
Ecdadımıza karşı olan kadirşinaslığımızı gözden geçirmeye, asırlardan müteşekkil zaman vagonlarıyla günümüze intikal eden sanat eserleri ve bunların sanatkârları üzerinde biraz tefekkür etmeye ne dersiniz? Biri hattın; biri mermerin, tuncun, Kurşunun sırrını aramış bulmuş; Yesari elinde ‘Lafza-i Celal’ Sinan’da kubbeyle minare olmuş! Sanatkâr “ben” değildir, bir milletin manevi şahsının elidir, sesidir, sözüdür, kalemidir. Milletin inancı, fikri, hayali, tecrübesi onunla sübut bulur. Bazen taşa, tahtaya kazınır; bazen nameye dökülür, bazen mimaride vücut bulur. Bu cihetten sanatkâr, bir milletin nesilleri arasında, dede ile torun mabeyninde elçi olur, postacılık yapar. Dolayısıyla ona ve eserine sahip çıkmak milleti millet yapan değerlere sahip çıkmak manasını taşır. Eserin Manasını ve Mesajını Görebilmek Sanatkâra karşı kadirşinaslık, milletine bıraktığı eserlere hem maddesiyle hem manasıyla sahip çıkmaktır. Göğsündeki imanı sanat işvesiyle farklı zeminlere işleyen sanatkârın kabiliyet nimetiyle icra ettiği iman dersine ve çağlar aşan evrensel mesajına yürek açmaktır. Onun zaman-ı maziden ve hazırdan dava şuuruyla elimize tutuşturduğu sanat formundaki hakikatlerin manevi kıymetini idrak etmektir. Tebliğ edilen hakikat nüktelerini hayatımıza aks ve nakş ettirebilmektir. İşte, hattatın bir cami kitabesindeki taşa işlediği Hak kelamından “… zekeriyyal mihrabe” telmihi. Ayette hatırlatılan nimet ve rızıklandırmanın sevinciyle yönümüzü Rabbimizle buluşma mekânımıza çekilebiliyor muyuz? Yoksa hayatın ve şehrin gürültülü havası, hırslı kazanç koşuşturması; yanı başımızdaki ihtişamlı mabedlerin mihrabına ve her köşesine nakşedilmiş İlahi mesajlardan bizi alı mı koyuyor? İşte, başka bir hattatın sanat işvesiyle çeşme kitabesine işlediği Kur’an mesajı: “İşte bu sizin işlediklerinizin karşılığıdır.” Baş üstümüzde bulunan bu ayetin müjdesiyle dimağımızı hamd ve şükrün enfes iklimiyle buluşturup kalbimizi ve ruhumuzu teskin edebiliyor muyuz? Yoksa sadece damağımızı ve hararetli bedenimizi tatlı ve soğuk suyun lezzet ve serinliğiyle buluşturmakla mı yetiniyoruz? Maddi istifadenin ötesine geçemiyor muyuz? İşte dünya ile ahiretin kesiştiği noktada madde ile manayı cem eden mezar taşlarındaki “El-Bâkî”, “Huve’l-Bâkî”, “Huve’l - Hayyu’l - Bâkî”, “Huve’l - hayyu’l-lezî Lâ yemût”, “Küllü şey’in Hâlikun illâ vechehu” hakikatlerinin işlendiği serlevhalar… Nazarları uhrevi âleme çeken daha nice ukba mesajları… Bunlarla ölümü uyarı ve nasihatçi yaparak, kendimize hayatın ve ölümün sahibini tahattur ve tefekkür ettirerek hayatımıza istikamet kazandırabiliyor muyuz? Gönlümüz ve şuurumuz Esma’dan Muhyi ve Mumit isimlerinin nuruyla, marifetiyle hayat bulabiliyor mu? Yoksa ölüm gerçeği karşısında gafletimizin tesiriyle sersemleşmiş telaşlı ve endişeli nazarlarımız, kesif olan kabir toprağının ötesine yol bulamıyor mu? Itrını Kur’an ve sünnetten alan bu hakikatler sadece hattatın nadide eserlerinde bulunmaz. Cevheri aynı olan, aynı mukaddes kaynaktan beslenen her İslam sanatkârının gözünün ve gönlünün emeğinde müşahede edilir. Mimarın binasında, şairin eş’arında, edibin inşasında, müzisyenin güfte ve bestesinde zahirden ziyade bu mana intizar edilmelidir. Gözün temaşa ve geçici keyfinden ziyade gönlün daimi lezzeti ve istifadesi aranmalıdır. Dolayısıyla bir kırık kitabede veya nisyana mübtela başka bir ecdad mirasında, asıl incitici cihet; onlardaki ruhtan, manadan yüz çevirmektir. Kadir-bilmezlik madde ile taşınan manevi mirasın göz ardı edilmesidir. Onların bildirdiği hakikatin incitilmesidir. Oysaki sanat eseri hakikatin anlatımında misal olmalı ve muhtaç ruhlara hakikati yetiştirmelidir. Zahirdeki ziynet ve sanat, gönle akan manaya ve hakikatlerle maksad edinilen gayeye hizmet etmelidir. Kulu, kişiler ve fani dünya üzerinde fazla durmaktan uzaklaştırmalı, ezeli ve ebedi olan Yaradanına yakınlaştırmalıdır. Sanat (-a, -kâra) Doğru Şekilde Nazar İslam sanatkârına ve icra ettiği sanata Rabbimizin “Sani” isminin tecellisi olarak nazar edilmelidir. O zaman anlaşılır ki her ikisi de, yani hem sanatkâr hem sanatı, Yüce Allah’ın marifetine ulaştırır. Görülür ki İslam sanatkârı sanatının icrasını Sani-i Hakim’in müsaadesiyle gerçekleştirir. Sanatkârın ve sanatının kadri ve kıymetini hakiki manada tezyid eden bu nazardır. Bilinmelidir ki İslam sanatkârının çıkış noktası, menbaı, Kur’an ve Sünnetin bizzat kendisidir. Eserlerine sirayet eden de İslami hakikatlerdir. Dolayısıyla mümin bir sanat ehli, imani rabıtası ölçüsünde Kâinatın Saniine ayinedar olur. Kendisine bahşedilen kabiliyetlerle, hakikat tecellilerinin kuvveti nispetinde takatleri zorlayan güzel eserler bırakır. İşte günümüzün tüm imkânlarını elinde bulunduran ecnebi mimarın, İslam sanatkârına bakışı: “Şu koca kubbe (Selimiye’nin kubbesi) ters çevrilip altınla doldurulsa dahi Koca Sinan’ı getirmeden yirminci asır mimarisi bu eserin aynısını yapamaz.” İşte benzer bir tavır ve duruşla modern ressamın ağzından, İslam sanatına karşı haddini bilir itiraf: “Benim resimde varmak istediğim son noktayı İslam yazısı çoktan bulmuş.” Hem bilinmelidir ki maksadı ulvi olan İslam sanatkârı, imani bir tesirle ortaya çıkardığı eseriyle, dünya hayatından ahiret menziline pencereler açar. Kur’ân’ın hakikatleriyle hakiki bir terbiyeden geçen sanatkârın enfüsi âlemindeki hakikatler, İslam beldelerinin afakına yansır. Gönül dünyasındaki imani neş’e her bir eserinde tecessüm eder. Onun elinin ve gönlünün emeği, maddenin üzerine işlenmekle kalmaz; çağlar boyu gözden göze, gönülden gönle cereyan ederek İslam ve insan medeniyetini netice verir. İslam sanatkârını ve bıraktığı eserlerindeki ruhu (dolayısıyla ecdadımızı ve onların sahip olduğu manevi dinamikleri) fark ve idrak edebilmek için biz 21. asrın gençlerine, onların torunlarına düşen şey aynı iman nuru ve nazarına sahip olmaktır. İman nuruyla bildirdikleri hakikati görebilmek, kâinatı bir sanatı ilahi olarak gören nazarı işlettirmektir. İşte o zaman coğrafyamıza ve İslam beldelerine nakşedilen büyük ata mirasında hüküm-ferma olan manevi nidalar işitilebilecektir. Kalplerimiz, ruhlarımız lezzetlere, şevklere gark olacaktır. Aksi halde manevi lezzet ve kazanç, fani zevk ve firak elemine dönüşecektir. Netice Sanatkârın ve eserinin değerinin bilinmesi, esasında ait oldukları millete (ecdada) gösterilecek kadirşinaslığın bir göstergesidir. Sanatkâr ve eseri değerlendirilirken mananın maddeye feda edilmemesi gerekir. İslam sanatkârının kabiliyetlerini tekid eden manevi kaynaklar ve eserinde maksad edindiği ilahi gayeler ve hakikatler unutulmamalı, imani bir nazara sahip olunmalıdır. Yüce Allah, bu vatan gençlerine; bilad-ı İslamiye’de neşvünema bulmuş, her birisi İslam’ın hayatı ihya eden hakikatleriyle çiçeklenmiş, ecdad mirası rengârenk eserleri takdir edecek iman nuruyla bakan göz ve gönül ihsan eylesin… Bir Tespit İslam sanatı; farklı asırlarda yaşamış, her biri aynı çizgi (Kur’an ve Sünnet çizgisi) üzerinde ittihat etmiş yüz binlerce sanatkârdan müteşekkil bir şahsi maneviye sahiptir. Her biri aynı gayeye (İslami hakikatlerin aktarılmasına) hizmet eden bu şahsi manevi; farklı türlerdeki milyonlarca eserleri suhuletle ortaya koymuştur.

Hazret-i Hüseyin ve akrabâsına, o fâcia sebebiyle hâsıl olan netâic-i uhreviye ve saltanat-ı rûhâniye ve terakkiyât-ı maneviye, o kadar kıymetdârdır ki, o fâcia ile çektikleri zahmet, gâyet kolay ve ucuz düşer. Nasılki bir nefer, bir saat işkence altında şehîd edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa, ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehîd olduktan sonra ona sorulabilse, az bir şey ile pek çok şeyler kazandım diyecektir. (Mektubat Mecmuası, c. 1, s. 45) 10 Muharrem deyince aklımıza ilk gelenlerden birisi, Hz. Nuh Aleyhisselâm’ın gemisinin büyük tufanın ardından karaya çıkışıdır. Veya Hz. Âdem Aleyhisselâm ile Hz. Havva’nın Arafat’da buluşmalarıdır. Bunun gibi pek çok müjdeli ve güzel hadiselerin yaşandığı 10 Muharrem günü, takvimler Hicret’in 61. senesine gelindiğinde, ehl-i vicdanı kıyamete kadar ağlatacak bir hâdise yaşandı. Hz. Hüseyin (ra), aile efrâdı ve beraberlerindekiler de dâhil olmak üzere 72 kişi Kerbela’da şehîd edildi. Bu şehîd edilen 72 kişinin 23’ü Ehl-i Beyt’tendi. Bu elîm hadiseyi genel hatlarıyla anlatmadan önce Bedîüzzaman Hz.’nin konu ile ilgili olan 15. Mektûb’da geçen şu izâhâtını ifade etmemiz gerekmektedir: “Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem’i gâyet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü. Dünyanın çirkin yüzünü onlara gösterdi. Ta kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve sûrî bir saltanattan çekildi. Fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı ma’neviyeye tayîn edildiler. Âdî valiler yerine, evliya aktâblarına merci’ oldular. (Mektûbât-1 s.44)” Bu fâcianın hikmetini anlatan bu satırlardan anlaşılmaktadır ki; başta Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra) olmak üzere Ehl-i Beyt’in çektikleri sıkıntılar, gördükleri zulümler, zahiren onlara dünya saltanatını kaybettirmiş ancak çok büyük manevî makamlar elde etmelerine vesile olmuştur. Onlar, sıradan birer vâli değil, herkesin gönlünde taht kurmuş birer büyük evliya olmuşlardır. Büyük müctehidlerin, imamların, tarikat büyüklerinin büyük bir kısmı Ehl-i Beyt’ten çıkmıştır. Ancak bu durum Ehl-i Beyt’i ve onları korumak için canlarını feda edenleri şehid eden zalimlerin cezasız kalacağını göstermemektedir. Ehl-i Beyt’e zulmedenler, ahirette görecekleri azabın yanı sıra bu dünyada da çeşitli şekillerde cezalarını çekmişlerdir. Kerbela Faciası Hz. Ali’nin (ra) şehid edilmesinin ardından Hilâfet makamına, Hz. Hasan (ra) geçmişti. Ancak Müslümanların arasına fitne düşmesin diye Hz. Hasan (ra), Hilafeti Muaviye bin Ebû Süfyan’a (ra) bıraktı. Bu sebeple Muaviye (ra), Hz. Hasan’a (ra) ve Hz. Hüseyin’e (ra) son derece ikram ederdi. Muaviye bin Ebû Süfyan’ın (ra) vefatının ardından Hilâfet makamına, hak etmediği halde, Muaviye bin Ebû Süfyan’ın (ra) oğlu Yezid oturdu. Yezid, Hilâfet makamını saltanata dönüştüren, dininde son derece zayıf ve zâlim bir kimseydi. Yezid, ilk iş olarak Medine Valisi Velid bin Utbe bin Ebû Süfyan’a şöyle bir mektûb yazdı: “Yazım sana gelince, Hüseyin bin Ali ile Abdullah bin Zübeyr’i buldur. Onların bana biatlarını al. Eğer biat etmekten kaçınırlarsa, boyunlarını vur! Başlarını bana gönder! Biattan kaçınanlar hakkında ise, Hüseyin bin Ali ve Abdullah bin Zübeyr hakkında olduğu üzere, hükmü yerine getir!” Medine Valisi, bu mektubu Hz. Hüseyin’e (ra) iletince; Hz. Hüseyin (ra) mühlet istedi ve evine döndü. Ardından da kardeşi Muhammed bin Hanefiyye’nin tavsiyesi üzerine ev halkı ile birlikte Mekke’ye gitti. Bu arada Muaviye’nin (ra) vefat ettiğini işiten Kûfeliler kendi aralarında toplanarak, Hz. Hüseyin’i (ra) Kûfe’ye davet ederek ona biat etme kararı aldılar. Bu durumu Hz. Hüseyin’e (ra) duyurmak için de ona mektup göndermeye karar verdiler. Her biri üç-dört kişi tarafından imzalanmış hâlde ilk etapta Hz. Hüseyin’e (ra) Kûfeliler tarafından elli mektup gönderilmiştir. Ramazan’ın 10. gününde mektuplar Hz. Hüseyin’e ulaşmıştı. Hz. Hüseyin (ra), Kûfelilerin bu sözlerinde doğru olup olmadıklarını tedkik etmesi için bir mektupla birlikte yakın akrabası Müslim bin Akil’i Kûfe’ye gönderdi. Müslim bin Akil, Kûfe’ye ulaştıktan sonra Kûfelilerden Hz. Hüseyin (ra) adına biat almaya başladı. Bu arada Yezid, Hz. Hüseyin’e (ra) karşı harekete geçip geçmeyeceğinden emin olamadığı mevcut Kûfe Valisi Numan bin Beşir’i görevden alarak yerine İbn-i Ziyad’ı tayin etti. Bir rivayete göre Müslim bin Akil, Hz. Hüseyin’in (ra) adına, Kûfelilerden 18.000 kişinin biatını gizlice aldı. Ve bu durumu Hz. Hüseyin’e (ra) mektupla bildirdi. Bu mektup, Hz. Hüseyin’e (ra) ulaşınca, aile efradıyla birlikte Kûfe’ye doğru yola çıktı. Bu arada Müslim bin Akil’in kaldığı evin sahibi Hani’ bin Urve’yi, Vali İbn-i Ziyad köşküne getirterek önce kılıcıyla yaraladı. Daha sonra da hapse attırdı. Bunu işiten Müslim bin Akil ve arkadaşları, İbn-i Ziyad’ın köşkünü sardılar. Yaşanan çarpışmalarda Müslim bin Akil yaralandı. Bir kısım arkadaşları da öldürüldü. Halkın büyük kısmı da Vali İbn-i Ziyad’dan korkarak Müslim bin Akil’i yalnız bıraktılar. Müslim bin Akil bir eve sığındı. Sığındığı ev İbn-i Ziyad’ın adamları tarafından kuşatıldı. Müslim bin Akil, İbn-i Ziyad’ın adamlarıyla tekrar çarpıştı ancak çarpışmaktan yorulunca, İbn-i Ziyad’ın adamları onu ele geçirdiler. İbn-i Ziyad, Müslim bin Akil’in boynunu vurdurttu. Müslim bin Akil’in şehâdet haberi Hz. Hüseyin’e (ra) geldiğinde, Hz. Hüseyin (ra) aile efradıyla birlikte Mekke’den Kûfe’ye doğru yola çıkmıştı. Hz. Hüseyin (ra) ve beraberindekiler Kûfe yolu üzerinde iken, Kûfe Valisi İbn-i Ziyad’ın görevlendirdiği çok sayıda atlı ve silahlı birlikler, onları takip ediyorlardı. Kerbela ismi verilen mevkie geldiklerinde Hz. Hüseyin (ra) ve kafilesi, bu birlikler tarafından konaklamaya mecbur tutuldular. Hz. Hüseyin (ra) Kerbela’ya inince; “Üzüntülü, tasalı, mihnetli ve belalı yer! Babam, Sıffin’e giderken buraya uğramıştı. Ben de yanında idim. Durdu ve buranın neresi olduğunu sordu. İsmi kendisine haber verilince: ‘Onların hayvanlarından aşağı indirilecekleri yer, işte burasıdır. Kanlarının döküleceği yer de işte burasıdır.’ demişti. Bunun ne demek olduğu kendisinden sorulunca da: ‘Muhammed’in (asm) Ehl-i Beytinin yükleri, ağırlıkları işte burada indirilecek.’ demişti. dedi” Hz. Hüseyin (ra) ve aile efradı ile beraberindekiler Kerbela’ya indiklerinde Muharrem ayının başları, Çarşamba günüydü. Hz. Hüseyin’in (ra) Kerbela’ya inişinin ertesi günü İbn-i Ziyad’ın görevlendirdiği Ömer bin Sa’d ve beraberindeki 4 bin atlı Kerbela’ya geldi. Ömer bin Sa’d, Hz. Hüseyin’e (ra) elçi gönderdi. Hz. Hüseyin (ra) elçiye: “Benim tarafımdan Ömer bin Sa’d’a de ki: Şu şehir (Kûfe) halkı bana yazı yazdılar, kendilerinin imam ve önderi bulunmadığını bildirdiler, yanlarına gelmemi istediler. Bu hususta bana kesin söz verdiler. On sekiz bin kişi, biat ettikten sonra biatlarını bozdular. Yakınlarına geldiğim zaman, yazdıkları yazılarına aldandığımı anladım. Geldiğim yere dönüp gitmek istediğimde, Hürr bin Yezid bana mani oldu ve bu yere kadar getirip beni indirdi. Aramızda yakın ve mühim bir akrabalık var. Bırak beni, buradan dönüp gideyim.” dedi. Ömer bin Sa’d, Hz. Hüseyin’in (ra) bu ifadelerini İbn-i Ziyad’a haber verdi. İbn-i Ziyad, Ömer bin Sa’d’a, Hz. Hüseyin’den (ra) Yezid için biat almasını ancak biattan sonra durumu değerlendirebileceğini söyledi. Ayrıca İbn-i Ziyad’dan gelen emir doğrultusunda, Hz. Hüseyin (ra) ve beraberindekilerin etrafı sarılarak su kaynaklarına ulaşmaları engellendi ve susuz bırakıldılar. Hz. Hüseyin (ra), Ömer bin Sa’d’la tekrar görüştü ve şu tekliflerde bulundu: “Bırakın, ben geldiğim yere dönüp gideyim. Elimi Yezid bin Muaviye’nin eline koyayım. Aramızdaki mesele hakkında gereğini o düşünsün ve hükmünü versin. İsterseniz beni, Müslüman serhadlarından bir serhada onun yakınlarından birisi olarak gönderin de, cihadla uğraşayım. Ne ben onlara karışayım, ne de onlar bana karışsınlar” dedi. Hz. Hüseyin’in (ra) bu teklifleri İbn-i Ziyad’a iletilince, İbn-i Ziyad önce memnun oldu, ancak daha sonra Şimr bin Zilcevşen adlı kışkırtıcının kışkırtmalarına kanarak, Ömer bin Sa’d’a, Hz. Hüseyin’in (ra) teslim olmasını aksi halde onu ve beraberindekileri öldürmesi yönünde talimat gönderdi. Hz. Hüseyin (ra), teslim olmayı reddedince de, Ömer bin Sa’d ve adamları Ehl-i Beyt’e saldırmak için hazırlık yapmaya başladılar. Bu sırada, Hz. Hüseyin (ra) çadırının önünde oturuyordu. Kızkardeşi Hz. Zeyneb, Hz. Hüseyin’e (ra): “Ey kardeşim! Yaklaşan sesleri işitmiyor musun?” dedi. Hz. Hüseyin (ra) başını kaldırdı: “Rasûlullah’ı (asm) rüyamda gördüm. Bana, ‘Sen bize dönecek, geleceksin!’ buyurdu” dedi. Ömer bin Sa’d ve beraberindekiler, Hz. Hüseyin (ra) ve Ehl-i Beyt’e saldırdılar. Çok ciddî çarpışmalar oldu. Nihâyetinde 10 Muharrem Cuma günü öğleden sonra Hz. Hüseyin (ra) şehid edildi. Onunla birlikte Ehl-i Beyt’ten 23 kişi şehid edilmişti. Onları koruyan 49 kişi de bu çarpışmalarda şehid düştüler. Hz. Hüseyin’in (ra) ve şehidlerin naaşlarına Ömer bin Sa’d ve beraberindekilerin yaptıkları işkenceler ve saygısızlıklar, hâlâ içimizde bir yaradır. Ancak bu facia ve bunun gibi hadiseler, Âlem-i İslâm’ın bölünmesine değil, tam tersine zulme karşı birleşmeye vesile olmalıdır. Çekilen Sıkıntıların Neticesi Yukarıda kısa bir özeti yer alan Kerbela faciasının, muteber kaynaklara göre hazırlanmış ayrıntılı hâli için Mustafa Asım Köksal’ın Hz. Hüseyin (ra) ve Kerbela Faciası isimli kitabına müracaat edilebilir. Hz. Hüseyin (ra) ve Ehl-i Beyt, bu çektikleri sıkıntılar neticesinde çok büyük uhrevî mükâfatlar ve manevî makamlar elde etmişler, buna karşılık onlara zulmedenler ise hem bu dünyada insanların vicdanlarında mahkûm olmuşlardır, hem de ahirette Cenâb-ı Hakk’ın katında bu zulümlerinin hesabını vereceklerdir. Bedîüzzaman Hazretleri, Ehl-i Beyt’in çektikleri sıkıntılara mukâbil kazandıkları mükâfâtlarla ilgili verdiği şu misalle konuyu daha iyi anlamamızı sağlamaktadır: “Hazret-i Hüseyin ve akrabasına, o facia sebebiyle hâsıl olan netâic-i uhreviye ve saltanat-ı rûhâniye ve terakkiyât-ı maneviye, o kadar kıymetdârdır ki, o facia ile çektikleri zahmet, gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehîd edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa, ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehîd olduktan sonra ona sorulabilse, az bir şey ile pek çok şeyler kazandım diyecektir.” (Mektubat 1, s. 45)

Kartonlarıyla duvarlarımızı süsleyen, rakamlarıyla ömür sayfalarımızın azalarak değiştiğini ihtar eden, fakat diğer taraftan dünyamıza ışık tutacak malumatları bizlere günlük olarak ve bir çırpıda okuyup istifade edebilecek şekilde önümüze koyan önemli araçlardır duvar takvimleri. Süeda Basım Yayın da 2007 senesinden bu tarafa Dr. Mirza İnak ve ekibinin muhtevasını hazırladığı, Hayrat Ar-Ge ekibinin tasarımını yaptığı İrfan Takvimlerini bizlerle buluşturuyor. Takvimi yani “bir işin gelişme safhalarını zamana bağlı olarak gösteren program”ı gündemimize taşıyor. Biz de bu sayımızda takvim üzerinden ömür sermayemizi hatırlayalım istedik. Takvimi konuşalım, bu konu üzerinden ahsen-i takvim üzere yaratılan insana vurgu yapalım istedik. Dr. Mirza İnak. Diğer yoğun işlerinizin arasında takvim çalışması yürütüyorsunuz. Takvim hakkında öncelikli olarak neler söylersiniz. Neden takvim? Rabbimiz, Halikımız tarafından imtihan için gönderildiğimiz şu dünyada, ömür sermayemiz mesabesindeki zamanı ve o zaman dilimi içinde bize takdir edilmiş olan sayılı nefesleri hakkımızda en güzel ve en hayırlı bir şekilde değerlendirebilmek meselesi, hepimizin en büyük ve en öncelikli bir meselesidir. Halbuki içinde yaşadığımız şu belalı asır, insanlara dünyaya gönderiliş gayelerini unutturan, ehl-i imanı Kur’an’ın ahlakından uzaklaştıran, Müslümanları Efendimiz (asm)’ın örnek hayatına yabancılaştıran pek çok tehlikelerle doludur. İşte bu takvim tam bu noktadan hareketle, içinde bulunduğumuz manevi tehlikelere karşı bizleri mukavemetli kılacak ilmi ve imani hakikatleri anlatıp imanımızı sağlamlaştırmaya, en mükemmel rehber ve en güzel örnek olan Peygamberimiz (asm)’ın sünnetlerinin ölçülerini hatırlamaya, dünyanın gündelik fani işleri içinde zedelenen kulluk şuurumuzun tazelenmesine yardımcı olmaya bir nebze de olsa katkıda bulunmak niyetiyle hazırlanmıştır... Takvim nasıl hazırlandı? Ayet meallerinin hazırlanmasında, Hayrat Neşriyat Muhtasar Mealinden istifade edildi. Eserin imla tashihi, Türkçemizin doğru telaffuzunu sağlayacak şekilde titiz bir çalışma ile yapıldı. Grafikler, profesyonel bir ekip tarafından özenle hazırlandı. Bu takvimde neler var, kısaca bahsedebilir misiniz? Bu takvimin ilmi muhteviyatı hazırlanırken, öncelikle dünyevi ve uhrevi mutluluğa ulaşabilmek için iki önemli rehberimiz olan Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerden istifade edildi. Sonra Sahabelerin hayatından, İslam tarihinden, Osmanlı tarihinden ufuk açıcı örnekler ve anekdotlar sunuldu. Hepimizin ekmek gibi, su gibi ihtiyaç duyduğu imani ve Kur’ani hakikatler de unutulmayarak Risale-i Nur penceresinden aktarılmaya çalışıldı. Hem aile hayatı ve çocuk psikolojisi ile ilgili faydalı bilgiler hem de sağlıkla alakalı ve bazı şifalı bitkilere dair tıbbi bilgiler konunun uzmanlarınca anlatıldı. İnsanın hem şahsi hem de sosyal hayatında huzuru bulabilmesi için uygulayacağı kişisel ve ruhsal gelişim konuları da takvimde yerini aldı. Zaman zaman zekâ sorularına zaman zaman da kudret mucizesi olan canlılarla alakalı bazı bilgilere yer verildi. Namaz vakitleri nasıl ve ne şekilde düzenleniyor? Namaz vakitleri, T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan alınan saatlere göre düzenlendi. Namaz vakitleri hususi bilgisayar programlarıyla sayfalara hatasız olarak kodlandı. Bu takvim sadece Türkiye değil, yurt dışındaki vatandaşlarımız için de hazırlanıyor. Oralardaki meseleleri nasıl hallediyorsunuz? Yatsı ve imsak vakitleri Malum olduğu üzere namaz vakitlerinin giriş ve çıkışı güneşin doğup batması, şafağın kaybolup zuhur etmesi gibi hadiselere göre tesbit edilmektedir. Fakat Avrupa’nın orta ve kuzeyinde yer alan şehirlerde yaz mevsiminde yatsı vaktinin giriş alameti olan şafak kaybolmadığı, imsak vaktinin alameti olan şafak da doğmadığı için bu iki vaktin girişi normal yollarla tesbit edilememektedir. Vakitlerin giriş alametleri Kur’an-ı Kerim’de genel ifadelerle hadis-i şeriflerde ise daha ayrıntılı olarak bildirilmiş, vakit alametlerinin bulunmadığı yer ve zamanlarda vaktin takdir edilerek ibadetlerin ifa edilmesi gerektiği Deccal hakkında varid olan hadis-i şerifin beyanından anlaşılmaktadır.1 Ancak nasıl bir usul ile takdir edilmesi hususu Kitap ve Sünnet’te açıkça bildirilmemiş olduğundan, bu takdir âlimlerin ictihadına kalmıştır. Hicri altıncı asırdan beri ulema arasında mevzu tartışılmış, özetle, vaktin alameti olmayan yerlerde “vaktin oluştuğu en yakın beldeye kıyas” edilerek vakitlerin tesbit edilmesi gerektiği beyan edilmiştir.2 Nasıl bir kıyas ile tesbit edilmesi hususunda ulemanın bir kısmı normal beldedeki vakitlerin aynen alınmasını, bir kısmı da Nisbi Kıyas usulünü tavsiye etmişlerdir.3 Vakit probleminin tartışıldığı ilk devirlerde kutuplara yakın bölgelerde güneşin bazen doğup batmaması gibi özel durumlar fennen bilinmiyor, bu bölgede Müslüman nüfusu da bulunmuyordu. Kendileri bu bölgede yaşamamış olan o ulemanın verdiği “en yakın beldeye kıyas” fetvası müşahade imkânı olmadan, fennen de tam olarak bilinmeyen bir hususta nazari olarak verilen umumi bir fetva idi. Yakın ve mutedil beldeye nisbi kıyas usulü En yakın beldeye kıyas fetvası, kutba yakın bölgelerin özel durumlarının ilim ve müşahade ile vuzuha kavuştuğu bu devirde, ilim ve müşahade çerçevesinde ele alındığında “en yakın belde” yerine “yakın ve mutedil bir beldeye kıyas” tarzında ele alınmasının daha isabetli olacağı anlaşılmaktadır. Kıyasta esas alınacak beldenin kıyasa kābil olması için elbette yakın olması lazımdır. Fakat aynı zamanda mutedil olması lazımdır ki ibadetlerin ifasında müşkilata sebeb olmasın. Yatsı ve imsak problemi mekân bakımından yaklaşık 49. enlemden itibaren başlamaktadır. Yakın bir belde olarak 48. enlemin kıyasta esas alınması mümkün ise de burada ibadetlerin ifasında yazın zorluk vardır. O takdirde buradaki müşkilat kıyas edildiği diğer yerlere de teşmil edilmiş olacaktır. Fakat 45. enlem, kıyas edilebilecek kadar problemli bölgelere yakın ve ibadetlerin müşkilatsız ifa edilebileceği kadar mutedil bir belde olduğu için kıyasta esas alınmaya daha elverişlidir. Avrupa’daki yatsı ve imsak problemi zaman bakımından, 21 Haziran zirve olmak üzere, bunun onar yirmişer gün öncesi ve sonrası veya birer ikişer ay öncesi ve sonrasında, hulasa yaz mevsiminde yaşanmaktadır. Problemin başlangıcından hemen bir gün önce ve bitişinden hemen bir gün sonra şafak kaybolsa da çok kısa sürdüğü için ibadetlerin ifasında müşkilat vardır. Problemli günlere yakın ve her yer için en mutedil zaman ise 21 Mart ve 23 Eylül’dür. Takdir muamelesinin başlangıç ve sonu olarak bu tarihleri esas almak daha elverişlidir. Şafağın hiç tesbit edilemediği zamanlarda vaktin girişinin tesbit edilebilmesi için, çok geç kaybolduğu zamanlarda ise ibadetlerin ifasındaki zorluğu gidermek için takdir yoluna gidilmelidir. Ancak vakitlerin hem kolaylıkla tesbit edilebildiği, hem de müşkilatsız olarak ibadetlerin ifa edilebildiği kış mevsiminde hakiki vakitlerle amel edilmesi esastır. İrfan Takvimleri’ndeki namaz vakitleri bu tesbitler ışığında hazırlandı. Yani ulemanın “en yakın beldeye kıyas” metodu ilim ve müşahade çerçevesinde “yakın ve mu‘tedil bir beldeye kıyas“ tarzında değerlendirildi. 45. enlem yakın ve mutedil bir belde olarak kıyasta esas alındı. Buradaki yatsı ve imsak vakti gecenin yüzde kaçında giriyorsa yukarı enlemlerdeki yatsı ve imsak vakti buna nisbet edilerek tesbit edildi. Takvimde gösterilen yatsı ve imsak vakitleri 21 Mart ile 23 Eylül arası yaz mevsiminde “yakın ve mutedil beldeye nisbi kıyas” tabiri ile özetlenen takdir muamelesi neticesi elde edilen ‘itibari’ vakitlerdir. Kış mevsiminde ise şafağın kaybolup zuhur etmesine göre tesbit edilen ‘hakiki’ vakitlerdir. 21 Mart’ta hakiki vakitlerden itibari vakitlere, 23 Eylül’de itibari vakitlerden tekrar hakiki vakitlere geçildiği ilk günde yatsı ve imsak vaktinde ani bir değişiklik oluşmaktadır. Fakat sırf bu iki güne mahsus ani değişiklikten kaçınmak için, vakitlerin problemsiz olarak tesbit edildiği ve ibadetlerin ifasında müşkilat olmadığı kış mevsiminde de hakiki vakitleri bırakıp, sene boyunca itibari vakitlerle amel etmek isabetli görülmemektedir. Cenab-ı Hak amellerimizi rızasına muvafık surette kabul buyursun, tevfikini bizlere refik eylesin! Kaynaklar: 1- Müslim, Kitabu’l-Fiten ve Eşratu’s-Saat, 202- Şerhü Fethü’l-Kadir, Kemal Bin Hümam, c. 1, s, 156; Haşiyetü Reddü’l-Muhtar, İbn-i Abidin, c. 1, s. 242, Bab: Fekadü’l-vakt ke ehl-i Bulgar; Şerhu Müslim li’n-Nevevi, c. 1, s. 401; el´Mecmu‘ li’n-Nevevi, c. 3, s. 43; Ravdatü’t-Talibin, c. 1 s. 182, Tab‘u’l-Mektebü’l-İslami3- el-Haşiyetü ale Şerhi’l-Emir, c. 1, s. 135; Zadü’l-Muhtac ila Şerhi’l-Minhac, c. 1, s. 128; Haşiyetü’ş-Şarkavi, c. 1, s. 341

Develerle çöllerden geçilerek yolculuk edildiği zamanlarda, günlerce süren yolculuklarda çölde aç, susuz kalma tehlikesi varmış. Günlerden bir gün bir adam devesiyle yolculuk ederken büyük bir çölden geçmesi gerekmiş. Hava çok sıcakmış ve etrafta kumdan başka hiç bir şey yokmuş. Karnı doyup kendine gelen şahıs, hızla adamın devesine doğru koşmaya başlamış. Devenin sahibi ne olduğunu anlamadan deveye binerek kaçmaya başlamış. Adam arkasından bağırmış: “Tamam, devemi al, kaç ama bu olayı kimseye anlatma!” Adamın söylediklerine aklı takılmış hırsız şahsın. Ne demek istediğini merak etmiş ve geri dönüp neden öyle söylediğini sormuş. Adam, “Eğer bu olayı anlatırsan, bundan sonra hiç kimse çölde, yolda gördüğü muhtaç bir yabancıya yardım etmez. Anlatma ki kötülük yayılmasın” demiş. 15 Temmuz, üst akıl ve yerli işbirlikçilerinin marifetiyle kanlı ve kara bir leke olarak tarihte yerini aldı, maalesef. Sadece 15 Temmuz akşamını değil, istikbali de töhmet altında bırakarak defoldu gitti. Kendisini İslam kisvesine büründürmüş olmakla, Risale-i Nur camiasından faydalanma yoluna gitmekle ve Türkiye’de baş göstermekle bu unsulara ve buralara bağlı şahıs ve kavramları itham altında bıraktı. Zavallı durumdaki muhtaç ama ahlaksız şahsa yardım eden adamın örneğinde olduğu gibi, şimdi millet, kötü örneği referans alarak ve ikiyüzlü medyanın ve hesap içerisinde olan bazı şahısların da büyütmesiyle kendini çek ederken vehmi/şüpheyi de elinden bırakmıyor. Geleneğe ve kültüre ve dahi İslam ve imana ait pek çok kavramı, fiili ve davranışı sorgulamaya zemin buluyor. Muhakkak her şey konuşulup anlaşılmalı fakat ölçü elden bırakılmamalıdır. At izinin it izine karıştığı yerde kurumlar ve akl-ı selimler net durmalıdır. Hiçbir şey bugün başlamadı. Ne ihanet ne de itaat. FETÖ terör örgütünden bahisle ve onu ölçü alarak kimse ne Bediüzzaman Hazretlerine, ne Risale-i Nurlara ne de İslam’a kafasına göre serd-i kelam etmemelidir. Bunları anlamak isteyen için yol çoktur ve her şey yıllardır ortadadır. Karalamadan önce kapıyı aralamak gerekmektedir. Biz bu sayımızda Bediüzzaman Hazretleri üzerinden yürütülen karalama kampanyasına karşı bir dosya hazırladık. Sözü çok da uzatmadan sizleri dosya ve diğer yazılarla baş başa bırakıyorum. Allah, hakkı hak bilip itaat etmeyi, batılı batıl bilip kaçınmayı cümlemize nasip eylesin. Âmin.

