
Çiftçinin tohumla ilişkisi gibidir, gençle yetişkinin muhataplığı. Zahirde bakıldığında küçük, kuru bir odun parçası tohum. Önemli olan zahirde görünüşü ve vasıfları değil, içinde barındırdığıdır halbuki önemli olan. Ondaki mahiyeti bilmektir. Mahiyet nedir? O nedir, sualine vereceğin cevaptır. Ver/ebil/diğin cevaba göre de her şey değişecektir. Kuru bir odun ve ehemmiyetsiz bir nesnedir dediğin andan itibaren, bütün keyfiyeti ile birlikte zevale mahkum edeceğin bir var’dır o tohum. Fakat bu küçük, kuru şey içerisinde büyük bir ağacı ve kendi gibi binlerce mahiyetleri barındıran bir varlıktır dediğin andan itibaren ise, büyük bir umut ve ehemmiyetli bir gelecektir o çekirdek. Önemli olan o küçük tohum ve çekirdek içindeki mahiyeti nasıl ortaya çıkaracağını bilebilmektir. Şartlarını ve usullerini riayet edebilmektir. Ne yapar çiftçi? O tohumu dayelik yapacak toprakla buluşturur önce. Suyunu verir. Toprağını havalandırır zaman zaman. Kabuğunu yırtıp filiz verdiğinde önünü açar. Dış zararlardan ve haşerelerden muhafaza edecek önlemler alır. Gerektiğinde ilacını verir. Kökleri toprağa sağlam basıp, kendini tam gösterene kadar hep yanında olur. Gün gelir o tohum ağaç olup nice meyveler verir yıllarca. Nice yiğitlere gölge, nice canlıya barınak olur. Genç de böyle değil midir? Dünyaya gözünü açtığında her şeyi olacak anne ve babayı bulur/bulmalıdır yanında. Kendisi gibidir o çocuk anne ve babasının. Ayrı bir beden fakat tamamen onlara tutunan bir canlı… Bir su damlası olarak tarif edilen vaziyetten et ve kemiğe büründürülen bir hal kazanırken, ruh üflenmesiyle canlanıp kıpraşan ve dünyaya gözlerini açtıktan sonra da hızla boy verip yol alan bir can olur civanımız. Fakat her bir can bir ism-i İlahiye tutunarak ayinedarlık edecektir, kendisi bilmese de! Ya ana-babalar. Öğretmenler. Ustalar. Onlar bilir mi? Kendisi de aynı mazhariyet keyfiyetine haiz değil midir, her bir insanın? Peki, farkında mıdır? O zaman, fark edelim. Her biri cevahir sandığı olan gençlerimizi, zayi olmaktan muhafaza edecek, içindeki cevheri açığa çıkaracak üzerimize vazife olan riyaseti hakkıyla icra edelim. Nasıl mı? Buyurun Üstada kulak verelim: “Eğer o istidat çekirdeğini, İslamiyet suyu ile, imanın ziyasıyla, ubudiyet toprağı altında terbiye ederek, Kur’an’ın emirlerine sımsıkı sarılıp manevî cihazlarını hakiki gayelerine tevcih etse, elbette âlem-i misalde ve kabirde dal ve budak verecek ve âlem-i ahiret ve cennette hadsiz kemâlat ve nimetlere vesile olacak bâki bir ağacın ve daimî bir hakikatin cihazlarını, içinde toplayan kıymetli bir çekirdek ve parlak bir makine ve bu kâinat ağacının mübarek ve nurlu bir meyvesi olacaktır.” (23. Söz,2. Mebhas, 2. Nükte)

Gençlerin içindeki cevher kendi kendine mücevher olmaz. Çaba göstermeden, yorulmadan, terlemeden o güzellikler açığa çıkmaz. Bizim gayretimiz, hoşgörümüz, tahammülümüz, sabrımız, gençleri yönlendirmemiz ve bilhassa da onlara güzel örnek olmamız nispetinde cevherler mücevhere dönüşebilir. Her cevher, içinde mücevher gizler! Bir gence yönelik bakışımızın, tutumumuzun; o gencin geleceği hakkında ne kadar etkili ve belirleyici olduğunun farkında mıyız? Sözgelimi, bir genci katlanılması gereken bir bela olarak görsek ve öyle tanımlasak, öyle de muamele etsek, hem o gençle çatışma içine girmiş, hem o genci kaybetmiş, hem de o gence hiç faydalı olamamış oluruz. İşin maddi-manevi vebali de cabası. Halbuki bakışımız “Bu gencin ruhunda, özünde Yaradanın koyduğu pek çok değer var, nice cevher var. Ben bu gençteki kıymeti, değeri