
Geçen sayıda Hz. Üstad’ın hayatı boyunca keyfiyetli talebe yetiştirme gayretine dikkat çekmiştik. Bu yazımızda, bu düsturun önümüze koyduğu hizmet ölçülerini arz etmeye çalışacağız. Üstadın, “Elli tane talebem olsa, Akdamar Adasına gitsem on yıl onları yetiştirsem dünyayı fethederdim” sözünün günümüze hangi mesajı verdiğini irdeleyeceğiz. Bediüzzaman Hazretleri Birinci Dünya Harbinde, Erzurum’da Pasinler cephesinde düşmanla savaşırken fırsat buldukça “İşârâtü’l-İ’caz” isimli tefsirini kaleme aldı. Harp zamanı, müracaat edilecek kaynakların yokluğuna rağmen kalbe gelen manaları not ettirdi. Harbin sonlarında Üstad, Ruslara esir düştü. Esaretten döndükten sonra da cephede düşmanla savaşırken avcı hattında yazdırdığı tefsirin müsveddelerini 1918 yılında kitap haline getirip yayınladı. O dönemlerde sevgili Üstadımız: “Harb-i Umumî hâdisat ve netâicleri mâni olmasaydı, İşârâtü’l-İ’câz’ı Allah’ın tevfiki ve izniyle altmış cilt yazacaktım. İnşallah, Risale-i Nur, âhiren o mutasavver harika tefsirin yerini tutacak.”1 demişti. Said Nursi Hazretleri bu idealinin istikbalde gerçekleşeceğini şöyle açıklıyordu: “Eğer birinci harb-i umûmî gibi mâni’ler olmasa idi, tefsîrin şu birinci cildi, i’câz vücûhundan olan i’câz-ı nazmîyi beyân ettiği gibi; diğer cüz’ler ve mektublar da, müteferrik hakaik-i tefsîriyeyi içine alsa idi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’a güzel bir tefsîr-i câmi’ olurdu. Belki inşallah şu cüz’-i tefsîr ve altmış altı aded, belki yüz otuz aded Sözler ve Mektubât risâleleriyle beraber me’haz olursa, ileride bahtiyar bir hey’et öyle bir tefsîr-i Kur’ânî yazsın inşallah.”2 Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere Üstad istikbalde “İşaratü’l-İ’caz” tefsirini tamamlayacak bir heyetin geleceğinden bahsediyor. Peki, bu tefsiri tamamlayacak heyeti yetiştirmek için bugüne kadar ne yapıldı? Böyle bir heyetin sahip olması gereken özellikler nelerdir? Bu kadroyu yetiştirmek için bir istikbal projesi var mıdır? Üstad, on yılda dünyayı fethedecek bir kadroyu yetiştirebileceğini ifade ettiği halde, aradan geçen onca on yıllara rağmen bu kadro neden yetiştirilemedi? Teknolojinin ve diğer imkânların bu kadar geniş olduğu bir ortamda Üstadın hayalini gerçekleştirecek nurani heyeti daha ne kadar bekleyeceğiz? Bunun gibi daha pek çok soru sorabiliriz. Şunu açıkça söyleyelim ki bütün bu sorular bizi keyfiyet (nitelik) kavramına götürür. Keyfiyetin keyfiyeti nasıl olacak peki? O da sizin hedefinizin keyfiyetine bağlı. Tefsir meselesine tekrar dönecek olursak, Hz. Üstad, Kur’an’a hakiki, kâmil bir tefsirin ancak bir heyet tarafından yapılabileceğini ifade eder. Çünkü Kur’an, bütün kâinattan bahseden, bütün ilimleri ihtiva eden nurani bir kitab-ı semavidir. Bir insan ancak birkaç ilimde uzman olabilir. Bütün ilimlerde ihtisas sahibi olması tek başına bir insan için imkânsızdır. Kur’an’a tefsir yazacak heyet maddi ilimlerde ihtisas sahibi olduğu gibi, İslami ilimlere de son derece vâkıf olmalıdır. Heyet, her iki hususiyeti hâiz olmanın yanında Risale-i Nurlara da hâkim olmalıdır. Onun nazarıyla kâinata, hadisata bakabilmelidir. Özetleyecek olursak, Üstad Bediüzzaman’ın İşaratü’l-İ’caz tefsirini tamamlayacak olan heyet, beşeri ilimlerin yanında ulum-ı âliye denilen İslami ilimlere de vakıf olan insanlardan oluşmalıdır. Her biri bir branşta uzman olan bu insanlar, geçmiş asırlarda yazılan bütün tefsirleri de dikkate alarak İşaratü’l-İ’caz’ı referans yapıp asrın idrakine yeni bir tefsir yazabilirler. Evet, hedef bu... Keyfiyetin keyfiyeti de açıkça ortada. Artık bize düşen, bu hedefe nasıl ve ne şekilde ulaşabileceğimizi ortaya koymaktır. İstikbalde İslamiyet’e büyük hizmetler yapacak kadroyu donanımlı bir şekilde eğitme zarureti var. Bunun için; Bediüzzaman Hazretlerinin hayatı boyunca kurmaya çalıştığı “Medresetü’z-Zehra”yı (İslâmi ilimlerle müsbet ilimlerin birlikte okutulduğu üniversite projesi) acilen hayata geçirilmelidir. Kur’ana tefsir yazacak kadro yetiştirme hedefinin yanında insanlığa külli hizmet edecek yeni nesillerin eğitimini de planlayalım. Zor bir hedef değil aslında. Maddi ve manevi temelleri sağlam atılırsa ümmetin bunu sahipleneceğini Hazret-i Üstad haber veriyor. En başından beri söylemek istediğimiz şey şudur: Keyfiyetli talebe yetiştirecek keyfiyette idarecilerimize, eğitimcilerimize ihtiyaç vardır. Gerekirse risk alacak cesarete sahip, ufku geniş, ideal sahibi yöneticilerimize ihtiyacımız var. Sahip olduğu maddi zenginliği böyle ulvi bir gayeye tahsis edebilecek kahramanlar aranıyor. Proje mi? Onu yüz yıl önce Bediüzzaman Hazretleri ortaya koydu. Ama maalesef ortada kaldı. “Medresetü’z-Zehra”ya sahip çıkacak yiğitler beklenmekte. Kaynaklar: 1- Barla Lahikası, 233. Altınbaşak Neşriyat.2- İşarat-ül İ’caz, 2. Altınbaşak Neşriyat.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن Aşağıda manaları verilen fakat ekseriyetle yerinde anlaşılmayan kelimeler tasnif edilmiştir. Aynı zamanda bu kelimeler izah edilirken kâinat kitabındaki hangi faaliyetle örtüştüğü esas alınmıştır. 148- İslamiyet’in ve sünnet-i seniyenin en deruni ve gizli manası bizi böylelikle ta Esma-i İlahiye ile sıfatlanmak ve boyanmak manasına kadar götürür. Yaratılış gayemiz de buna itaat ve teslim olmakla ayinedarlık etmektir. Cenab-ı Hakk’ın kullarına muhabbeti ise bu ayinedarlığı nispetindedir. 149- Nasıl aynaya bakan bir adam camına değil, belki camın içindeki kendi güzelliğine bakar ve cemalini gördükçe mutlu olur. 150- Öyle de Allah bizim mahiyet ayinemize bakar ve bizde tecelli eden esmasının cemal ve kemalini seyreder. Mahiyet ayinemizde tezahür eden esmanın kemalatı nispetinde bize muhabbet eder. Öyle ise Allah kâinatı kendi cemal ve kemalini görmek için yaratmıştır. 151- Öyle ise Cenab-ı Hakk’ın muhabbetini kazanmak için sünnet-i seniyeyi kendimize rehber-i mutlak etmek lazımdır. Yarabbi! Bizleri en azami derecede sünnet-i seniyeye itaat edenlerden eyle! Âmin. 152- Hayır kelimesine Risale-i Nurda yüklenilen diğer bir mana şudur; “Vücut, hayr-ı mahz; adem, şerr-i mahzdır.” Yani mahlukatın adem-i zahiriden (ilmi ezeliden) vücut ve varlık alemine çıkması mutlak hayırdır. 153- Demek bütün mahlukatın adem-i zahiriden varlık alemine çıkması, doğrudan kudret-i İlahiye’nin te’sir ve taallukuna bakar ve istinat eder. Buna göre kainat kitabında hayr-ı mahz kelimesine dâhil olmayan zerrattan seyyarata kadar hiçbir şey yoktur. 154- İşte bunun için, her şeyin ademden yani yokluktan varlık alemine çıkması hayr-ı mahzdır, denilmiştir. 155- Ayet-i kerimede: “Siz hiçbir şey idiniz. Cenab-ı Hak sizi yarattı, varlık âlemine çıkardı” buyurmuştur. Bundan anlaşılıyor ki, bütün kainat Allah’ın kudretiyle varlık âlemine çıkmıştır. 156- Mesela kâinattaki bütün nuraniyet, Allah’ın Nur isminden; bütün şifalar, Şafi isminden; bütün rızıklar, Rezzak isminden; bütün mizanlar, Adil isminden gelir. Bütün canlılık ve hayat, Hay ve Muhyi isminden gelir ve ona dayanır. 157- Böylece afaki daire dediğimiz kâinatın mevcudatı da Allah’ın ayrı ayrı esmalarını lisan-ı hal diliyle okutturan mücessem bir kitap olur. Demek her iki cihette de hayrın başı Allah’tır. 158- Evet, masnuatta hiçbir eser yok ki, çok manalı bir lafz-ı mücessem olmasın, Sâni’-i Zü’l-Celal’in çok esmasını okutturmasın. Madem şu masnuat, elfazdır, kelimat-ı kudrettir; manalarını oku, kalbine koy. Manasız kalan elfazı, bilâ-perva zevalin hevasına at. Arkalarından alâkadarâne bakıp meşgul olma. 159- Özetleyecek olursak, hayır kelimesinin birinci manası, insanın enfüsî (cisim ve ruh dairesi) dairesindeki amelinin tanzimine, şeriatı Muhammediye (asm) ve ahlak-ı ilahiye ile ahlaklanmasına ve Esma-i İlahiye’yi tezahür ettirmesine bakar. 160- İkinci manası ise, kainatın mevcudatının ademden varlık alemine çıkarak lisan-ı hal diliyle esma-ı ilahiyeyi tezahür ettirmesine bakar. 161- Bismillah diyen bir mü’min, iman ve intisap sırrıyla Cenab-ı Hakk’ın insana şah damarından daha yakın olduğuna itikad ettiği için, her fiilinin ve amelinin bidayetinin (başlangıç) kendi cüz’î ihtiyarına, nihayetinin ise, kudret-i ilahiyenin tesir ve taallukuyla vücuda geldiğine itimat eder. Böylece Rabbini takdis ederek kusurunu nefsine vermeyi bilir. 162- Hem, bütün kâinat baştanbaşa Allah’ın varlığını ve birliğini ispat ve tarif eden bir mektup, bir kitap ve ayine olduğunu görür. 163- Hem adem-i zahiri; bizim noksan ilmimizle ihata edemediğimiz, Allah’a malum olan, fakat harice çıkmayan ilmi vücutlar olduğunu kabul eder. Her şey’in o ilim-i ezeliden bir irade-i nafizenin tercihiyle seçilip levh-i mahfuza yazıldığını, sonra kudret-i ezeliye ile tohum, çekirdek, yumurta ve nutfe kapılarından âlem-i şahadete çıkarıldığını iman ile tasdik eder. 164- Hem, adem-i mutlak; Cenab-ı Hakk’ı inkar eden ehl-i fen ve felsefenin vehimlerini dolduran batıl bir kabulden ibaret olduğunu bilir. Hem böyle bir adem-i mutlakın muhal olduğunu, nihayetsiz kemal sahibi bir Allah’ın varlığına iman etmekle anlar. 165- Hem kainattan evvel adem-i mutlakın varlığını kabul etsek, kainatın vücuda gelmesi hadsiz derece muhal olduğunu ve bu keşmakeşliğin içinden akıllarıyla çıkamayan ehl-i fenden bir kısmı kendilerini aldatmak için maddeye ve kuvvete ezeliyet verdiklerini bilir. 166- Hem Lafzullah’ın daire-i vücubun ve bütün sıfat-ı kemaliyenin sahibinin ism-i hassı olduğunu bilir. Ve bu isim sadece ona mahsus olup, başkaları için kullanılamayacağını ve ondan gayri hiçbir şey sıfat-ı kemaliyenin sahibi olmayacağına kat’i hükmeder.

Allah’ım! Biliyoruz ki dünya imtihan meydanıdır. Biliyor ve inanıyoruz ki Sen kullarına kaldıramayacakları yükler yüklemezsin. Ve yine biliyoruz ki “Şüphesiz zorlukla beraber, bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber, bir kolaylık vardır.” İslam’la yoğrulmuş, her bir karışı şehid kanlarıyla sulanmış bu Anadolu toprağı, ilk defa Temmuz 2016’da değil, pek çok kereler imtihanlardan geçti. Hainler, zalimler, menfaat perestler hep oldu ve biliyoruz ki olmaya devam edecek. Fakat Anadolu insanı da var olmaya ve Hakk’ın hatırını âlî tutmaya, Rabbinin rızasını kazanmaya ve İslam’ın güzelliklerini yaşamaya ve yaşatmaya devam edecek inşallah. Rabbimiz! Efendimiz (sav) Tebük Seferinden dönerken “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” diyerek temel noktaya dikkatleri çekmiş ve bunu “Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir” hadisi ile tekit etmişti. Evet, mücadele / mücahede hep devam edecek, güneş doğup batacak; fakat eğer bizler nefsimize yenilirsek, işte o zaman her şey kaybolacak. Bizi bize bırakma Ya Rabbena! Bedir’de gönderdiğin meleklerini Müslümanlar ve memleketimiz üzerinde hesap yapanların üzerine gönder. Bilemediğimiz insan görünümlü şeytanları aramızdan ayıkla Allah’ım! Münafıkların, satılmışların, hainlerin, hesap yapanların, hilekârların her türlü zararlarından bizi ve ülkemizi ve bütün Müslümanları muhafaza eyle Ya Rabbi! Senin yardımın yâr olursa bize bâr olmaz. Senin inayetin bize muavin olursa gözümüz hiçbir şeyden korkmaz. Biliyoruz ki ‘cesaretin dahi kaynağı imandır’. Ya Rabbi! İmani çalışmaların artmasını, kalplerimizin iman hakikatleri ile dolmasını nasip eyle. Bütün akvam-ı beşer üzerimize savlet ederken, Sen bizi bize ayrı etme; bizi bizden ayrı tutma Ya Rabbi! Bizi bir eyle. Bizi iri eyle. Bizi diri eyle. Bizi birbirini Allah için seven ve birbirine omuz veren hakiki kardeşler eyle Ya Rabbi. Yaklaşmakta olan Kurban Bayramını ülkemiz ve bütün âlem-i İslam için hayırlara vesile eyle. İsmail olan kardeşlerimizin hatırına bu ümmete hakiki Bayramları yaşat Ya Rabbena!