İdarecilik veya diğer adıyla yönetim, Hz. Âdem’den (as) beri var olagelen bir olgu olarak günümüze kadar gelmiştir. Ve insanlığın en temel ihtiyaçlarından biri olarak kendini göstermiştir. Zira insanın fıtratı, bir yönetim ihtiyacını gösterdiği gibi, kâinatın fıtratı diye tabir edebileceğimiz tabiatta cereyan eden birçok hadise de, bize adeta yönetim anlayışını ders vermektedir. Bir yönetim olgusundan söz edebilmek için şu dört unsurun bir arada bulunması gerekir: 1- Belli bir fikir sistemi 2- O fikir sistemi etrafında toplanmış kitle, topluluk 3- Fikir sistemine uygun şekilde güdülecek amaçlar, varılmak istenen hedefler ve gayeler. 4- Bütün bu unsurları belli bir münasebet ve muvazene içerisinde koordine ve organize eden ve denetimi sağlayan lider, yönetici.1 Şimdi bu unsurlar muvacehesinde İslam Medeniyeti’nin yönetim anlayışını değerlendirecek olursak; 1- Fikir sistemimiz, “insaniyet-i kübra” olarak tavsif ettiğimiz, hudutları Kur’an, Sünnet ve İslam ulemasınca çizilen İslamiyet’tir. 2- Topluluğumuz, -şu an için konuşacak olursak- 2 milyar İslam Ümmetidir. 3- Amacımız, hedefimiz ve gayemiz, iki cihan saadetini temin etmek, yeryüzünde adaleti hâkim kılmak, nizam-ı âlemi tesis etmek, insan-ı kâmil yetiştirmek vb. pek çokları zikredilebilir. 4- Liderimiz, yöneticimiz ise, Hz. Muhammed (asm) ve O’nun (asm) dar-ı ahirete irtihalinden sonra risalet haricindeki vazifelerine memur olmak ve vekalet etmek üzere Halifedir. Yönetim anlayışının esaslarına geçmeden evvel, İslam’ın yönetim anlayışının belkemiğini oluşturan şu iki hadis-i şerifi dikkatlerinize arz ediyorum: “Bir kavmin efendisi, o kavme hizmet edendir.” (Keşfü’l-Hafa) “Dikkat edin, hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz. İnsanlara hükmeden emir bir çobandır, tebaasından mesuldür. Erkek, ev halkı üzerinde bir çobandır ve onlardan mesuldür. Kadın, kocasının evi ve çocukları üzerinde bir çobandır ve onlardan mesuldür. Hizmetçi efendisinin malı üzerinde çobandır ve onlardan mesuldür. Haberiniz olsun, hepiniz birer çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden mesulsünüz.” (Sahih-i Buhari) İslam’da Yönetim Anlayışının Esasları İslam’da yönetim anlayışı, şu beş unsur üzerine ikame edilmiştir: Emanet, Adalet, Liyakat, İstişare ve Meşruiyet. İslam âlimleri, bu unsurların dikkate alınarak tesis edilen yönetimlerin, ‘meşru’ olacağını kaydetmişlerdir.2 1- Emanet Emanet; lügatte, “eminlik, istikamet üzere bulunmak, birisine koruması için teslim edilen şey” gibi manaları ifade etmektedir. Istılahi manası ile emanet mefhumu; hizmet makamlarının ve mevkilerin idareciye koruması için teslim edilmesini ve bu makamlara ve mevkilere ancak eminlik ve istikamet üzere bulunmakla sahip çıkılabileceği manalarını içerisinde barındırır. İslam Medeniyetinde yönetim yalnızca yönetenlere emanet edilmemiştir. Yönetenlerin denetlenmesinden, yönetilenler sorumlu tutulmuştur. Yönetimin hem yönetene hem de yönetilene emanet edilmesi ideal bir toplumun hedefidir. Hadis-i şerifte “Cihadın en üstünü zalim sultana karşı doğruyu söylemektir” buyrulmuştur. Hz. Ebu Bekir (ra) döneminde “Eğer adaletten ayrılırsam beni uyarınız” deyince sahabe, “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz” diye kendisini uyarmışlardır. Hz. Ömer (ra) da halifelik makamına getirilince şöyle demiştir: “Ey insanlar! Ben Allah ve Peygamberimize (asm) itaat ettiğim sürece siz de bana uyun ve itaat edin. Doğru yoldan saparsam, kılıçlarınızla beni doğrultun!” Hz. Ömer (ra) zamanında gerçekleşen şu hadise, İslam’da var olan emanet ve emniyet anlayışını gayet güzel bir şekilde göstermektedir: Hz. Ömer halife iken, bir gece makamına ashabdan biri gelir. Selam verip oturur. Fakat selamı alınmaz. Hz. Ömer işiyle meşguldür ve sahabe bekler. Sahabenin yüzüne bakmayan Hz. Ömer, işini bitirip mumu söndürür. Bir başka mumu yakar ve o anda sahabenin selamını alır, konuşmaya başlar. Sahabe sorar; -Ya Ömer, niçin hemen selamımı almadın ve bir mumu söndürüp diğer mumu yaktıktan sonra konuşmaya başladın? Hz. Ömer cevap verir: Evvelki mum devletin hazinesinden alınmıştı. O yanarken özel işlerimle meşgul olsaydım Allah indinde mesul olurdum. Seninle devlet işi konuşmayacağımız için, kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım, ondan sonra seninle konuşmaya başladım. 2- Adalet Bediüzzaman Hazretleri, adalet kavramını iki şıkta değerlendirmiştir. Müspet adalet, hak sahibine hakkını vermek, menfi adalet ise; haksızları terbiye etmek.3 İnsan onurunun korunması ihtiyacından hukuki düzenlemeler ortaya çıkmıştır. İnsanlık, adaletle yönetilme arayışı içinde olmuş ve adalet, mülkün temeli kabul edilmiştir. Toplumda adaletin sağlanması için kitaplar ve peygamberler gönderilmiştir. Allah (cc), insanların adalete uygun davranmasını istemiştir; “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar.” (Nahl, 90) Bu konuda bir başka ayet-i kerime de şöyledir: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış)tır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” (Maide, 8) Resulullah (sav)’in bu konuya dair bir hadis-i şerifi şöyledir: “Kıyamet gününde Allah’ın en sevgilisi ve ona en yakın olan insan, adaletli olan devlet başkanıdır, Allah’ın en çok gazap ettiği ve kendisinden uzak tuttuğu kimse ise zalim devlet başkanıdır.” Yine bir başka hadis-i şerifte Resul-i Ekrem (asm) şöyle buyurmaktadır: “Bir saat adaletle hükmetmek, gecesi ibadetle, gündüzü oruçla geçirilen altmış yıllık ibadetten hayırlıdır. Bir hükümde zulmün bir saati, altmış yıllık masiyetten (isyandan, günahlardan) daha şiddetli ve daha büyüktür.” Kınalızade Ali Efendi, Ahlak-ı Alai’sinde, “Adalet, devletle; devlet, toprakla; toprak, askerle; asker, hazine ile; hazine, reaya (halk) ile; reaya ise adaletle olur” der. Burada ilk planda akla gelen manaların haricinde dikkat çeken husus, Kınalızade’nin en son planda devletin adaletini, reayanın, yani fertlerin bir araya gelerek oluşturduğu toplumun adaletine endekslemesidir. Bu anlayış, hem “Nasıl olursanız öyle idare edilirsiniz” hadis-i şerifi ile hem de “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözüyle tam bir uyum arz etmektedir. İşte İslam Medeniyeti, yukarıda bahsi geçen anlayış üzerine adalet telakkisini geliştirmiştir. Buna delil, 1400 yıllık İslam tarihinde gelip geçen binler adil idarecilerdir. Bir misal teşkil etmesi noktasında, Fatih Sultan Mehmed Han’ın, Rum bir mimar ile arasında geçen ibretlik hadiseyi aşağıya kaydediyorum. Fatih Sultan Mehmed, adını taşıyan camiin inşaatında kullanılacak mermer sütunları kestiren Rum mimarlardan İpsilanti Efendi’ye kızıp elini kestirir. Bunun üzerine İpsilanti Efendi, ilk İstanbul Kadısı Sarı Hızır Çelebi’ye başvurur. Haksızlığa uğradığını belirtip, hakkının Padişah’tan alınmasını ister. Kadı, Padişah’ı çağırtır. Padişah girdiğinde İpsilanti Efendi davacı makamında ayakta durmaktadır. Padişah “maznun” minderine bağdaş kurmak üzereyken, Kadı Efendi kükrer: “Begüm, hasmınla mürafaa-i şer’ olunacaksın, (beyim, davacı ile hukuk önünde yüzleşeceksin) ayağa kalk!” Padişah kalkar. Kendisini savunması istenince hata ettiğini belirtir. Kadı Efendi, “Kısasa kısas” hükmünü verir: Hüküm gereğince Padişahın da eli kesilecektir. Dinleyenler dehşetten ve hayretten dona kalmışlardır. Padişah boyun bükmüş, hükme rıza göstermiştir. Durum o kadar alışılmışın dışındadır ki, İpsilanti Efendi’nin eli, ayağı titremeye başlamıştır. Aklı başına gelir gibi olunca kendisini Padişahın ayaklarına atar ve: “Davamdan vazgeçtim. İslâm adâletinin büyüklüğü karşısında küçüldüm. Böyle bir cihangirin elini kestirip kıyamete kadar lânetlenmeyi göze alamam” der. Fatih’in eli kesilmekten kurtulur. Ama tazminat ödemeye mahkûm olur. Kestirdiği elin diyetini şahsî gelirinden öder. Ayrıca bir de ev verir. Mahkeme sona erip herkes çıktıktan sonra, Padişah, Kadıya döner: “Bak a Hızır Çelebi, bu padişahtır deyu iltimas eyleseydin, şer’i şerife mugayir hüküm verseydin şu kılıçla başını koparırdım.” Kadı Hızır Çelebi minderini kaldırır, minderin altında duran demir topuzu Padişaha gösterir: “Siz de padişahlığınıza mağruren hükmü tanımasaydınız billahi bu topuzla başınızı ezerdim.” 3- Liyakat Lâyık olma, uygunluk, yetenek, yeterlilik gibi anlamları olan bir terimdir. İslam Medeniyetinde bir idarecinin / liderin liyakat sahibi olması noktasında şu beş unsur hayati önem taşımaktadır: İlim, takva, güzel ahlak, idare kabiliyeti ve adalet. Cenab-ı Hak, Hz. Âdem (as)’ın arza halife olmasını, yani hilafete liyakatini, onun ilmi üstünlüğü yönünden göstermektedir. Şöyle ki; Cenab-ı Hak, ‘Talim-i Esma’ diye tesmiye edilen bütün eşyaların isimlerinin öğretilmesi mucizesini Hz. Âdem’e vermekle, onun ve onun zımnında bütün beni Âdem’in – belli şartlar dâhilinde- melaikeye ruchaniyetini ve hilafet-i arza liyakatini izhar etmiştir.4 Bir idareci, Allah’tan korkmazsa, yani takva sahibi olmazsa, o halde onun ilminin bir geçerliliği olmaz. Zira ilmini hayatına tatbik edemeyen bir insan, Müslümanlara idareci olarak tayin edilemez. Bunun yanında, bir idarecinin etrafındaki Müslümanları yönlendirmesinde en önemli unsur, onun güzel ahlak sahibi olmasıdır. Bu meseleye tek bir misal olarak, Rabbimizin, Peygamberimize (asm) gerçekleştirdiği şu hitap yeterlidir: “Allah’ın bir rahmeti olarak sen onlara yumuşak davrandın; eğer katı kalpli ve kırıcı olsaydın, etrafından dağılıp giderlerdi.” (Al-i İmran, 159) “Emanet zayi edildiğinde kıyametin kopmasını bekleyin. ‘Ya Resulallah, emanetin zayi edilmesi nasıl olur?’ denince, (Görev ehlinden başkasına verildiği zaman kıyameti bekleyin) buyurdu.” Bu hadis-i şerif, pek çok liyakat unsuru ile birlikte idare kabiliyetinin önemine de dikkat çekmektedir. İşi ehline verme, aslında bir basiret ve feraset işidir. Efendimiz Medine’ye hicreti sırasında yanına en sadık dost olarak Hazret-i Ebû Bekir’i alırken de, Habeşistan’a gönderdiği heyetin başına Cafer b. Ebi Tâlib’i seçerken de, Medine’ye ilk mürşid olarak Hazret-i Mus’ab b. Umeyr’i gönderirken de, hicret ederken yatağına Hazret-i Ali’yi bırakırken de, Mekke’de kalıp istihbarat yapmak üzere Hazret-i Abbas’ı bırakırken de, hep isabet etmiştir. Her birini kabiliyetlerine göre görevlendirmiş, hepsi de işin ehli olarak ellerinden geleni yapmış ve görevlerini hakkıyla eda etmişlerdir. Aynı şekilde, Efendimiz’in (sav) vefatından kısa zaman önce Suriye üzerine yapılacak bir sefere bütün sahabeler arasından 17 yaşındaki Üsame Bin Zeyd’i (ra) kumandan tayin etmesi bunun en güzel örneklerindendir. Bu sayede efendimizin vazife tevdiinde maharete ne kadar önem verdiği anlaşılmış, hem o işler tam olarak gerçekleşmiş, hem de o sahabe efendilerimiz vazifelerinde başarılı olmanın huzurunu yaşamışlardır. Ebu Zer (ra) anlatıyor: “Ey Allah’ın Resulü beni memur tayin etmez misin?” dedim. O bana dedi ki; “Ey Ebu Zer, ben seni zayıf görüyorum. Ben kendim için istediğimi senin için de isterim. Sakın iki kişi üzerine amir olma, yetim malına da velilik yapma. Memurluk bir emanettir, hakkını vermediğin takdirde kıyamet günü perişanlık ve pişmanlıktır. Ancak kim onu hak ederek alır ve onun sebebiyle üzerine düşen vazifeleri eksiksiz eda ederse o günün perişanlığından kurtulur.” (Müslim) Müslüman lider / idareci, haklı olan zayıfın hakkını, zalim olan kuvvetliden almalı, zayıfı güçlendirmeli, yani; adaleti tesis etmelidir. Hz. Ebu Bekir (ra), hutbesinde şöyle demişti: “Sizin zayıfınız, haklı olduğu takdirde benim yanımda en kuvvetlinizdir. En kuvvetliniz de haksız olduğu takdirde, en zayıfınızdır.” Liyakat esasını Hz. Ömer (ra) ve Bediüzzaman Hazretlerinin bahsimize dair sözleriyle hitama erdirelim. Hz. Ömer (ra), şöyle demektedir: “Bu idarecilik işi ancak zulme varmayan bir disiplin, zayıflığa varmayan bir yumuşaklık, israfa varmayan bir cömertlik, cimriliğe varmayan bir tutumlulukla gerçekleştirilebilir.” (Kenzü’l-Ummal, hn: 14262) Üstad Bediüzzaman ise şöyle diyor: “Ey tabaka-i havâs! Biz, avam ve ehl-i medrese, sizden hakkımızı isteriz. (Biz sizden) sözünüzü, fiilinizle tasdik etmenizi, başkasının kusurunu kendinize özür göstermemenizi, işi birbirine atmamanızı, üzerinize vacip olan hizmetimizde tekâsül etmemenizi, vasıtanızla zâyi olan mâfâtı telâfi etmenizi, ahvâlimizi dinlemenizi, hâcetimizle istişare etmenizi, bir parça keyfinizi terk etmenizi ve keyfimizi sormanızı istiyoruz!” (Münazarat) 4- İstişare Meşar; arı kovanına denir. Şura; bal gümecine denir. Mişvar; kovandan gümeci kesüp balını sağacak alete denir. İstişare ise; [kovandan] bal sağmak manasınadır. (Mütercim Asım Efendi, Kamus Tercümesi) Yönetimde işlerin karşılıklı danışılarak karara bağlanmasına ve yürütülmesine istişare denir. İstişare, İslam yönetiminin temel esaslarındandır. “…işleri, aralarında şûrâ (danışma) ile olanlar...” ayeti Mekke döneminde ve henüz İslam devleti kurulmadan nazil olmuştur. Kur’an’da “… Eğer (anne ve baba) kendi aralarında danışıp anlaşarak (iki yıl dolmadan) çocuğu sütten kesmek isterlerse onlara günah yoktur...” ve “… İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven)...” ayetleriyle hayata, istişare anlayışının yön vermesi gerektiği vurgulanır. Hz. Peygamber (sav) Müslümanlara şûrayı emrettiği gibi, kendisinin de genel ya da özel işlerde ashabı ile görüş alışverişinde bulunduğu bilinmektedir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav), ilk Müslüman toplumun var olma mücadelesinde belirleyici önemdeki her kararı ashabı ile iştişare ederek almıştır. Bunlar arasında Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarının çeşitli aşamaları, Bey’atürrıdvân ve Hudeybiye Antlaşması örnek verilebilir. “İş hususunda onlarla müşavere et” ayeti indiği zaman Resul-ü Ekrem (asm) şöyle buyurdu: “Biliniz ki, Allah da Resulü de müşavereden müstağnidir. Ancak Allah Teâlâ bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse hayırdan mahrum olmaz, her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz.” Üstad Bediüzzaman Hazretleri de, istişarenin ehemmiyetine ziyadesiyle vurgu yapmaktadır. Ezcümle: “Müslümanların hayat-ı içtimâiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir. “Onların aralarındaki işleri, istişâre iledir.” âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor. Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyâtı ve fünûnun esası olduğu gibi, en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır. Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşâfı ve miftahı şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslam’ın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehâmet ve şefkat-i imâniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir.” (Hutbe-i Şamiye) 5- Meşruiyet Meşruiyet; genel ahlak ve hukuka uygun olmak anlamındadır. İslami yönetimde meşruiyet, dinî, ahlaki, hukuki yönden olumlu bir değer taşıyan ve dinin onayladığı düzenlemelerdir. Meşruiyet, ilahi kanunun üstünlüğüne dayanır. Bu hususta Kur’an’ın hükmü açıktır: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.” Müslüman yöneticiler, yetki bakımından Allah’ın (cc) hükümlerinin uygulayıcılarıdır. Yöneticiler yasama, yürütme ve hükümde keyfilik yapamaz; herhangi bir ferde yahut zümreye ayrıcalıklı davranamaz. Hz. Ali halifeliği döneminde yanında bulunanlara bir emir verir. Bir süre sonra verdiği emrin yerine getirilip getirilmediğini merak eder ve sorar: “Size emrettiğim işi yaptınız mı?” Hz. Ali’nin verdiği emri henüz yerine getirmemiş olanlar biraz çekinerek, biraz da utanarak “Hayır!” derler. Hz. Ali onları şu şekilde uyarır: “Allah’a yemin ederim ki ya size emredileni yaparsınız ya da Yahudiler ve Hristiyanlar gelip boynunuza biner.” (İbn Ebi Şeybe) İslam Medeniyeti, meydana getirmek istediği faziletli toplum için esaslar belirlerken, bu toplumun yönetim anlayışının esaslarını da ortaya koymuştur. Bu esaslar silsileten incelendiği takdirde görülecektir ki, İslam medeniyetinde lider / yönetici, kendisine verilen görevle toplum ve topluma ait olanın kendisine emanet olduğunu bilir; emanete ihanet etmemeyi, emin-güvenilir olmayı kendine şiar edinir. Güvenilir yönetici, toplumu adaletle yönetir. Kanun karşısında bütün fertlerin eşitliğini sağlar. Liyakat sahibi olana yöneticilik verilir. Emanet ve adalet esaslarını yerine getiren liyakatli yöneticinin seçimi istişare ile yapılır. Yapılan istişareler sonucu seçilmiş olan yönetici meşruiyet kazanmış olur. Meşruiyet kazanmış olan “ulu’l-emre” (yöneticilere) uymak zorunludur. Yönetim esaslarındaki bu uyum sağlandığında Rabbimizin razı olacağı, hikmet ve adaletle donanmış faziletli ve örnek toplumun inşası, ikamesi ve idamesi mümkün kılınabilir. Rabbimiz! Bu esasları hayat-ı içtimaiyemizde yeniden hükümran eyle! Ve bizi, İslam’a layık Müslümanlar eyle! Alem-i İslam’da, hususiyetle memleketimizde, birliğimize, beraberliğimize, canımıza, kanımıza, dinimize ve Kur’an’ımıza kast etmek isteyenlere fırsat verme! Amin… Kaynaklar: 1- İdris Tüzün, Hizmetkar Liderlik Modeli, SÜEDA Basım Yayın, İstanbul.2- Enver Çakmak, İslam Kültür ve Medeniyeti3- Bediüzzaman Said Nursi, Zülfikar Mecmuası4- Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz Mecmuası

2016 Yılı Kurban organizasyonu için Hayrat Yardım Derneği gönüllüsü olarak Kamboçya’ya gittik. Yardım faaliyetlerine bizzat katılmak, o coğrafyalarda yaşayan ehl-i iman kardeşlerimizin vaziyetlerini yerinde görmek arzusuyla yola çıktık. Bir de Hazret-i Üstad’ın Risale-i Nur’da İslam âleminin hastalıklarının teşhisi ve tedavisi hakkındaki fikirlerinin sahadaki yansımalarını görmekti niyetimiz. Bediüzzaman Hazretleri, 1911 yılında Şam’da Emeviye Camiinde, içerisinde yüzden fazla allamenin bulunduğu on binden fazla cemaate İslam âleminin hastalıklarını şöyle dile getiriyordu: “Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı ictimâiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbâle uçmalarıyla beraber, bizi maddî cihette kurûn-u vustâda (orta çağlarda) durduran ve tevkîf eden Altı Tane Hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır: Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi. İkincisi: Sıdkın hayat-ı ictimâiye-i siyasiyede ölmesi. Üçüncüsü: Adavete muhabbet. Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani râbıtaları bilmemek. Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdâd. Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.”1 Hutbe-i Şamiye isimli eserde bu hastalıkların tedavilerini Ye’si Emel (Ümit) ile; Kizbi (Yalanı) Sıdk (doğruluk) ile; Adaveti (düşmanlık) Hakiki Muhabbet ve Kardeşlik ile; Müminleri birbirine bağlayan nurani bağların kuvvetlendirilmesiyle; İstibdadı (Baskıcı idare) Hakiki hürriyet ile; Menfaat-i şahsiyeyi Rıza-yı İlahi ve ümmetin menfaatini esas almakla tedavi edilebileceğini tafsilatlı bir şekilde izah etmektedir. Başka bir yerde de İslam Âleminin baş düşmanlarından şöyle bahseder Hz. Üstad: “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.”2 Şimdi bu ifadeler ışığında Kamboçya’yı değerlendirelim. Kurban Organizasyonu için geldiğimiz Kamboçya’da Müslümanlar, 15 milyon olan ülke nüfusunun yüzde beşini oluşturmaktadır. Krallıkla idare edilen ülkede büyük çoğunluk Budisttir. Müslümanlar bilinçli olarak ülke içinde dağınık olarak yerleştirilmişlerdir. Bununla beraber Myanmar’daki gibi (şimdilik) zulüm görmüyorlar. Dini eğitim faaliyetlerini devletin kontrolü altında sınırlı olarak yapabiliyorlar. Kamboçya’daki Müslümanların ibadetlerini yapmakta ve dini yaşantılarını sürdürmekte aynı coğrafyadaki diğer ülkelere göre daha rahat olduklarını söyleyebiliriz. Hutbe-i Şamiye perspektifinden Kamboçya’ya baktığımızda, insanlarda göze çarpan en temel sıkıntının ümitsizlik olduğunu gördük. Kendileriyle konuştuğunuzda bunu hemen anlayabiliyorsunuz. Ekonomik sıkıntıların yanı sıra cehaletin de maalesef yaygın olduğunu belirtmek gerek. Bunda, siyasi iradenin dini eğitimi sınırlı tutmasının etkisi de var. Ülkede azınlık halinde bulunmaları, Müslümanları ümitsizliğe sevk eden başka bir sebep olarak göze çarpmakta. Ülke olarak az gelişmiş ülkeler sınıfına dâhil olan Kamboçya’da Müslümanların büyük bir kısmı iş imkânlarının kıtlığı sebebiyle fakr u zaruretle boğuşmakta. Tablo böyle olmakla birlikte, Türkiye’ den ve bazı İslam ülkelerinden Sivil Toplum Kuruluşlarının Kamboçya’da yardım faaliyetleri yürüttüklerine şahit olduk. Eğitim konusunda destek veren hayır kurumlarının buralara daha büyük pay ayırmasına ciddi ihtiyaç var. Kamboçya emsali ülkelerde Müslüman halka maddi yardımlarla birlikte ticaret, sanat, ziraat gibi alanlarda da yol göstermek ve onları eğitmek çok büyük önem arz etmektedir. Bunların yanında Müslümanlara ruh katacak, hayat verecek kuvvetli bir ümidi aşılamak gerek. Bu da İslam dünyasının her hususta onlara desteğinin olduğunu hissettirmesine bağlıdır. Son olarak şunu da belirtmekte fayda var. İslam dünyası maddi ve manevi olarak mazlum ve mağdur Müslümanların yanında olsa, gayr-ı Müslimlere kuvvetli bir mesaj verilmiş olur. Belki de pek çok zulüm ve mağduriyetlerin önü alınır. Bu hal, başka dinlere tabi insanların İslam’a ilgisini de çekecektir. Yazımızı Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin şu sözleriyle bitiriyoruz: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i îmâniyenin kemâlâtını ef‘âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbi‘leri, elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.”3 Kaynaklar: 1- Mektubat 2, 166-167. Altınbaşak Neşriyat2- İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi.3- Mektubat 2, 169. Altınbaşak Neşriyat

Dilimize Namazgâh olarak girmiş olan bu ibadet mekânları, Farsça kökenli “Namaz” kelimesi ile “yer” anlamındaki “gâh” edatının birleşimiyle meydana gelmektedir. “Namaz kılınan yer” ya da kısaca “Namazlık” mânâsına kullanılır. Müslümanlar, asırlar boyunca namaz ibâdetine çok kıymet vermişler ve bunu yerine getirmeyi, yolculuk dâhil en zor şartlarda bile ihmâl etmemişlerdir. Osmanlılar zamanında, yakınında cami veya mescid bulunmayan şehir dışındaki alanlarda, namaz kılmak için oluşturulan mekânlara namazgâh denilmiştir. Namazgâhlar, meskûn yerlerde, civarında câmi veya mescidi olmayan açık alanlarda, daha ziyade yaz mevsimlerinde ve sıcak aylarda hizmet veren, Cuma, Teravih ve Bayram gibi cemaatin yoğun olduğu namazlar için vakfedilmiş açıkhava ibadetgâhlarıdır. Yerden biraz yükseltilmiş düz bir satıh olarak düzenlenmiştir. Zemini çimen veya toprak olabileceği gibi taş döşeli olanları da vardır. Kadîm bir İslâm geleneği olan Namazgâhlar Cuma, Bayram ve Teravih namazları kılabileceği gibi, sosyal ilişkilerin düzenlendiği hem bir açık hava ibadetgâhı hem de bayram ve şenliklerinin yapıldığı yerler olarak kullanılmıştır. Namazgâhlar, namaz kılmak isteyen Müslümanların ibâdetlerini yapmakta bir kolaylık sağlamaktadır. Bazı namazgâhlarda minber de bulunmaktadır. Abdest ihtiyacının karşılanması amacıyla bir çeşme veya kuyuyla birlikte yapılan ya da mevcut bir çeşmenin yanına inşa edilen namazgâhlar, aynı zamanda yolcuların dinlenmesine de hizmet etmiştir. İbadet edenlerin rahatını sağlamak için gölge veren çınar ya da çitlembik gibi ağaçlar bulunurdu. Bazı namazgâhların mihrap taşının diğer yüzü çeşme şeklinde düzenlenmiştir. Kıble yönünü gösteren ve aynı zamanda açık arazide namaz kılanla önünden geçenlerin arasında bir tür perde vazifesi gören mihrap taşı, görünüm itibariyle mezar taşına benzer ve üzerlerinde genel olarak: "Küllemâ dehale aleyhâ Zekeriyya-l Mihrâb" âyeti, bazen sadece: "El Mihrab" kelimesi, bazen de: "Sahib-ul Hayrât... Ruhîçün Fatiha" benzeri ibâreler bulunur. Namazgâhların bu denli çok olmasının özel ve güzel sebeplerinden ilki, İslâmiyet’in ilk yıllarında, nurlu Medine Devleti'nin temellerinin henüz atıldığı devirlerde, toplu halde ve açık arazilerde kılınan namazların tatlı hatıralarını yâd etmek, canlı tutmak ve güzelim sünneti seniyye’yi sürdürmektir. İkincisi, pikniğe ya da yolculuğu çıkan ve yabancısı olduğu açık arazide kıbleyi tayinde güçlüklerle karşılaşan mü'minlere kıbleyi göstermektir. Namazgâhlar Osmanlıya has bir gelenek olmayıp, Müslümanlar, İslamiyet’in ilk dönemlerinden itibaren, temiz olmak şartıyla, her mekânı ibadet için kullanmışlardır. Peygamberimiz (sav) de açık mekânlarda namaz kılmıştır. Buralar, daha sonraları birer namazgâh hâline dönüştürülmüştür. Efendimiz (sav) bazen Cuma ve bayram namazlarını, Mescid-i Nebevî’nin yakınındaki açık alanda kıldırmıştır. Bu mekânda namaz kıldırdığı zamanlarda O’nu (sav) bir bulutun gölgelediği rivayet edilir. Ömer bin Abdülaziz’in bu mekâna Medine Valiliği esnasında inşa ettirmiş olduğu mescide bundan dolayı “Gamame (Bulut) Mescidi” adı verilmiştir. Ayrıca, Şakk-ı Kamer Mu’cizesi’nin gerçekleştiği Ebu Kubeys Tepesi’ne de sonraki yıllarda namazgâh yaptırılmıştır. Dört Halife de (ra) Efendimiz (sav) gibi aynı civardaki açık alanlarda namaz kıldırmıştır. Bugün, o mekânlarda dört büyük halife adına birer cami vardır. Birçok hususta Efendimiz’i (sav) ve Hulefa-i Raşidîn’in bu uygulamalarını örnek alan Osmanlılar namazgâh geleneğine uymuş, çok sayıda namazgâh inşa etmişlerdir. Şehir namazgâhları yolculuk esnasında ibadet ve dinlenme ihtiyacını gidermek amacıyla menzil yerlerinde inşa edilirdi. Şehir içlerinde yapılanlar yaz mevsiminde, bitişiğindeki gölge veren birkaç ağaç ile birlikte ibadeti kolaylaştırmak düşüncesi ile yapılmıştır. Yol kenarında yer alanlar ise seyahat edenlerin ibadet, dinlenme ihtiyaçlarını karşıladıkları, yağmur duası için toplandıkları mekânlar olarak düşünülerek menzil yerlerinde inşa edilirdi. Hac ve askere gidenler buradan dualarla uğurlandıkları gibi, ay ve yıldızlı gecelerde huşu içinde kılınan yatsı ve teravih namazları unutulmaz uhrevi bir geceye dönüşmektedir. Namazgâhların işlevi sadece namaz kılma yeri olmakla bitmiyor; kervanların geçtiği, sefer öncesi asker toplama yolları üzerinde yer aldığı bilinmektedir. İstanbul’da kayıtlarına rastlanan ancak günümüze ulaşmamış 153 Namazgâh olduğu, sadece Üsküdar’da 50 Namazgâh’tan söz edilmektedir. Namazgâhlar parıltıları hâlâ sönmeyen yüksek bir medeniyetin dünden günümüze yansıyan birer numuneleri olarak görevlerini ifa etmeye devam etmektedirler.

