği bu hakikatler bize gösteriyor ve ispat ediyor ki hak din olmazsa akıl hakikati bulamaz ve dünya saadetini elde edemez. Cehennemî bir hayat yaşamak zorunda kalır. Allah’a İman Peygamberlere ve Kitaplara İmanı Gerektirir Deizm felsefesi, sadece Allah’ın varlığını kabul edip imanın diğer şartlarını kabul etmez. Hiçbir delile dayanmadan iddia ettikleri bu fikirlerini, Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde Bediüzzaman Hazretleri şöyle herc ü merc etmektedir: Işıksız bir güneş düşünülemediği gibi, ulûhiyet de tezahürsüz olamaz. Yani Allah’ın varlığı da varlığının delillerini, hikmetinin sırlarını, yaratmasındaki ilâhî maksatlarını ve mükemmel birer sanat eseri olarak yarattığı varlıkların manalarını bildirecek, tarif ve tebliğ edecek bir muallim, bir elçi, bir tebliğci olmadan olmaz. Bu da ancak peygamberlerin gönderilmesiyle mümkündür. Malumdur ki anlaşılmaz bir kitap, tarif eden ve öğreten bir muallim de yoksa manasız bir kâğıttan ibaret kalır. Aynen öyle de Cenab-ı Hak, kâinatı öyle bir kitap gibi yaratmıştır ki; her sayfasında binlerce kitap kadar bilgi saklı, her paragrafında binlerce sayfa kadar malumat yazılı, her cümlesinde binlerce paragraf kadar sırlar yerleştirilmiş, her kelime ve harfinde binlerle cümleler ve kelimeler kadar hakikatler gizli. Elbette böyle bir kitap muallimsiz, tarif edip anlatan hocasız olmaz ve olamaz. Hem o muallim ve hocanın da bizden ve içimizden birisi olması lazımdır ki biz de ondan ders alalım, onu rehber ve muallim bilelim. Demek ki, madem kâinat var, peygamberler de var. Diğer taraftan yaratılmışların en şereflisi, kendisine en çok ikram edileni, cihazâtça en mükemmeli olarak yaratılan insan niçin yaratıldı? Vazifeleri nelerdir? Kendinden beklenenler nelerdir? Yaradanın muhabbetini ve rızasını nasıl kazanır? Cenab-ı Hakk’a nasıl itaat eder? O’na nasıl kulluk yapar? Bu gibi soruların cevabını, bizzat kendisi yaşayarak ve tatbik ederek verecek, bizden ve içimizden birisi olmazsa olmaz. İşte o rehber-i ekmel de en başta Resûl Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz olmak üzere diğer nebiyy-i zîşanlardır. Ve keza, Cenab-ı Hakk’ın bütün varlıklar üzerindeki umumî rububiyeti, küllî bir ubudiyeti ister. Yani Rabbimiz, yarattığı her şeyin bütün ihtiyaçlarını karşılayarak, onun kemale ermesinin önündeki engelleri kaldırarak, onun önünü açarak ve ona yardım ederek terbiye etmektedir. Bütün âlemlerde ve varlıklarda tecelli eden bu terbiyesine karşı, elbette küllî bir ibadetle karşılık vermek gerekmektedir. Bu da Allah katında bizlerin elçisi, aramızda da Allah’ın elçisi olan resullerin, Allah’ın varlık ve birliğini halka ilân etmeleriyle ancak mümkün olur. Şüphesiz ki Allah Teâlâ bütün varlıkları bilerek yaratıyor, hikmetle tasarruf ediyor, her tarafı görerek düzenliyor ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor; her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek, isteyerek koyuyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Mademki konuşacak; elbette akıl, fikir ve şuur sahibi olanlarla ve konuşmasını bilenlerle konuşacaktır. Mademki akıl ve şuur sahipleriyle konuşacak; elbette akıl ve şuur sahipleri arasında en mümtaz ve şuuru en küllî olan insan nev’i ile konuşacaktır. Mademki insan nev’iyle konuşacak; elbette insanlar içinde hitap edilmeye en lâyık olan