Bu şanlı millet, kendi coğrafyasında kendisine rağmen yapılmaya çalışılan bir girişime bu defa izin vermemiştir. Ülkesine ve iradesine sahip çıkmıştır. Üst akla karşı kendi ülkesi ve coğrafyasında inisiyatifi eline almıştır. Bu gelişme; Türkiye, Ortadoğu ve İslam dünyası için bir milattır. Anadolu coğrafyasında başlayan bu yerli inisiyatif bölgeye de, İslam dünyasına da sirayet edecektir.Tarih içerisinde çağ açıp çağ kapayan bu coğrafya15-16 Temmuz 2016’da bir kez daha bir çağı kapatmıştır. Kaderi Birbirine Bağlı Coğrafyalar Âdem ile Hz. Havva’nın kavuştuğu, insanlık tarihinin başladığı, semavi dinin yeryüzüyle buluştuğu, ilk peygamberden son peygambere pek çok peygamberin yaşadığı, İslamiyet, Hristiyanlık ve Musevilik dinlerine ait başta mekânlar olmak üzere çok sayıda kutsalların bulunduğu, üzerinde binlerce yıllık birikimle oluşan kültür ve medeniyet zenginliklerine sahip olduğu kadar insanlığın bugünkü refahını temin eden yer altı zenginliklerine de sahip bir coğrafya… Kabil’in Habil’i öldürmesinden, günümüzde yaşanan bölgeye yayılmış hadiselere kadar, insanlık tarihini etkileyen pek çok vukuatın menşei, tanığı, mağduru, mağruru, mazlumu, galibi, mağlubu bir coğrafya… Tarihin kimi döneminde Yakındoğu, kimi kaynaklarda Beş Deniz Bölgesi, kimi kaynaklarda Beş Deniz Yaylası,1 kimi kaynaklarda Merkezi Bölge veya bugünkü çok bilinen adıyla Ortadoğu Bölgesi… … kaderi bölgenin kaderine bağlı olduğu kadar, bölgenin umum kaderinin de kaderine bağlı olduğu, merkezi bölgenin merkezinde, Ortadoğu’daki hadiselerin tam da ortasında, Avrupa ile Asya arasında, doğu batı medeniyetinin kesişiminde bir başka coğrafya… Orta Asya’dan başlayan göçlerinden itibaren dünya tarihini, demografik yapısını, dünya siyasetini etkileyen, İslam dini ile müşerref olmalarıyla “Türk Cihan Hâkimiyeti mefkûresini”2 İslam ile buluşturan ve dönüştüren, müteakiben İslam dini ve mensuplarını Viyana önlerine kadar taşıyan bir milletin mensuplarının yaşadığı nihai coğrafya… Tarihin bir döneminde Selçuklular, bir döneminde Osmanlılar, bugünkü adıyla Türkiye veya çok bilinen adıyla Anadolu… Ortadoğu ve Anadolu… Kaderi birbirine bağlı olan, kimi zaman kesişen, bazen ayrışan, zaman zaman çelişen, bazen birleşen bu coğrafyada tezahür eden hadiselerin nedenleri, çoğu zaman bu coğrafyadan kaynaklanmadığı gibi sonuçları da her zaman bu coğrafya ile sınırlı kalmamakta, İslam Dünyasının umumundan başlayarak, uzak yakın bütün bölgeler ve aktörler üzerinde, küresel ölçekte lehte ve aleyhte neticeler ortaya çıkarmaktadır. Bütün bunların çerçevesini oluşturan ve içini dolduran Anadolu ve Ortadoğu’nun jeopolitik, teopolitik, ekopolitik önemi, dünya üzerinden geçen, aklı ve şuuru olan her canlı için malum olmuş ve olmaktadır. Bu gerçeklik üzerine sayılamayacak söz söylenmiş, sayılamayacak kadar kitap, makale vb. telif edilmiştir. Anadolu’nun Ortadoğu’ya, Anadolu ve Ortadoğu’nun İslam Dünyasına ve Anadolu’nun Avrupa’ya, Kafkaslara, Orta Asya’ya, Kuzey Afrika’ya reel veya potansiyel etkisini bilen, bütün bunların üzerinde hesabı bulunan, hesap kuran hemen her uluslararası aktör; Anadolu ve Ortadoğu bölgesini kendi amaç ve hesapları doğrultusunda dizayn etme arayışında olmuştur. Bu dizayn, Anadolu’nun dinamizmini oluşturan üç ana unsur üzerinden arzulanır olmuştur. Birincisi bin yıldır sahip olunan coğrafya, ikincisi bin yıldır süregelen, bin yıl boyunca her yıl bir önceki yıldan, devralına alına, üzerine ilave konula konula günümüze miras bırakılan, bu coğrafya üzerinde yaşayan bireylerin gerek fert fert gerekse efkâr-ı umumisinin sahip olduğu şuur, mefkûre, cesaret, feraset, basiret ve imandan oluşan ruh dokusu; üçüncüsü ise sanayi, ticari, iktisadi ve teknolojik gelişmişlik düzeyi ve gelişme arzusu. Önemi üzerine hadsiz söz sarf edilen Anadolu coğrafyasının bu üç unsuru; bin yıldır aktör olmaya da -faktör olmaya da, oyun kurmaya da- oyun bozmaya da, zengin olmaya, fakir doyurmaya, mazluma mağdura kucak açmaya, vatan arayanlara yurt olmaya, himaye arayanlara hami olmaya, nizam-ı âlem tesis etmeye, üç kıtayı fethetmeye, haçlı seferlerine set çekmeye hâsılı kendisi hesaba katılmadan kurulacak bir sistemi altüst etmeye yetecek bir gücün yapısal unsurları olmuştur. Bu unsurlar, tarihin kimi döneminde reele dönüşerek görünmüş, kimi döneminde ise potansiyele dönüşerek üzeri külle örtülmüştür. Bu unsurlar, uluslar arası aktörlerin zaman zaman felç edilmeye matuf müdahalelerine maruz kalmıştır. Her zaman yok edilmek istenmiş, hiçbir zaman yok edilememiştir. Anadolu coğrafyasına hâkim olan Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye’nin veya bir diğer ifadeyle bu coğrafyada süregelen, bu silsile ile millet olmuş olan sakinlerinin bu reel veya potansiyelleri tarihin muhtelif dönemlerinde, döneme uygun araçlarla sınırlandırılmak veya Orhun kitabelerindeki ifadelerle “ili - töresi” yok edilmek istenmiştir. Kimi zaman Cem Sultan araçsallaştırılmaya çalışılmış, kimi zaman Şerif Hüseyin ile son darbe vurulmaya kalkılmıştır. Kimi zaman Kavalalı sorunu üzerinden uğranılan zaaf kullanılmaya çalışılmış, kimi zaman Balkan isyanlarıyla bizzat zaaf oluşturulma amaçlanmıştır. Kimi zaman haçlı seferleri ile nihai sonuca varılmaya çalışılmış, kimi zaman 1. Dünya Harbi ve Sevr antlaşması ile “hasta adama” öldürücü ameliyatın yapılması arzulanmıştır. Zira Anadolu merkezli bir inşanın ne ölçeğe ulaşabildiği, Anadolu merkezli bir yapıyı çökertmenin hangi ölçekte sonuçlar ortaya çıkardığı tarihsel süreçte görülmüştür. Anadolu merkezli inşada cihan imparatorlukları, bir çağın açılıp diğer çağın kapatılması yer alırken; Anadolu merkezli yapının çökertilmesinde ise muhtelif rejimlerde onlarca devlet, mütebaki coğrafyada kurulan bu onlarca devlette yıllarca süren savaşlar, hayatını kaybeden milyonlarca insan, yurtlarını terk eden milyonlarca mülteci, ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar, kaoslar, darbeler, suikastlar vd. söz konusu olmuştur. YENİLGİ YENİLGİ BÜYÜYEN ZAFER Çöküşü Hızlandıran Müdahale: 31 Mart Darbeler bu coğrafyanın iradesini, geleceğini, sınırlarını, ekonomisini, siyasetini ve daha önce ifade ettiğimiz üç unsuru belirli kalıplar içerisinde tutmanın, sınırlandırmanın, mümkünse yok etmenin önemli araçlarından birisi olmuştur. Bu coğrafya sahip olduğu imparatorluğu kaybederken de, sahip olduğu cumhuriyeti yükseltirken de darbelere şahit olmuştur. Çökerken maruz kaldığı darbeler çöküşünü hızlandırmış, tekrar yükselirken maruz kaldığı darbeler duraklamasına yol açmıştır. Hicri 31 Mart 1325 (13 Nisan 1909) tarihinde altı bin muhalif askerin silah sesleri İstanbul’da yankılanmaya başlamış, Meclis-i Mebusan işgal edilmiştir. Adliye Nazırı Nazım Paşa ve Lazkiye Mebusu Arslan Bey öldürülmüştür. Bir süredir devam edegelen gerilimler, suikastlar 31 Mart’ta başlayan ve 11 gün süren hadiselere dönüşmüştür. Nihayetinde hadiseler Selanik’ten gelen Hareket Ordusu tarafından 24 Nisan 1909’da bastırılmıştır. 31 Mart sürecinin en önemli sonuçlarından birisi olarak Sultan Abdülhamit de tahttan indirilmiş yerine V. Mehmet Reşat getirilmiştir.3 Abdülhamit Han’ın indirilmesi İmparatorluğun çöküşünü ve toprak kayıplarını hızlandırmıştır. İslam âlemi kaybetmiş, Osmanlı kaybetmiş, Anadolu kaybetmiş, Millet kaybetmiştir… … Birinci Dünya Savaşı imparatorluklar çağının ve beraberinde Osmanlı İmparatorluğu’nun da sonu olmuştur. Bu çöküş, aynı zamanda Anadolu merkezli siyasi, iktisadi, idari ve fikri bir yapının da çöküşüdür. Çöküşün ardından, Anadolu coğrafyasının halkı canla başla mücadele ederek, kurtuluş savaşını vererek yeni dönemde, yeni dünyada var olma kararını vermiştir. Bu yeni dönemde yeni dünyanın kodlarını artık çok sayıda devletler, uluslar arası ilişkiler, farklı rejimler, değişken sınırlar, savaşlar, bölgesel dengeler, çoklu çıkarlar, yer altı zenginlikleri, gelişmişlikler vb. oluştururken, Anadolu’nun kodlarını az zamanda çok toprak kaybetmiş olmanın getirdiği travma, muasır medeniyetler seviyesine ulaşma arzusu, mazinin parlak sayfalarını özlemle anma, Osmanlı’nın hayali üzerine inşa edilen ve bireyselden toplumsala uzanan Neo-Osmanlıcılık4 muhayyilesi, laiklik, Avrupa Birliği hedefi vb. olmuştur. Yeni dönemde Anadolu’nun öneminde bir azalma söz konusu olmamıştır. Anadolu’nun unsurlarıyla oluşturduğu önem, Türkiye Cumhuriyeti ile başlayan yeni dönemde de ülke içerisinde olan başta askeri darbeler gibi önemli hadiselerin, kırılmaların, uluslar arası ilişkiler düzeyinden, uluslar arası yapı ölçeğinden bağımsız olamayacağını her zaman kuvvetle akla getirmiştir. Zira Türkiye’nin önemli bir bölümünü kuşatan ‘bugünkü Ortadoğu İngilizler ve Fransızların 1. Dünya savaşı sonrasındaki stratejik tercihlerine göre oluşmuş’5 zaman ilerledikçe ABD ve Rusya gibi aktörler de bölgede yerlerini almışlardır. Yükselen Türkiye İçin Kurulan İdam Sehpası: 1960 İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya iki kutuplu bir yapıya bürünürken, Türkiye’de de tarihin akışına muvafık olarak çok partili hayata geçilmiştir. Demokrat Parti ve Menderes döneminin başlamasıyla Türkiye’nin kalkınma hamleleri hız kazanmıştır. Balıkesir, Aydın, Konya, Afyon, Gaziantep, Niğde, Zonguldak, Kayseri’de çimento fabrikaları, Adapazarı, Burdur, Konya, Kastamonu, Amasya, Erzincan, Erzurum Kütahya’da şeker fabrikaları, ayrıca çok sayıda dokuma ve gıda fabrikaları Menderes döneminde açılmıştır.6 Menderes döneminde yapılan Sarıyar, Demirköprü, Hirfanlı, Keban olmak üzere yapılan 20 kadar baraj ile Samsun, Trabzon ve Mersin Limanlarından bugün dahi istifade edilmektedir.7 Türk Traktör Fabrikası Menderes’in döneminin mirasıdır.8 “Karakurt” adı verilen ilk yerli lokomotif 1958 yılının yani Menderes döneminin ürünüdür.9 1954’de Türkiye Petrolleri kurulmuş,10 günümüzde bir dünya markası haline gelmiş olan “Türk Hava Yolları” ismi Türk Havacılığına 1955 yılında armağan olarak yine onun döneminde verilmiştir.11 Et Balık Kurumu, Devlet Malzeme Ofisi, TPAO, DSİ ve daha pek çok kurum… Köylere, kasabalara, kentlere binlerce okul yapılmıştır. Dahası Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ)12 Ege Üniversitesi13 Atatürk Üniversitesi14 gibi önemi ve değeri ülkemiz için tartışmasız olan üniversiteler Menderes’in bugünün ve yarının Türkiye’sine o günden armağanıdır. Altyapı ve üst yapı yatırımlarının yanı sıra, Türkiye’nin toplumsal hayatına, ruh dünyasına dokunan kimi adımlar onun döneminde atılmıştır. Ezanın asli şekliyle okunması, ‘Radyoda ilk mevlit ve Kur’an yayınlarının yapılmasında’,15 yine onun imzası vardır. Bu bağlamda Menderes “...milletin mayasının, ahlak, iman ve İslam…”16 olduğunu açıkça ifade etmiştir. Menderes’in ülkenin gelişmişlik düzeyini ileriye taşıma kadar, uluslar arası alanda da ülkenin konumu ve itibarını artırma, uluslararası politikada da var olma çabaları olmuştur. Kore’ye asker göndermekten, NATO’ya üyeliğe, Cezayir’e gizli silah yardımından, Irak’ta yapılan askeri darbe ile alakadar olmaya, Kıbrıs Davası’nın gündeme alınmasından, Bugünkü Avrupa Birliği’nin temeli olan ‘AET’ye Yunanistan’dan geri kalmamak için başvuruya’17 Bağdat Paktı’ndan muhtelif ülkelerle ikili ilişkilere, ABD ile yakın ilişkilerden, Rusya ile de yakınlaşma arayışlarına kadar dönemin şartlarında aktif bir dış politika kurgulanmaya çalışılmıştır. Türkiye’deki bir kısım önemli gelişmelerin uluslar arası gelişmelerden bağımsız değerlendirilemeyeceğinin önemli göstergeleri 1959-1960’a gelindiğinde daha görünür olmaya başlamıştır. 1939 yılından sonra, ilk defa 1959 yılında Rusya’ya Bakan düzeyinde 12 gün süren bir ziyaret gerçekleştirilmiştir. Dahası 11 Nisan’da yapılan bir açıklama ile Menderes’in 15 Temmuz’da Rusya’ya gideceği, daha sonra bir tarihte Kruşçev’in de iade-i ziyaret yapacağı ilan edilmiştir.18 Dönemin şartlarında çok önemli olan bu gelişme, 27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan askeri darbe ile gerçekleşememiştir. Darbe öncesinde yurtiçinde önemli provokasyonlar, Menderes’i karalama kampanyaları yapılmış darbeye zemin hazırlayan süreç adeta inşa edilmiştir. Ancak 27 Mayıs’tan bahsederken Menderes’in Rusya ziyareti her zaman kocaman bir soru işareti olarak gündeme gelmiş ve çoğu zaman arka plandaki gerekçenin bu olduğu kabul edilmiştir. Nitekim darbenin ardından askerler başta NATO ve CENTO’ya bağlı kalınacağını ilan etmiş, bunun üzerine ABD yeni yönetimi tanıdığını darbeden 3 gün sonra yani 30 Mayıs’ta açıklamıştır.19 Kararı peşinen verilmiş Yassıada mahkemeleri sonucu, Menderes 17 Eylül 1961 tarihinde idam edilmek suretiyle şehit edilmiştir. Türkiye’nin yerel kalkınmasında, bölgesel konumlanmasında inisiyatif kullanması ertelenmiştir. Neticede; Anadolu kaybetmiş, Türkiye kaybetmiş, Milli İrade kaybetmiş, Millet kaybetmiştir. … 12 Mart 1971: Hizaya Geç Türkiye 1960 yılındaki darbeyle ortalama her on senede bir askeri müdahale olma geleneği Türk siyasi hayatında başlamıştır. Tarihler 1970’e geldiğinde bir diğer askeri müdahale sürecide işlemektedir. 1961 Anayasası ile kurulan sistem yeni vesayet kurumları öngörmüş, yapılan düzenlemeler toplumsal ve siyasal ihtiyaçlara cevap verememiştir. Buna ilave olarak şiddet olaylarının, cinayetlerin, yaygınlaşmaya başlaması, üniversitelerin karıştırılması, banka soygunlarının, adam kaçırma hadiselerinin artması,20 1971 Askeri Muhtıraya giden sürecin altyapısını oluşturmaya başlamıştır. Aynı yıllarda uluslar arası boyutu olan bir başka önemli gelişme daha dikkat çekmektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD gençlerin uyuşturucu batağına düşmesi gibi önemli ve hayati bir sorunla yüz yüzedir ve mücadele etmektedir. 1966 yılına gelindiğinde 16 yaş altı çocuklarda dahi uyuşturucu kullanmaktan ölüm vakaları sıkça görülür olmuştur. Bağımlı sayısının 500.000’e ulaştığı 1968’de Başkanlık seçimlerinde Nixon’un gündemindeki iki önemli başlıktan birisi Vietnam olurken, diğeri uyuşturucu konusu olmuştur. Seçimleri kazanan Nixon, haşhaş üreten ülkelere çok ciddi baskılar yapmaya başlamıştır. Bu kapsamda haşhaş ekiminde önemli bir üretici olan Türkiye’de de yasaklanmasına ilişkin yapılan yoğun baskılar, Türkiye’de ABD’nin beklediği ölçüde karşılık bulmamıştır. 9 Mart’ta emir komuta dışında bir cunta darbesinin olacağı ihbarının alınması ve bu girişimin önlenmesinden sonra, mevcut Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları tarafından imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğinin tehdit altında olduğu, reformların yapılamadığı parlamento ve hükümetin ülkeyi anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklara soktuğu, hükümetin istifa etmesinin gerektiği, istifa etmediği takdirde ordunun yönetime el koyacağına ilişkin muhtıra 12 Mart 1971’de radyodan okunmuş bunun üzerine Demirel hükümeti istifa etmiştir. Ordunun bu müdahalesini bir kesim demokrasinin dengelenmesi olarak değerlendirirken, diğer bir kesim sistemin yeniden askeri bürokrasinin istediği sınırlara çekilmesi olarak değerlendirmiştir.21 Muhtıradan sonra 26 Mart’ta CHP’den istifa eden ve bağımsız milletvekili unvanını alan Nihat ERİM’e bağımsız, partiler üstü bir reform hükümeti kurdurulmuştur. Nihat ERİM’in göreve gelmesinden sonra 1971 yılının Haziran ayında, yüz bin köylü ailesini etkileyecek olan haşhaş ekimini yasaklama kararı alınmıştır.22 Erim’in ilk icraatları arasında bu kararın yer alması, bu süreçte not edilmesi gereken önemli bir gelişmedir. 12 Mart muhtırası Türkiye’nin meclise yansıttığı iradeyi hiçe sayan, millete rağmen yapılan, millet iradesine müdahale edilebileceği olgusuna güç katan, vesayeti gündemde tutan, askeri müdahaleler zincirine bir halka daha ekleyen, gerekirse ne ekmeyeceğine bile başka bir aktörün karar vereceğini gösteren bir hadise olmuştur. Neticede; Demokrasi kaybetmiş, Türkiye kaybetmiş, Milli İrade kaybetmiş, Millet kaybetmiştir. … 12 Eylül 1980: … your boys have done it 12 Mart ile birlikte baskılanan ülke içerisindeki şiddet hareketleri 1975’li yılların ikinci yarısından itibaren tekrar daha yoğun bir şekilde görülmeye başlanmıştır. Ülke içerisindeki siyasi kutuplaşmanın polis ve yargı gibi kurumlarda da etkili olmaya başlaması devletin etkinliğini ortadan kaldırır hale getirmiştir. Günlük hayatın akışı içerisinde halkın can ve mal güvenliği artık en önemli, öncelikli sorundur. Uzun süreli olamayan, istikrarsız koalisyon hükümetleri ülkenin gidişatını değiştirecek adımlar atmakta aciz kalmış, çözümler üretememiştir. Dahası siyasi partiler arasındaki gerilimler had safhaya ulaşmıştır. Birbirini besleyen bu döngüye ekonomik çöküntü de dâhil olmuş, Cumhurbaşkanlığı seçimleri de kilitlenmiş bir kriz olarak ortada kalmıştır.23 Türkiye bu sorunlar ile boğuşurken iki kutuplu, Soğuk Savaş halindeki uluslararası yapı içerisinde kritik, sistemi etkileyecek önemli gelişmeler yaşanmaya başlamıştır. Sovyetler’in Afganistan’ı işgal ettiği, İran’da rejim değişikliğinin olduğu ortamda; Batı bloğu içerisinde yer alan ve göz ardı edilemeyecek bir konumda bulunan bir ülke olan Türkiye’de yaşananlara, Batı bloğu kayıtsız kalmamıştır. Ülkenin yeniden istikrarlı bir konuma getirilmesine ilişkin dış aktörlerce verilen mesajlar, askeri bürokraside karşılık bulmuş ve 12 Eylül 1980 tarihinde ordu bir kez daha yönetime el koymuştur.24 “Türkiye Saati ile 03.30 ABD yerel saati ile 20.00, ABD Milli Güvenlik Konseyi Türkiye Masası sorumlusu Paul Henze evine henüz yeni gelmiş ve Beyaz Saray’ın Situation Room departmanı ile bir telefon görüşmesi yapmaktadır: Telefondaki ses - Paul, seninkiler nihayet yaptı (… your boys have done it) - Kim benimkiler, neden bahsediyorsun? - Senin generaller Türkiye’de darbe yaptılar! - Oo, öyle mi? Çok memnun oldum. Henze, sekiz aydır beklediği anın gelmesinden, Türkiye gibi bir NATO ülkesinin kaybedilmemesinden gerçekten memnun olmuştu…”25 Türkiye’nin üzerinde hesabı olan, Türkiye üzerinden de oyun kuran, Türkiye’nin uluslar arası sistemin sınırları içinde kalması arzusunda olan uluslar arası aktörlerce, bir takım iç dinamiklerin, kırılganlıkların harekete geçirilmesi suretiyle, ülkenin iç karışıklıklara, krizlere, can kayıplarına sürüklenmesi ve askeri müdahaleye giden alt yapının hazırlanması süreci bir kere daha tahakkuk etmiştir. Sonrasında yeni bir Anayasa ile kurumlar yeniden revize edilmiş, askeri vesayet tekrar sağlama alınmıştır. Darbe öncesi kurgulanmış süreç üzerinden, darbe sonrasında toplumsal, siyasal ve kurumsal bir dizayn gerçekleştirilmiştir. Türkiye’yi uluslararası yapı içerisinde, durması gerektiği noktadan, kendisine gösterilen köşeden kıpırdama imkânı tanımayacak sorunlarla meşgul etme planı bir kere daha işlemiştir. Neticede; Demokrasi kaybetmiş, Türkiye kaybetmiş, Milli İrade kaybetmiş, Millet kaybetmiştir. … 28 Şubat 1997: Git ve 1000 Yıl Ortalıkta Görünme 12 Eylül’den sonra Özal’lı yıllar; yatırımlar, kalkınma hamleleri, teknolojik gelişmelerin ülkeye transferi, demokrasinin yeniden tesisi, çabaları ile geçmiştir. Yönü Batıya dönük olmakla beraber, Ortadoğu ve İslam ülkeleri ile de ilişkiler gelişmeye başlamıştır. 