“… İmanı kurtarmak ve Kur’an’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptela olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmağa Kur’an’dan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.” Son zamanlarda, bilhassa FETÖ’nün 15 Temmuz’daki darbe teşebbüsünü müteakip, FETÖ’ye karşı toplumun haklı tepkisini istismara kalkışan bir kısım akl-ı evveller, bu menhus akımı bahane edip İslamiyet’in ve bu vatanın halis bir kahramanı ve bir fedakârı olan Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini dillerine dolayarak bilgi ve belgeye istinat etmeyen bir kısım tezviratla o güzide şahsiyeti ve onun mübarek davasını lekeleme ve çürütme yarışına girdiler. Bu çirkin saldırılar, öyle bir noktaya geldi ki sabırda tahammülümüz kalmadı. Bu vesile ile kamuoyunu aydınlatmak ve Bediüzzaman Hazretlerinin şahsiyeti ve parlak davası hakkında milletimizi bilgilendirmek için o zatın 80 küsur senelik din ve vatan mücadelesindeki emsalsiz kahramanlıklardan bir kısım örnekleri kamuoyu ile paylaşmak zarureti hâsıl olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri, vatanı ve dini uğrunda her türlü cefaya katlanmış, her fedakârlığı yapmış; kendi ifadesi ile “80 küsur senelik hayatı boyunca dünya lezzeti namına bir şey tatmamıştır”. Mukaddesatı uğrunda hayatı ya gurbette ya harp meydanlarında ya sürgünde veya esaret zindanlarında geçmiştir.1 Bütün bu badireler onu ne vatan hizmetinden ne İslam uğruna fedakârlıktan vazgeçiremediği gibi, bu ızdıraplardan bunalıp memleketini terk etmeyi hayalinden dahi geçirmemiştir. Vatanı terk etmesi için kendisine yapılan cazip tekliflere şiddetle karşı çıkmış ve bu konuyla ilgili olarak şu manidar izahatı yapmıştır: “… İmanı kurtarmak ve Kur’an’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptela olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmağa Kur’an’dan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.”2 Üstad Bediüzzaman Said Nursi, İslam tarihinde hem ilmî hem de askerî dehaya sahip ender şahsiyetlerden biridir. Onun bu özelliklerini gösteren, hayatından bazı örnekler aşağıda sunulmuştur: Medreseden Cepheye Bediüzzaman Hazretleri, Van’da 200 kadar talebe yetiştirdiği medresesindeyken 1. Dünya Savaşı başlar. Bediüzzaman gönüllü alay kumandanı olarak talebeleriyle birlikte Erzurum Pasinler cephesinde, ardından Van ve Bitlis müdafaasında Rus ve Ermeni kuvvetlerine karşı harbe iştirak eder. Savaş sürerken ordu komutanı Enver Paşa, Vehib Paşa’dan, bir milis kuvveti oluşturulmasını ister. Vehib Paşa, bunu Bediüzzaman Hazretlerine teklif eder.3 Bediüzzaman Hazretleri de yaklaşık beş bin kişilik bir milis kuvveti oluşturur ve milislerin komutasını uhdesine alır. Hz. Üstad, harp esnasında askerler arasında dolaşarak “Hiç korkmayın! Müslüman’ın imanı her güçten daha kuvvetlidir”4 diyerek askerlerine cesaret ve moral aşılamıştır. Ordu içinde ‘Keçe Külâhlılar’ diye anılan bu kuvvet, Rus ve Ermeni çetelerinin korkulu rüyası hâline gelmiş; “Keçe külâhlılar geliyor!” sözü, düşmanlar arasında büyük bir panik yaşanmasına sebep olmuştur. 1. Dünya Savaşı’nda iki yıl kadar Rus ve Ermeni çetelerine karşı kahramanca mücadele eden Bediüzzaman’ın talebelerinden çoğu şehit olmuş, kendisi de 1916 senesi baharında Ruslara esir düşmüştür.5 Cephede Yazılan Tefsir İnsanlığın gördüğü en dehşetli savaşlardan biri olan 1. Cihan Harbi’nde küffara karşı savaşan Bediüzzaman, savaş esnasında ilmî telifâta da devam etmiştir. Bazen avcı hattında, bazen at üzerinde, bazen de sipere girdiklerinde Bediüzzaman söylemiş, talebesi Molla Habib de yazmıştır.6 İşârâtü’l-İ’câz’ın büyük bir kısmı bu vaziyette telif edilmiştir. Hatta çok manidardır ki talebesi Molla Habip, Bediüzzaman’a, “Seyda! Harpte de mi?” dediğinde Bediüzzaman da kendisine, “Kardeşim, vaktimiz yok!” diye cevap vermiştir. “İ’câz-I Kur’an’ı Beyan Et!” Bediüzzaman Hazretleri, daha cihan harbi patlak vermeden talebelerine sık sık “Büyük ve umumî bir zelzele yaklaşıyor!”7 diyerek âlemi kana bulayacak olan 1. Dünya Savaşı’ndan haber veriyordu. Hz. Üstad, yine o günlerde gördüğü müthiş bir rüya rüyayı şöyle anlatır: “Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Ana, korkma. Cenâb-ı Hakk’ın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir.’ Birden, o halette iken, baktım ki, mühim bir zât bana âmirâne (emrederek) diyor ki: “İ’câz-ı Kur’an’ı beyan et!” (Kur’an’ın mucizeliğini açıkla!) Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur’an etrafındaki surlar (İslâmî devlet ve müesseseleri) kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek; i’câzı (mucizevî yönleri) onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın bir nev’ini şu zamanda izharına (gösterilmesine), haddimin fevkinde (üstünde) olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.”8 İleriki yıllarda, Kur’an’ın sırlarını ve mucizevî yönlerini çok kuvvetli delillerle beyan eden başta İşârâtü’l-İ’câz tefsiri olmak üzere yaklaşık 5000 sayfalık Risale-i Nur külliyatının telifi, “İ’câz-ı Kur’an’ı beyan et!” hakikatinin tahakkuk ettiğini göstermektedir. İslâm’ın Şerefi İçin Rus Başkumandanına Dik Duruşu Birinci Dünya Savaşı’nda kahramanca mücadele eden Bediüzzaman Hazretlerinin, 1916 yılında Ruslara esir düştüğü yukarıda beyan edilmişti. Esarette iken bir gün Kafkas Cephesi Başkumandanı Nikolay Nikolayeviç teftişe gelir. Büyük bir askerî merasimle karşılanan Nikolay’nın önünde bütün esirler ayağa kalkıp selam dururken, Bediüzzaman, tavrını hiç bozmadan yerinde oturur. Nikolay Nikolayeviç, Üstadın dikkatini çekmek için üç defa önünden geçer. Fakat Hz. Üstad, vaziyetini hiç bozmaz. Nikolay, üçüncü geçişinde de Bediüzzaman’ın ayağa kalkmadığını görünce durur ve -tercüman vasıtasıyla- Üstad’a ayağa kalkmamasının sebebini sorar. Hz. Üstad da cevaben, “Ben bir Müslüman âlimiyim. Kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Eğer sana kıyam etseydim, mukaddesatıma hürmetsizlik yapmış olurdum. Onun için ben sana kıyam etmem” der. İnancından aldığı cesaretle İslâm’ın şerefini her yerde muhafaza eden Üstad Hazretleri, o gün orada da o zalim kumandanın önünde ölümü pahasına ayağa kalkmaz. Bu tavır karşısında Rus başkumandanı, Bediüzzaman’ın olağanüstü askerî mahkemede (Divan-ı Harpte) yargılanmasını ister. Üstadın ayağa kalkmamasını ve Nikolay’a söylediklerini, Rus çarına ve Rus ordusuna hakaret kabul eden mahkeme idam kararı verir. Bediüzzaman, idam kararının infazı esnasında en küçük bir tereddüt, korku ve pişmanlık eseri göstermez, geri adım atmaz; yalnız on beş dakika müsaade isteyerek sükûnet içinde iki rekât namaz kılar. Bediüzzaman’ın bu hâlinden çok etkilenen Rus başkumandanı, “Şimdi anlıyorum ki bu hareketinizi imanınızdan alıyorsunuz ve mukaddesatın emirlerini ifa ediyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiştir. Dininize bağlılığınızdan dolayı şâyân-ı takdirsiniz. Sizi rahatsız ettim, tekrar tekrar rica ediyorum, beni affediniz” diyerek idam kararını iptal eder.9 Gurbette, esarette, ölüm ihtimali muhakkak olan bir durumda Hristiyan bir başkumandana “İmansız!” diyen bir zatı, Hristiyan dostluğu ile ilişkilendirmenin, insaftan, vicdandan, iyi niyetten, tahkikten ne kadar uzak ve mesnetsiz bir kuru iftira olduğu çok açık değil midir? Tükürün Zalimlerin O Merhametsiz Yüzüne! Rus esaretinden firar ederek 1918’de İstanbul’a gelen Bediüzzaman Said Nursi; halifeden, Şeyhülislâmdan, Başkumandandan medrese talebelerine kadar toplumun her kesimi tarafından büyük bir sevgi ve teveccühle karşılanmıştır.10 Üstad, vatan ve din için yaptığı büyük kahramanlıklarından ve yüksek ilminden dolayı devlet ricalinin teklifiyle Osmanlı Devleti’nin son dönem en yüksek ilmî akademisi olan Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye azalığına seçilmiştir.11 Bediüzzzaman Hazretlerinin, her zaman olduğu gibi, burada da Kur’an ve vatan hizmeti bütün ihtişamıyla devam etmiştir. Şöyle ki: 1918 Kasım’ında İngilizler İstanbul’u işgal ettiler. Hz. Üstad, bu işgale ve İngilizlerin İslâm inanç düşüncesini bozmaya çalışan teşebbüslerine karşı korkusuzca ve kahramanca mücadele verdi. İngilizlerin, çeşitli hileler ile Osmanlı ulemasını ve kamuoyunu hatta Şeyhülislam’ı kendi lehlerine çevirmeye çalıştıkları bir zamanda Hz. Üstad Hutuvat-ı Sitte Risalesini kaleme aldı.12 Eşref Edip Fergan’ın himmetiyle -söz konusu eser- Arapça ve Türkçe olarak binlerce nüsha bastırılıp, İstanbul’un her tarafına talebeler vasıtasıyla karşılıksız ve el altından dağıtıldı. Hutuvat-ı Sitte’nin bastırılıp dağıtılması, işgalcilerin bütün hile ve entrikalarını boşa çıkardığından Bediüzzaman Hazretleri, İngilizlerin açık hedefi hâline geldi ve İngilizler Bediüzzaman’ın görüldüğü yerde öldürülmesine karar verdiler.13 Bediüzzaman Hazretleri’nin İstanbul ve Anadolu’nun işgaline karşı halktaki direnişi kırmaya yönelik İngiliz propagandalarını kökten çürüten Hutuvât-ı Sitte Risalesindeki ifadelerinin bir kısmı şöyledir: اَعُوذُبِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ وَلاَ تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ Her bir zamanın insî (insan) bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar (gaddar ruh), fitnekârane (bozguncu) siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannâs (şeytan), altı hutuvâtıyla (adımıyla) âlem-i İslâm’ı ifsat (bozmak) için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis (kötü) membaları ve tabiatlarındaki muzır (zararlı) madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor. Kimi(nin) hırs-ı intikamını, kimi(nin) hırs-ı câhını (makam hırsını), kimi(nin) tamahını (aç gözlülüğünü), kimi(nin) humkunu (ahmaklığını), kimi(nin) dinsizliğini, hatta en garibi, kimi(nin) de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor. Birinci Hatvesi: (İngilizler) der veya dedirir: - Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müstahak oldunuz. Kader zalim değil, adalet eder. Öyleyse, size karşı muameleme razı olunuz. Şu vesveseye karşı demeliyiz: Kader-i İlahî isyanımız için musibet verir. Ona rızâ-dâde (razı) olmak, o günahtan tevbe demektir. Sen ey mel’un! Günahımız için değil, İslâmiyet’imiz için zulüm ettin ve ediyorsun. Ona rıza veya ihtiyarla inkıyad etmek (boyun eğmek) -neûzü billâh- (Allah’a sığınırız) İslâmiyet’ten nedamet (pişmanlık) ve yüz çevirmek demektir. Evet, aynı şeyi, hem musibettir, Allah verir, adalet eder. Çünkü günahımıza, şerrimize zecren (zorla) ondan vazgeçirmek için verir. O şeyi aynı zamanda beşer verir, zulmeder. Çünkü başka sebebe binaen ceza verir. Nasıl ki düşman-ı İslâm, aynı şeyi bize icra ediyor. Çünkü Müslüman’ız.”14 Bu süreçte İngilizler, işgali meşrulaştırmak adına, şeyhülislama baskı yapıp Anadolu’da başlayan millî mücadele hareketlerini isyan olarak nitelendiren bir fetva çıkardılar.15 Bediüzzaman Hazretleri de İngilizlerin aldığı fetvanın geçersizliğini ispat eden karşı bir fetva yayımladı. Üstad, bu fetvasında, İngilizlerin şeyhülislama baskı yaparak aldıkları fetvanın hükümsüz, İstiklal Mücadelesinin ‘Cihat’ ve bu mücadeleye katılanların da ‘Mücahit’ olduğunu ilân etti.16 Bediüzzaman Hazretleri, gerek yazılı eserleriyle ve gerekse sohbet ve nutuklarıyla, başta İstanbul’daki âlimler olmak üzere bütün toplumun fikirlerini sömürgeci İngilizler aleyhine çevirip, Millî Mücadele lehinde ehemmiyetli hizmetler ortaya koymuştur. Bununla beraber, hain İngiliz siyaseti, İslâm’ın izzetini kırmak, kudsiyetini lekelemek, kıymetini düşürmek ve insanların akıllarına İslâmiyet’le alâkalı şüphe ve vesveseler vermek için olmadık entrikalar tezgâhlamıştır. Bu entrikalardan birisi, İngiliz Anglikan Kilisesi başpapazı tarafından şeyhülislâmlık makamına birkaç sual sorulması hadisesidir. Bu hâdiseyi sonraki senelerde Bediüzzaman Hazretleri şöyle anlatır: “Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazı’nın toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi’nin başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiye’den dînî altı sual soruldu. Ben de o zaman, Dârü’l-Hikmeti’l-İslamiye’nin azası idim. Bana dediler: - Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar. Ben dedim: - Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle değil, hatta bir kelimeyle değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurâne (gururlanarak) üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün (zalimlerin) o merhametsiz yüzüne! demiştim.”17 Bediüzzaman Hazretlerinin hayatından sunduğumuz şu kesitlerden de anlaşılacağı üzere onun, düşman işgaline karşı yazıp neşrettiği Hutuvât-ı Sitte isimli eseri, Millî Mücadele’yi ‘cihat’ ve bu mücadeleyi verenlerin ‘kahraman mücahitler’ olduğunu ifade etmesi, Anglikan kilisesine karşı basın yoluyla en sert cevabı vermesi; Hz. Üstadın Hristiyanlık dünyasına meyletmesi ve taviz vermesi şöyle dursun, bilakis Hristiyanlara ne kadar mesafeli durduğunu ve ne derece sert çıktığını açıkça göstermektedir. Bunun aksini iddia etmek insaf, ilim ve izan ile asla bağdaştırılamaz. Bediüzzaman’ın millî, vatanî ve dinî bu kadar hizmetleri meydanda iken, onun aleyhinde bulunmak, bilerek veya bilmeyerek vatan, millet ve mukaddesat düşmanlarını desteklemek demektir. Papalığa Gönderdiği İddia Edilen Asılsız Mektup Bediüzzaman Hazretlerinin dinî, vatanî ve millî hizmet anlayışı, Anadolu’da her zaman çok büyük bir yankı uyandırmıştır. Afyon savcısının 1948’deki tespitine göre, o gün için 500 yüz bin talebesi vardı.18 Hz. Üstadın ve söz konusu talebelerin, resmî makamların tasdikiyle emniyet ve asayişi ihlâl edecek en küçük bir davranışı görülmemiştir. Bunlara ilaveten karşısında hiçbir engel tanımayan yıkıcı ve yakıcı Batı felsefesi de son dönem Cumhuriyet münevverlerinin tasdikiyle Bediüzzaman Said Nursi engeline çarpmış ve gerilemek zorunda kalmıştır. Bediüzzaman ve davasının böyle sarsılmaz ve çürütülemez olduğunu gören toplum mühendisleri, dâhilî ve haricî güç odakları, ne pahasına olursa olsun Bediüzzaman Hazretlerinin vücudunu ortadan kaldırmak veya Bediüzzaman’ı itibarsızlaştırmak için her türlü planı devreye sokmuşlardır. Bu itibarsızlaştırma planlarının sonuncusu, içinde bulunduğumuz şu günlerde Risale-i Nur hizmeti görünümünde FETÖ yapılanması olarak kamuoyu önüne çıkmıştır. Bediüzzaman Hazretlerinin Papaya mektup gönderdiği şeklindeki asılsız iddia da bu kirli planın bir parçasıdır. Bu asılsız iddia vesilesiyle toplumda Hz. Üstadın güya Hristiyan dünyasına sempati beslediği algısı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu konu araştırıldığında böyle bir mektubun olmadığı, bu iddianın asılsız, kuru bir iftiradan ibaret olduğu ortaya çıkmaktadır. Olayın iç yüzü ise şöyledir: İnebolu Nur talebelerinden Salâhaddin Çelebi, Bediüzzaman Said Nursî’nin ‘Zülfikar’ isimli eserini Üstad’dan izin alarak Berlin Camii imamına, Mısır’daki Ezher üniversitesine, Pakistan Büyükelçisi’ne ve Roma’daki Papalık’a gönderir. Zülfikar isimli eser, üç büyük risaleden meydana gelmektedir. Birinci risale, Mucizât-ı Kur’aniye Risalesidir; bu risale Kur’an’ın Allah kelâmı ve 40 yönden mucize olduğunu delilleriyle ispat eden bir şaheserdir. İkincisi, Mucizât-ı Ahmediye Risalesidir ki bu eserde