ve mükemmel insan olanlarla konuşacaktır. Bunlar da şüphesiz ellerinde tasdik nişanları olan mucizeler bulunan, insan nev’inin yıldızları ve fazilet timsalleri olan peygamber efendilerimizdir. Üst paragrafın başında da beyan edildiği gibi; mademki yapan bilir, elbette bilen konuşur. Yarattıklarıyla konuşan bir zatın, kendisinin de konuşması yani kelâm sıfatına sahip olduğu aşikârdır. İşte bu kelâm (konuşma) sıfatının gereği olarak, hem seçtiği elçilerine vahyederek hem de o elçilerinden bazılarına verdiği mukaddes kitaplar ve suhuflar ile konuşmuştur. Allah’ın Varlığı Ahiretin Varlığını Gerektirir Deistler, sadece Allah’ın varlığını kabul edip ahiretin varlığını ve ikinci dirilişi yani haşri inkâr etmektedirler. Bediüzzaman Hazretleri 10. Söz başta olmak üzere, 29. Söz ve Lâsiyyemalar risaleleri gibi pek çok risalelerde iki kere iki dört eder katiyetinde ahiretin ve haşrin varlığını güneş gibi ispat etmektedir. Kısaca birkaç misal verelim: Bir sultan, itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de ceza vermezse saltanatı sarsılmaya ve yıkılmaya yüz tutar. Yine bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahır ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametinin gereğidir. Terbiye de cezayı ister. İşte bu mükâfat ve ceza yerleri de cennet ve cehennem olarak isimlendirilen ahiret menzilleridir. Rabbimizin sonsuz isimlerinden birisi de Adl’dir. Yani Rabbimiz, nihayetsiz adalet sahibidir. Sonsuz adalet, başkalarının hukukunu çiğneyenlere ceza verip gasp ettikleri hakları sahiplerine iade etmeyi gerektir. Hâlbuki bu dünyada bakıyoruz ki zâlimler işledikleri zulümleri yanlarına kâr kalarak, mazlumlar da haklarını almadan göçüp gidiyorlar. Ecel geliyor, zâlimi de mazlumu da alıp gidiyor. Burada bir haksızlık göze çarpıyor. İşte bu vaziyetten anlaşılıyor ki zâlimden hesabın sorulacağı ve cezasının verileceği, keza mazluma da hakkının iade edilip mükâfatının verileceği büyük bir mahkemeye erteleniyor. Yani ihmal edilmiyor, sadece mühlet veriliyor. Demek ki Rabbimizin nihayetsiz adaleti, zâlimler için cehennemi, mazlum ve masumlar için de cenneti gerektirmektedir. Aksi takdirde Cenab-ı Hak haksızlık yapmış olur ki hâşâ o mutlak adalet sahibi olan Rabbimiz, böyle bir zulümden münezzeh ve mukaddestir. Ve keza, sonsuz zenginlik sahibi ve nihayetsiz derecede cömert ve ikram-sever bir zat olan Rabbimizin, o sonsuz zenginliğine yakışacak ve o nihayetsiz cömertliğine ve ikram-severliğine yaraşacak ebedi ziyafet sofraları olması gerekir. Çünkü zenginlik, cömertlik ve ikram-severliğin gereği, bol bol ihsan ve ikram etmektir ve memnun etmektir. İşte o ebedi ziyafet sofralarının kurulacağı yer, cennettir. Hem de cennetteki o ebedi ziyafet sofralarında kendilerine ikram ve ihsanda bulunulan açların, muhtaçların ve lezzetlenenlerin de ebediyen o cennette kalmaları gerekir. Çünkü hazine ebedidir. Hazinesi sonsuz olan zat da nihayetsiz cömert ve ikram-severdir. Son olarak; ebedi bir cemal, zâil bir müştaka razı olmaz. Yani güzelliği (cemali) ebedi olan Rabbimiz geçici, fani ve devamsız âşıklara razı olmaz. Güzellik, kendine âşık ister. Güzelin güzelliğini görüp, beğenip, âşık olanlar olmazsa o güzellik de anlamsız bir güzellikten ibaret kalır. Mademki Rabbimizin nihayetsiz ve benzersiz bir cemali vardır. Elbette bu ebedi güzelliğe, ebed