90’lı yıllar Soğuk Savaş’ın sona erdiği, Sovyetlerin çöktüğü, buna bağlı olarak, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslarda yeni çatışma alanlarının ortaya çıktığı, Orta Asya’da yeni devletlerin kurulduğu yıllar olmuştur. 90’lı yılların Türkiye’sinde ise koalisyon ve ekonomik krizler yeniden gündeme girmiştir. Bununla birlikte 90’lı yıllar Osmanlı muhayyilesinin yeniden canlandığı, Neo-Osmanlıcılığın popülarite kazandığı, Siyasal İslam’ın yerel ve genelde yükselmeye başladığı yıllardır. 90’lı yılların başından itibaren Siyasal İslam’ın belediyelerdeki başarıları ile başlayan sürecin devamında, Siyasal İslam’ın Türkiye’deki en önemli temsilcisi olan Erbakan, 1996 yılı Haziran ayında koalisyon ortağı olarak Başbakan olmuştur. Erbakan başbakan olur olmaz, daha başbakanlığının ilk aylarında Ekim 1996’da, İslam ülkeleri ile bir birlik kurma çalışmalarına başlamış, bu birliğin Türkiye’nin öncülüğünde teşekkül ettirmeyi amaçlamıştır. Bu amacını da açıkça ifade etmekten çekinmemiştir. Bu bağlamda Başbakan sıfatıyla basına verdiği bir beyanatta; D-8’in İslam Birliği’nin çekirdeği olduğunu belirtmiştir. Resmi ziyaret için Almanya’dan davet aldığını, ancak kendisinin önceliği İslam ülkelerine vereceğini, bu nedenle Almanya’ya ziyaretini ertelediğini, İslam Birliğini kurduktan sonra İslam âleminin temsilcisi olarak Almanya’ya gideceğini yine basın önünde net olarak ifade etmiştir.26 Erbakan’ın bunu Refah Partisi Genel Başkanı olmaktan ziyade Türkiye’nin Başbakanı olarak ifade etmesi şüphesiz ki ayrı bir öneme haizdir. Bunu hayata geçirmek üzere somut girişimlerde bulunmasının neticeye ulaşması durumunda küresel sistemde yapısal bir değişim getireceği aşikârdır. Bu durumun küresel aktörlerce göz ardı edileceği düşünülemez. Erbakan’ın bu hedeflerini dile getirmesi ve bu amaçla harekete geçmesiyle eş zamanlı olarak, ülke içinde “laiklik ve irtica” gibi kavramlar etrafında, ülkenin kırılganlıkları ve hassasiyetleri üzerinden artarak devam eden bir gerilim ortamı kamuoyunda oluşturulmaya başlanmıştır. Sivil bürokrasi, yargı, üniversite çevreleri, medya ve parlamentonun bir kısmı askeri bürokrasi ile eşgüdümlü hareket etmişlerdir. 4 Şubat 1997’de Ankara Sincan’da tanklar yürütülmüştür. 28 Şubat 1997’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan kararlar tarihe; 28 Şubat kararları, post modern bir darbe olarak geçmiş ve bin yıl süreceği ifade edilmiştir. Bütün bu gailelere rağmen Erbakan, İslam dünyasını derleyip toparlama hedefini sürdürmeye, yürütmeye çabalamıştır. Nihayetinde Bangladeş, Pakistan, Malezya, Endonezya, İran, Mısır ve Nijerya’nın katılımlarıyla 15 Haziran 1997’de Türkiye’nin öncülüğünde resmen D–8 adı ile bir birlik kurmaya muvaffak olmuştur. Ancak burada dikkatle ve önemle not edilmesi gereken, altı kalın kalın çizilmesi gereken husus; D-8’in kurulmasından 3 gün sonra 18 Haziran 1997’de Erbakan’ın istifa etmek zorunda kalması ve hemen sonrasında partisinin kapatılması ve kendisine siyasi yasak konulmasıdır. Bütün bunlardan sonra ise D-8 işlevsiz bir kuruluş haline dönüşmüştür. Türkiye bir kez daha küresel sistemin baş aktörlerinin kendisine çizdiği sınırlar içerisine, kendisine gösterilen köşeye “1000 yıl süreyle orada kalmak” arzusuyla gönderilmiştir. Neticede; İslam Dünyası kaybetmiş, Ortadoğu kaybetmiş, Anadolu Kaybetmiş, Türkiye kaybetmiş, Demokrasi kaybetmiş, Milli İrade kaybetmiş, Millet kaybetmiştir. … 15 Temmuz 2016: Yeni Bir Çağ Başlıyor 1997-2002 arası Türkiye’nin ağır ekonomik krizler ve koalisyonlarla geçirdiği bir nevi kayıp yıllar olmuştur. 2002’de tek parti, Ak Parti tarafından kurulan hükümetler dönemi başlamıştır. 2002’den sonrası dönem; hızlı bir altyapı – devasa üstyapı faaliyetleri, başta savunma sanayi olmak üzere stratejik, ekonomik ve politik önemi de olan yerli ve milli yatırımlar, toplumsal ve siyasal alanda da 28 Şubat’ın etkilerini ortadan kaldıracak demokratik adımlar dönemi olarak özetlenebilir. 2002 sonrası bir yandan AB uyum süreci ilerletilirken diğer yandan dış politikanın çeşitlendirildiği bir dönemdir. 59. 60. ve 61. Hükümet programlarında dış politikada aktifliğin benimseneceği,27 dış politikada çok yönlü ve çok boyutluluğa önem verileceği,28 dahası dış politikada temel hedefin Türkiye'yi bölgesel bir güç ve küresel bir aktör yapma ve uluslararası sistemin belirleyici ülkelerinden birisi haline getirmenin amaçlandığı net olarak belirtilmiştir.29 Somut olarak atılan adımlar, bu hedefler ile örtüşür mahiyette olmuştur. İran, Irak, Türkiye ve Suriye arasında “Şamgen” adı verilen ortak vize anlaşmasına Mart 2011’de30 varılması, Türkiye ve Suriye arasında ortak Bakanlar Kurulu toplantısı yapılması31 Türkiye’nin bölgesel sorunlara doğrudan müdahil olmaya çalışması, dahası Recep Tayyip ERDOĞAN’ın hem Başbakanlığı hem Cumhurbaşkanlığı döneminde yapmış olduğu salon toplantıları ve kalabalık meydan mitinglerinde doğudan batıya, kuzeyden güneye İslam Dünyası başkentlerine tek tek isimlerini sayarak selam göndermesi, Gana’dan32 BM genel kuruluna33 kadar çok çeşitli platformlarda “dünya beşten büyüktür” ifadesini dile getirerek tedavüle sürmesi, BM toplantılarında başta Filistin olmak üzere İslam dünyasının çözülemeyen sorunlarını gündeme taşıması, açık ve net olarak bütün dünyaya duyuracak şekilde “bu bölgede, bu coğrafyada artık bizde varız34” cümlesini ifade etmesi, IMF’ye olan borcun nihayete erdirilmesi gibi gelişmelerin küresel sistemin başat aktörlerince veya Cumhurbaşkanının ifadesiyle “üst akıl” tarafından not edildiğini söylemek mümkündür. Zira bu sözlerin reele dönüşmesi durumunda küresel sistemin yapısının yeniden şekillenmesi, yeni bir aktörün sahaya inmesi söz konusu olacaktır. …. Burada bir parantez açmak gerekmektedir. 2010 yılı Aralık ayında başlayan ve bir domino etkisi ile hızla yayılan Arap baharı olarak nitelendirilen sürecin, ilk aylarda Türkiye’ye bir alan açtığını söylemek mümkündür. Arap Baharının Mısır durağında 2011 Şubat’ında Mübarek devrilmiş, 30 Haziran 2012 yılında yapılan serbest seçimler ile Mursi Cumhurbaşkanlığına seçilmiştir. Mursi’nin, Mısır’ın Filistin politikasını Filistin lehine değiştirmesi, sınır kapılarını açması, Türkiye ile yakın ilişkiler kurması ve hatta ‘2012 yılında Ak Parti kongresinin onur konuğu olması’35 gibi politikaları bu bağlamda dikkate değer gelişmeler olmuştur. 2 Temmuz 2013’de Mursi’nin bir askeri darbe ile devrilmesinden sonra Türkiye, meşru olmayan darbeci Mısır yönetimine, darbeci Sisi’ye mesafe koymuştur. Darbe sonrası Sisi’nin ilk icraatları arasında Ağustos 2013’te Filistin’e olan Refah sınır kapısını kapatması yeni döneme ilişkin önemli bir işareti olarak değerlendirilmiştir. Mısır’da Mursi’nin Darbe sonucu devrilmesi ile, İslam Dünyası kaybetmiş, Demokrasi kaybetmiş, Ortadoğu kaybetmiş, Mısır Halkı kaybetmiş, Türkiye kaybetmiştir. … Parantezi kapatarak Türkiye’nin serüveni incelenmeye devam edildiğinde, Türkiye’nin kendi içerisinde yaptığı yatırımlar, bölgesinde attığı adımlar, küresel ölçekte hedeflediği arzular; yeniden Türkiye’ye müdahale edilmesi, çizilen politik sınırların içinde kalması, kendisine gösterilen köşeye dönmesine yönelik adımlarla karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Bu adımlar; ordu göreve pankartlarının açıldığı mitingler ile başlamış, akabinde Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 367 milletvekili konusu ortaya atılmış, 27 Nisan e-muhtırası ile devam etmiş, Ak Parti’ye kapatılma davası gündeme alınmış, gezi olayları ile farklı bir boyuta evrilmiş, 7 Şubat’ta MİT üzerinden denenmiş, 17-25 Aralık Yargı darbesi girişimine kadar gelmiştir. … ve nihayetinde, bir Truva atı gibi milletin ve devletin içerisine sinsice sokulan, 40 yıldır beslenip büyütülen, bir şer şebekesine, bir ihanet çetesine, FETÖ’ye mensup bir grup subay tarafından, emir komuta dışında 15 Temmuz 2016’da yine bildik bir yönteme müracaat edilmiş, askeri darbe yapma girişiminde bulunulmuştur. 16 Temmuz 2016’ya girildiği ilk dakikalarda telefon ile TV’ye bağlanan Cumhurbaşkanının halkı darbeye karşı sokaklara ve meydanlara çağırmasından sonra, halk köprülere, meydanlara, havalimanlarına akın etmiş, askere karşı direnç göstermiş, şehitler vermiş, gaziler vermiş, darbeye geçit vermemiştir. Kendi coğrafyasında kendisine rağmen yapılmaya çalışılan bir girişime bu defa izin vermemiştir. Ülkesine ve iradesine sahip çıkmıştır. Üst akla karşı kendi ülkesi ve coğrafyasında inisiyatifi eline almıştır. Bu gelişme; Türkiye, Ortadoğu ve İslam dünyası için bir milattır. Anadolu coğrafyasında başlayan bu yerli inisiyatif bölgeye de, İslam dünyasına da sirayet edecektir. Tarih içerisinde çağ açıp çağ kapayan bu coğrafya 15-16 Temmuz 2016’da bir kez daha bir çağı kapatmıştır. Türkiye, Ortadoğu ve İslam Dünyası için yeni bir çağ başlıyor. Bu defa; İslam Dünyası kazanmış, Ortadoğu kazanmış, Anadolu kazanmış, Türkiye kazanmış, Demokrasi kazanmış, Milli İrade kazanmış Millet Kazanmıştır… Kaynaklar: 1- Oral SANDER, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, Osmanlı diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme, İmge Yayınları, 1993 Ankara, s.15-162- Osman TURAN, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Ötüken Yayınları3- Halim DEMİR, İttihat ve Terakki Darbeler ve Suikastlar Tarihi, Ozan Yayınları, Ekim 2005, ss.124-1274- Şaban ÇALIŞ, Hayaletbilimi ve Hayali Kimlikler Neo-Osmanlıcılık, Özal ve Balkanlar, Çizgi Kitabevi, Konya 20015- Sabit DUMAN, Modern Ortadoğu’nun Oluşumu, Doğu Kütüphanesi Yayınları, 2010 İstanbul, s.206- Cemal ANADOL, Türk Siyaset Tarihinde Demokrat Parti, Yeni Kuvayı Milliye Yayınları, İstanbul 2004, s.777- Cemal ANADOL, a.g.e., s.778- http://www.turktraktor.com.tr/kurumsal_genel.aspx?id=78 9- http://www.tulomsas.com.tr/main.php?kid=67 10- http://www.tpao.gov.tr/tp5/?tp=m&id=93 11- http://www.turkishairlines.com/tr-tr/kurumsal/tarihce 12- http://www.metu.edu.tr/tr/tarihce 13- http://www.ege.edu.tr/d-5/Tarihcemiz.html 14- https://www.atauni.edu.tr/#!sayfa=rektorluk-universite-tarihcesi 15- Erdal ŞEN, Başbakan Adnan Menderes’in Hayatı, Bir Yiğit Vardı, Hazine Yayınları, s.18016- Erdal ŞEN, a.g.e., s.18317- Mehmet Ali BİRAND, Türkiye’nin Avrupa Macerası, Doğan Kitap, 10. Baskı, Şubat 200018- Baskın ORAN (Edt.), Türk Dış Politikası Cilt 1 1919-1980, İletişim Yayınları, s.52019- Baskın ORAN, a.g.e., s.68120- Süleyman KOCABAŞ, 12 Mart 1971 Darbesi'nin sebepleri ve sonuçları, http://www.yenisafak.com/hayat/12-mart-1971-darbesinin-sebepleri-ve-sonuclari-209532221- Abdulvahap AKINCI, Türkiye’nin Darbe Geleneği: 1960 ve 1971 Müdahaleleri, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İİBF Dergisi, Nisan 2014, 9(1), s.6622- Baskın ORAN, a.g.e., s.70223- Tanel DEMİREL, Adalet Partisi, İletişim Yayınları, 2004 İstanbul, s.74-7524- Tanel DEMİREL, a.g.e., s.7825- Mehmet Ali Birand, 12 Eylül Saat 04:00, Karacan Yayınları, 10. Baskı 1984, s.28626- Mehmet Ali BİRAND, 28 Şubat, Doğan Kitap, 2012, s.16227- T.B.M.M. (2003), I. Erdoğan Hükümeti Programı (59. Hükümet), 22. Dönem, 8. Cilt, 49. Birleşim, https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/td_v2.sayfa_getir?sayfa=118:137&v_meclis=1&v_donem=22&v_yasama_yili=&v_cilt=8&v_birlesim=049 28- T.B.M.M. (2007), II. Erdoğan Hükümeti Programı (60. Hükümet), 23. Dönem, 1. Cilt, 8. Birleşim, https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/td_v2.sayfa_getir?sayfa=105:126&v_meclis=1&v_donem=23&v_yasama_yili=&v_cilt=1&v_birlesim=008 29- T.B.M.M. (2011), III. Erdoğan Hükümeti Programı (61. Hükümet), https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP61.htm30- Şamgen'de anlaşma sağlandı, Hürriyet Gazetesi, 7 Mart 2011, http://www.hurriyet.com.tr/samgende-anlasma-saglandi-1720319631- Türkiye Suriye Ortak Kabine Toplantısı, Haber 7, http://www.haber7.com/siyaset/haber/444407-turkiye-suriye-ortak-kabine-toplantisi32- http://www.yenisafak.com/video-galeri/haber/ganadan-tekrar-etti-dunya-besten-buyuktur-2085145?type=2&refid=242645433- Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, http://www.tccb.gov.tr/haberler/410/1373/dunya-5ten-buyuktur-bm-kuresel-ve-bolgesel-sorunlara-agirligini-koymalidir.html34- Bu bölgede, coğrafyada biz de varız, Anadolu Ajansı, 24.05.2014, http://aa.com.tr/tr/politika/bu-bolgede-cografyada-biz-de-variz/15690635- Ak Parti Kongresi'nde ağır konuklar, Hürriyet Gazetesi, 30.09.2012, http://www.hurriyet.com.tr/ak-parti-kongresinde-agir-konuklar-21588818

İslam Dünyası STK’ları Birliği (İDSB) yurt içi ve yurtdışı üyelerinin katıldığı, milletimizin hür iradeleriyle seçtikleri hükümetimize ve Cumhurbaşkanımıza desteklerini ifade etmek ve bu hain kalkışmayı lanetlemek üzere 1 Ağustos 2016 tarihinde MÜSİAD Toplantı Salonunda “İslam Dünyası Türkiye’nin Yanında” başlıklı bir basın toplantısı düzenlemiştir. İslam Dünyası Türkiye’nin Yanında! 15 Temmuz gecesi Hükümetimizin ve Sayın Cumhurbaşkanımızın nezdinde Türk Milleti menfur bir darbe girişimi ile karşı karşıya bırakılmıştır. İslam Dünyası STK’ları Birliği (İDSB) yurt içi ve yurtdışı üyelerinin katıldığı, milletimizin hür iradeleriyle seçtikleri hükümetimize ve Cumhurbaşkanımıza desteklerini ifade etmek ve bu hain kalkışmayı lanetlemek üzere 1 Ağustos 2016 tarihinde MÜSİAD Toplantı Salonunda “İslam Dünyası Türkiye’nin Yanında” başlıklı bir basın toplantısı düzenlemiştir. Basın toplantısına 50’nin üzerinde yerli STK başkanları ve temsilcilerinin yanı sıra Asya-Pasific, Hindo-Pak, Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde faaliyet göstermekte olan yurtdışındaki üye STK’ları da iştirak etmişlerdir. İDSB Genel SekreteriAv. Ali Kurt’un Konuşması 63 ülkeden 312 STK’nın çatı kuruluşu olan İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) olarak, vatandaşlarımızın hür iradesiyle belirlenen meşru hükümete ve yarısından fazlasının oyunu alarak seçilen Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a karşı girişilen menfur askeri darbe teşebbüsünü şiddetle tel’in ediyoruz. Aziz milletimiz, 15 Temmuz günü kadınıyla-erkeğiyle, yaşlısıyla-genciyle Başkomutanının çağrısı üzerine, halkına ağır silahlarla saldırmaktan çekinmeyen haşhaşi terör örgütü karşısında canını siper etmiş ve 40 yıldır hazırlanmakta olan hain bir planı bir gecede bozguna uğratmıştır. Bizler gece yarısı okunan sala ve ezanları Irak’ta işitmiştik. Tanklarla, uçaklarla gözünü kırpmadan kendi halkını katleden canileri Suriye’de görmüştük. Bir gün aynı hadiseleri kendi memleketimizde de yaşayacağımıza hiç ihtimal vermemiştik. Darbeciler o gün gerçekten Ebrehe’nin filleri gibi mağrur ve saldırgan idiler! Ama 1960’dan bu yana gerilmiş bir yay gibi bekleyen öfkeli ve kararlı Ebabil’leri unuttular. Bu necip millet, geç saatlerde gelen tek bir telefon mesajıyla milyonlarla sokağa döküldü ve bu hainlerle ölümüne mücadele eden emniyet güçleriyle, keza darbeye karşı çıkan askerleriyle birlikte canını hiçe sayarak muhteşem bir direniş gösterdi. Sadece bir gecede, evet bir gecede, sabaha kadar binlerce destan yazıldı. Bu aziz toprakları korumak üzere kendilerine teslim edilen silahlarla kendi milletini, kendi emniyet güçlerini, kendi meclisini bombalayabilecek kadar gözü dönmüş bu ihanet çetesine hak ettikleri cevap elhamdülillah en güzel şekilde verildi. Bu hain yapılanmaya mensup olanlar, yıllarca dinler arası diyalog gibi son derece kirli bir proje altında, Müslümanlara karşı şedit, kâfirlere karşı merhametli bir yaklaşım içinde, uluslararası karanlık mihverlerin sadece memleketimizde değil, tüm İslam dünyasında truva atı oldular. Tesettür gibi temel hakikatlere füruat dediler, maksatlarına ulaşmak için her türlü kumpası, yalanı ve hileyi mubah gördüler. Askeri dönem, sağ veya sol, hiç fark etmeden her iktidar döneminde virüs gibi büyüyerek gelişen bu haşhaşiler, birlik ve beraberliğimizin ana omurgasını teşkil eden manevi değerlerimize ve iman esaslarına yönelik planlı tahribatlar yaptılar. Asırlarca bu ümmetin kabulüne mazhar temel esaslarımızı dini faaliyet kisvesi altında sarsmaya çalışarak selim kalpleri ifsad ettiler. Cemaat, yargı ve asker kavramlarına zarar verdiler. Ama unuttular ki, Cenab-ı Hak hayru’l-makirindir. Tuzakları boşa çıkarandır. Güzel yurdumuzun kılcal damarlarına kadar sızan bu hainlerin planları, Allah’a sonsuz hamd ü senalar olsun ki neticesiz kaldı. İçerden dışardan hainlerin destekleriyle bunca yıldır yapılan hazırlık, bir kaç saat içinde Allah’ın inayetiyle hezimete uğradı. Ülkeyi bölmek için tezgâhlanan oyun, kalpleri birleştirdi. Kahraman bir milletin bir asırdır baskı altında tutulan direniş ve kardeşlik ruhu, elhamdülillah dizginleri ele