Hz. Muhammed’in (sav) hak ve en son peygamber olduğu 300’den ziyade mucizesi anlatılarak ispat edilmiştir. Üçüncüsü de Haşir Risalesi olup, öldükten sonra dirilmeyi aklî delillerle ispat eden ve tarihte bir örneğine rastlanılmayan emsalsiz bir eserdir. Papalık, 1951 yılında Zülfikar isimli eser için bir teşekkür yazısı gönderir. Bu teşekkür yazısı şöyledir: “Papalık Makam-ı Âlîsi Kalem-i Mahsusu Başkitabet Dairesi Numara: 232247 Vatikan, 22 Şubat 1951 Efendim, Zülfikar nâm el yazısı olan güzel eseriniz İstanbul’daki Papalık makam-ı vekâleti vasıtasıyla Papa Hazretlerine takdim edilmiştir. Bu nazik saygınızdan dolayı gayet mütehassis olduklarını (duygulandıklarını) bildirirken, üzerinize Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarını dilediklerini tebliğe beni memur ettiklerini arza müsâraat eylerim. Bu vesile ile saygılarımı sunarım efendim. İmza Vatikan Bayn Başkâtibi”19 Yukarıda zikredildiği üzere, Hz. Üstadın, İstanbul’u işgal eden İngilizlere karşı verdiği mücadele, Anglikan Kilisesi’ne karşı onurlu duruşu ve Papalık’a gönderdiği eserinden de anlaşılacağı gibi Bediüzzaman Said Nursi, İslâm dininden değil taviz vermek, bilakis sünnet-i seniyeyi esas tutarak20 hak ve en son din olan İslâmiyet’e, Hristiyanların temsilcileri vasıtasıyla bütün Hristiyanlık âlemini davet etmiştir. Bununla birlikte, Papalık makamının cevabî teşekkür yazısında da Said Nursî’nin yolladığı bir mektuptan söz edilmediği, yalnızca el yazması Zülfikar eserinin gönderildiği vurgulanmaktadır. Said Nursî’nin Papalığa mektup gönderdiği iddiası asılsız, delilsiz ve kuru bir iftiradan öteye geçmez. Ayrıca iyi niyet alâmeti olmayan böyle bir düşünce üzerine bina edilen hayalî söylemlerin, ilmî bir değeri de bulunmamaktadır. Anlaşıldığı üzere ortada Bediüzzaman tarafından Papalığa gönderilen bir mektup yoktur. Tebliğ maksadıyla bir talebesi tarafından sadece Papalığa değil, başka merkezlere de gönderilen bir kitap mevcuttur. Dolayısıyla bu asılsız iddiayı ileri sürenlerin Bediüzzaman ve davasını itibarsızlaştırma çabası içinde oldukları açıktır. BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN TECDİD VAZİFESİ İnsanlar, haktan uzaklaşıp batıla yöneldiklerinde, onlara hakkı bildirecek ve hidayet yollarını gösterecek peygamberler gönderilmiştir. Peygamberlik zincirinin son halkası Hz. Muhammed’dir (sav). Hz. Muhammed (sav)’den sonra peygamber gelmeyecektir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirisinin babası değildir; fakat Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah ise, her şeyi hakkıyla bilendir.”21 Hz. Muhammed (sav)’den sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre asırlar boyunca manevi sıkıntılara maruz kalan ümmete rehberlik edecek müceddidlere, mürşitlere ve ıslah edicilere ihtiyaç vardır. Hz. Peygamber (sav), bir hadis-i şerifinde ümmete rehberlik edecek kimselerin gönderileceğini şöyle açıklamaktadır: اِنَّ اللهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ اْلاُمَّةِ عَلٰی رَاْسِ كُلِّ مِأَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا “Muhakkak ki Allah her yüz senenin başında, bu ümmete dinini tecdid edecek bir kimse gönderir.”22 Nitekim İslâm tarihine bakıldığında İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Abdülkadir Geylani, (Muhammed Bahâu’d-din) Şah-ı Nakşibend gibi peygamber varisi olan pek çok büyük zatların ümmeti istikamet üzere hakka ulaştırdıkları görülür. Müceddid, kelime olarak “yenileyen, yenileyici” anlamında kullanılmaktadır. Istılah manası ise her yüz senede gelip dinin esaslarına ve Hz. Peygamberin (sav) sünnetine uyarak İslamiyet’in manen tahribe uğramış noktalarını takviye eden, kendinden bir şey katmadan dinin asliyetini muhafaza edip dine karıştırılmak istenen batıl şeyleri iptal edip temizleyen, İlahî emirleri ikame eden zatlara denir. Evet, her asırda müceddidlere, ıslah edicilere ve manevi mürşitlere ihtiyaç vardır. Çünkü; İlahî vahiyden uzaklaşan ümmet irşada muhtaçtır. Tesis edilen İslam dininin muhafazası ve takviyesi gerekmektedir. İçine düştüğü manevi sıkıntılardan ve hastalıklardan ümmeti kurtarıp teselli edecek ve onlara ümit verecek zatlara ihtiyaç vardır. Zamanla ortaya çıkan bid’atların, batıl ve sapkın düşüncelerin iptal edilmesi, kaldırılması gerekmektedir. Zalimlerin ifsat ettiği insanların ıslahı ve tebliğin devamı sağlanmalıdır. Yukarıda sıralanan sebepler, Peygamber varisi olan ve hadiste geleceği müjdelenen müceddidlere ihtiyaç olduğunu ortaya koymaktadır. İslam tarihine bakıldığında vukuat bunu teyit etmektedir. Her asırda müceddidler göndermek aynı zamanda ilahî rahmetin bir gereğidir. Cenab-ı Hak, hiçbir asrı müceddidden mahrum bırakmamıştır. Bütün bunlar, İslâm dininin kıyamete kadar bâki kalacağının da bir göstergesidir.23 Bugün İslâm dünyası, dâhili ve harici birçok problemle karşı karşıyadır. Bu meseleleri çözebilecek kimselere olan ihtiyaç, geçmiş asırlara nispetle günümüzde daha fazladır. Önceki asırlarda ümmetin karşılaştığı meseleleri, dini yenileyen kimseler (müceddidler) (halletmişlerdir). Asrımızda da, müceddid olan selefleri gibi, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin dini tecdit eden eserler ve hizmet metodları ortaya koyduğu görülmektedir. Müceddidlik konusunda ilmî ve tarihî hakikatler göz önüne alındığında (görülür ve) anlaşılır ki dinin temel esaslarına açıkça muhalefet eden, dine kendinden bir şeyler katan, bid’atlarla mücadele etmeyip bilakis onlara taraftar olan, dine hizmet adı altında gayr-ı meşru her yolu mübah gören, İslâm’ın izzet ve şerefini alçaltan görüş, düşünüş ve şahısların müceddidlikle, irşat ve ıslahla hiçbir alâkaları olamaz. BEDİÜZZAMAN ANLAŞILMASI ZOR, YÜZDEN FAZLA MESELEYİ AÇIKLIĞA KAVUŞTURMUŞTUR Bediüzzaman Hazretleri, asrımızın en büyük problemi olan dinsiz felsefenin saldırılarına karşı, imanın esaslarını çok kuvvetli delillerle ispat etmenin yanında, dinin anlaşılması müşkül ve muğlâk yüzden fazla meselesini de halletmiştir. Allah’ın bir olmakla beraber her yerde hazır ve nazır olması, öldükten sonra dirilmek, kader, cüzî irade ve Miraç konuları, bunlardan sadece birkaçıdır. İçinde bulunduğumuz asır, ilim ve fenni esas alan, özünde ispat ve ikna olan bir tebliği gerekli kılmaktadır. Çünkü dalâlet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Asrımızdaki dalâlet ise çoğunlukla aklı esas aldığı, fenden ve bilimden geldiği için izalesi zordur. Bütün iman esaslarına ilişen bu büyük tehlikeye, asrımızın imamı, zamanın anlayışına uygun, yeni ikna ve ispat usulleriyle karşı koymuştur. İman esaslarını, iki kere iki kere dört eder katiyette ispatlayarak Müslümanların imanını muhafazaya çalışmıştır. Küfre giren ehl-i inkâra ise gittikleri yolun tutarsızlıklarla dolu olduğunu çok kuvvetli delillerle ispatlayarak iç yüzünü göstermiştir. Özellikle asrımızın manevi bir hastalığı hükmündeki tabiatçılığı ve tabiat felsefesinden gelen dinsizlik fikrini dirilmeyecek bir surette öldürmüş, küfrün temel taşı olan bu felsefeyi param parça etmiştir. Yine İbn-i Sîna gibi dâhilerin anlamakta âciz kaldığı, “İman ederiz fakat akıl bu yolda gidemez” diye hükmettikleri, geçmişteki ve günümüzdeki İslam âlimlerinin “Haşir bir mesele-i nakliyedir. Delili nakildir yani ayet ve hadislerin bildirdiği şekilde iman edilir, akıl ile anlaşılmaz” şeklinde kanaat belirttikleri haşre (öldükten sonra dirilme) iman meselesini, herkesin anlayacağı bir şekilde izah etmiştir. Yine, büyük kelâm allâmelerinin, 40-50 sayfada, ancak âlimlere anlatabildikleri kader meselesini, Risale-i Nur, 26. Söz olan Kader Risalesinde, herkesçe anlaşılabilecek bir tarzda beyan etmiştir. Daha bunlar gibi pek çok müşkül ve büyük meselelerin, Risale-i Nur’da kesin delillerle, kolaylıkla halledildiğini Risale-i Nur’u dikkatle okuyanlar göreceklerdir. Onun Hedefi Allah’ın Rızasıydı İslâm tarihi incelendiğinde mücedditlerin, müçtehitlerin, mürşitlerin ve ıslah edicilerin ortak özelliğinin yalnızca Allah’ın rızasını ve Resul-ü Ekrem Efendimizin (sav) hoşnudiyetini gözetmek olduğu anlaşılır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de hayatı boyunca Allah’ın rızasını, Hz. Peygamber’in hoşnudiyetini esas tutmuş ve talebelerine de bu esasları hizmetlerinin temel prensibi yapmalarını emretmiştir. Bu maksadı teyit eden bir kısım ifadeleri şöyledir: “Risale-i Nur şakirtlerinin (talebelerinin), mümkün olduğu kadar siyasete ve idare işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir (esas düsturlarıdır). Çünkü hâlisâne hizmet-i Kur’aniye, onlara her şeye bedel, kâfi geliyor. Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini (bağımsızlığını) ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhâlde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek, o hizmetin kudsiyetini bozacak.”24 “Hakikat-i ihlâs (ihlas hakikati), benim için şan ve şerefe ve maddî ve manevi rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men ediyor. Hizmet-i Nuriyeye (Risale-i Nur hizmetine), gerçi büyük zarar olur; fakat kemiyet (sayı çokluğu) keyfiyete (niteliğe) nispeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim (hizmetkâr) olarak, hakikat-i ihlâs ile her şeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi (iman hakikatlerini) on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle (en yüksek manevi makama sahip olmakla) binler adamı irşat etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünkü o on adam, tam o hakikati her şeyin fevkinde (üstünde) gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalpleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveselerle, o kutbun derslerini, “Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor” nazarıyla bakıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler. Bu mana için hizmetkârlığı, makâmâtlara (makamlara) tercih ediyorum.”25 “Amelinizde rıza-yı İlâhî (Allah’ın rızası) olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse (gerektirirse), sizler istemek talebinde olmadığınız hâlde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.”26 Hazret-i Üstadın bizzat hayatı ve yukarıdaki iktibaslar açıkça göstermektedir ki Bediüzzaman’ın davası imandır, ihlâstır, ilimdir, Kur’an’ı yaşamak ve yaşatmaktır, tebliğdir, irşattır, asayişi temin ve millî birlik ve bütünlüğü sağlamaktır. Bunun aksini, bir ömür boyu ona düşmanlık edenler dahi iddia ve ispat edememişlerdir. Hükümet ve idarenin işine karışıp müdahalede bulunanların, asayişi ihlâl edenlerin, dünyevî makam, maksat ve gayeler güdenlerin, Bediüzzaman ve davası ile asla alakaları yoktur ve olamaz. Üstad Hazretlerinin vatan ve millete hizmeti, özünde muhabbetin olduğu halisane ve samimâne bir hizmettir ki o, bu sevgi neticesinde bir ömür boyu kendisine hâinâne zulmeden şahıslara bile imana ve hidayete gelmeleri şartıyla hakkını helal etmiştir.27 Bu husus, onun lisanında şu şekilde ifadesini bulmuştur: “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.”28 İSLAM ÂLİMLERİ GÖZÜYLE BEDİÜZZAMAN Bediüzzaman Hazretleri, seksen üç senelik hayatı boyunca pek çok âlim zatla görüşmüş; ilmî derinliği, manevi kemalâtı, mücadele ruhu ve ileri görüşlülüğü ile karşılaştığı zatlar üzerinde derin tesirler bırakmıştır. Bediüzzaman hakkında bilgi sahibi olmak isteyenlerin, Hz. Üstad’ı yakından tanıyan, kendisiyle görüşen ve eserlerini inceden inceye tetkik eden bu gibi İslâm âlimlerinin görüşlerini dikkate alması lazım gelir. Sathî, samimiyetten uzak, garazkâr bir kısım insanların şu günlerde dillendirdikleri Bediüzzaman hakkındaki boş kanaatlerinin bir değeri yoktur ve bunlara itibar edilmemelidir. Türkiye ve İslam dünyasından meşhur bir kısım âlim ve fikir adamlarının Said Nursî Hazretleri hakkındaki beyan ve tespitlerini takdim edeceğiz. Meşhur Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır Efendi Son dönem büyük Osmanlı âlimlerinden biridir. “Hak Dini Kur’an Dili” isimli meşhur tefsirin müellifi ve Daru’l-Hikmeti’l-İslamiye azalarındandır. Bediüzzaman’la akran olup 1942 yılında İstanbul’da vefat eden Elmalılı Hamdi Yazır Efendi, Üstad Bediüzzaman hakkında şunları söylemiştir: “Bediüzzaman, berrak sular gibi temiz bir vicdana, çok güzel bir ruha sahip bir zat idi. İstanbul âlimlerinin gözü öyle bir âlim görmemiştir.”29 Büyük Şairimiz Mehmed Akif Ersoy İstiklal Marşımızın şairi Mehmed Akif Ersoy, Daru’l-Hikmeti’l-İslamiye azalarındandır. Bir gün, edebiyatçıların bulunduğu bir sohbet meclisinde, Bediüzzaman hakkında şunları söyler: “Victor Hugolar, Shakespeareler, Descarteslar edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler. Darü’l-Hikmet’te iken, Bediüzzaman söze başladı mı, biz hayran hayran onu dinlerdik.”30 Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi Büyük bir âlim olup Osmanlı Şeyhülislamlarındandır. Baskılar sebebiyle Mısır’a hicret etmek zorunda kalmıştır. Tahsil için Mısır’da bulunan Türk talebelere sohbetleri esnasında Bediüzzaman’dan bahsederek şöyle der: “Biz onun gibi cihad yapamadık. Biz nefsimizi ve rahatımızı sevdik. O zorluklara katlandı. Kendisine sevgimiz ve saygımız çoktur. Memleketimizde İslamî iman hareketini başlattı. Bütün bunlar onun sebatının bir neticesidir.”31 Şeyh Ali Haydar Efendi 1872 yılında Ahıska’da dünyaya gelmiş, 1960’da İstanbul’da vefat etmiştir. İlim tahsilini İstanbul’da tamamladıktan sonra tasavvufa intisap ederek İsmet Efendi Dergâhının şeyhi olmuştur. Uzun yıllar İslam’a hizmet eden bu mübarek zat, talebesi Emin Saraç Hoca’ya Bediüzzaman’la ilgili olarak şunları anlatmıştır: “Bediüzzaman İstanbul’a ilk geldiğinde birçok âlim gibi ben de (ziyaretine) gittim. Kapısında, ‘Burada her suale cevap verilir, kimseye soru sorulmaz’ yazılıydı. Mutavvel’den çok zor bir sual hazırladım. Tereddütsüz ve çok isabetli en doğru cevabı verdi. Gördüğüm en zeki insanlardandır.”32 Ömer Nasuhî Bilmen Hoca Efendi Erzurum’da 1884 yılında dünyaya gelen Ömer Nasuhî Bilmen Hoca Efendi, memleketimizde fıkhî sahada büyük hizmetlere imza atmıştır. En meşhur eseri, “Büyük İslam İlmihâli”dir. 1960 sonrasında bir dönem Diyanet İşleri Başkanlığı da yapan Hoca Efendi, kendisi ile görüşenlere, Bediüzzaman Hazretleri hakkındaki şu kanaatlerini aktarmıştır: “Bediüzzaman ile Daru’l-Hikmeti’l-İslamiye’de tanışmıştım. Bütün İstanbul ulemasının takdirlerini kazanmıştı. Doğrusu ilm-i kelamda bir tecdit (müceddidlik) hareketi yaptı. İmanın bütün rükünlerini kemal-i vuzuhla (mükemmel bir açıklıkla) ortaya koydu. Bizim yazdığımız kitaplar ondan bundan araştırma ile tetkik ve tahkik etmekle olur. Ama onun kalbine üflüyorlardı. O bizde yok.”33 Hasan Basri Çantay Hoca Efendi 1887 yılında Balıkesir’de doğmuş bir ilim ve fikir adamıdır. Üç ciltlik bir Kur’an meali yazmıştır. Kurtuluş Savaşı meclisine Balıkesir mebusu olarak katılmıştır. Bediüzzaman için şöyle demiştir: “Biz rahat döşeklerinde uyurken o, Allah yolunda, Resulullah izinde bütün işkence ve hapislere rağmen İslam’ı savunuyordu. Ne yazık ki, hiç birimiz onun gibi olamadık.”34 Müfessir Mehmed Vehbî Efendi Konya’nın Hâdim ilçesinde 1861’de dünyaya gelen, Hulasatu’l-Beyan Tefsiri’nin sahibi âlim bir zattır. Günün birinde Mehmed Vehbi Efendi’ye, 20. ve 21. Lem’a olan İhlâs Risaleleri hediye edilir. Bu risaleleri okuduktan sonra Mehmed Vehbî Efendi, risaleleri getiren şahıstan; “Vah Efendim vah! Bediüzzaman, imansız gideceğimi hissetmiş; imdadıma seni göndermiş. Allah senden ve ondan razı olsun. Git, benim yerime onun elini ayağını öp. Beni affedip talebeliğe kabul etsin”35 diye ricada bulunur. Büyük Nakşî Şeyhi Esad Erbilî Efendi İstanbul’da yaşamış büyük Nakşî evliyalarından olup 1847’de Erbil’de dünyaya gelmiştir. 