memleketi olan cennette, ebediyen refakat edecek âşıklar da lâzımdır. Allah Teâlâ Kâinata Her An Müdahildir Deizm felsefesinin en temel iddialarından birisi de Allah’ın kâinatı yaratıp tabiat kanunları ile kendi kendine işleyen mekanik bir düzen kurduğu ve bir daha da ne kâinata ne de insana müdahale etmediğidir. İddia bu merkezde olunca hâliyle tabiat kanunlarına yaratıcılık isnat edilmektedir. Kâinattaki mevcut düzen ve intizam tabiat kanunlarına havale edilmektedir. İnsan da tabiatın merhametsiz kanunları altında başıboş ve gayesiz bir varlık olmaktadır. Akıl, mantık ve hakikatten tamamen uzak olan bu iddia, hiçbir delile dayanmamaktadır. Bu felsefe, kâinattaki muhteşem düzen ve sanatı görüp Allah’ın varlığını mecburen tasdik etmek zorunda kalan, günahlara tiryaki olan nefislerin son dayanağı ve sığınağıdır. Dünyevî haram lezzetlere müptelâ ve günahlara tiryaki olan nefislerin kendilerini rahatlatmak ve teselli bulmak için, “Allah vardır ama bana ve hayatıma müdahale edemez” demesinden ibarettir. Her şeyden önce, bu iddia sahiplerine şu soruyu sormak lâzım: “Niçin Allah Teâlâ kâinatı yaratıp düzenini kurduktan sonra bir daha kâinata karışmasın? Niçin kâinatın sevk ve idaresini, mekanik bir sistem içinde tabiat kanunlarının merhametsiz, akılsız, sağır, kör, şuursuz ellerine havale etsin? Niçin böyle bir şeyi irade etsin?” Hâlbuki fen bilimlerinin de tasdikiyle kâinatın her yerinde ve her noktasında ilâhî iradenin, muradın, kastın ve ihtiyarın cilveleri ve parıltıları görünmektedir. Her insanın yüzünde aynı organlar olduğu halde her insanın simasının birbirinden farklı olması, her bir kar tanesinin kristal yapısının birbirinden farklı olması, her bir hücre ve atomun birbirinden farklı olması gibi sayısız örnekler gösteriyor ki; şu kâinatta yarattığı bir şeyi, hiçbir şeye benzetmemeye çalışan bir irade hükmetmektedir. Kâinatı, yarattığı ve yaptığı her şeyi, her şeyden farklı kılan bir ihtiyar ve kasıt sahibi zat idare etmektedir. Çünkü bir şeyi kendinden önceki her şeyden farklı yapabilmek, onların hepsini bilmekle ve irade etmekle olur. Meselâ ana rahminde embriyo aşamasında iken şekilsiz ve her şekle girmesi mümkün olan hücre topluluğu, nihayetsiz ihtimaller içinde bir anda insan bedeni olacak şekilde şekillenmeye başlar. Dışarıdan gelip bünyeye dâhil olan bütün atomlar, bundan sonra insan bedenini oluşturacak şekilde birbirleriyle bağlanırlar. Bu misali diğer bütün canlılar için de kıyas edelim. Akılları hayretler içinde bırakan bu durum, nihayetsiz kudret sahibi bir zatın irade ve kastını güneş gibi aşikar göstermektedir. Kâinatın düzeni, Deistlerin iddia ettikleri gibi tabiat kanunlarının etkisiyle kendi kendine olsaydı, her bir şeyde görünen, her şeyden farklı ve kendine mahsus özellikler, güzellikler ve sanatlar vücuda gelmezdi. Fabrikasyon ürünlerin birbirinin aynı olması ve matbaa baskısı basmakalıp ürünler gibi eşyadaki şu eşsiz ve emsalsiz çeşitlilik ve farklılık ortaya çıkmazdı. Bütün eserler, nimetler ve sanatlar birer neticedir. Bu neticeler isabetli, yerinde ve miktarında fiiller olmadan olamazlar. Bu fiiller de hayat, ilim, irade ve kudret gibi sıfatlara sahip bir fâil olmadan olamazlar. Demek ki neticedeki sanatı, güzelliği ve nakşı görüp, bu sanat, güzellik ve nakşı, akılsız, şuursuz, kör ve sağır sebeplere ve