nasıl görünür kılabilirim? Ben bu cevherlerden nasıl bir mücevher çıkarabilirim?” şeklinde olsa tablo birden değişir. O gence değer verip yardım eden insan, ona kendi değerini buldurarak onu kaybolmaktan korumuş olmakla birlikte, geleceğimiz olan o genci değerlendirmiş olmanın mutluluğunu da her zaman yaşar. Yetenekleri açığa çıkan, değerini bulan genç ise ilerleyen yıllarda o kişiyi hayırla yâd eder, ona çok dualar eder. Evet, her genç bir değerdir, bir cevherdir. Her insanın özünde aynı bir çekirdek gibi, Rabbimizin verdiği iyilik ve güzelliklerin cevheri vardır. Bütün gençlerimiz istisnasız potansiyel bir cevherdir. İşte böyle bir potansiyelle doğan gençler, onlardaki hazineyi keşfedecek sonra da inkişaf ettirip mücevher hale getirecek dikkatli, bilgili, ilgili, değerli, şefkatli elleri, yürekleri bekliyorlar. Ama bütün bu iyilik ve güzellik cevherlerinin farkında olmak, onları bulup o güzellikleri açığa çıkarmak her zaman gerçekleşmiyor maalesef. Bu durumun pek çok sebepleri var ancak en önemli bir sebebi böyle değerli cevherlerin kıymetsiz ellere düşmesi olsa gerek. Oysa gençlerin içindeki cevher kendi kendine mücevher olmaz. Çaba göstermeden, yorulmadan, terlemeden o güzellikler açığa çıkmaz. Bizim gayretimiz, hoşgörümüz, tahammülümüz, sabrımız, gençleri yönlendirmemiz ve bilhassa da onlara güzel örnek olmamız nispetinde cevherler mücevhere dönüşebilir. Şimdi bir cevherin mücevhere dönüşmesi sürecini düşünecek olursak iki önemli nokta karşımıza çıkar: Birincisi: Cevher niteliklere ve yeteneklere sahip kişinin bu cevherin varlığından kendisinin haberdar olması ve bu dönüşümün gerçekleşmesi için bilerek isteyerek sürece katkı sağlaması. İkincisi: Gençlerin başındaki büyüklerin, bu kişiler anne baba olabilir öğretmen olabilir, gençteki cevheri öncelikle fark edip sonra o cevherin özelliğini keşfederek o cevheri inkişaf ettirecek gerekli şartları yerine getirmesi. Kaşıkçı Elması Bu konuyu biraz daha açmak için müsaadenizle sizlerle dillere destan Kaşıkçı Elmasının meşhur hikâyesini paylaşmak istiyorum. Çünkü bir eğitimci olarak bu hikâye beni gerçekten çok etkiliyor. Hikâye ilginç. Öncelikle bu elmas nerede bulundu? Kim buldu ve nasıl buldu? Kaça sattı? Alan bu değerli taşı ne yaptı? Bu soruların izini beraber sürelim. Kaşıkçı elmasını ilk defa rızkını çöplerden çıkaran, çöplerden bir şeyler toplayarak yaşayan bir adam buldu. Bu kişi 1600’lü yılların son çeyreğinde İstanbul’da Eğrikapı çöplüğünde çöpleri karıştırırken farklı bir taş parçası buldu. “Aaa! Ne kadar farklı, ne kadar parlak bir şeymiş ya!” dedi. Bunu hemen götürdü satmaya. Yolu bir kaşıkçıya düşen bu kişi sorar: “Böyle bir taş var elimde, buna ne verirsin.” Kaşıkçı taşı eline alır, sağına soluna bakar: “ Ancak üç kaşık eder, satarsan üç kaşığa alırım.” der. O kişi taşı satar ve sevinçle “Malı iyi kapattık ya! Allah’ın taşını üç kaşığa sattım” der. Çünkü kaşıklar nebatattır. Bitkidir, bitkiden olmadır. Öbürü cemadattır, cansızdır. Taştır adı üstünde! Adam kendince kârdadır. Çünkü bu kaşıklarla yemek yenir, çorba karıştırılır, birçok iş yapılır. Taşla ne yapacaksın ki! Görünüşte kaşıkçı biraz daha işten anlayan birisi! Üç kaşığa aldığı taşı kuyumcu bir arkadaşına gösterir satmak için. Kuyumcu taşa 10 akçe değer biçer. “Al der sana 10 akçe.” Kaşıkçı iyi bir ticaret yapmanın sevinciyle ama nasıl bir serveti kaçırdığının da farkında olmadan taşı oracıkta satar, artık taş o kuyumcunun olur. Evet, hikâye daha bitmedi devam ediyor. O kuyumcu da nasıl bir ticaret yaptığını daha