aldı. Bu birlik ve kardeşlik anlayışını rehavete kapılmadan, iç ve dış mihrakların oyununa gelmeden muhafaza etmek ve devam ettirmek zorundayız. Yalnız İstanbul ve Ankara’da değil, doğusuyla batısıyla bütün vatan sathında tutulan meydan nöbetlerini, sadece muhteşem bir sahiplenme olarak değil, aynı zamanda dahili ve harici düşmanlara verilen kuvvetli bir mesaj olarak görüyoruz. Başta BM, Amerika ve Avrupa devletleri olmak üzere uluslararası kamuoyu her zamanki gibi bizi hiç şaşırtmayan çifte standart ve duyarsızlık içinde üç maymunları oynadılar. Paris’te, Brüksel’de, Londra’da acılarını paylaştığımız bu demokrasi münafıkları, iki yüzün üzerinde şehid, binlerce yaralı verdiğimiz bu darbe teşebbüsünde sivil halkın birlik ve beraberlik içinde kendi iradesine sahip çıktığı bu muhteşem direnişi görmediler. Mısır’da, Suriye’de, Yemen’de ama maalesef hep bizim coğrafyamızda yapageldikleri gibi anlamak istemediler. Yıllarca emek vererek besledikleri haşhaşi müttefiklerinin halkın sillesiyle bozguna uğratılmasından çok rahatsız oldular. Batı dünyasının bu duyarsızlığına bedel, İslam coğrafyasının dört bir tarafındaki kardeşlerimiz bizim derdimizi yüreklerinde paylaştılar. Bazı ülkelerde yaşanan benzer sıkıntılara rağmen bizimle birlikte onlar da sokaklara döküldüler. Bir ümmet şuuruyla bizim için yaptıkları samimi dualar, destek mitingleri ve gönderdikleri mesajlar en güçlü dayanak noktalarımızdan biri oldu. Bu coğrafya bugün burada olduğu gibi, kendi değer yargıları içinde birlik ve beraberliği daha da güçlendirmek zorundadır. Önümüzdeki bu emsal problemlerden tek çıkış noktamız aramızda tesis edeceğimiz bu tevhid ruhudur. Bizler ittihad-ı İslam’a sözde değil, özde sahip çıkmak mecburiyetindeyiz. İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği işte bu gaye ve maksatla kurulmuş aynı binanın taşları hükmünde bir kardeşlik ve birlik projesidir, bir himmet seferberliğidir. Bugün karşılaştığımız bu menfur ve müessif darbe teşebbüsü karşısında kardeşlerimiz, “İslam Dünyası Türkiye’nin Yanında” başlığı altında yanımızda yer alarak bu kardeşlik ruhuyla Asya-Pasific’ten, Hindo-Pak ülkelerine, Ortadoğu ve Afrika’ya uzanan bir coğrafya içinde dayanışma gösterdiler. Darbenin ilk saatlerinden itibaren, dünyanın dört bir tarafından binlerce göz yaşartıcı destek mesajları aldık. Bu vesileyle kardeşlerimize bir kez daha teşekkür ediyoruz. Son olarak, yaşadığımız bu dehşetli hadise bize gösterdi ki birlik beraberliği muhafaza etmek sadece lafla olmaz. Bizler bundan sonra FETÖ benzeri, kim oldukları belirsiz, kökleri olmayan nevzuhur müfsid hareketlere fırsat vermemeli, def’-i mefasid’in celb-i menafi’den evla olduğunu gözden uzak tutmamalıyız. Bir milletin birlik ve beraberliğini bozacak en önemli tehlikenin, temel referanslarımıza ve değer yargılarımıza yapılan bilinçli müfsid saldırılar olduğunu unutmamalı, hazır kıta bekleyen yeni taşeronların aramızda tekrar fitne çıkarmalarına izin vermemeliyiz. Özellikle başta Diyanet İşleri Başkanlığımız olmak üzere dini otoritelerimiz ve sivil toplum kuruluşlarımız paralel devlet kadar, paralel din ve itikad anlayışına da karşı çıkmalıdırlar. İyi bilinmelidir ki Kur’an’ın tesis ettiği tevhid ve iman esasları, İslam cemiyetinin ana direğidir. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur. Bu vesileyle darbe teşebbüsünde şehid düşen kardeşlerimize Allah’tan rahmet, geride kalan yakınlarına sabr-ı cemil ve yaralılarımıza acil şifalar diliyoruz. Bu ihaneti duyduğu ilk andan itibaren bu darbenin karşısında dimdik duran ve aziz halkımızı sokaklara ve meydanlara sahip çıkmaya davet eden Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a hususan teşekkürlerimizi arz ediyoruz. Keza kararlı bir şekilde darbeye karşı çıkan ve geri adım atmayan hükümetimize, savaş uçaklarının bombardımanı altında faaliyetine devam eden TBMM’nin değerli üyelerine ve tüm siyasi partilerimize, emniyet güçlerimize, askerlerimize ve özellikle başkomutanının yanında cansiperane saf tutan silahsız kuvvetlerimize, aziz halkımıza ve sivil toplum kuruluşlarımıza, dualarıyla bizlere destek olan tüm İslam dünyasına teşekkürü bir borç biliyoruz. Bu alçak girişimin faillerinin en kısa zamanda tasfiye edileceğine ve hak ettikleri en ağır biçimde cezalandırılacaklarına inancımız tamdır. Kamuoyuna saygılarımızla arz eder, katılım ve destekleriniz için teşekkür ederiz. Farklı ülkelerden basın toplantısına iştirak eden, bir kısmı da yurtdışı canlı yayın bağlantısıyla katılan diğer STK temsilcilerinin verdikleri mesajlar: SRİ LANKA - Serendib İnsani Yardım Vakfı - Mohideen Abdul Rahuman Serendib İnsani Yardım Vakfının ve Sri Lanka Halkı adına Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayip Erdoğan ve Türk milletini, böyle bir darbeyi yendikleri için tebrik ederim. Türk milletinin uzun zamandır askeri darbelerden neler çektiğini ve şimdi Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin ne kadar geliştiğini de bütün dünya biliyor. Biz dua ediyoruz ki Allah Türkiye’yi, Türk milletini ve liderlerini düşmanlarından korusun. Allah Türkiye’ye cesaret ve güç versin. PAKİSTAN - Alkhidmat Foundation - Muhammad Abdus Shakoor 15 Temmuz gecesi, Türkiye’de darbe girişiminin başladığını duyunca tüm Pakistanlılar bundan çok rahatsız oldular ve yataklarından kalkıp dua etmeye başladılar. Şükürler olsun ki Allah Türk milletini korudu. Türk milleti Cumhurbaşkanları Sayın Recep Tayip Erdoğan’ın emrine uyup demokratik haklarını korumak için hemen harekete geçti ve bütün dünya için çok güzel bir örnek teşkil etti. Bu askeri darbeler Türkiye’ye çok zarar verdiler, ama şimdi Sayın Cumhurbaşkanı Türkiye’yi birleştirip öyle bir hale getirdi ki hiç bir düşman artık size zarar veremez. Biz hep şunun için dua ediyoruz ki, Rabbimiz Türkiye’yi ve liderlerini korusun. Bu sayede hem Türkiye, kendisi gelişecek hem tüm dünya için güzel bir örnek olacak. Pakistan Alkhidmat Vakfı olarak biz Türkiye’deki kardeşlerimizin yanında, her türlü yardım ve fedakârlık için hazır olduğumuzun bilinmesini isteriz. Allah Türkiye’ye yardım eylesin. MALEZYA - Society for The Enlightenment of The Ummah Malaysia - Ahmad Azam Ümmetin Aydınlanması Derneği - WADAH ve Malezya halkı adına 15 Temmuz tarihinde Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ı ve Türk milletini, demokrasiyi ve insan haklarını savunurken gösterdikleri cesaret ve fedakârlık için tebrik ederiz. Başarısız darbe girişimi Türkiye’de bir kargaşa meydana getirmeyi hedefliyordu. Lakin bu başarısız teşebbüs, günümüzde yöneten ve yönetilen arasında nasıl bir bağın olması gerektiğini göstermesi açısından fevkalade önemlidir. Türkiye son 10 yılda demokrasi alnında büyük adımlar attı. Bu çok güç elde edilen adımları korumak ve yüceltmek çok büyük meziyettir. Sayın Türk Milleti ve Sayın Ekselansları Recep Tayyip Erdoğan, Ekselanslarının liderliğinde Türkiye, siyasi ve ekonomik alanlarda dünyanın önde gelen süper güçleri ve oyun kurucuları arasında yer almıştır. Biz bu liderlik altında Türkiye’nin Çin’den Arjantin’e kadar dünyaya model olacak bir demokrasi olarak gelişeceğine ve bu yolda nice başarılara imza atacağına inancımız tamdır. Yine ekselanslarının liderliğinde Türkiye, tüm dünyaya, modern bir devletin Suriyeli mülteciler başta olmak üzere yardıma ihtiyaç duyan insanlara nasıl güvenli ve şefkatli bir yuva, nasıl bir yardım kapısı olabileceğini de bir kere daha göstermiştir. Ayrıca Türkiye’nin Filistin ve diğer ülkelerde ezilen Müslümanların haklarını nasıl savunduğunu, oralara nasıl yardım ulaştırdığını hiç kimse inkâr edemez. Bu nedenle biz, Türkiye’nin bu dinamizminin ve duruşunun tüm Müslüman dünyası için çok güzel bir örnek olduğuna inanıyoruz. Sayın Ekselansları, biz dua ediyoruz ki liderliğinizdeki Türkiye Allahu Teâlâ’nın yardımıyla her zaman güçlü kalacak, her türlü iç ve dış tehditlerin üstesinden gelecektir. İnanıyoruz ki sayenizde Türkiye bu zor günleri hızla atlatacak ve daha güçlü olarak doğrulacaktır. Dünyanın her köşesindeki Müslümanlar Türkiye’nin başarısı ve huzuru için dua etmeyi hiç kesmeyecekler. Türkiye artık bundan böyle sadece Rumi ve Nursi gibi büyük isimlerle değil, aynı zamanda Erdoğan’ın ismiyle de hatırlanacak. Lütfen en içten dileklerimizi ve selamlarımızı kabul ediniz. Biz “bir” ümmetiz. Selamlarımızla… LİBYA - Libya Verenel Derneği - Şükrü Cüveyli Öncelikle, bu olayda şehit olan kardeşlerimize Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar dilerim. Libya’da bir sivil toplum kuruluşu başkanı ve İDSB konsey üyesi olarak Türkiye’de 15 Temmuz tarihinde başlayan ve başarısızlığa uğrayan darbe girişimini şiddetle kınıyorum. Bu darbeyi planlayan, gerçekleştiren ve destekleyenleri terörist olarak görüyorum. Bu çete hakları ve yasalları ve hakları ihlal ederek kanun dışı bir eylem gerçekleştirmeye kalktı. Biz Libya’dan Türk halkı iradesini destekliyoruz. Darbeye karşı ve darbeyi planlayanlara karşı Türkiye hükümeti tarafından güvenliği sağlamak amacıyla alınan her karara ve uygulamaya da destek veriyoruz. LÜBNAN - Cemiyet’ul Waii Velmuwasah - İmad Said 15 Temmuz tarihinde gerçekleştirilen darbe girişimi haberi bizleri çok üzdü. Öncelikle darbe girişiminde şehit olan kardeşlerimize Allah’tan rahmet yaralılara şifa kalanlara Sabri-cemili niyaz ediyorum. Bu darbe seçilmiş sivil hükümete, devlet kurumlarına, halka ve demokrasiye karşı olmuştur. Herkesin bildiği gibi bu darbenin temel hedefi hükümete el koymak ve sıkıyönetimi getirmekti. Biz bu darbe girişimini şiddetle kınıyoruz ve biz buradan Türk halkını ve hükümetini zalim cuntacıların karşısında birliğe ve beraberliğe davet ediyoruz. Darbeciler darbeyi yaparken insanların haklarını ihlal ettiler. İnsanları öldürdüler; çevreye ve demokrasiye zarar verdiler. Biz her zaman Türkiye’nin yanındayız; dualarımız gece gündüz devam ediyor. Filistin meselesi başta olmak üzere Türkiye hükümeti ve halkının ilgi noktası olmuştur. İslam dünyasının derdi onların derdidir. Aynı zamanda Lübnan savaşında da Türkiye’nin duruşu çok farklıydı. Hep mazlumların yanında... Rabbim bu diyarları korusun. Güveni ve barışı nasip eylesin. SOMALİ - Al Tadamun - Abdurrahman Ali Somali halkından saygı ve selamlar olsun. Türkiye halkına ve hükümetine İDSB aracılığı ile tebriklerimizi sunmak istiyorum. 15 Temmuzda gerçekleşen darbe girişiminin ilk anından itibaren -Somali halkı olarak- sabaha kadar sokaklarda kalıp Türkiye için dua ettik. Gelişmeleri sürekli takip ettik. Allah’a çok şükür, Türkiye halkı, birliğin ve beraberliğinin ne demek olduğunu bir kere daha gösterdi. Darbe girişimi hedeflerine ulaşamayınca, başarısızlığa uğrayınca, biz çok mutlu olduk ve Türk kardeşlerimiz ne kadar sevindiyse biz de o kadar sevinmişizdir. Hep dua edeceğiz ki Allah Türkiye’yi ve Başkomutan Tayyib Erdoğan’ı korsun. Biz istiyoruz ki Türkiye her zaman birlik ve barış içinde olsun ve diğer Müslümanlara hatta tüm dünyaya örnek olsun. Rabbim bu zor günleri tekrar yaşatmasın. FAS - İslah ve Tevhid Hareketi Başkanı - Abdurrahman Şihi Öncelikle, biz her zamanki gibi nerede olursa olsun ve hangi şartlarda olursa olsun devlet kurumlarına ve seçilmiş hükümetlere karşı yapılan her türlü darbeyi kınıyoruz. Türkiye’de yapılan darbe girişimi, Allaha şükür Türk halkının dirayeti ve seçilmiş hükümetinin yanında durarak bu darbeyi püskürttü. Biz en baştan bu darbe girişimini kınadık, kınamaya devam ediyoruz. Ve biz inanıyoruz ki darbeyi bir tek halk püskürtebiliyor, bunu da Türkiye’de gördük. Türk halkı el ele omuz omuza tankların karşısına çıktı. Birlik ve beraberlik çok önemlidir. Türk halkı bu günlerde demokrasi ve istikrar mücadelesi veriyor. Biz her zaman Türk halkının yanındayız. Darbeye karşı duranları -devlet memuru olsun, normal vatandaş olsun- herkesin duruşunu takdir ediyoruz. Darbeler hiçbir zaman istikrar ve güvenlik getirmez. Dünyada birçok örnek var. Bu darbelerden bir tek İslam ve ümmet düşmanları istifade ediyor. SUDAN - Munazzamat’ul Dava İslamiye - Abdulrahim Ali Allahu Ekber. Yine de ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur. Türk halkı başta olmak üzere, tüm Müslümanları bu zaferleri ve darbeyi başarısızlığa uğrattıkları için kutluyorum. Bu darbe girişimi Sudan ve diğer İslam dünyası ülkelerini çok rahatsız etmiştir. Ve biz ilk defa Türkiye’deki tüm siyasi partilerin meşru hükümetin arkasında durduğunu gördük. Sudan halkı gelişmeleri an be an takip etti; Türkiye için gece gündüz dua etti, namaz kıldı. Bu darbenin başarısız olduğu an Sudanlılar çok sevindiler ve birbirlerini kutladılar. Türkiye’de darbeler Atatürkizm ve Kemalimizle birlikte başladı. Sonradan Arap ülkelerine taşındı. Bu hastalık, Arap dünyasında yaygınlaştı ve bir (moda) oluştu. Bu hastalık (darbeler) bütün Arap ülkelerine bulaştı, insanların hayatını berbat etti. Ümit ediyorum ki bu darbe girişimi darbelerin sonu olacaktır. Hem Türkiye için hem de İslam dünyası için. Böylece hâkimiyet milletin olur. Osmanlı döneminden sonra başlayan militarizm ve kemalimiz dönemi artık son bulsun. Sudan halkı sizleri çok seviyor. Keşke Türk halkı, Sudan halkının gazetelerde yazdıklarını okuyabilse, toplantılarda Türkiye hakkında konuşulanları anlayabilse. Bu olay İslam dünyasının tek vücut olmasına bir fırsattır. Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar. Bu bir rahmettir. Allah sizinle beraberdir. İNGİLTERE - Munezzemat’ul Muntada İngiltere - Halit Fevvaz Bu zaferin arkasında duran Türk halkına Al-Muntada El-İslami kuruluşu ve Suudi Arabistan halkı adına tebriklerimi sunmak istiyorum. Ümmet için ve Türkiye için tanklara meydan okuyan bu halk, Türkiye’nin 12 yılda elde ettiği kazançları ve başarıları yok etmeyi hedefleyen darbe girişimini engellemiş oldu. Türkiye’nin darbelerden neler çektiğini herkes biliyor. Bu darbe başarılı olsaydı, Türkiye eski darbe zamanlarına dönmüş olacak ve elde ettiği başarılar yerle bir olacaktı. Darbeler hiçbir zaman ülkeleri yükseltmez, cuntacılar hiçbir zaman kendi ülkelerin menfaatlerini düşünmemişlerdir. Türkiye tarihini inceleyen daha iyi anlar. Şüphe yok ki Türkiye AK Parti döneminde siyasi, ekonomi ve diğer alanlarda iyi adımlar atmıştır. Bu başarılara vesile olan T.C. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a en içten teşekkür ve saygılarımı sunmak istiyorum. Bu zamanlarda özellikle Müslümanların en çok ihtiyaç duyduğu birlik ve beraberliği Türkiye’de görüyoruz. Türkiye hükümeti ve STK’ları her zaman mazlum halkların yanında durmuştur. Filistin, Suriye, Somali, Myanmar ve diğer mazlum bölgeler buna şahittir. Türk STK’ların çalışmaları dünyanın dört bir yanında devam etmektedir. Nerede kriz varsa Türk STK’lar oradadır. ENDONEZYA - Indonesian Humanitarian Committe - Oke Setiadi Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayip Erdoğan’a karşı bir darbe gelişimi sonucunda yaklaşık 300 kişinin hayatını kaybettiğini haber aldık. Allah onlara şehadet nasip etsin ve rahmet eylesin. Binden fazla kişinin yaralandığını işittik. Allah onlara acil şifalar versin. Allah Türkiye’de demokrasiyi, insanlığı ve özgürlüğü korusun. Recep Erdoğan beye Endonezya’dan selamlar gönderiyoruz. BANGLADEŞ - Social Agency for Welfare and Advancement i - A. Raseduzzaman Selamün Aleyküm! Yakın zamanda Türkiye’de bir askeri darbe girişimi olduğunu iyi biliyorsunuz. 15 Temmuz tarihinde bazı gözü dönmüş ne yaptığını bilmez askerler tarafından dâhili ve harici telkinlerle gerçekleştirilmeye çalışılmış olan bu askeri darbeyi kınıyoruz. Bu ihanet, doğrudan Türk Milleti’nin hür iradesine karşı gerçekleştirilmiştir. Çünkü Ak Parti hükümeti, Türk Milleti tarafından hür iradeyle çoğunluk oyla seçilen bir hükümettir. Bu darbe girişimi, Türkiye’de iktidarı devirip demokrasiyi gömme girişimidir. Tekraren, biz bu demokrasi karşıtı ihanet hareketini lanetliyoruz. Biz Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı karizmatik ve cesur liderliği ile bu darbeye karşı durup ülkesindeki demokrasiyi ayakta tuttuğu için tebrik ederiz. Türkiye’deki kardeşlerimize ülkelerindeki demokrasiyi korudukları için tebrik ve desteklerimizi sunarız. Türkiye’nin kalkınması ve daha ileriye gitmesi için Allah’a dua ederiz. Allah’a emanet olunuz… YEMEN- Şebeket’u Nema-Abdulrakip Ubad Türkiye’de yaşanan olaylar, Allah’ın bir nimetidir. Allah (cc) buyuruyor ki; “Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir topluluk size el uzatmaya kalkışmıştı da, Allah (buna engel olmuş) onların ellerini sizden çekmişti. Allah’a karşı gelmekten sakının. Müminler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” Allah’ın bu hain elleri Türk halkından nasıl çektiğini gördük. Hatta Allah onların şerrini bölgeden, davetten ve İslam’dan uzaklaştırdı. Şüphe yok ki Allah inananları savunur. Allah’ın nimetlerinden bir tanesi de, mazlumlar ve haksızlığa uğrayanların yanında olmasıdır. Türkiye İslam’ın ve bu davetin kalesidir, başlangıç noktasıdır. Allah’ın bir nimeti de bu darbeci zalimlerin ellerini çekmesidir. Şüphe yok ki CB Recep Tayyip Erdoğan uyanık olmasaydı, tedbirleri almasaydı, bu zaferi yaşamak imkânsız olacaktı. Halkın polisle ve istihbarat birimleri ile el ele hareket etmesi de bir nimettir ve büyük bir zaferdir. Biz gördük bütün devlet kurumları tek vücut gibi bu darbeye karşı durdu. Bu halk, Allah’ın takdir ettiği bu nimeti unutmamalıdır. Ben dâhil milyonlarca Müslüman çok zor bir gece geçirdik. Fakat insanların ümit ve moral kaynağı salat ve ezan seslerini duyunca, “Allahu Ekber!” diyerek zaferin geleceğinden emin olduk. İnsanları göğüsleri ile tankların karşısına durduklarını görünce zaferin yakın olduğuna inandık. Çünkü insanlar darbecilerden daha güçlüdür, imanları ile yaşam mücadelesi verdiler. En son darbeciler çıkış bulamayınca silahlarını ve kendilerini teslim ettiler. Bu Allah’ın bir nimetidir. Onun için Allah’a çok şükür ve hamd etmemiz lazım.