1930’da 83 yaşında bir pir-i fânî iken, zulmen yargılandığı Menemen davası esnasında kaldırıldığı hastanede vefat etmiştir. Bu zat bir gün, talebelerine Bediüzzaman hakkında şöyle der: “İstikbalde, gençlere iman davasında çok büyük hizmetler yapacak. Ama hâlâ kendisi bunu bilmiyor. O geleceğin İmam-ı Rabbanisi olacaktır.”36 Gönenli Mehmed Efendi 1901 yılında Balıkesir-Gönen’de dünyaya gelen Mehmed Efendi, hafız-ı kurra olarak uzun yıllar Kur’an’a hizmet etmiştir. Sultan Ahmed Camii’nde imamlık yapmış, etkili vaazlarıyla insanları hak yoluna çağırmıştır. 1944 yılında Bediüzzaman’la birlikte hapis yatan Gönenli Mehmed Efendi, mahkeme sırasında Bediüzzaman’ı şunları söyleyerek savunur: “Hâkim Bey! Ben Said Nursi’yi büyük bir İslam âlimi olarak bilir, sever ve sayarım. Risalelerini okuyup istifade etmek için aldım ve çok faydalandım. Daha önceleri ismini, resmini ve eserlerini biliyordum. Şimdi burada kendisini görmüş olmaktan dolayı fevkalade bahtiyarım.”37 Diyanet İşleri Eski Başkanlarından Ahmed Hamdi Akseki Antalya’nın Akseki kazasında 1887 yılında doğmuş, 1951 yılında Ankara’da vefat etmiştir. 3. Diyanet İşleri Başkanı’dır. Pek çok faydalı İslamî eser telif etmiştir. Ahmed Hamdi Akseki kendisini ziyaret eden üniversite talebelerine Bediüzzaman’dan şöyle bahseder: “(Kütüphaneden iki cilt kitabı alarak) Bu kitapları görüyor musunuz? İşte Bediüzzaman Hazretleri bu iki kitabı iki kere okusun, hepsini ezber edebilecek harika bir hafızaya, o nispette de zekâya malik ve sahiptir. Risale-i Nurları okuyunuz, yegâne okunacak eserdir.”38 Molla Sadreddin Yüksel Hoca Efendi Aslen Bitlis Adilcevazlı olup 1920’de Konya’da dünyaya gelmiş, 2004 senesinde İstanbul’da vefat etmiştir. Doğu medreselerinde yetişen meşhur âlimlerdendir. Bediüzzaman hakkında şu tespitlerde bulunur: “O ilimde, bilhassa Kur’an-ı Kerim tefsirinde sonsuz bir deryadır. Bunun ispatı, telif ettiği Risale-i Nur külliyatı ve o külliyatın bir parçası sayılan Arapça İşaratü’l-İ’câz adlı harika tefsiridir. O, bu devrin imanını değil, doğrudan doğruya asr-ı saadetin imanını temsil ediyordu. Onun mübarek şahsiyetinde bizden çok uzakta kalan asr-ı saadetin imanına şahit olduk.”39 Halil Gönenç Hoca Efendi 1930 Mardin-Savur’da dünyaya gelen Halil Gönenç Hoca Efendi, tahsilini doğu medreselerinde tamamlamıştır. Günümüzün en büyük fakihlerinden olup hâlen memleketimizde fetvâ hizmetlerine devam etmektedir. Kendisi, Bediüzzaman’ın eserleri hakkında şunları söylemiştir: “Gerçekten insaflı olarak Risale-i Nur’u okuyan bir kimse, akla ve nakle uygun bir hakikatler manzumesiyle karşılaştığını görmektedir. Risale-i Nur asrın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde gerçekleri ifade ettiği, zamanın bütün manevî hastalıklarına maruz beşerin kalplerine şifa verdiği için, okuyanlar bu şaheserlere boyun eğmektedir.”40 İslam Dünyası Âlimlerinin Bediüzzaman SAİD NURSİ Hakkında Beyanları Ebu’l Hasen en-Nedvî Büyük Hintli âlim Ebu’l Hasen en-Nedvî Bediüzzaman ve eserleri hakkındaki beyanatı şöyledir: “Bediüzzaman asrımızın en büyük âlimlerinden birisidir. Eserlerini devamlı okuyorum. Bilhassa Arapça olanlarını. İstifade ediyorum. Bu risaleler, İslam dinine güveni yeniden sağlamada, bu dinin insanlık kervanına ayak uydurmaya, hatta önderlik etmeye elverişli olduğunu ispatta büyük rol oynamıştır.”41 Muhammed Ali es-Sâbunî Günümüz İslam dünyasının en büyük tefsir âlimlerindendir. Muhammed Ali es-Sâbunî’nin ‘Safvetü’t-Tefâsir’ ve ‘Ahkâm Tefsiri’ isimli tefsir çalışmaları Türkçeye kazandırılmıştır. Suriye Âlimler Birliği başkanı da olan Muhammed Ali es-Sâbunî, Bediüzzaman ve eserleri hakkında şunları söyler: “Ben müfessirim. Geçmiş birçok müfessiri tenkit de etmişimdir. Ama Bediüzzaman’ın eserlerini okurken, baktım bütün latifelerimde ayrı bir intibah (uyanma) hissettim. Evet, o zatın eseri kalbe doğan ilhamlarla yazılmıştır.”42 Prof. Dr. Vehbe Zuhaylî Suriye’nin meşhur fakihi Üstad Vehbe Zuhaylî, Bediüzzaman hakkında bir sempozyumda şunları söyler: “Sohbeti tesirli, sireti (ahlakı) tatlı, beyanı alımlı idi. Metodu nurdu. Öyle ki ben Nursi’ye şu sözü yakıştırmaktan çekinmiyorum: ‘Kur’an’ın manasını arz etmekte, Beyan Emiri.’ Evet, hiç şüphe yok ki Nursi, İslam akidesinin hakikatini anlama ve idrakte beyanın (beyan ilminin) emîridir.”43 Prof. Dr. Muhsin Abdulhamid Arap dili ve tefsir sahalarında uzman olan Dr. Muhsin Abdulhamid, Iraklıdır. Bediüzzaman ve eserleri hakkında ciddî çalışmaları ve kitapları vardır. Risaleler üzerine yaptığı tetkik ve araştırmalar neticesinde oluşan kanaatlerini kitaplarında şöyle açıklamıştır: “Risale-i Nurları en az iki defa tetkikli bir şekilde mütalaa ettim ve Bediüzzaman Hazretlerinin fikirleri hakkında birçok ilmî seminer verdim. Bu çalışmalarım sonucunda katiyen kanaatim hâsıl oldu ki, İmam Bediüzzaman Hazretleri müceddidlerin en büyüklerindendir. Sadece modern asrımızda değil bütün İslam tarihindeki müceddidlerin en büyüklerindendir.” “Risale-i Nur, modern asırda Kur’an-ı Kerim tefsirleri içinde en derin bir tefsir olarak göze çarpmakta ve Allahü Teâla’nın Kitab-ı Mübin’i indirmekten murad ettiği hakikate ulaşmada en tesirli bir tefsirdir.”44 Buraya kadar anlatılanların ortaya koyduğu üzere; l Bediüzzaman Hazretleri, vatanın istiklâli tehlikeye düştüğünde cepheye koşmuş ve bu uğurda en güzide talebelerini şehid vermiş; kendisi de esaret hayatı yaşamış ve gazi olmuş mücahit bir vatanperverdir. lBediüzzaman Hazretleri, Hristiyanlığa karşı İslâmiyet’in hakkaniyetini ve şerefini sözlü ve yazılı olarak her daim savunmuş, İslamiyet’ten asla taviz vermemiş büyük bir İslâm âlimidir. l Bediüzzaman Hazretleri, ömrü boyunca İslâm toplumunun birlik ve bütünlüğü için mücadele etmiş ve bu uğurda ağır bedeller ödemiş bir ittihad-ı İslâm fedaisidir. l Bediüzzaman Hazretleri, milletin birlik ve bütünlüğünü hedef alan, emniyet ve asayişi tehdit eden her türlü kalkışmaya şiddetle karşı çıkmış bir İslâm kahramanıdır. l Bediüzzaman Hazretleri, Müslümanların inanç ve yaşayışını hedef alan her türlü saldırıya karşı 5000 sayfalık eserleriyle mücadele etmiş ve dinin yüzden fazla büyük ve zor meselesini çözüme kavuşturmuş bir müceddiddir. Bediüzzaman Hazretlerinin âlemşümul davası, zikredilen şu beş maddeyle veya burada sayılanlarla münhasır değildir. Şüphesiz bahsi geçen faaliyetler çok kıymettardır. Lâkin bunlar, onun hizmetlerinin bir kısmını ihtiva etmektedir. O zatın faaliyetleri kaleme alınmak istenirse hacimli ciltlerden müteşekkil bir külliyat yazmak icap eder. HULASA Bediüzzaman Hazretlerinin dine, vatana, millete ve gelecek nesillere yaptığı bunca hizmetler dikkate alındığında onun özü sözü bir, samimi, Allah rızası dışında hiçbir şeyi hedeflemeyen, ümmetin selâmeti için her türlü fedakârlığı göze alan, Müslümanlara şefkatli, kâfirlere şiddetli, toplumsal birlik ve bütünlüğü gözeten, bu asrın mümtaz bir şahsiyeti olduğu açıkça görülür. DUA45 سَخِّرْ لِى نَفْسِى وَسَخِّرْ لِى مَطْلُوبِى وَسَخِّرْ لِرَسَاۤئِلِ النُّورِ وَلِخِدْمَةِ الْقُرْاٰنِ وَاْلاِيمَانِ قُلُوبَ عِبَادِكَ وَقُلُوبَ الْمَخْلُوقَاتِ الرُّوحَانِيَّاتِ مِنَ الْعُلْوِيَّاتِ وَالسُّفْلِيَاتِ يَاسَمِيعُ يَاقَرِيبُ يَامُجِيبَ الدَّعَوَاتِ ..آٰمِينَ. وَالْحَمْدُ للهِِ رَبِّ الْعَالَمِينَ Kaynaklar: 1- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, Hayrât Neşriyat, İstanbul, 2014, c. 2, s. 279.2- Emirdağ Lahikası, c. 1, s. 195.3- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 113.4- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 114.5- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 114-1226- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 133.7- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 111.8- Osmanlıca Mektûbât Mecmuası, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul, 2012, s. 248.9- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 125-127.10- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 131.11- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 136.12- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 147.13- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 149.14- Âsâr-ı Bedi’iyye, s. 114.15- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 153.16- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 154.17- Osmanlıca Mektûbât Mecmuası, s. 302.18- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 2, s. 279.19- Emirdağ Lâhikası, c. 2, s. 62.20- Hazret-i Peygamber (sav), zamanın kral ve idarecilerine elçileri vasıtasıyla İslâm’ı tebliğ gayesiyle mektuplar göndermişti. Bediüzzaman Hazretleri de bu sünneti ihya edip, tebliğ gayesiyle Papalığa Zülfikar eserini göndermiştir.21- Ahzâb Suresi, 4022- El-Hakim, el-Müstedrek, 4:522; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 2:281, hadis no. 1845.23- Osmanlıca Mektûbât Mecmuası, s. 325.24- Osmanlıca Şua’lar Mecmuası, c. 2, s. 170.25- Emirdağ Lâhikası, s. 75.26- Osmanlıca Lem’alar Mecmuası, s. 167.27- Emirdağ Lâhikası, s. 272.28- Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman, s. 142.29- Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman, s. 142.30- Konferans, s. 41.31- Nurculuk Nedir, s. 59.32- Hocalarımız Konuşuyor, s. 113.33- Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman s. 354.34- Son Şahitler, c. 4, s. 224.35- Son Şahitler, c. 5, s. 315.36- Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman, s. 157.37- Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman s. 203.38- Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. 2, s. 909.39- Aydınlar Konuşuyor, s. 119.40- Nurculuk Nedir, s. 63.41- Nurculuk Nedir, s. 222; dünya Risale-i Nur’u okuyor, s. 107.42- Ulemânın Gözüyle Bediüzzaman s. 302.43- Tespitler Işığında Bediüzzaman ve Risale-i Nur, s. 36.44- Arabca-Kâlû ani’n-Nursî, Altınbaşak Neşriyat, s. 29.45- Osmanlıca Şua’alar Mecmuası, c. 1, s. 34.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن Aşağıda manaları verilen fakat ekseriyetle yerinde anlaşılmayan kelimeler tasnif edilmiştir. Aynı zamanda bu kelimeler izah edilirken kâinat kitabındaki hangi faaliyetle örtüştüğü esas alınmıştır. 167- Bismillah’taki Rahman: Büyük nimetlere yani yıldızlara güneşlere aylara anasır ve madenlere bakar. 168- Rahim: Küçük nimetlere yani nebatat, hayvanlara ve meyvelere bakar. 169- Not: Küçük nimetler, büyük nimetlerin sonuçları ve mütemmimi (tamamlayanı) olduğundan küçük nimetler kıymet olarak büyük nimetlerden daha büyüktür. 170- Bismillahirrahmanirrahim, kâinatın kıraati ve nizamının tilavetidir. Yani Bismillah, arş-ı azamdan nüzul ile kâinatın sistemine göre kıraat olunmuştur veyahut kâinat kitabı besmelenin yazılışına göre tanzim edilmiştir. Kâinatın lisan-ı hali bunu tarif eder. Bu meselenin detayını öğrenmek isteyen On Dördüncü Lem’anın ikinci makamına bakmalıdır. 171- Hem Bismillah’ın be’sinden Lafzullah’a kadar olan kısım enfüsi tefekkürle (fiilimizden, ruhtaki sıfatlarımıza, istidatlardan kalbimizde tecelli eden Esma-i İlahiye’nin gölgesine Esma-i İlahiye’nin gölgesinden Daire-i Vücub’a çıkan bir seyirdir). Daire-i Vücub’a ulaştıran miracın batınını gösteren velayetin seyrine benzer. 172- Lafzullah’tan sonra Rahman ve Rahim isminin gelmesi ve ‘mim’ harfinde bitmesi, Peygamber Efendimizin (asm) miraçtan risaletle geriye dönmesi ve küllî seyahatini tamamlamasına benzer. Özetlersek, 173- Lafzullah Daire-i Vücubun ünvanıdır. 174- İki hayır da daire-i mümkünat ve kâinatın unvanıdır. 175- B; ise Daire-i Vücub ile daire-i mümkünatın arasındaki irtibat ve intisabın unvanıdır. 176- Bismillahdaki ‘sin’ harfinin uzun olması Daire-i Vücubun bütün Esma-i mümkünatı ihata etmesi ve tecellisine bir işaret olmuştur. Biz Dahi Başta Ona Başlarız. 177- Burada onunla yerine ona kelimesi kullanılmıştır. Hâlbuki Türkçe gramer kurallarına göre onunla kelimesi daha münasip görünüyor. Peki, neden bu kelime kullanılmış? Evet, bu kelimenin kullanılmasında şöyle derin bir nükte Risale-i Nurda beyan edilmiştir. 178- Bir iş veya ameldeki maksat ayrıdır, vasıta ayrıdır. Mesela sofraya oturduk yemeğe başlarken Bismillah dedik. Eğer onunla başlarız denmiş olsaydı, yemeği yemek asıl maksat; Besmele ise araç olurdu. Hâlbuki ona kelimesini kullanmakla Besmele’nin vasıta olmadığı bilhassa asıl gaye olduğu vurgulanmıştır. Aşağıda manası yazılan bir hadis-i kudsinin dürbünüyle meseleye bir bakış açısı getirelim 179- Cenab-ı Hakk bir hadis-i kudside buyurmuştur: “Gizli bir hazineydim, bilinmek istedim, âlemi yarattım.” 180- Buna göre her şey Cenab-ı Hakk’ın gizli kemalatını tarif eden bir eser, bir sanat, bir mektup ve bir kitaptır. Her şeyin keyfiyeti de onu tarif eder. 181- Eşyanın keyfiyeti: Eşya üzerindeki dakik sanatlı tezyinat, manidar mehasin ve hikmetli nukuş ile sülendirilmesidir. 182- Şuur sahibi olan insanın yaratılışındaki asıl maksat; mahlukat ayinelerinde o Zat-ı Akdes’in gizli, güzel cemal, ve kemalini görmek, bilmek, tanımak, sevmek ve ona ayine olmaktır. 183- Rabbimiz kendisini tanıtmak ve bilmek için bizlere hadsiz cihazlar vermiş ve bu cihazların her birini memnun etmek için maddi ve manevi çok nimetler ikram etmiştir. 184- Mesela, bizlere iştihalı bir mide vermiş ve o midenin ihtiyacını gidermek için yeryüzü sofrasını leziz nimetlerle donatmıştır. Bizleri o sofraya cezb ve celb etmek için birbirinden cazibedar güzellikler, kokular, tatlar, lezzetler yerleştirmiştir. 185- İnsan o meyvenin yanına iştihanın verdiği bir cazibe ile gider, elini dokunurken şöyle düşünür: Bu dalın ucuna nimeti asan Zat-ı Kerim temerküzü esmasıyla onun yanında hazır ve nazırdır. “Bu nimet içinde tecelli eden çok esmasıyla kendini bildirmek, tanıtmak ve sevdirmek istiyor.” 186- İşte o daldaki meyvenin yanında her an bütün isimleriyle hazır ve nazır olan Allah’tan alıyormuş gibi hayal ederek, fiilinde ve amelinde huzur-u daimiyi elde etmek maksadıyla Bismillah denilir. Bu tarzda amel etmek huzuru daiminin en müessir (tesirli) yoludur. 187- Şuur sahibi insanın yaratılmasındaki asıl maksat budur. Yoksa kendi midemizi doyurmak asıl maksat değildir. O zihayat meyve adeta şükre vesile olmak için o dalın ucuna yerleştirilmiştir. 188- Maalesef bizler meyve yemeyi midemizi doyurmayı asıl maksat olarak gördüğümüzden, Bismillah kelimesi alışkanlık haline gelmiştir. 189- Madem hadsiz nimetleri ve ikramlarıyla bizi bildiğini bildiriyor. Öyle ise biz dahi hürmetle onu bildiğimizi bildirmek için Bismillah demeliyiz. 190- Onu tanıyan onun ismini tahattur eder, alır ve ona göre hareket eder. Allah’ı tanımayan onun ismini almaz. Öyle ise zişuur olarak yaratılmamızdaki en ehemmiyetli maksat Halik’ımızı iman ile tanımak ve her amelimizi işlerken onun kudret ve rahmetinden imdat ve yardım istemektir.