tabiat kanunlarına dayandıranlar, ne kadar akıldan ve şuurdan uzak düştüklerini anlamalıdırlar. Risale-i Nur’da Bediüzzaman Hazretleri, bu temelsiz iddiaları paramparça edecek ve dirilemeyecek bir şekilde öldürecek çok kuvvetli aklî ve mantıkî deliller ortaya koymaktadır. Şöyle ki: Tabiat Kanunları Yaratıcı Değildir! Kâinatın şu muhteşem ve mükemmel nizamında, Deistlerce etkili olduğu düşünülen tabiat kanunlarının ne olduğunu anlamak için Tabiat Risalesinde geçen şu misale bakalım: Cahil bir şahıs büyük bir askerî kışlaya gider. Bakar ve görür ki bir komutanın emriyle yüzlerce askerler gayet nizamî bir şekilde toplu hareket ediyorlar. Bir komutanın bir emriyle yürüdüklerini, bir emirle oturduklarını, bir emirle ellerine silahlarını aldıklarını, bir emirle ateş ettiklerini müşahede eder. Devlet ve ordu nizamından gelen kanunların verdiği yetki ile o komutanın askerlere emirler verdiğini ve askerlerin de tam bir itaatle o komutana itaat ettiklerini ve bunun sonucunda askerlerin nizamî hareketlerinin ortaya çıktığını anlayamayan cahil ve kaba aklıyla şöyle düşünür: “Askerleri birbirine bağlayan ve gözle görülmeyen ama acayip maddî ipler var. O ipler sebebiyle askerler nizamî bir şekilde toplu hareket ediyorlar. O ipler ne kadar mükemmel ipler olsa gerek.” İşte aynen bu misalde olduğu gibi fen bilimlerinin keşfettiği bütün kanunlar, Cenab-ı Hakk’ın irade sıfatından gelen kanunlardır. Yani Rabbimiz, eşya arasında mükemmel bir intizam kurmak için bazı kurallar ve kanunlar koymak irade etmiştir. Bu kanunları da kudretiyle eşyada tatbik etmektedir. Bu kanunların, ilâhî kudret tarafından yaratılmış vücutları yoktur. Bu kanunlar, irade sıfatından gelen ve kudret tarafından tatbik edilen ilmî düsturlardır. Bunlara ‘kavânîn-i âdetullah’ veya ‘şeriat-ı fıtriye’ denilir. Meselâ, suya bırakılan bir cismin özgül ağırlığı, suyun özgül ağırlığından azsa, o cisim suda batmaz. O cismi, suda batırmayıp suyun yüzeyinde tutan ve adına ‘suyun kaldırma kuvveti’ denilen bir kuvveti ve bu kuvvetin belli kurallar çerçevesinde etkisini görürüz. Burada ‘suyun kaldırma kuvveti’ denerek suya dayandırılan kuvvet, ilâhî kudretin tecellisinden başka bir şey değildir. Bu kuvvetin tecellisinde formüle edilebilen kurallar ise ilâhî iradeden gelen kanunlardır. Bu kanunlar, ilmî düsturlar olup maddî vücutları yoktur. ‘Anayasa’ da buna güzel bir misaldir. Anayasa, isminden de anlaşılacağı gibi etkili ve yetkili kişilerin irade (isteme) sıfatlarıyla koydukları kurallardır. İlmî düsturlardır. Anayasa (kanunlar), bir devleti idare edemez. Devletin idaresi, anayasayı uygulayacak bir güçle, bir icra organı ile yani hükümetle ancak mümkündür. Hadd-i zatında bütün kurallar, kaideler ve kanunlar da böyledir. Küçük bir işyerinin işleyişinde riayet edilen kurallar ve kaideler de işyeri sahibi tarafından koyulmuştur ve bir güçle de uygulanmaktadır. Demek ki ‘tabiat kanunları’ diyerek yanlış olarak isimlendirilen, eşyanın vücudunda ve intizamında tesirli olduğu zannedilen kanunlar, hakikatte ilâhî iradeden gelen ilmî kurallardan ve kaidelerden ibarettir. Bu ilmî kural ve kaideleri tatbik edip uygulayan da ilâhî kudrettir. Bu kanunlar, tesir gücüne sahip müstakil birer güç değil; maddî vücutları olmayan ve ilâhî iradeden gelen ilmî düsturlardır. Yaratıcı olamazlar. İnsan Gayesiz Olamaz Kâinattaki bütün varlıklarda görünen gayeler, faydalar ve hikmetler gösteriyor ki Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz bir hikmeti ve eşyayı yaratmasında çok yüce âlî gayeleri vardır. “Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister” sırrınca Rabbimiz de kâinatı ve kâinattaki bütün varlıkları, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek için yaratmıştır. Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Rabbimiz, ihtiyaçtan değil, hikmetinin, isim ve sıfatlarının gereği bu kâinatı pek çok gayelerle yaratmıştır. Atomaltı parçacıklardan galaksilere kadar her şey, kendilerine çizilen plan ve program çerçevesinde, vazifelerinden milim sapmadan, ilâhî gayeler için istihdam edilmektedirler. Yaratılmışların en şereflisi, en yüksek donanımda yaratılanı ve kabiliyetçe en mükemmeli olan insan, elbette şu kâinattaki diğer komşuları olan varlıklar içinde gayesiz ve hikmetsiz kalamaz. Sahip olduğu cihazlar ve nimetler nispetinde elbette pek çok vazifeleri vardır. Kaynaklar: 1- Mektubât, 23. Mektub

İnsanın serüveni Âdem (as) ile başladı. O günden bu yana insanlığın -Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle- “bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor, diğer vechini felsefe tutmuş geliyor”. Yani insan ya vahye yani kitap ve peygambere kulak verip hayatını ona göre tanzim edecek ya da enesine tabi olup nefsin, şeytanın ve şeytanlaşmış insanların sözlerine kulak verecektir. Nitekim öyle de olmuştur. İlk insan, ilk peygamber Âdem (as)’ın çocukları olan Habil ve Kabil’in de imtihanı bu yönde seyretmiştir. Habil Allah’ın emri gereğince hareket ederken, Kabil nefsine uyup kardeşini katletmiştir. İnsanları vahyin dışında tutacağını Allah’a karşı söyleme cüretinde bulunan şeytanın da kaybı, yine tuttuğu felsefeden kaynaklanmıştır. Emr-i İlahiye değil de enaniyetine itimat etmiş ve kaybetmiştir. Tarih boyunca bütün mücadelelerin temelinde bu iki husus vardır: vahiy ve felsefe. Günümüzde de aynen devam etmektedir. Ki kıyamete kadar da devam edecektir. Şimdilerde memlekette ‘deizm’ konuşuluyor. Bunun üzerinden operasyon çekilmeye çalışılıyor. Diğer tarafta ise nihilist düşünceler, ateist yaklaşımlar, sünnet ve hadis inkârı vs. Evet, baştan beri söylediğimiz iki yoldan biri olan felsefe zaman zaman baskın oluyor ki o zamanların artçıları günümüzde devam ediyor. Zayıf düşen tarafa baskı uyguluyor ve toplumda kırılmalara sebep oluyor. Evet, zayıf düşen taraflara baskı var. Bu da beklenen bir durumdur. Anormal olan ise, zayıf düştüğümüzü kabul edip, buraları kuvvetlendirmeye çalışmamaktır. Lebalep iman dolu bir insan ve toplumda böyle fikirlerin yer bulup tutunması ve tesir icra etmesi kolay değildir. Asr-ı saadet buna ne güzel örnektir. Öyle ise bize düşen, vahyin sözünü yükseltmek, vahyin tezgâhında yetişen insan sayısını artırmaktır. Kuvvetli iman dersleriyle kendimizi yenilemektir. Bediüzzaman Hazretleri, yüzyılın ilk çeyreğinde şunları söylüyordu, calib-i dikkattir: “Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.” Tarih en büyük derstir. İnsanlık tarihi boyunca vahye sarılan kurtulmuş, felsefeye uyan helak olmuştur. Bu zamanda en büyük sıkıntı ise, iman meseleleri üzerindedir. Bizler de mesaimizi iman üzerine yoğunlaştırmadıkça, burnumuzu felsefe bataklığından kurtarmak mümkün olmayacaktır.