Ankara Kızılay’da nöbet için beklerken Metro Camiinde yatsı namazı kılarken birden kalbime geldin; namazda bir türlü aklımdan çıkmadın, içimden şu satırları yazmak geldi sana Ömer! Seni bilmezdik Ömer. Öyle ya nereden bilecektik seni… Güzel Anadolu insanımızın numune-i imtisal olacak güzelliklerini barındıran bir kişilikte olduğunu, nereden bilebilirdik? Ancak çalıştığın yer, akrabaların, komşuların bilirdi seni. Fakat şimdi bütün Türkiye, hatta bütün dünya tanıdı seni Ömer. Hem de ne tanıdı. Dualarla, minnetlerle, hasretle, gıptayla… O arı duru yüzüne bakınca, O “Çanakkale Geçilmez”in ne olduğunu bu zamanda gösteren, “Türkiye Geçilmez” dedirten, o derinlikli aslan parçası bakışlı resmine bakınca, öyle bir duygulanıyorum ki, nasıl ifade etsem; ailemizin bir ferdi gibisin be Ömer! O ihanet gecesinde 240 şehidimiz var Ömer; sen o şehitlerin belki de en çok bahsi geçenisin… O kurşunu atıp o zalim Tuğgenerali gebertmeyi göze aldın ya! Akıllara ve kalplere girensin! Senin gibi helal süt emmiş Vatan evladı olan komutanın Zekai Aksakallı’nın vur emrini tereddütsüz yerine getirdin ya! Biliyor musun, işte o itaatin bir dönüm noktası oldu Ömer! Kim bilir o emirden sonra aklına neler gelmiştir. Evladın, eşin, ailen, istikbalin vardı, ama sen vatanın istikbalini düşündün. Aslında hakikatte aileni de, bizi de, vatanı da hatta bütün âlem-i İslam’ı düşündün ve düşündüklerini de düşünüp kendini feda ettin. Vallahi seni çok seviyoruz. Billahi seni çok seviyoruz. Çoooook sevdik seni Ömer’imiz. Adın gibi Ömer’sin, soyadın gibi Halis ve hainlerin karşısında Demir gibisin Ömer. Sonrasında ne mi oldu? Darbe bastırıldı, hainler tutuklandı, Her darbede ezanlar susturulurdu; o gece ise, ezanlar, selalar darbeleri susturdu. Millet tankları kovaladı, bedenini siper etti. “Meydanlara!” dedi Başkomutan ve millet kendine, namusuna, iradesine, vatanına sahip oldu. Senin o alçağı geberttiğin görüntüler geldi ekrana, öyle keyif veriyor ki o anı seyretmek Ömer… Biliyor musun Ömer, artık yeni doğan evlatlara senin de adın veriliyor, Ömer Halis olarak… Bu şerefsizlerin el konulan okullarına senin ismin veriliyor ve daha nice nice yerlerde ismin yad edilecek. Vallahi gıpta ediyorum Ömer. O üniformalı resmin var ya! Yüreğimizi yakan o bakışların var ya Ömer, Ömer’imiz, Ömer Halis Demir. Şehadetinle yüreğimizi yaktın ama milletin, ümmetin yüreğini ferahlattın. Ne diyelim, ne mutlu sana, Allah seni sevmiş ki sana böyle bir paye bahşetti. Öldüğünü bilmeyen diriler sınıfına girdin. Evet Ömer! O gece niceleri gibi bizlerde çıktık, durulur muydu hiç evde, ama nasipli olanlar sizlermişsiniz. Şehitler olacak ki, millet yaşasın. Yaşatmak için öldünüz, ama öldüğünü bilmeyen dirilersiniz şimdi. *** Senin gibi nice kahramanlarımız var, Ömer! Hainlerin karşısına Boğaz Köprüsüne, şimdi ismi 15 Temmuz Şehitler Köprüsü oldu; bir bayan olarak tek başına çıkan ve hainlere kafa tutan Şerife bacılarımız var. Tankın altına yatarak ölümü öldüren Metin’lerimiz var. Yanındakiler vurulduğu halde geri dönmeyen yiğitlerimiz var. Yüksekçe binaların çatılarına çıkıp jetlere “Hadi gel! Hadi gel!” diyen Serdengeçtilerimiz var. Babalı-evlatlı şehitlerimiz var. Nice gencimiz, yaşlımız, kadınımız var. Anadolu var. Sen varsın Ömer. Kim bilir, şimdi belki o gece destan yazan şehitlerle hep bir aradasınız. Zira şehitler öldüğünü bilmezmiş. Güzel bir âleme gittiğini bilirmiş. Ne mutlu size, sizlere! Vatan sana, size minnettardır Ömer. Vatan size minnettardır ey şehitlerimiz, gazilerimiz. Evet Ömer, satırlarıma burada son verirken, seni hasretle, minnetle, dualarla kucaklıyorum. O haini vuran ellerinden manen doya doya öpüyorum. Ölüm umumi bir cadde, biz bu dünyada kalmayacağız, sen bizden önce gittin. Önden gidenlere selam olsun! Kalanlar, vatan nöbetinde… Duamız o ki Allah, bize de şehitlik nasip etsin. Hoşçakal, günümüzün Seyyid Çavuşu, Ulubatlı Hasan’ı ve diğer şehitlerimiz… Hoşçakal.

Sadâkat, lügatte kendisine iyilik edene, lütufta bulunup koruyana minnet ve şükran duyguları ile bağlanma, bu bağlılığa yakışır şekilde davranma, hainlik ve döneklik etmeme, vefakârlık gösterme olarak ifade edilmektedir. Lügatte bu şekilde ifade edilen sadâkatin tarihte en güzel örneği, herhâlde Hz. Ebu Bekir’in (ra) Peygamber Efendimize (asm) gösterdiği teslimiyet ve dostluktur. En sıkıntılı ve zor zamanda, Miraç hâdisesi için “O söylüyorsa doğrudur!” diyebilmek, ona nasib olmuştur. Yine Sahabe Efendilerimizin, Peygamber Efendimize olan bağlılıkları, müşriklerin bile hayranlığını celb etmiş; bir insanın bu kadar sevildiğini ilk defa görüyoruz, demişlerdir. Başta Hz. Ebu Bekir (ra) olmak üzere Sahabe Efendilerimizin, Peygamber Efendimize (asm) olan bu bağlılıkları, sadâkatleri ve hiçbir şekilde ihanet etmemeleri, bize de numune-i imtisal olmakta ve her daim Hakk’ın yanında yer almamız gerektiğini ortaya koymaktadır. Tarih, tabir-i câizse sadıklarla hainlerin resm-i geçidine şahidlik etmiştir. Bir yanda canları pahasına Rabbine, Peygamberine, dinine, vatanına ve milletine sadık olanlar, bir yanda da bütün bunlara ihanet edenler… Kabil’in, kardeşi Habil’i şehid etmesi, tarihteki ilk büyük ihanet olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu ihanet, ilk insan ve ilk Peygamber Hz. Âdem Aleyhisselama yapılmış en büyük ihanetti. Ardından Hz. Nuh Aleyhisselamın oğlunun ve Hz. Lut Aleyhisselamın eşinin iman etmeyerek ihanet etmelerine şâhid oldu tarih. Kardeşleri tarafından kuyuya atılan Hz. Yusuf Aleyhisselam da en yakınlarından ihanete uğrayanlar arasındaydı. Hz. Musa Aleyhisselam, Tur Dağından döndüğünde kendisine yapılan ihaneti, kavminin altından yapılmış buzağıya taptığını görünce fark etti. Karun’un, kimya ilmini öğrendiği Hz. Musa Aleyhisselama ihaneti, binlerce yıldır herkesin dilindedir. Hz. Zekeriya Aleyhisselam ve oğlu Hz. Yahya Aleyhisselam, kavimlerinin ihanetine uğrayıp şehîd edilmişlerdir. Hz. İsa Aleyhisselam, en yakınındaki inananlarından birinin ihanetine uğramıştır. Fakat mümin kılığına giren bu hain, kurduğu tuzağa kendi düşmüştür. Siması Cenâb-ı Hakk’ın izniyle Hz. İsa Aleyhisselama benzemiş ve Yahudiler tarafından Hz. İsa Aleyhisselam zannedilerek işkenceyle öldürülmüştür. Cenâb-ı Hak, Hz. İsa Aleyhisselamı semaya yükseltmiş ve hayat tabakasını değiştirmiştir. Peygamber Efendimizin (asm) amcası Ebu Leheb, iman etmediği gibi, ona her türlü zulmü ve işkenceyi reva görerek, tarihin gördüğü en büyük ihaneti sergilemiştir. Hz. Ömer (ra) ve onun torunun çocuğu Ömer bin Abdülaziz (ra), en yakınlarındaki hizmetçileri tarafından şehîd edilmişlerdir. Hz. Hüseyin (ra), Kûfelilerin ihanetine uğrayarak ailesi ile birlikte zalimlerin saldırısı sonucunda şehîd edilmiştir. Hz. Hüseyin (ra) ile birlikte 23’ü Ehl-i Beyt’ten 49’u onları koruyanlardan olmak üzere toplam 72 kişi şehîd edilmiştir. Sultan Yıldırım Bayezid, Ankara Savaşında, birçok Bey’in ihanetine uğradı ve Timur’un eline esir düştü. Osmanlı Devleti, bu savaştaki kaybını telâfi edebilmek için on yıllarca uğraştı. Fatih Sultan Mehmed, iki defa ihanete uğradı. Birinde geçici bir süre tahttan inmek zorunda kaldı. Birinde de şehîd oldu. Babası Sultan 2. Murad tahttan feragat ederek, 1444 senesinde tahtı oğlu Fatih’e bırakmıştı fakat Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın davetiyle 1446 senesinde tekrar tahta döndü. Fatih’in İstanbul’u kuşatması sırasında kuşatmaya muhalefet eden Çandarlı Halil Paşa, fethin ardından idam edilmiştir. Fatih Sultan Mehmed, 1481 senesinde ordusuyla çıktığı sefer esnasında Gebze’de konaklarken, Yahudi asıllı doktoru tarafından zehirlenerek şehid olmuştur. Sultan Abdülaziz, en yakınındaki paşaların ihanetine uğrayarak, bilekleri kesilmek suretiyle intihar süsü verilerek şehîd edilmiştir. Sultan 2. Abdülhamid, Müslüman kanı dökülmesin diye İstanbul’u işgale gelen hain çapulcu ve çetecilerden oluşan Hareket Ordusuna karşı, saldırı emri vermemiştir. Kendini feda etmiştir. O kadar büyük bir ihanete uğramıştır ki, hakkında tahttan indirilme fetvası hazırlanmıştır. İftiralarla dolu bu fetva, Fetva Emini Ali Rıza Efendi’ye imzalatılmak istenince; Ali Rıza Efendi imzalamak istememiştir. Fakat darbeci, cuntacı hainler, bu fetvâyı imzalamazsa Sultan 2. Abdülhamid’i öldüreceklerini söylemişlerdir. Bunun üzerine Ali Rıza Efendi, Sultan’a bir zarar gelmesin diye mecburen imzalamıştır. İşte tarihteki ihanetlerin bir kısmının kısa bir özeti bu şekilde. Bütün bu hâdiselere baktığımızda, hepsinin ortak bir yanı olduğunu görüyoruz. Hainler, hiçbir zaman amaçlarına ulaşamıyorlar. Ve ihanetlerinin cezasını er ya da geç çekiyorlar. Asıl cezalarını ahirette görecekleri gibi, bu dünyada da insanlığın yüzkarası olarak anılıyorlar. Bedîüzzaman Hazretleri, Mektûbât Mecmuasında hainlerin akıbetini şöyle anlatıyor: “Mükerrer tecrübelerle görülmüş ve görülüyor ki, büyük kardeşine veyahud üstadına tehlike zamanında ihanet edenlerin, gelen belâ en evvel onların başında patlar. Hem merhametsizcesine onlara ceza verilmiş. Ve alçak nazarıyla bakılmış. Hem cesedi ölmüş, hem ruhu zillet içinde ma‘nen ölmüş. Onlara ceza verenler, kalblerinde bir merhamet hissetmezler. Çünkü derler: ‘Bunlar madem kendilerine sâdık ve müşfik üstâdlarına hain çıktılar. Elbette çok alçaktırlar. Merhamete değil, tahkîre lâyıktırlar.” (Mektûbât Mecmuası c. 2, s. 301) Üstâd Hazretlerinin yıllar öncesinden ifade ettiği bu hakikatler, 15 Temmuz gecesinin arkasından açık bir şekilde herkes tarafından bir kez daha görüldü. İhanet şebekelerinin ihanetlerine tüm dünya şâhid oldu. Kırk belki de altmış senedir yapılan hain planlar, kısa zamanda başlarını yedi. Kahraman milletimizin şiddetli tokadını yediler. Cesur milletimizin tarih boyunca gösterdiği büyük kahramanlıklara bir yenisi daha eklendi. Dünya, Bedir Gazvesindeki, Mekke’nin, Endülüs’ün, Kudüs’ün ve İstanbul’un fethindeki ve Çanakkale Savaşındaki ruhun bir benzerine şâhid oldu. Din için, bayrak için, vatan için, ezan için, milletimizin nasıl fedakârlıklar ve kahramanlıklar gösterebileceğini, cümle âlem hayranlıkla izledi. Zalimlerin ve hainlerin yürekleri korku içinde kalırken, mazlumlar, masumlar, sadıklar ve Hakk’ın yanında yer alanların gönülleri şevk ve sürur ile doldu.