Tevâfuklu Kur’ân’ı yazmak Hüsrev Efendi Hazretlerine nasib oldu Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân-ı Kerîm’in Ayet Berkenâr ölçüsünü ortaya çıkaran Kayışzâde Hâfız Osman Efendi’nin yazdığı Mushaf’taki gizli kalmış tevâfukları fark etti ve 1932 senesinde bunları ortaya çıkarmaya karar verdi. Nesih hattına âşinâ olan talebelerini, tevâfukların ortaya çıkabilmesi için Kur’ân yazmakla görevlendirdi. Bu görevlendirmenin daha ilk aylarında tevâfukun Hüsrev Efendi’nin tarzında olduğu görüldü ve Bedîüzzaman Hazretleri Tevâfuklu Kur’ân’ı yazmak üzere Hüsrev Efendi’yi görevlendirdi. Hüsrev Efendi hattat olmadığı hâlde, Bedîüzzaman Hazretleri onun yazısında manevî bir güzellik bulunduğunu hissediyor ve en güzel hattat yazılarına tercih ediyordu. Hüsrev Efendi’nin yazdığı, 40 senelik emeğin neticesi olan tevâfuklu Kur’ân-ı Kerîm, gören gözleri ‘Maşaallah, Bârekallah!’ demeye mecbur ettiği gibi; şirin hattı ve tevâfukları ile Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı olduğunu herkese gösteriyor. Sevk-i İlahî Vaktiyle İbrahim Havvâs Hazretleri, elinde olmaksızın sevk-i İlâhî ile sahralara açılmış, kenarında hurmalık bulunan bir nehre varıp orada yaşamış. Hurma yapraklarından zembil yapıp, bu nehre atmaya başlamış ve dört gün aynı işi yapmıştır. Sonra da, acaba ne göreceğim, Hakkın bundaki tabiri ve telmihi nedir, bunu anlamam için şimdi bu zembillerin peşi sıra gitmeliyim diye düşünmüş. Yola koyulmuş, derken nehrin kenarında oturup ağlayan bir yaşlı kadın görmüş ve sormuş; “Ne var, ne oldu?” Yaşlı kadın cevap vermiş: “Beş yetim yavrum var, hiçbir şeyim de yok, birkaç gündür şu nehrin kenarında duruyorum. Su her gün bir zembil getiriyordu, onu alıp satıyor ve parasını öksüzlere harcıyordum. Ama bugün zembil gelmedi. Ona ağlıyorum, acaba bugün ne yiyeceğiz?” Bunun üzerine İbrahim Havvâs Hazretleri; “Bana evini göster” dedikten sonra ekledi: “Şimdi gönlün rahat olsun, ben hayatta oldukça elimden geldiği kadar geçimini yoluna koyacağım!” Ebû Eyyûb el-EnsârîHazretleri (ra) Türbesi Asıl adı Hâlid bin Zeyd olan Eyyûb Sultan Hazretleri (ra), Medineli ilk Müslümanlardandır. Peygamber Efendimiz (asm), Mekke’den Medine’ye Hicret ettiği zaman evi yapılıncaya kadar yedi ay onun evinde misafir kalmıştır. Resûlullah (asm) hayattayken yanından hiç ayrılmamıştır. Bedir, Uhud ve Hendek Gazvelerinde ve Hayber’in, Mekke’nin ve Taif’in fethinde bulunmuştur. Bu gazveler esnasında zaman zaman, Peygamber Efendimiz’in (asm) korumalığını yapmıştır. Peygamber Efendimiz’in (asm) ahirete irtihâlinden sonra Suriye, Filistin, Mısır ve Kıbrıs’ı fetheden orduda yer almıştır. 669 senesinde 80 küsur yaşında, İslâm ordusu ile İstanbul kuşatmasına katılmış ve şehîd olmuştur. Kabri, İstanbul’un Fatih Sultan Mehmed komutasındaki İslâm ordusunca fethedilmesinin ardından, Fatih’in hocası Akşemseddin Hazretleri tarafından keşfen bulunmuş ve üzerine türbe yapılmıştır. 08 Ekim 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması Kraliçe Viktorya tarafından onaylandı Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinin ardından, İstanbul’un nüfusu yüzyıllarca beş yüz bin civarında sabitlenmiştir. Sultan 2. Mahmud ile İngiltere Kraliçesi Viktorya arasında imzalanan ve Baltalimanı Antlaşması da denilen serbest ticaret antlaşması ile birlikte bu durum değişmiştir. Serbest ticaret antlaşması ile birlikte İstanbul’un limanlarından geçen ticarî mal miktarı bir hayli artmıştır. Bunun neticesinde de İstanbul, ciddî nüfus çekmiştir. Otuz-kırk sene içinde İstanbul’un nüfusu bir milyona yaklaşmıştır. Nüfus artışı, payitaht İstanbul’un yüzyıllarca korunan orijinal yapısına da zarar vermiştir. Serbest ticaret antlaşmasının dolaylı zararlarından biri olan bu durumun yanında, doğrudan zararlarının başında İngiliz tüccarların, Müslüman tüccarlardan bile daha az vergi ödemesine imkân sağladığı için, Osmanlı ekonomisine verdiği zarar gelmektedir. 31 Ekim 1661Köprülü Mehmed Paşavefat etti Köprülü Mehmed Paşa, 1578’de Berat Sancağında dünyaya geldi. Babası Vezirköprü eşrafındandı. Gençliğinde İstanbul’a getirilerek saraya alındı. Has odalı Hüsrev Ağa’ya bağlanarak, büyük odalı zümresine dâhil oldu. Sonra Hazine-i Amire’de vazife aldı. Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın zamanında Mirâhurluk payesi aldı. Daha sonra Mirmiranlıkla Şam’a vali tayin edildi. 1650’de kubbealtı veziri oldu. Sultan 4. Mehmed, 1648’de tahta çıktığında yedi yaşındaydı. Saltanat Naibesi Hatice Turhan Valide Sultan, Köprülü Mehmed Paşa’ya 1656 senesinde Sadrazamlık teklif etti. O esnada 78 yaşında olan Köprülü, kendisine geniş yetkiler verildiği ve aleyhine hile koparanların sözlerine itibar edilmeyeceğine söz verildiği takdirde sedâreti kabul edeceğini bildirmiş ve kendisine çok geniş yetkilerin verilmesi üzerine 15 Eylül 1656’da sadrazamlığı kabul etmişti. Sadrazamlığı başarılı bir şekilde yürüten Köprülü Mehmed Paşa, 31 Ekim 1661’de vefat etmiştir. Türbesi, Divanyolu’ndadır. 12 Ekim 1596 Eğri Kalesi fethedildi Macarlarca Eger, Almanlarca Erlay, Osmanlılarca Eğre veya Eğri diye adlandırılan kale, Macaristan’ın Heves ilinin merkezidir. Mâtra ve Bükk dağlarının arasında, Eger nehrinin vadisindedir. Stratejik durumu ve zengin maden yataklarının varlığı sebebiyle kale, Macar asilzadeleri ve Kral Ferdinand tarafından tahkim edilmişti. Kale ilk defa Kanunî Sultan Süleyman zamanında 1552 yılında Vezir Kara Ahmed Paşa tarafından kuşatıldı. Bu kuşatma başarısız oldu. Kale, daha sonra 1596 senesinde tekrar kuşatıldı ve kısa bir kuşatmanın ardından 12 Ekim 1596 günü fethedildi.

Kimlik: Risalenin İsmi/İsimleri : el-Hutbetu’ş-Şвmiye, Devвu’l-Ye’s, Hutbe-i Şвmiye, Telif Tarihi ve Yeri : 1327/1911, Şam Dili : Arapзa, 1371/1955 Tьrkзeye Tercьme Edilmiştir. Konusu : Mьslьmanların Geri Kalış Sebepleri ve Kurtuluş Зareleri Mьellife Gцre Değeri : - İslam Dьnyasının geleceği ile ilgili hakikatleri barındırmaktadır. - Şam Emevо Camiinde, Şam ulemasının ısrarıyla, iзinde yьz ehl-i ilim bulunan on bin kişilik azоm bir cemaate verilen Arabо hutbedir. Risalenin Metodu : Mьşahede, Otoriter şahsiyetleri delil gцsterme, Nakli deliller, İstikra, Tarihо veriler İnsanoğlu, bu kadar şehadetleri çürütüp, istikra-ı tammeyi kırıp, ilahi meşieti ve kâinattaki ilahi hikmete karşı inat edip vahşet, küfür ve dehşetli tahribatında devam edemez. İnsanoğlu hiçbir şekilde âleme ve varlıklara muhalif olarak kâinattaki nizama külli şerleriyle muhalefet ederek, insanlıkta şerrin hayra galip gelmesini hazmetmesi mümkün değildir. İstikbalde hayır ve hak galip olacaktır. Ta ki insanoğlunda da hayır ve fazilet üstün gelsin. Ümitsizlik, En Dehşetli Bir Hastalıktır İkinci Kelime: Ümitsizlik, İslam dünyasının kalbine girmiş en dehşetli bir hastalıktır. Bu ümitsizlik; - İslam coğrafyası sömürge haline gelmiştir. - Müslümanların yüksek ahlakını öldürmüştür. - Ümmet yerine kendini düşünme duygusunu ortaya çıkarmıştır. - Müslümanların manevi kuvvetini kırmıştır. - Müslümanlara “Neme lazım” dedirtip İslamiyet’e hizmet etmeyi terk ettirmiştir. - Milletlerin kanser hastalığıdır. - Kemalata manidir. - Korkak, aşağı ve aciz insanların bahanesidir. Ümitsizliğin başını parçalamak için لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰه1 ve belini kırmak için مَا لَا يُدْرَكُ كُلُّهُ لَا يُتْرَكُ كُلُّهُ2 hakikatleri kullanmalıdır. Doğruluk, Manevi Hastalıkların İlacıdır Üçüncü Kelime: Doğruluk, İslamiyet’in temel esasıdır. İslamiyet’in kazandırdığı yüksek huyların bağıdır. Yüce duygularının mizacıdır. Müslüman toplumunun hayat düğümüdür. Öyle ise manevi hastalıklar, doğrulukla tedavi edilmelidir. Riyakârlık, fiilî bir yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu‘, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni‘-i Zülcelâl’in kudretine bir iftira etmektir. Küfür, bütün envaıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var. Şark ve garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nâr ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Hâlbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda, birbirini karıştırmış. Beşerin kemâlâtını da karıştırmış. Asr-ı saadette doğruluk vasıtasıyla Hz. Muhammed (sav) a’la-yı illiyyine çıkmıştır. Doğruluk anahtarıyla iman ve kâinatın hakikatlerini keşfetmiştir. Sahabe-i Kiram, en değerli mal, hakikatlerin anahtarı ve Hz. Peygamberi (sav) ala-yı illiyyine çıkaran doğruluğa müşteri olmuşlardır. Yalan vasıtasıyla Müseyleme-i Kezzab ve benzerleri esfel-i safiline düşmüştür. Kurtuluş, yalnız doğruluktadır. En sağlam zincir doğruluktur. Ama maslahat için kizb ise, zaman onu nesh etmiş. Çünkü maslahat ve zarûret için bazı âlimler muvakkat fetvası vermişler. Bu zamanda o fetva verilmez. Çünkü o kadar sû’-i istimal edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm, maslahata bina edilmez. Maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok. Sû’-i isti‘mâle müsâid bir bataklıktır. Hükm-ü fetvâ ona bina edilmez. Öyle ise اِمَّا الصِّدْقُ وَاِمَّا السُّكُوتُ yani yol ikidir. Ya doğru, ya yalan. Her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değildir. Bazen zarar verse sükût etmek, yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı, fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa sû’-i tesir eder. Hak, haksızlıkta sarf olur. Devam Edecek Kaynaklar: 1- Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz.2- Bir şey tamamen elde edilmezse, tamamen terk edilmez

Vücûd-u cümle eczâ, şart-ı vücûd-u külldür. Adem ise oluyor, bir cüz’ün ademiyle. Tahrîb eshel oluyor. Bundandır ki, âciz adam, sebeb-i zuhûr-u iktidâr, müsbete hiç yanaşmaz. Menfîce müteharrik, dâim tahrîbkâr olur. Bediüzzaman hazretleri burada insan hayatında önemli bir yeri olan gücün tanımını vermektedir. O, gerçek gücün yeni bir tanımını yapmaktadır. Gerçek anlamda güç nedir? Kime güçlü denir? Neden bir kısım insanlar bozgunculuk yapar? İnşa, imar ve tamir edenler, nelere dikkat etmelidir? İnşa ve imarın, bozmak ve yıkmak karşısındaki durumu nedir? Gibi soruların cevapları bulunmaktadır. Günümüz dünyasında yakan, yıkan veya bozan insanların daha güçlü olduğu algısı bulunmaktadır. Bunun yanlış olduğunu düşünen Bediüzzaman hazretleri, bu insanların güçlü değil gerçekte zayıf ve aciz olduklarını ispat etmektedir. Bu insanların yıkıcı faaliyetleri güçten değil acizlikten kaynaklandığını göstermektedir. Evet, insanoğlu istediği bir işi başarabilmesi için gereken tüm şartları oluşturması gerekmektedir. Zira bir işin olabilmesi, o iş için gerekli bütün şartların varlığına bağlıdır. Bundan dolayıdır ki bir eser ortaya koymak zordur. Çünkü insan, yapmak istediği eser için gerekli tüm ortamı ve şartları bir araya getirebilmelidir. Bu ise birçok insana ağır gelmektedir. Hz. Üstada göre gerçek güç ve kuvvet, bir iş için gerekli tüm şartları bir araya getirerek istenilen eseri ortaya koymaktır. Demek oluyor ki bir işi başarmak isteyen, o iş için gerekli ortam ve şartları oluşturmalıdır. Gerekli olan temel hiçbir şartı eksik bırakmamalıdır. Bunun için gayret göstermelidir. Aksi halde başarısızlıklarla karşılaşacaktır. Bundan dolayıdır ki başarının tesadüf olmadığı söylenmektedir. Mesela hayatın devamı tüm temel ihtiyaçların olmasıyla mümkündür. Bir çiçeğin varlığını devam ettirmesi gereken tüm şartların oluşmasıyladır. Bir bahçenin istenilen şekle girmesi gereken tüm şartların sağlanmasıyla mümkün görünmektedir. Öyle ise başarı için insana düşen, tüm ortam ve şartları oluşturmak için çalışmaktır. Gereken tedbirleri almaktır. Bozmak, yıkmak, dağıtmak, zarar vermek, ihlal ve ifsat etmek ise çok kolaydır. Zira bir işin olabilmesi tüm şartlarla bağlı iken olmaması için tek bir şartın eksik kalması yeterlidir. Bu şartı eksik bırakmak için ise bir güce veya kuvvete çoğu zaman gerek yoktur. Yapmamak, terk etmek veya yerine getirmemekle yapılması istenilen iş olmayabilir. Yaşamak için tüm şartlar gerekirken yaşamamak için ise bir şartın olmayışı yeterlidir. Ortaya eser koymak için tüm şartları bir araya getiremeyen ve bunu zor gören aciz insanlar, muktedir görünmek için bozgunculuk yaparlar. Çünkü kolaydır. Güç gerekmemektedir. Zor değildir. Bir şartı terk etmekle koca bina yıkılabilmektedir. Yıllarca verilen emekler boşa gidebilmektedir. İşte insanlar yıkılan, bozulan dev eserleri, emekleri ve işleri görünce sanıyor ki bunları yapmak için büyük bir güç gerekmektedir. Aksine bozgunculuğun temelinde bir terk vardır. Yapmamak vardır. İstenilen işi eksik bırakmak vardır. Engel olmak vardır. Bunun için ise bir güce, iktidara veya kuvvete gerek yoktur. Bozgunculuğun kolay olmasındandır ki bütün devletler serseri bir çocuğun bir kibritle koca bir ormanı yakmaması için büyük tedbirler alırlar. Kimse de kalkıp “şu küçücük çocuk koca devletlerden daha güçlüdür” dememektedir. İmar ve inşa edenler bozmanın, yıkmanın kolay olduğunu bilmelidir. Ellerinden gelen tüm tedbirleri almalıdır. Şartları bir araya getirmede en küçük bir ihmal veya tembellik göstermemelidir. Aksi halde işin olmamasını sonuç verebilir. Tahrip edenlere karşı her daim uyanık olmalıdır. Unutulmaması gereken en önemli konu da yıkanların zayıf ve aciz olduğunu bilip cesaretini korumalıdır. Sonuç olarak yapmak zor, bozmak kolaydır. Yapmak için gereken tüm şartlar olmalı iken olmaması için tek bir şartın eksikliği yeterlidir. Demek yıkan değil, yapan güçlüdür.

İslâm’ın hakikatleri dar dairede, fakir, fukara, bedevi, mürteci ve mutaassıp bazı insanlara mahsus değil; umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ışıklandıracak bir kabiliyettedir. Hak ve son din olan İslâm, maddî-manevî bütün kemalâtı bünyesinde toplayan, insanlığın bütün yüksek duygularını besleyecek maddelere sahip, nuranî bir saray gibidir. Zannetmeyelim ki dünya herkes için ilerleme ve kalkınma dünyası iken yalnız Müslümanlar için gerileme dünyasıdır. Âlem-i İslâm şimdilik kışı yaşıyor olsa da hiç şüphe etmeyelim ki bu kıştan sonra muhakkak cennet misal bir bahar gelecek. Şimdi ekilen tohumlar, istikbal zemininde çiçek açacak. İslâm hakikatini hakkıyla kâinat üzerinde dalgalandıracak bir nesil gelecek inşaallah. Şanlı Ecdadın Ve Bahtiyar Evlâtların Protestolarından Korunmak Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın gaybî haberleriyle biliyoruz ki; kıyametin kopmasından önce ‘Ahirzaman Fitnesi’ zuhur edecek ve Ümmet-i Muhammed (asm) ifsat olacaktır. Hususen bir çeyrek asırdır ümmetin başına gelen felâketler, fitneler, mağlubiyetler ve sıkıntılar nazara alındığında ‘Ahirzaman Fitnesinin’ en hararetli zamanlarının içinde bulunduğumuz anlaşılacaktır. Yine Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ ın gaybî haberlerinde müjde vermesiyle biliyoruz ki; Ahirzaman Fitnesi sona erecek, İslâm hakikatleri bütün dünyaya hâkim olacak ve yeryüzü adaletle dolacaktır. Dolayısıyla, İslâm adına şan, şeref ve kahramanlık destanlarıyla dolu bir mâzisi ve istikbali olan şu asrın Müslümanları, ecdat ve evlâtları gibi İslâm’a sahip çıkarak ümitsizliğe düşmeden hizmet ve gayret etmekle mükelleftirler. Aksi takdirde şanlı ecdatları ve bahtiyar evlâtları nazarında mirasyedi ve tembel olmakla itham edileceklerdir. Bütün Zamanlarda Âlimler ve Şairler İstibdadı Kötülemişlerdir Şairlerin çoğu kasidelerinde ve müelliflerin çoğu kitaplarının önsözlerinde zamandan şikâyet, dehre itiraz ve feleğe hücum etmiş ve dünyayı ayakaltına alıp çiğnemişler. Eğer kalp kulağıyla ve akıl gözüyle dinleyip bakılsa görülecektir ki bütün itiraz okları mazinin karanlık perdesine sarılan istibdadın bağrına gider ve işitilecektir ki bütün vaveylalar istibdat pençesinin tesirinden gelir. İstibdadın hükmetmediği ve isminin konmadığı zamanlarda dahi herkesin ruhu, istibdadın manasıyla zehirlenirdi ve bir zehir atanı bilirdi. Bazı kuvvetli dâhiler nefes aldıkça derin bir feryat koparırdı. Fakat karanlıklar içinde ve toplanmadığı için akıl onu güzelce tanıyamazdı. Ne zaman ki o istibdat manası, def edilmesi mümkün olmayan bir semavî bela zannedildi, zamana hücum ve dehrin başına tokat ve feleğin bağrına oklar atmaya başladılar. Çünkü sabit bir kaidedir ki bir şey insanın cüz-i irade dairesinin dışına çıksa, şahsî olmaktan çıkıp küllîleşse (genelleşse) veya normal yollarla def edilmesi mümkün olmayan bir hale girse zaman suçlanır. Taşlar feleğin kubbesine atılır. Eğer dikkatle bakılsa görülecek ki zamana ve feleğe atılan taşlar, geriye döndüğü vakit ‘ümitsizlik’ olarak kalpte taşlaşır. İnsanın Hevesleri İçin Kâinatın Sistemi Bozulmaz Yukarıdaki sabit kaidede geçtiği gibi bir şey, insanın iradesi ile müdahale edebileceği dairenin dışına çıksa, normal yollarla def edilemeyecek bir hale girse veya şahsî olmaktan çıkıp genelleşse o vakit, zaman suçlanır, feleğe taş atılır. İnsan hevesle, iştahla ve şiddetli arzularla bir şeyi elde etmek ister veya elden kaçırmamak ister. Hâlbuki şu âlemin düzeni, İlâhî hikmetin düsturları ile ayarlanmıştır. Feleğin çarkları, İlâhî inayet ile tanzim edilmiştir. Zamanın tabiatı, İlâhî iradenin matbaasında tabedilmiştir. Kâinattaki umumî denge, İlâhî hikmetle tesis edilmiştir. Yani zaman, mekân ve sistem çok yüksek gayelerle ve hikmetlerle Allah tarafından yaratılmıştır. İlâhî gayeler ve hikmetler neyi gerektiriyor ise öyle icraatlar ve yaratmalar yapılmaktadır. İnsanın cüz’î aklı, iradesi, hevesleri, arzuları ve iştahları kâinat ve zaman için referans alınmamıştır. Bir şahsın hevesleri için kâinatın sistemi mühim hareketlerinden durdurulmaz.