iyi anlamak için aldığı taşı bir kuyumcu komşusuna gösterir. İkinci kuyumcu cevherden anlayan biri. Taştaki değeri fark edince “Ben de bu elmastan payımı isterim” diyerek sus payı talep eder. İki kuyumcu arasında niza çıkar, anlaşmazlık kavgaya döner. Olay sarayın kuyumcu basışına kadar akseder. Kuyumcubaşı; “Ben bu değerli taşa saray namına el koyuyorum, saray namına bu elması alıyorum” diyerek kavgacıların eline birer kese altın vererek taşı alır. Olay burada da kalmaz. Olayın yankısı ta Köprülü Fazıl Ahmet Paşa yani dönemin Sadrazamı tarafından duyulur. Sadrazam kuyumcuyu çağırıp “Sen kim oluyorsun Kuyumcubaşı? Biz ki devletin başıyız, Sadrazamız! Devleti idare ediyoruz; o taş benimdir” der. O taşı istetir ve alır. Az zaman sonra bu hadise devrin padişahı Dördüncü Mehmet’in, meşhur Avcı Mehmet’in kulağına gider. O da Sadrazama haber gönderir, der ki “O taş bizimdir, Sultanındır! Tez bana getirile!” der, neticede çöplükte bulunan, değeri fark edilmeyen taş son sahibini bulmuş olur. Sultan oğlu Sultan, dedeleri de Sultan olan 4. Mehmed Han, bir Hatt-ı Hümayun ile elması Saraya getirtir ve taş saraydaki mahir ustaların eline verilir. Eğrikapı çöplüğünde bulunan, üç kaşık kadar değer biçilen o cevher taş işlenir. Sultanlara, padişahlara layık olan bu taşın içinden 86 kıratlık nadide bir elmas çıkar. Bu arada sarayın Kuyumcubaşısı da unutulmaz. Ona da bu nadide mücevheri saraya kazandırdığı için Kapıcıbaşılık rütbesiyle birlikte bir kese de altın bahşiş hediye edilir. Farkındalık İşte her cevherin içinde bir mücevher var. Ama fark edene! Onu fark edip de işleyebilene. Eğer farkındalık gösterip keşfedebilirsek her gencin içinde de ona özgü, o gence mahsus eşsiz bir mücevher mevcut. Eğitimin de gayesi bu olmalı zaten. Osmanlı bunu başardığı müddetçe ayakta kaldı, dünyaya güzellikleri yaydı. Çünkü Osmanlının gözünde eğitim; cevherin içinden mücevher çıkarma sürecidir. Medreseler, mektebler, tekkeler; cevherlerin arasından mücevherleri bulup çıkarma sanatının icra edildiği yerlerdir. Muallimler ise sadece bilgi aktaran, malumat yükleyen eğiticiler değil, cevherleri fark eden, yetenekleri keşfeden birer sarraf, birer maharetli ustadırlar. Evet, eğitim çocukların, gençlerin cevher yönlerini keşfetmekle başlar. Süreç içinde bu keşfedilen cevherler, değerler inkişaf eder, sonuçta toplum birbirinden güzel, çok kıymetli mücevher şahsiyetler kazanmış olur. Mimar Sinan Mesela Mimar Sinan’ın mimarlık macerasının başlangıcını düşünelim. Sinan orduda, acemi oğlanlar ocağında sıradan bir askerdi. Lakin onda farklı bir cevher vardı. Ondaki bu potansiyeli ustaları önce dülgerlikle, marangozlukla ortaya çıkardılar. Böylece o kendisi de kendindeki cevheri fark etti. Zamanla değerden, cevherden anlayan yetenekli, kişilikli ustaların elinde Sinan’ın şahsiyeti ve mahareti işlenmeye, işlendikçe de şekillenmeye başladı, en nihayet acemi oğlanı olan Sinan, koca Osmanlının baş mimarı Mimar Sinan oldu. Kendisi bu durumu şöyle anlatır: “Ustamın eli altında, tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek, görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum. Bir zaman padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kubbesinin tepesinden ve her harabe köşesinden bir şeyler kaparak bilgi ve görgümü artırdım." Lütfen! Bazen çevremize bir de bu gözle bakmayı deneyelim. Kim bilir belki de geleceğin Mimar Sinanları, Itrileri, Ahmed Cevdet Paşaları, Mehmed Akifleri, Gazalileri, Bediüzzamanları yanı başımızdadır da bizden bir farkındalık bekliyorlardır.