Bedîüzzaman Hazretleri'nin Tevafuklu Kur’ân Yazdırmaktaki Gayesi Üstâd Hazretlerinin Tevafuku Kur’ân’ı yazdırmaktaki en mühim maksadı, Kur’ân’ın gözlere hitap eden bir mucizesini ortaya çıkarmak ve maneviyattan uzaklaşmış bu asrın insanlarına gözleri ile görebilecekleri Kur’ân’ın bir mucizesini göstermekti. Bu vesileyle Kur’ân’ın Allah kelâmı oluşu hakkında, din düşmanlarınca halkın arasında yayılan şüpheleri giderecek maddî bir harikayı da gözler önüne sermekti. Başka bir maksad ise, Kur’ân’ın bütün insan gruplarına bakan ayrı birer mucizesi ve mucizeliğini hissettiren bir harikası bulunduğunu göstermekti. Üstâd Hazretlerinin gözlü tabaka dediği, manayı anlamayanların da Kur’ân’ın mucizelerinden bir nasibleri olmalıydı. İşte o nasib ise Kur’ân yazısında ortaya çıkan tevafuk harikasıdır. Yalova Rüstem Paşa Camii Rüstem Paşa Camii, Yalova il merkezinde, aynı adla anılan Rüstem Paşa Mahallesinde bulunmaktadır. Kanunî Sultan Süleyman devri Sadrazamlarından Rüstem Paşa (1500-1561) tarafından, cami, han ve hamamdan meydana gelen bir külliye şeklinde inşa ettirildiği tahmin edilmektedir. Han, günümüze ulaşamamıştır. Hamam ise, bazı değişikliklerle günümüze kadar gelmiştir. Caminin kubbesi deprem ve doğal sebeplerle zamanla yıkılmıştır. Kubbenin yıkılmasıyla günümüzde de görülebileceği gibi cami, çatı ile örtülmüştür. 1999 depreminde tekrar hasar gören cami, restore edilmiş ve minaresi yeniden inşa edilmiştir. “Nereye gittimse, Allah Teâlâ’yı orada hazırve nazır gördüm” Cüneyd-i Bağdâdî Hazretlerinin bütün talebelerinden daha fazla değer verdiği bir talebesi vardı. Diğer talebeler, onun halini kıskanıyorlardı. Ferasetiyle bunu anlayan Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri; “Onun edebi ve anlayışı hepsinden fazla olduğundan nazarımızı ona çevirmişizdir. Bu durumun size de malum olması için imtihan yapacağım.” deyip kendisine yirmi kuş getirmelerini emretti. Sonra; “Her biriniz bir kuş alarak kimsenin görmediği bir yere gidiniz, kuşları orada kesip getiriniz.” dedi. Talebelerin her biri bir kuş alıp gitti, kesip geri geldi. Yalnızca o talebesi kuşu kesmeden sağ olarak geri getirdi. Hazret sordu: “Niçin kuşu kesmedin?” Talebesi; “Çünkü hiç kimsenin görmediği bir yerde kesmemizi emretmiştiniz ve ben her nereye gittimse Allah Teâlâ’yı (orada hazır ve nazır) gördüm!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri şunları söyledi: “Bunun nasıl bir kavrayışa sahip olduğunu ve bu bakımdan diğerleriyle arasındaki farkı gördünüz mü?” 03 Eylül 1971Katar Bağımsızlığını İlan Etti 1800’lü yıllarda Katar’ın idaresi, bugün de ülkenin yönetimini elinde tutan emirin büyük dedesi Muhammed el-Sânî’nin eline geçmiştir. Muhammed el-Sânî, Katar’ın idaresini ele geçirince, Osmanlı’ya bağlılığını açıklamıştır. El-Sanî ailesinden olan emirler, Katar’da birer Osmanlı Kaymakamı olarak görev yapmaktaydılar. Osmanlı askeri için Katar’da bir kale inşa edilmişti ve Ağustos 1915’e kadar, Osmanlı askerî birlikleri Katar’da görev yaptılar. Katar, 1916’da İngiltere tarafından işgal edildi. 1971 senesinde ise tamamen bağımsızlığa kavuştu. Ülkenin tahminî nüfusu 2,15 milyondur. Katar, kişi başına düşen millî gelir sıralamasında dünyada birinci sıradadır. 17 Eylül 1176 Miryokefalon Zaferi Anadolu Selçuklu ve Doğu Roma İmparatorluğu orduları arasında, Denizli Çivril’de bulunan Miryokefalon’da 1176 senesinde yapılan muharebedir. Anadolu Selçuklu ordusuna Sultan 2. Kılıçarslan, Doğu Roma ordusuna İmparator 1. Maunel Komnenos komuta etmiştir. Muharebe, Selçuklu ordusunun kesin zaferiyle sonuçlanmıştır. Miryokefalon Zaferinin en önemli neticesi, Türklerin Anadolu’ya kesin olarak yerleştiklerinin, gerek Doğu Roma, gerekse de Avrupalılar tarafından kabullenilmesi olmuştur. Bu zaferden yüz sene önce 1071 Malazgird Zaferiyle kapıları açılan Anadolu, artık bizim öz yurdumuz ve öz vatanımız olmuştu. Bin senedir gerek Selçuklu, gerekse de Osmanlı’nın Anadolu’nun her yerine vurduğu İslâm mührünü kimse kazıyamadı, bundan sonra da kimse bu mührü sökemeyecektir inşallah. 30 Eylül 1520 Kanuni Sultan SüleymanTahta Çıktı Yavuz Sultan Selim’in oğlu olan Kanunî, 1494 senesinde babasının şehzadeliği döneminde Trabzon’da dünyaya gelmiştir. 10. Osmanlı Padişahı ve 75. İslâm Halifesidir. En uzun süre tahtta oturan Osmanlı Padişahıdır. Döneminde Osmanlı Devletinin toprakları iki buçuk katına çıkarak 15 milyon km²’ye ulaştı. Saltanatı boyunca, birçok seferde ordusunun başında savaşa katıldı. Kanunî, günümüzde sadece başarılarıyla değil, dönemindeki devlet adamlarıyla da anılmaktadır. Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi, Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Mimar Sinan, Barbaros Hayreddin Paşa, Piri Reis, vd. gibi sadece isimlerini yazarak bile buraya sığdıramayacağımız kadar bizim için önemli birçok devlet adamı bu dönemde yetişmiş veya görev yapmıştır.

Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : el-Hutbetu’ş-Şâmiye, Devâu’l-Ye’s, Hutbe-i Şâmiye, Telif Tarihi ve Yeri : 1327/1911, ŞamDili : Arapça, 1371/1955 Türkçeye Tercüme Edilmiştir.Konusu : Müslümanların Geri Kalış Sebepleri ve Kurtuluş ÇareleriMüellife Göre Değeri :- İslam Dünyasının geleceği ile ilgili hakikatleri barındırmaktadır.- Şam Emevî Camiinde, Şam ulemasının ısrarıyla, içinde yüz ehl-i ilim bulunan on bin kişilik azîm bir cemaate verilen Arabî hutbedir.Risalenin Metodu : Müşahede, Otoriter şahsiyetleri delil gösterme, Nakli deliller, İstikra, Tarihî veriler Geçmişte İslamiyet’in Yayılmasına Sekiz Engel Geçmiş zamanda İslamiyet’in yeryüzüne yayılmasına sekiz dehşetli engel bulunmaktaydı. 1- Cehalet 2- Vahşet 3- Dinî taassup 4- Papazların ve ruhani reislerin başkanlıkları ve baskıları 5- Halkın papazları ve ruhani reisleri körü körüne taklit etmeleri 6- Müslümanların arasındaki istibdat 7- Müslümanların şeriata muhalefetten kaynaklanan kötü ahlakı 8- Pozitif bilimlerin görünürde İslamiyet hakikatleriyle çeliştiği kuruntusu İlk üç engel, eğitim ve medeniyetin güzellikleriyle kalkmaya başladı. Dört ve beşinci engeller, fikir hürriyeti ve hakikati araştırma sevdasıyla yok olmaya başladı. Altı ve yedinci engeller, din gayretinin uyanması ve kötü ahlakın çirkin neticelerinin görünmesiyle yok olmaya başladı. Sekizinci engel ise, İslamiyet hakikatlerinin bilinmesiyle ortadan kalkacaktır. İleride fen, eğitim ve medeniyetin güzellikleri, hakikati araştırma, insaf ve insan sevgisi duygularını canlandırarak bu sekiz engeli tamamıyla ortadan kaldıracaktır. Avrupa ve Amerika İslâmiyet’le hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar, Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu. istikbâlin kıtalarında hakiki ve manevi hâkim olacak ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek, yalnız İslamiyet’tir. İstikbalde İslamiyet Maddi Olarak Hükmedecek İslam dünyasının kalbinde beş kuvvet bulunmaktadır. 1- Kemalatın üstadı, Müslümanları yekvücut yapan, hakiki bir medeniyet ve pozitif bilimlerle donatılmış ve hiçbir kuvvetin kıramayacağı İslamiyet hakikatidir. 2- Medeniyet ve sanatın üstadı olan şiddetli ihtiyaç ve fakrdır. 3- Yüksek idealler veren, istibdadı parçalayan, yüce duyguları canlandıran, Müslümanları birbiriyle yarıştıran, yenilenme hissi ile medeniyette ilerleme sağlayan hürriyet-i şer’iyedir. 4- Dördüncü Kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehâmet-i imaniyedir. Yani tezellül etmemek, haksızlara, zâlimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil etmemek, yani hürriyet-i şer‘iyenin esasları olan müstebitlere dalkavukluk etmemek ve biçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir. 5- İzzet-i İslâmiyettir ki, i‘lâ-yı kelimetullâhı i‘lân ediyor. Ve bu zamanda i‘lâ-yı kelimetullâh maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakîkiyeye girmekle i‘lâ-yı kelimetullâh edilebilir. Medeniyetin güzelliklerinden gaye, insanlara faydası olan iyiliklerdir. Yoksa medeniyetin günahları değildir. İnşallah İslamiyet’in kuvvetiyle gelecekte medeniyetin güzellikleri kötülüklerine galip gelecek. Dünya barışını temin edecektir. Avrupa medeniyeti fazilet ve hüda temeli yerine heva, heves, rekabet ve baskı üzerine kurulmuştur. Bundan dolayı şimdiye kadar kötülükleri iyiliklerinden çoktu. Bu kötülükleri, ağaç kurdu hükmüne geçip Asya medeniyeti karşısında mağlup olacaktır. Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde’ ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi, bir daire içinde dönüyor. Bazen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazen tedenni içinde kış ve fırtına mevsimi gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi; nev‘-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşallah. Hakîkat-i İslâmiyenin güneşi ile sulh-i umumi dairesinde hakiki medeniyeti görmekliği rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz. Yarım Delil Pozitif bilimlerin verileri ve tecrübelerle sabit olmuştur ki âlemde baskın olan, bizzat istenilen ve Sani-i Zülcelal’in hakiki maksatları hayır, hüsün ve mükemmeliyettir. Hem istikra-i tamme1 ve tecrübe gösteriyor ki şer, çirkinlik, batıl ve fenalıklar yaratılışta cüz’idir. İstenilen değil, dolayısıyladır. Asıl değil, tabidir. Çirkinlik, çirkinlik olması için değil, güzelliğin anlaşılması ve güzelliğin farklı mertebelerinin ortaya çıkması için âlemde vardır. Demek kâinatta asıl olan hayır, güzellik ve mükemmelliktir. Elbette zulüm ve küfür ile yeryüzünü kirleten insanoğlu, cezasını görmeden ve âlemdeki yaratılışın asıl amacına hizmet etmeden dünyayı bırakıp yok olmayacaktır. Belki cehennem hapsine girecektir. İstikra-i tamme ve pozitif bilimlerin verileriyle varlık içinde en şerefli ve en değerli olanı insandır. İslamiyet’in şehadetiyle şerefli olan insanoğlu içinde ise en yüksek ve yüce olanları, hak ve hakikat ehlidir. Hem istikra-i tamme ve tarihin şehadetiyle en yüksek ve en yüce olan insanlar içinde bin mucizesiyle, yüksek ahlakıyla ve Kur’an hakikatlerinin şehadetiyle en faziletli olan Hz. Muhammed (sav)’dir. (Devam Edecek)

Osmanlı hat Ekolü’nin kurucusu olan Hattat Şeyh Hamdullah Efendi aynı zamanda okçuluğu ile de meşhurdur. İsmin başında bulunan Şeyh sıfatı, Okmeydanı Okçular Tekkesi Şeyhi (Şimdiki karşılığı Okçular Federasyonu Başkanı) olmasından almıştır. Şeyh Hamdullah Efendi, 1429 yılında Amasya’da dünyaya gelmiştir. Babası, Buhara Türklerinden olan ve Amasya’ya göç eden Mustafa Dede’dir. Babası aynı zamanda Sühreverdiyye Tarikatı’nın şeyhidir. Şeyh Hamdullah, imzalarında daima babasına izafeten “İnbu’ş-Şeyh” sıfatını kullanmıştır. Osmanlı yazı ekolündeki öncülüğünden dolayı kendisine “Kıbletü’l-Küttâb: Hattatların Öncüsü”, Kıdvetü Ehli’l-Kitâb: Hattatların başı” gibi sıfatlar verilmiştir. Şeyh Hamdullah Efendi Amasya’da ilim tahsili yanında, Hattat Hayreddin Maraşî’den, Yâkut el-Musta’sımî (v. 1298) yolunda Aklâm-ı Sitte (Altı yazı çeşidi)’yi meşk etmiştir. Yâkut el-Musta’sımî yazıları üzerinde uzun süren çalışmalar ve mütalaalar yapmıştır. Şeyh Hamdullah yazıları incelendiği zaman, Yâkut harflerinin en güzellerini alarak ekolünü oluşturduğu görülür. Şeyh Hamdullah Amasya’da vali olan Şehzâde Bâyezid ile dostluk kurarak ona hat dersleri verdi. Bâyezid tahta çıktıktan kısa süre sonra Şeyh Hamdullah da İstanbul’a gelerek Saray’a intisab etti. Şeyh Hamdullah’ın sanat hayatındaki asıl gelişme İstanbul’a gelişinden sonra başlamıştır. Bu arada Padişah II. Bâyezid, Şeyh Hamdullah’a yazı meşk ederken hokkasını tutacak kadar ilgi göstermiş ve kendisini devamlı desteklemiştir. Şeyh Hamdullah Efendi’nin kaynaklarda, ömrü boyunca 47 Kur’ân-ı Kerîm, sayısız En’am ve Kur’ân cüzü yazdığı kayıtlıdır. Ayrıca İstabul Bâyezid, Sultanahmet Firuz Ağa, Davud Paşa ve Edirne Bâyezid camileri Celî Sülüs kitâbeleri Şeyh Hamdullah hattı iledir. Sultan II. Bâyezid, Şeyh Hamdullah’tan Yâkut üslubu dışında bir tavır geliştirmesini istemiş, ayrıca kendisine Saray hazinesinde bulunan Yâkut yazılarını vermiştir. Uzun araştırmalardan sonra Şeyh Hamdullah Efendi, Yâkut’un yazılarından seçmeler yaparak Osmanlı Hat Ekolü’nün temellerini atmıştır. Hattat Şeyh Hamdullah ile birlikte Mushaf yazımında Reyhâni hat yerine Nesih yazı kullanılmaya başlanmıştır. Yâkut ekolündeki Mushaf yazımında görülen, Aklâm-ı Sitte’nin karışık olarak kullanılması da terk edilerek sadece Nesih yazıya öncelik verilmiştir. Altı yazı çeşidi anlamına kullanılan Aklâm-ı Sitte, Şeyh Hamdullah Ekolü ile olgunluk kazanmış, koltuklu Kıt’a yazımı da Şeyh Hamdullah ile başlamıştır. Şeyh Hamdullah Nesih yazıda, Yâkut ekolündeki durgunluk ve donukluğu kaldırarak, canlılık ve kıvraklık getirmiştir. Harflerin yapısına büyük değişiklik getirmiş, harflerin satıra oturuşu düzelmiştir. Hareke ve harfler birbirleri ile uyumlu hâle gelmişlerdir. Yazı bütünüyle uyumlu bir hüviyet kazanmıştır. Şeyh Hamdullah ekolünde Aklâm-ı Sitte’de gösterilen başarı, maalesef celî yazıda gösterilememiştir. Celî Sülüs yazıda, harfler hâlâ küt ve basit, istif de karışıktır. Yine de Celî Sülüs hat ile yazdığı kitâbeler, Celî Sülüs yazının tarihi gelişiminde önemli bir yere sahiptir. Hattat Şeyh Hamdullah Efendi zaman zaman Akbaba ve Alemdağ’da uzlete çekilir, zikir ve ibadetle meşgul olurdu. Sultan II. Bâyezid’in vefatından sonra ise tamamen Alemdağı’nda uzlete çekilmiştir. 1520 yılında vefat eden Hattat Şeyh Hamdullah Efendi’nin cenaze namazını devrin Şeyhülislâmı Zenbilli Ali Efendi Ayasofya Camii’nde kıldırmış ve Üsküdar Karaca Ahmed Mezarlığı’na defnedilmiştir. Kabri hâlâ ziyaret edilmektedir. Kabir kitâbesinde şunlar yazmaktadır: “Reîsu’l-hattâtîn Hamdullah El-Ma’rûf bi’bni’ş-Şeyh rahmetullâhi aleyhi” Anlamı: “Şeyh oğlu olarak bilinen ve hattatların reisi olan Hamdullah. Allahın rahmeti onun üzerine olsun” OKÇULAR TEKKESİ ŞEYHİ Hattat Şeyh Hamdullah’ın ok atmada, ok ve yay yapımında usta olduğu kaynaklarda zikredilmektedir. Daha Amasya’da iken, Şehzade Bâyezid ile ava çıkmışlar ve ok atışları yapmışlardır. Okçuluğa İstanbul’a geldikten sonra da devam etmiş, menzil atışında elde ettiği başarıdan dolayı, okçulukta rekor kıran okçular adına dikilen “Menzil Taşı”, Okmeydanı’nda onun adına da dikilmiştir. Yazısı da kendi hattıyla ve Celî Sülüs olarak yazılan bu taş, bugün Okçular Tekkesi’nde muhafaza edilmektedir. Menzil taşında şunlar yazmaktadır: “Sâhibu’l-menzil Hamdullah İbnu’ş-Şeyh Reîsu’l-Hattâtîn Şeyhu’r-Râmiyân Sene 911/1505” Anlamı: Menzil sahibi, Hattatların reisi ve Okçular şeyhi Şeyh oğlu Hamdullah. Sene 911/ Okçuluktaki başarısı nedeniyle Sultan II. Bâyezid tarafından Okçular Tekkesi Şeyhliğine atanmıştır.

Hakîkî mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini. Koyun verir kuzusuna, hazmolmuş musaffâ sütünü. Kuş veriyor farhına, lüâb-âlûd kayyını. Bediüzzaman Hazretleri burada tarih boyunca birçok kötü sonuçları veren önemli bir konuya değinmektedir. O konu da liyakatsiz ve ilimden yoksun olan insanların toplumu irşat etmeye kalkışmasıdır. Gerçek bir mürşid ve âlim olmaktan uzak insanların, üstadlık ve şeyhçilik yapmasıdır. Hz. Üstad, gerçek mürşid ve âlimin özelliklerinin ne olduğunu, talebeye nasıl bir ilim vermesi gerektiğinin ipuçlarını göstermektedir. Bu konuyu açıklamadan önce ilmin tarifini yapmak gerekmektedir. Zira ilmin ne olduğunu bilmeyen onu nasıl vereceğini de bilemez. İlmin farklı tanımları bulunsa da biz burada Seyyid Şerîf’in “en güzel tanım” dediği tarifi vereceğiz. İlim: İnsanın kendisinde bulunan ve ilâhi bir vergi olan sıfattır ki o sıfatı taşıyan kişi, açıklanması mümkün olan şeyleri ne zaman açıklamak istese onların apaçık bir şekilde ortaya çıkmasına denir. Bu tanıma göre ilim öncelikle insanın kendi malı olmalıdır. Kişi ilminin, Yüce Allah’ın bir ihsanı olduğunu bilmelidir. Bu ilmi sayesinde açıklanması mümkün olan konuları apaçık bir şekilde istediği zamanda ortaya koyabilmelidir. Açıklanması mümkün olmayan konularda söz söylememelidir. Bediüzzaman Hazretleri, bir rehberin öncelikle sahip olması gereken üç özelliğe işaret etmektedir. Üstada göre bu manevi rehber hakiki, mürşit ve âlim olmalıdır. Öncelikle manevi rehber, hakiki olmalıdır, sahte olmamalıdır. Taklit olmamalıdır. Zira tarihte manevi rehberlik yapmakla hiçbir ilgisi bulunmayan insanlar -mış gibi görünerek (hocaymış, rehbermiş, mürşitmiş) insanlara mürşitlik yapmaya kalkışmışlardır. Maneviyatla hiçbir alakası olmadığı halde bir şeyh, âlim, mürşit ve üstad edasıyla ortaya çıkanları tarihte görmekteyiz. Bu tür insanların bazı zamanlar düşünce ve hayatta ne kadar yıkıcı izler bıraktığını da bilmekteyiz. Bu manevi rehber, mürşit olmalıdır. Sözleriyle, yaşantısıyla, düşünceleriyle insanları istikametli yola sevk etmelidir. Mürşit olan zat, kime, neyi, ne kadar, ne zaman, nasıl verilmesi gerektiğini bilir. Bu zat talebelerini hem düşünce hem de yaşantı olarak istikamette tutabilmelidir. Onların manevi ihtiyaçlarına yardımcı olmalıdır. Zamanın her türlü manevi tuzaklarına karşı talebeleri uyanık tutabilmelidir. Bundan dolayı her bilen mürşitlik yapamaz. Zira insan vardır bilir, lakin rehberlik yapamaz. Bu manevi rehber, âlim olmalıdır. Zamanın şartlarını iyi okumalı ve o şartlara uygun yöntemle bilgi aktarmalıdır. Zira zamanını doğru okuyamayan bir âlim muhataplarına sağlıklı bilgi aktaramaz. Hak ile batılı ve doğru ile yanlışı ayırt eden bir âlim, talebelerine faydalı olabilir. Hz. Üstad, gerçek mürşid bir âlimi, kuzusuna safi süt veren bir koyuna benzetmektedir. Çünkü koyunun yararlandığı gıdalar farklı olmasına rağmen o, kuzusuna uygun faydalı bir süt vermektedir. Farklı gıdalar koyunda başka bir hakikate (süte) dönüşerek yavrusuna gıda olarak verilmektedir. İşte gerçek bir mürşit âlim, ilmini muhatabın anlayışına, seviyesine ve yararına olacak şekilde karşılıksız verir. Böyle bir zat hak ile batılı, doğru ile yanlış net bir şekilde ayırır. Mürşit bir âlim, Hakkı bütün açıklığı ve delilleriyle batıldan ayırmıştır. Onun yanında hiçbir şekilde hak, batıl ve yanlış ile bulaşık değildir. Bundan dolayıdır ki böyle gerçek mürşit âlimler muhataplarına batılla karışık olmayan safi bir hakikat dersi verirler. Bu ders de muhatabın anlayışına, haline ve yararına bir derstir. Hz. Üstad yukarıda saydığı özelliklere sahip olmayan birisinin muhatabına verdiği ilmî dersi, kuşun yavrusuna verdiği kusmuğa benzetmektedir. Zira kuş, hazmolmamış ve süt gibi bir kısım muamelelerden geçmemiş bir gıdayı yani kusmuğunu (kay) yavrusuna verir. Batılla karışık bir hakkı, yanlışlarla karışık bir doğruyu vermek ise ilim değildir. Zira ilmin tarifinde de anlatıldığı gibi, hakikat bütün açıklığı ile ortaya çıkmalıdır. Sonuç olarak, gerçek mürşit bir âlim, araştırdığı, tahkik ettiği, şüphesiz, zamanın şartlarına ve seviyeye uygun, menfaatli bir ilmi muhatabına ders verir.

Dinde yüzeysel olan siyasîlere de müspet hareket esaslarıyla hareket edip, güzel ve olumlu telkinlerle İslâm dairesinin içine girmelerine çalışmak ve teşvik etmek gerekmektedir. Tenkit ile hücum edildiğinde ise bütün bütün İslâm dairesinin dışına itmek ve düşman hale getirmek mümkündür. İslâm’ı delilsiz, tahkiksiz ve yüzeysel bilen siyasîlere karşı bakış açısı ve davranış tarzının nasıl olması gerektiği noktasında Bediüzzaman Hazretleri Münazarât Risalesinde çok güzel ve günümüze de hitap eden ölçüler vermektedir. Bediüzzaman Hazretleri’nin bu husustaki değerlendirmeleri şöyledir: Dünyevî ve maddî ilimlerle meşgul olan, İslâm’ı delilsiz, tahkik etmeden ve taklit ile yüzeysel bilen bazı siyasîlere, ‘dinsiz!’ diyerek hücum gösterilse, o siyasîler İslâmî noktada şüpheye düşerler. Gittikleri yolun İslâm’ın dışında olduğunun vesvesesine kapılıp, ümitlerini kaybederler. Bunun sonucunda belki de işi inada dökerek, bütün bütün perdeyi yırtıp “Ne olursa olsun. İnceldiği yerden kopsun!” diyerek İslâmiyet’e düşmanca hareket etmeye başlarlar. Çünkü bir konuda gösterilen taklit, o konuda şüpheye düşmekle kaybolur ve perde yırtılır. Böyle bir hücumla da o gibi siyasîlerin haktan sapmalarına da sebep olunabilir. Çünkü fena adama “İyisin!” denildikçe iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın!” denildikçe fenalaşması çok vuku bulmuştur. Demek ki dinde yüzeysel olan siyasîlere de müspet hareket esaslarıyla hareket edip, güzel ve olumlu telkinlerle İslâm dairesinin içine girmelerine çalışmak ve teşvik etmek gerekmektedir. Tenkit ile hücum edildiğinde ise bütün bütün İslâm dairesinin dışına itmek ve düşman hale getirmek mümkündür. Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri şöyle bir psikolojik tahlilde bulunmaktadır: Bazı insanlarda büyük fenalıklar olsa da, hücum edilmemek gerektir. Zira çok fenalık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça sınırlı ve zararsız kalır. Sahibi de hayâ perdesi altında kendisinin ıslahına çalışır. Eğer hücum gösterilse perde yırtılır ve fenalık yayılmaya ve aleni olarak işlenmeye başlar. İnsan Fıtratına En Uygun Din İslâm’dır İslâm’ın insan fıtratına en uygun ‘hak din’ olduğunu ve bozulmamış fıtratların onu arayıp bulacağını ifade eden Bediüzzaman Hazretleri, bu davasını şu dört delille takviye etmektedir: Birincisi: Müslüman bir nesle mensup bir kişi, zaman içinde aklen ve fikren ne kadar İslâmiyet’ten uzaklaşsa bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir zaman İslâmiyet’ten vazgeçemez. Günahlara beyinsizce dalan en ahmak bir kişi dahi, sığınılacak en sağlam kale olan İslâmiyet’e bütün fıtratı ile taraftardır. Zira fıtrat asla yalan söylemez. İkincisi: Asr-ı saadetten şimdiye kadar, bir Müslümanın aklî muhakeme ve delil ile başka bir dine geçtiğine dair hiçbir tarihî belge bulunmamaktadır. Dinden çıkarak dinsizliği tercih etmek başka meseledir. Diğer dinlerin mensuplarını körü körüne taklit etmek ise ehemmiyetsizdir, bu davayı çürütmez. Hâlbuki diğer dinlerin mensupları, aklî muhakeme ve kesin delillerle dalga dalga İslâm’a girmişler ve girmektedirler. Hiç şüphe etmeyelim ki biz Müslümanlar, eğer doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek diğer dinlerin mensupları fevc fevc (dalga dalga) İslâmiyet’e dahil olacaklardır. Üçüncüsü: Tarih bize bildiriyor ki, Müslüman milletlerin medenileşmesi ve kalkınması, İslâm’ın hakikatlerini yaşamalarına bağlıdır. Diğer milletler içinse durum tam tersidir. Onlar, tahrif olmuş dinlerine ne kadar sarılmışlarsa o kadar geri kalıp medeniyetten uzaklaşmışlardır. Tarih buna şahittir. Dördüncüsü: Hakikat bize bildiriyor ki; uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede namzet olmuş bir kişi dinsiz yaşayamaz. Zira uyanmış bir beşer, hadiselerin hücumlarına karşı dayanacak, sonsuza dek uzanıp giden emellerini geliştirip büyütecek ve tatmin edecek bir noktayı, yani hak din olan dâne-i hakikati elde etmezse yaşamaz. Bu sırdandır ki, herkeste hak dini bulmak için bir araştırma meyli uyanmıştır. Bütün bu deliller gösteriyor ki; beşerin fıtraten arzuladığı ve aradığı hak din, istikbalde ancak İslâmiyet olacaktır.

“Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir.”Bediüzzaman Said NURSİ (ra) İlim öğrenmede cehd ve gayretin rolü inkâr edilemez. Zaten bir ayette de “İnsan için çalıştığından başkası yoktur” (Necm, 39) buyrulmuştur. İlim öğrenmek isteyenlerin, bilhassa bu asırda tecdid faaliyeti yapan ve Allah’ın rızasına mazhar olmuş bir eseri öğrenmek isteyenlerin, bu cehd ve gayret yanında, manevi bazı şeylere de dikkat etmeleri gerekir. Risâle-i Nur’un telifi vehbî bir tarzda olmuştur. Anlaşılmasında da vehbî hallerin tesiri büyüktür. 1. Birinci Şart: İntisab Her mesleğin, her meşrebin kendine göre bir takım kuralları, usulleri vardır. Bu şartlara riayet etmeyenler o meslekte yol kat edemedikleri gibi, o meslekçe bir ‘müntesib’ olarak da kabul görmezler. Meselâ tarikatta şeyhe intisab bir esastır. Ehl-i tarikat, “Bu esas olmadan bir insanın tasavvufî feyzlere mazhar olması mümkün değildir” derler. İmam-ı Şârâni şöyle der: “Tarikat ehli zatlar, şu fikirde birleştiler: Kalben İlahi huzura dalmasına engel olan sıfatların giderilmesine yardımcı olabilecek bir şeyhe, her insanın ihtiyacı vardır.” Ehl-i tarikat şeyhsiz tarikat faaliyeti olmayacağını, hatta şeyhsiz yalnızca kitap okumakla bu yola düşenlerin şeytanlar tarafından aldatılacağını söylerler. İsterse o şahıs binlerce kitap okusun. Üstad Bedîüzzaman da, ahir zaman fitneleri içerisindeki insanların imanını kurtaran ve onları hakikate isal eden, ulaştıran bir çığır açmıştır. Üstadın açtığı bu çığır tarikat değildir. Fakat tarikatın insana kazandırmış olduğu şeyleri, daha zengin bir şekilde müntesiplerine kazandırır. Bu çığırında kendine mahsus intisab şartları, esasları vardır. Bu esasları da bizzat Üstadın kendisi koymuştur. Risâle-i Nur’dan âzami derecede istifade etmek isteyenler, Risâle-i Nur’a intisap ederek bu şartlara riayet etmelidirler. Risâle-i Nur’a intisap şartı nedir? Risâle-i Nur’a intisap şartı hususunda Üstad şöyle der: “Risâle-i Nur’a intisab eden zatın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risâle-i Nur talebesi unvanını alır.” (Kastamonu Lâhikası.) Üstad tarikattaki şeyhin yerine, Kur’ân’ın tefsiri olan Risâleleri koymuştur. Bu manevi şeyhten istifade şartı da onu yazmak ve yazdırmaktır. Tabii ki burada Üstad yazan yazdıran derken ‘Kur’ân harfleriyle’ olan yazmayı, yazdırmayı kastetmektedir. Risâle-i Nur’un birçok yerinde bu mevzula ilgili yerler vardır. Üstad 28. Lem’a’nın 3. sahifesinde Kur’ân harflerinin maddi tesirlerinden bahseder ve konuyu şöyle bitirir: “Mevcudât-ı havâiye olan hurûfât, kudsiyet kesb ettikçe, yani âhizelik vaziyetini aldıkça, yani Kur’ân hurûfâtı olmakla âhizelik vaziyetini aldığından ve düğmeler hükmüne geçtiğinden ve sûrelerin başlarındaki hurûfat daha ziyade o münâsebât-ı hafiyenin uçlarının merkezî ukdeleri ve düğümleri ve hassas düğmeleri olduğundan, vücud-u havâîleri bu hâsiyete mâlik olduğu gibi, vücud-u zihnîyelerinin dahi, hatta vücud-u nakşiyelerinin dahi bu hâsiyetten hassaları vardır. Demek o hurûfların okunmasıyla ve yazılmasıyla, maddî ilâç gibi şifâ ve başka maksatlar hâsıl olabilir.” Yukardaki ifadeye dikkat edilirse Kur’ân harflerinin okunması ve yazılmasıyla, bu harflerin adeta elektrik gibi insana tesir ettiğinden bahsedilir. Risâleleri–latin harfleriyle değil- Kur’ân harfleriyle okuyan ve yazanlar da böyle bir tesiri üzerlerine celbederler. Bu hal onların risâleleri daha iyi anlamalarına da vesile olur. Üstad Bedîüzzaman’ın en mühim talebesi ve kendisinden sonra da hizmetini tavizsiz bir şekilde devam ettiren Ahmed Husrev Efendi, Üstadına yazdığı bir mektubunda şöyle söyler: “Sevgili Üstadım, herhangi bir risâleyi açıp okuyacak olsam, hissem kadar dersimi alıyorum. Hâlbuki evvelce bu risâleleri tamamen yazdığım için, okumaya pek az vakit bulabiliyordum ve el’an da öyleyim. Evvelce okuduğum zamanlar istifadem az oluyordu. Şimdi ise, Nurların hakikatlerini gördükçe minnet ve şükrüm tezayüd ediyor, kalbim nurlar ile doluyor, rûhum nurlarla istirahat ediyor, letâifim bu Nurlar ile hisseleri kadar feyizyâb oluyor. Ve yine Cenâb-ı Hak’tan ümid ediyorum ki, hissem ve istifadem gün geçtikçe çoğalacaktır ve nasibim artacaktır. Bu hâdisât gösteriyor ki, bedî âsârın büyük bir hâsiyeti ve bir kerâmetidir ki, talebelerini başka ellere vermiyor ve nurlandırmak için başka kapılara boyun büktürmüyor. ... Talebeniz Ahmed Hüsrev.” Kur’ân harfleri Risâle-i Nur’daki manevi feyzleri vermeye ehemmiyetli bir vesiledir. Kur’ân harflerinden başka harflerin böyle bir özelliği yoktur. Bu yüzden, o harflerle okumayanlar Risâle-i Nur’un feyizlerinden mahrum kalırlar. Kur’ân harfleriyle okunmadığı zaman risâlelerle meşgul olmak insana fayda vermez değil; fakat istifadenin tam olmasından ve manevi feyzlerin gelmesinden mahrum kalma durumu vardır. Nur talebesi olmak ve tam manasıyla istifade etmek isteyenlerin, Kur’ân harfleriyle risâleleri okuyup-yazmaları gerekir. Risâleleri Kur’ân harfleriyle okumak ve yazmak isteyen, fakat bilmeyenler, öğreninceye kadar diğer yazıdan istifade edebilirler. Üstad bu hususta da şöyle der: “Risâle-i Nur’un bir vazifesi hurûf-u Kur’âniyeyi muhafaza olduğundan, yeni hurûfa zaruret derecesinde inşallah müsaade olur.” Fakat bu müsaade daimî değil, Kur’ân harflerini öğreninceye kadardır. Çünkü zaruretler daimî değil, muvakkattirler. 2. İkinci Şart: İhlâs “Kim Allah için kırk gün ihlaslı olursa, hikmet pınarları kalbinden diline doğru akar.” (Hadis, Kenzü’l-Ummal, c. 3, s. 24, hn.5271) İhlâs; insanın yaptığı işlerde yalnızca Allah’ın rızasını gözetmesi demektir. Üstad ihlâsın hususiyetlerinden bahsederken, “En kısa bir tarik-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevi, en kerametli bir vesile-i makâsıd” olduğunu söyler. Başka bir yerde de “Velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır” der. İlim öğrenmede ihlâs bir esas olduğu gibi, en büyük yardımcıdır da. İhlaslı olanlar Allah’ın inayetlerine mazhar olurlar, Allah onlara kolay ve kısa yoldan ilim öğretir. Peygamberimiz (asm): “İhsan Allah’ı görür gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni görüyor” buyurmuştur. İhlâsla ihsan aynı manaya gelirler. Zira ihlâs yalnızca rıza-yı İlahiyi düşünmek demektir. Mehmed Vehbi Efendi Yusuf suresinin 22. ayetini tefsir ederken şöyle der: “Muhsin; amelinde ittikâ ve belâya sabredip, kazaya razı olan mümin-i muhlistir.” İhsan sahibi (yani muhsin) kimselere Allah’ın vehbî ilim ihsan edeceğini bizzat Allah Kur’ân’ında beyan eder: “(Yusuf’un) gücü kemâle erince, biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte muhsinleri de biz böyle mükâfatlandırırız.” (Yusuf, 22) “Musa’nın gücü kemâle erip olgunlaşınca, biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte muhsinleri de böyle mükâfatlandırırız.” (Kasas, 14) Bu iki ayete dikkat edilirse, Allah hem Musa (as) hem de Yusuf’a (as) hikmet ve ilim vermiş ve muhsin olanlara da aynı şekilde hikmet ve ilim vereceğini vaad etmiştir. Madem Allah vaad etmiştir, biz ihlaslı olduğumuz takdirde, bize de Allah tarafından ilim öğretilir. İhlaslı olmak, risâleleri kısa zamanda en iyi şekilde anlamanın en mühim yoludur. İbn-i Haldun Mukaddime’sinin son kısımlarını eğitime ayırmıştır. Orada ilim taliblerine güzel tavsiyelerde bulunur. 31. Fasıl’da şöyle der: “Sen böyle bir hale duçar olur, duraklar veya şüphelerden dolayı akıl ve fikrinde bir karışıklık husule gelirse, akıl ve fikrinden, zihnini perdeleyen bu sözlerin engellerini ve mantığı bir tarafa atarak düşüncenin yaratılışından gelen ve tabii olan fiilinin hükmüne, ihlâsa başvur. Senden önceki büyükler gibi temiz kalp ve ihlâsla Allah’ın yardımına sığın. Allah onlara ilham ettiği ve bilmediklerini bildirdiği gibi, senin kalbini de aydınlatır. Bu aydınlık sayesinde istediğini elde edersin, bu düşüncenin gerektirdiği vasıta sana ilham olunur. (…) Sen buna dikkat et. Ne zaman sana meseleleri anlamak güçleşirse, o zaman sen Allah’ın yardımına başvur. O sana doğru yolu gösterecek ve aydınlatacak olan nurları sana bağışlayacaktır. O doğru yolu göstermek suretiyle kullarını rahmetine kavuşturur; ilim ancak onun tarafından bağışlanır.” 3. Üçüncü Şart: Takva Sahibi Olmak, Yediğine İçtiğine Dikkat Etmek Ve İlmiyle Âmil Olmak “Eğer siz Allah’ı hakkıyla bilseydiniz denizler üzerinde yürür, dualarınızla dağlar zail olurdu. Eğer ondan hakkıyla korksaydınız, kendisiyle beraber cehlin olmadığı bir ilim sahibi olurdunuz.” (Hadis, Kenzü’l-Ummal, hn. 5893) Takva sahibi olan kimselere Allah kendi lütfundan ilim öğretir. Kur’ân’da şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız, size furkan (hak ile bâtılı ayıracak bir anlayış) verir, kötülüklerinizi örter ve size mağfiret eder. Allah büyük ihsan sahibidir.” (Enfal, 29) “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve Resulüne iman edin ki, O size rahmetinden iki kat nasip versin ve sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın ve size mağfiret etsin. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (Hadid, 28) Takva; Allah’tan korkmak, haramlardan uzaklaşmak demektir. Takvada bütün günahlardan uzak durmak esas olmakla beraber, yeme ve içmedeki titizlik biraz daha ön plana çıkar. Çünkü ‘helal lokma’ takvanın başı ve temelidir. Bir veli şöyle der: “Haram lokma yiyenin azaları isyan eder. Yediği helal olanın da azaları kendisine itaat eder ve hayırlı işleri yapmağa muvaffak olur.” Yenip içilen şeylerin insan maneviyatına tesir ettiği, birçok evliya tarafından söylenmiştir. Yediğine içtiğine (haramlara, mekruhlara, şüpheli şeylere) dikkat etmeyenler maneviyata karşı yabanileşirler. Dikkat edenlerse maneviyatın farkına varırlar. İbrahim Edhem şöyle demiştir: “Kemâle erenler ancak midelerine gireni kontrol etmekle kemâle erebilmiştir.” Hz. Mevlâna da şöyle der: “Dervişin zalimlerin ve haram yiyicilerin ve cismanîlerin lokmasını yememesi lâzımdır; zira o lokma çabuk tesir eder. Bigâne [yabancı] lokmanın tesirinden, efkâr-ı faside [bozuk, kötü fikirler] zahir olur.” Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Kırk gün helâl yiyenin kalbini Allah nurlandırır ve hikmet kaynaklarını, pınarlarını kalbinden lisanına akıtır.” Yeme içme hususunda haramlar ve şüpheli şeyler maneviyatımıza menfi yönde tesir ettiği gibi, diğer günahlar da aynı şekilde kalbe kasvet vererek bizim maneviyatımızı menfi yönde etkiler. Üstad şöyle der: “Risâle-i Nur talebelerinden bir genç hâfız, pek çok âdemlerin dedikleri gibi dedi: ‘Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?’ Ben de dedim: Mümkün oldukça namahreme nazar etme. Çünki rivayet var. İmam-ı Şafiî’nin dediği gibi, ‘Harama nazar, nisyan verir.” Hafızasının kuvvetliliğiyle meşhur İmam-ı Vekî Hazretlerine talebelerinden biri unutkanlıktan şikâyet edince, o da günahları terk etmesini tavsiye etmiştir. Talebesi bu tavsiyeyi bir şiirinde şöyle dile getirmiş: Vekî’ye ezberimin kötülüğünden şikâyet ettim. O bana günahları terk etmemi tavsiye etti. “Muhakkak ki ilmi hıfzetmek Allah’ın bir lütfudur. Allah ise lütfunu asi olana vermez.” Peygamberimiz (asm) bu hususta şöyle buyurmuştur: “Harama nazar şeytanın zehirli oklarından bir oktur, onunla mutlaka isabet ettirir. Kim onu terk ederse Allah ona öyle bir iman nasib eder ki tatlılığını kalbinde hisseder.” 4. Dördüncü Şart: Güzel Ahlâk Bazı âlimler kibirli, hasetçi, nefsine uyan, dünyayı çok seven, günah işlemekte ısrarlı olanların Kur’ân’ın inceliklerine nüfuz edemeyeceklerini söylemişler ve buna şu ayeti delil kabul etmişlerdir: “Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri, ayetlerimi anlamaktan çevireceğim.” Risâle-i Nur da Kur’ân’ın bir tefsiri olması hasebiyle güzel ahlâka sahip olmayanlar, ihlâs hasletinden uzak olanlar, Risâle-i Nur’u anlamaktan mahrum kalırlar. Tabii ki bunu söylerken bütünüyle, hiç anlamazlar manasında söylemiyoruz. Elbette herkes -hatta dinsiz bile- kendince bir şeyler anlar, ama onu bütün yönleriyle, bütün incelikleriyle anlamaktan mahrum kalırlar. Bu hususta Şamlı Hafız Tevfik’in Risâle-i Nur’da anlattığı hadiseyi aşağıya alıyoruz: “Ben itiraf ediyorum ki: Hizmet-i Kur’âniyedeki kemal-i ihlâs ve sırf livechillah için hizmeti, iki vaziyetim ihlâl ediyordu. Şiddetli bir tokat yedim. Çünkü ben bu memlekette garib hükmündeyim, garibim. Hem şekva olmasın, Üstadımın en mühim bir düsturu olan iktisada ve kanaate riayet etmediğimden fakr-ı hale maruzum. Hodbîn, mağrur insanlarla ihtilâta mecbur olduğumdan -Cenâb-ı Hak affetsin- mürüvvetkârane bir surette riyaya ve tabasbusa da mecbur oluyordum. Üstadım çok defa beni ikaz ve ihtar ve tekdir ediyordu. Maatteessüf kendimi kurtaramıyordum. Hâlbuki Kur’ân-ı Hakîm’in rûh-u hizmetine zıd olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinnî ve insî istifade etmekle beraber, hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu. İşte ben bu kusuruma karşı şiddetli, fakat inşallah şefkatli bir tokat yedim. Şüphemiz kalmadı ki bu tokat, o kusura binaen gelmiş. O tokat da şudur: Sekiz senedir ben, Üstadımın hem muhatabı, hem müsevvidi, hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay kadar nurlardan istifade edemedim. Bu hale hayret ettik. Ben de ve Üstadım da ‘Bu neden böyle oluyor?’ diye esbab arıyorduk. Şimdi kat’î kanaatimiz geldi ki, o hakâik-i Kur’âniye nurdur, ziyadır; tasannu, temelluk, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için bu nurların hakikatlerinin meali benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak, bana yabanî görünüyor, yabanî kalıyordu. Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum ki; bundan sonra Cenâb-ı Hak bana o hizmete lâyık ihlâs ihsan etsin, ehl-i dünyaya tasannu ve riyadan kurtarsın. Başta Üstadım olarak, kardeşlerimden dua rica ediyorum. Pür-kusur Şamlı Hâfız Tevfik.” Yukarda ihlâs mevzuundan bahsederken ‘ihsan sahipleri’nin vehbî ilme mazhar olacağından bahsedip, bundan maksadın ihlâs olduğunu söyledik. Ayetlere başka vecihden de bakılmıştır. Aşağıya derç edeceğimiz izahlar da muhtemel manalardır. ‘Muhsin’ için iki mana verilmiştir: Biri, Allah’ı görüyor gibi ibadet etmek; diğeri de, “insanlara iyilik etmek.” Başka bir tarifle şunu da söyleyebiliriz: İnsan üzerinde hukukullah ve hukuk-u ibad olmak üzere iki hak vardır. Hukukullah yani Allah’ın hakkı, ona iman ve ibadettir. Hukuk-u ibad yani kul hakkı ise, Kur’ân’ın bahsettiği ahlâk esaslarıdır. Muhsin, bu iki hukuka riayet ederek onlara tecavüz etmeyen ve onların bizden taleb ettiği fiilleri işleyen demektir. Biz de ‘muhsin’ olursak -bu va’d-i İlahîye göre- hikmet ve ilme mazhar oluruz. Diğer ifadeyle hem Risâle-i Nur’u anlama, hem de daha başka ilmî eserleri anlama cihetinde inayetlere mazhar oluruz. 5. Beşinci Şart: Üveysîlik Üveysîlik, Veysel Karanî Hazretleri gibi, sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zatı görmeden ve gaybî olan muhabbet ve bağlılık ve bu muhabbetle bağlı olduğu zattan manevi feyz almak tarzıdır. Ebu’l-Hasan Şazelî Hazretleri şöyle der: “Evliyadan bazıları vardır ki, sadık müride, vefatından sonra, hayattayken olduğundan daha fazla menfaat eriştirir. Yine evliyadan bazılarının, rûhaniyetleri vasıtasıyla İlahî emirleri takip ve tatbik ettirdiği kimseler vardır. İsterse o veli kabrinde meyyit olsun… Kabrinde iken müridini yetiştirir. Müridi kabrinden onun sesini işitir. Nitekim Ebu’l-Hasanü’l-Harkânî, şeyhi Eba Yezid-i Bestamî’den bu şekilde feyz almıştır.” Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, İmam-ı Ali (ra) ve Abdulkadir Geylanî Hazretlerine bağlı üveysî bir zattır ve onların manevi feyz ve irşadlarına mazhar olmuştur. Üstad bu mevzuda şunları söyler: “Risâle-i Nur’un mesleği tarikat değil, hakikattir; sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman, tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Risâle-i Nur, bu hizmeti lillahilhamd en müşkil ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor. Risâle-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin’in (ra) ve Gavs-ı Âzam’ın (ks) -ihbarât-ı gaybiyeleriyle- şakirdlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü Hazret-i Ali, üç keramet-i gaybiyesiyle Risâle-i Nur’dan haber verdiği gibi; Gavs-ı Âzam (ks) da kuvvetli bir surette Risâle-i Nur’dan haber verip tercümanını teşcî etmiş. Bu mahrem dört risâle, Keramet-i Aleviye ve Gavsiyeye ait dört risâle inşallah bir vakit size gönderilebilir. (…) Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzam’dan (ks) ve Zeynelâbidîn (ra) ve Hasan ve Hüseyin (ra) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (ra) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.” Bu husus 8, 18 ve 28. Lem’alarda tafsilatıyla bahsedilmiştir. Arzu edenler oradan okuyabilirler. Risâle-i Nur talebeleri de üstadları gibi, üveysîdirler. Onlar da bazı şartlar dâhilinde hem İmam-ı Ali, hem Abdülkadir Geylani, hem de bizzat üstadları Bedîüzzaman Hazretlerinden manevi feyz ve ilim elde edebilirler. O şartlar da; ihlâs, risâleleri Kur’ân harfleriyle yazmak ve okumak ve Üstadlarına duâ etmektir. Üstad kendisiyle ve talebeleriyle arasındaki manevi irtibattan bahsederken şöyle der: “Aziz, gayretli, ciddî, hakikatli, hâlis, dirayetli kardeşim! Bizim gibi hakikat ve âhiret kardeşlerin, ihtilaf-ı zaman ve mekân sohbetlerine ve ünsiyetlerine bir mâni teşkil etmez. Biri şarkta, biri garbda, biri mazide, biri müstakbelde, biri dünyada, biri âhirette olsa da beraber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Hususan bir tek maksad için bir tek vazifede bulunanlar, birbirinin aynı hükmündedirler.” “Ben sizi yazılarınızda ve hatırımdan çıkmayan hıdemâtınızda günde müteaddid defalar görüyorum ve size olan iştiyakımı tatmin ediyorum. Siz de bu bîçare kardeşinizi risâlelerde görüp sohbet edebilirsiniz. Ehl-i hakikatin sohbetine zaman, mekân mâni olmaz; manevi radyo hükmünde biri şarkta biri garbda, biri dünyada biri berzahta olsa da rabıta-i Kur’âniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.” “Şimdi âlem-i melekût ve ervahta, ölmüş, vefat etmiş insanların ervahı pek çok kesretle vardır ve bizimle münasebettardırlar. Manevi hediyelerimiz onlara gidiyor; onların nuranî feyizleri de bizlere geliyor.” “Ben kasemle temin ederim ki, bir küçük risâleyi kendine bilerek yazan adam, bana büyük bir hediye hükmüne geçer; belki her bir sayfası bir okka şeker kadar beni memnun eder.” Üstad hayatı boyunca kimseden hediye kabul etmemiştir. Hâlbuki yukarıda “Yazılan risâlelerin kendisine büyük bir hediye” olduğunu söylüyor. Yani Üstad böyle bir hediyeyi can u gönülden kabul ediyor. Bir önceki paragrafta ise, “Ölmüş zatlara bizim manevi hediyelerimizin gittiğini, onların manevi feyzlerinin de bize geldiğini” ifade ediyor. Buna göre bizim yazdığımız yazılar, manevi bir hediye olarak vefat etmiş olsa bile Üstad’a takdim edilir, ona ulaştırılır ve bunun karşılığında yazan şahıslarla Üstad arasında manevi bir münasebet tesis edilir ve ondan da manevi feyizler gelir. Buraya kadarki kısımda Üstad’la talebeler arası manevi irtibatla ilgili yerleri kaydettik. Bundan sonraki kısımda ise İmam-ı Ali ve Gavs-ı Âzam’ın nur talebeleriyle olan manevi bağlarına işaret edeceğiz. Üstad İhlâs Risâlesi’nde şöyle der: Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (ra) o mûcizevari kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (ks), o harika kerâmet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar ve himayetkârane teselli verip hizmetinizi manen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, onların bu teveccühleri, ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem’a’daki şefkat tokatlarını tahattur ediniz. Böyle manevi kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz وَ يُؤْثِرُونَ عَلَى اَنْفُسِهِمْ sırriyle ihlâs-ı tâmmı kazanınız. 6. Altıncı Şart: Üstadın Okuduğu Virdleri Okumak Zikir ve duanın faziletine dair ayetler ve pek çokta hadis-i şerifler vardır. Biz burada yalnızca mevzumuzla münasebettar bir ikisini kaydedelim. Ayet-i kerimede: “Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim” (Bakara152) buyrulmuştur. Bu ayeti tefsir eden bazı âlimler, “Siz bana itaat etmek suretiyle beni zikredin, ben de yardımım ile sizi zikredeyim” manasını vermişlerdir. Bu manaya göre zikir, Allah’ın inayetini celb eder. Bu hususta şöyle bir hadis de vardır: “Allah’ı zikret. Çünkü o taleb ettiğin şey için sana yardımcıdır.” Bu ayet ve hadisten yola çıkarak Allah’ı zikretmek, her şeyde olabileceği gibi, ilim öğrenmekte de büyük bir yardımcıdır diyebiliriz. Bir başka hadis de şöyledir: “Allah’ı zikretmek kalpler için şifadır.” Hasta adam yediği yemeğin lezzetini alamadığı gibi, manen hasta olanlar da maneviyatın lezzetini alamazlar. Zikr-i İlahi kalplere şifa olur ve maneviyatı ve maneviyatın lezzetini kalplere hissettirir. Üstad Cevşen, Celcelûtiyye, Sekîne gibi virdlere devam etmesiyle ve onların feyzi ile bu risâlelerin tezahür ettiğini söyler. Madem risâlelerin telifinde bu virdlerin feyzi mühim rol oynamıştır, öyleyse risâlelerin anlaşılmasında da aynı faideyi gösterirler. Şeyh Şâzelî (ks.) şöyle der: “Bir kimse bizim tarif ettiğimiz duâyı okursa, bize olan şey ona da olur. Bizim üzerimize gelen ‘feyiz’ler onun üzerine de gelir.” Aşağıya bu mevzu ile ilgili kısımları kaydediyoruz. Namaz Tesbihatı Söz’ün Zeyli’nde Üstad namazdan sonraki tesbihatı talebeliğin şartlarından gösterir. Ve şöyle der: “Şu kısa tarikin evradı: İttiba-ı sünnettir; feraizi işlemek, kebairi terk etmektir. Ve bilhassa namazı tâdil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.” Sekine Duâsı “Hz. Ali Kerremallahü Vechehü ecnebi hurûfuna karşı şiddetli teessüf ve hiddet ettiği ve bid’aya taraftarlık eden bir kısım ulemâî’s-sûa karşı şiddetli nefret ve hiddet ettiği yerde irşadkârâne bazılarla konuşuyor. Ve Hz. Cibril’in tabiriyle ‘Sekine’ ismi verilen ve İsm-i Âzam sandukçası olan esmâ-yı sitteye devam edeni irşad ediyor, taltif ediyor. İşte o esmâ-yı sittenin devamından tereşşuh eden ve esmânın lemeâtı olan Risâle-i Nur; ve o Risâle-i Nur kendi şakirtleri ile lâakal yüzer kalemle yüz parça Risâle-i Nur’un eczalarıyla ve intişar eden yirmi bin nüshasıyla lâakal yüz bin adamı hurûf-u Kur’âniye lehine ve sünnet-i seniyeye ittibaa ve imanlarının takviyesine ve Hz. Ali’nin (ra) hiddet ettiği iki cereyana karşı tamamıyla mukavemet ettiklerinden, elbette Hz. Ali’nin (ra) [Ya eyyühe’l-ihvan] (Ey kardeşlerim) diye tabir ettiği ihvanları içinde hususî bir surette onlara bakıyor.” Sekîne, Cevşen ve Celcelûtiyye “Hem madem o iki kasidesinde takip ettiği en mühim esas ve en büyük ders ism-i Âzamdır. Ve ism-i âzam ile meşgul olanlar ile konuşur, teselli ve teşci eder. Hem madem Hz. Ali’nin (ra) kudsi üstadından aldığı ve bu ümmete verdiği en mühim ders ve bu iki kaside-i gaybiyesinin mevzuu ve esas ve ruhu olan Sekine’yi ve ism-i âzamı bu zamanda herkesten ziyade kendine vird eden ve on üç seneden beri ism-i âzamla beraber bin bir esma-yı İlahiye içinde bulunan Cevşenü’l-Kebir ile ve o esma ile ulûm-u Kur’âniyenin hazinesini açan yüz yirmi risâleyi o esmanın feyzi ile Kur’ân’a tefsir yapan ve yirmi dört saatte yüz yetmiş defa Sekine ve ism-i âzam denilen esma-yı sitte-i meşhureyi bin üç yüz mükerrer ayetle okuyan ve Âl-i Beyt’in manevi ve gayet mühim bir mirası ve bir maden-i feyzi olan Cevşenü’l-Kebir’i kendine üstad eden ve bidayette her günde bir defa bazen üç defa tamamını okuyan ve talebesine tavsiye eden adam, Risâle-i Nur müellifidir. Elbette bu mezkûr dokuz hakikat gayet kat’î bir surette netice verir ki, Hz. Ali (ra) Ercüze ve Celcelûtiye’sinde Risâle-i Nur’u alkışlıyor, haber veriyor ve müellifi ile konuşuyor, teselli ediyor.” Üstad bazı mektuplarında da şöyle der: “Yeni Said’in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbanî, Gavs-ı Âzam ve İmam-ı Gazalî, Zeynelâbidîn (ra) hususan Cevşenü’l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım- ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali’den (Kerremallahü Vechehu) aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü’l-Kebir’le daima onlara manevi irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risâle-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım.” Hülâsa; Üstadın devam ettiği bu virdler, risâlelerin telifinde büyük rol oynamıştır. Aynı şekilde bu virdlere devam edenler de, bu virdlerin feyziyle risâlelerin pek çok hakikatine vakıf olabilirler.