Mülakat: İsmail ERDEM Sancaktepe BELEDİYE BAŞKANIMülakatı Yapan: Yusuf IRMAK İrfan Mektebi Dergisi olarak bu ay gençliğin niceliğini konuşalım, tartışalım istedik. Bu bağlamda gençlik konusunda güzel ve verimli çalışmalar yapan, sivil inisiyatifler ile uyumlu çalışabilen, sahaya tesir edebilen bir belediye ve bu manada ödüller alabilmiş bir yapı ve başkanının çalışmalarını da sizlerin gündemine taşımak istedik. Her zaman yapılan işin örneklik ve fayda açısından ehemmiyeti konuşmaktan çok ileridedir. Zaman ayırıp çalışmalarını bizlerle paylaşan İsmail Erdem Beye ve tüm çalışanlarına teşekkür ediyor, sizleri mülakat ile baş başa bırakıyoruz. Sancaktepe’nin ikinci kez seçilen Belediye Başkanı İsmail Erdem’i kısaca tanıyabilir miyiz? 1959 yılında Sivas’ta dünyaya geldim. İstanbul’a geldikten sonra çalışma hayatımla beraber uzun yıllar aktif siyasetin içinde oldum. Tarih verecek olursak 1976’dan bu tarafa diyebilirim. Değişik dönemlerde ilçe başkanlıkları, il başkan yardımcılığı olmak üzere birçok alanda görev yaptım. 2005 yılından itibaren İBB Meclis üyeliği ve encümen üyeliği görevlerinde bulundum. Son yerel seçimlerde ikinci kez Sancaktepe’de başkan olarak seçildim. “Aydınlık Yarınlar İçin Bilgievleri” sloganıyla okul çağındaki öğrencilerin eğitim ve öğretimi için çok önemli hizmetleriniz var? Bu konuda neler söylersiniz? Sancaktepe de bu konuda göreve gelir gelmez çalışmalarımızı başlattık ve “Aydınlık Yarınlar İçin Bilgi Merkezleri” anlayışıyla bilgi evlerimizi açmaya başladık. Şimdi ise sayısı 16 olan Bilgievleri, Sancaktepeli gençleri geleceğe hazırlayan birer eğitim yuvaları oldu. Sancaktepe Belediyesi Bilgi Evleri, farklı branşta, alanında uzman öğretmen kadrosuyla, fonksiyonel binalarıyla eğitim faaliyetlerini aralıksız sürdürüyor. Yaklaşık 42.000 öğrenci bu bilgi merkezlerinden yararlanıyor. Bilgi Evleri’nde derslikler, internet odası ve bir de orta büyüklükte çok amaçlı salon bulunuyor. Tamamen ücretsiz olarak ilköğretim öğrencilerine hizmet sunan Bilgi Evleri’nde her sınıf 25 kişiden oluşuyor. Sınıflarda akıllı tahta ve projeksiyon cihazı bulunuyor. Merkezde Türkçe, Matematik gibi temel derslerin yanında İngilizce branşında da öğretmenler tarafından eğitim veriliyor. İki yıl önce Sancaktepe Belediyesi’ne Türkiye birinciliği kazandıran “Genç Gelecek” projesi var bu konuda neler söyleyeceksiniz? Genç Gelecek projesi dâhilinde gençlerimize; kent yaşamı, edebiyat, sanat, spor, bilişim, psikoloji, yabancı dil gibi konularda eğitimler verilmektedir. Aynı zamanda gerçekleştirdiğimiz mekân gezileri, konserler, konferanslar, paneller, söyleşiler ile verilen teorik dersler pratiğe dökülmektedir. Projemiz içerisinde yer alan 22 kulüp ile 14.500 gencimizin ilgi alanlarına göre tercih yapıp, kendilerini o yönde geliştirmeleri için çalışıyoruz. Aynı zamanda; gençlerimizin, Genç Gelecek içerisinde yer alan sosyal sorumluk projeleri ile ihtiyacı olan bireylere ulaşıp, pratikte hayatı ve mutluluğu paylaşmayı, ihtiyacı olana kucak açmayı öğrenmeleri için “Oyun Kardeşliği”, “Uyuşturucu İle Mücadele” gibi aktiviteler yapıyoruz. Türkiye genelinde sosyal sorumluluk alanında takdire şayan ödülleriniz var. Bu yıl da üçüncü bir ödül aldınız. AK Parti Yerel Yönetimlerince “Gençlik ve Yerel Yönetimler” alanında ‘Yerli, Milli ve Şuurlu Gençlik’ isimli proje ile Türkiye ikinciliği aldınız. Bu konuda neler söylersiniz? Sayın Cumhurbaşkanımızın elinden ve Sayın Başbakanımızın elinden bu ödülleri aldık. Bunun onurunu ve gurunu yaşadığımı belirtmek isterim. Yoğun çalışmalarımız neticesinde hayata geçirdiğimiz projemiz, medeniyetimizin yeniden ihyasında görev alacak milli ve manevi değerlerine bağlı yeni bir gençliğin adıdır. İlklerin belediyesi olarak, bugüne dek daima daha yeniyi ve iyiyi aradık. Belediyeciliği sadece altyapı ve üstyapı yatırımlarından ibaret görmeden, hayatın her alanında hizmet vermeyi amaç edindik. Eğitim, bu amacımızın baş aktörü olarak, büyük bir önem arz ediyor. Bugün Sayın Başbakanımız tarafından aldığımız Türkiye ikinciliği ödülü “Yerli, Milli ve Şuurlu Gençlik” projesinde hayata geçirdiğimiz bizlerle birlikte yürüyen eğitimcilerimize, evlatlarımıza ve görev alan arkadaşlarımıza hayırlı uğurlu olsun. Projemiz aynı zamanda Sancaktepe eğitim modelini oluşturuyor. Proje hakkında bilgi verir misiniz? Sancaktepe Belediyemiz ‘Yerli ve Milli Bir Eğitim’ düşüncesinden hareketle planladığı ve hayata geçirdiği ‘Sancaktepe Eğitim Modeli’ bu sayede 2023’lerin, 2053’lerin, 2071’lerin Büyük Türkiye’sini ihya ve inşa etmek gayesini yürütüyor. Türkiye ikinciliği alan büyük ödüle layık görülen projemizin 4 ana bileşeni var: Temel hazırlık dersleri verildiği ve yeteneklerin teşvik edildiği 16 farklı mahallede 42.000 öğrencinin yararlandığı ‘Bilgievleri’, Teorik / Pratik eğitim ile branşlaşmanın yapıldığı ve 14.630 gencin yararlandığı 115 Eğitmen, 22 Kulüp 53 branşta eğitim verilen ‘Genç Gelecek Merkezleri’, Dini, milli ve manevî eğitimin verildiği 249 gönüllü eğitmenin, haftada 40 programın gerçekleştirildiği ‘Medeniyet Yolcuları’, Ve sağlıklı yaşam ve fiziki gelişim eğitimlerinin bulunduğu 22 farlıklı spor branşın da 53 eğitmenin bulunduğu ‘Sancaktepe Belediyesi Spor Okulları’ Gençliğe dolayısıyla geleceğe yatırımlar yapıyorsunuz, bu konuda neler söylemek istersiniz? Gençlerimize henüz küçük yaşlarında bile; “kocaman adam”, “sanki büyümüş de küçülmüş” dedirtmenin hamlesi ve gayreti içindeyiz. Biliyoruz ki; mesele, seneleri devirerek büyümek değil, çocuklarımızın ve gençlerimizin ruhları ve ufukları itibarıyla büyümesi. Kıtalarda fetih sancakları dalgalandıran ecdadımızda olduğu gibi on yaşında iken yüz yaşında ve yirmi yaşında iken iki yüz yaşındaymışçasına bir ruh ve ufuk kıvamını oluşturabilmek. Çünkü Sinan’ın asırları deviren eserlerinin arkasında bu gerçek var. Fatih’in gencecik yaşında gemileri dağlardan yürüterek İstanbul’u dize getirebilmesinin ardında bu gerçek var. Bu itibarla şimdi de; Koca dünyanın insanlık ve huzur yönüyle düştüğü, o içinden çıkılmaz girdapları aşabilecek bir gençliği yetiştirecek gerçek bu! Nesilleri hem mütevazi hem büyük oluşun tahtına oturtacak gerçek bu! Kanayan yaraları durdurabilme dirayetini gösterecek gücün bileği de yüreği de olan gerçek bu! Medeniyetimizi yeniden kuracak ve yeniden adaletin tüm cihanı aydınlatıcı güneşi olacak; terör ve vahşetin çıldırdığı bir yeryüzünde merhamet ve şefkati yeniden şahlandıracak, tarihî kardeşlikleri yeniden bir dirilişle ölümsüzleştirecek bir gerçek bu! Bunun için çalışıyor ve çabalıyoruz. Sivil toplum kavramı son yılarda fazlaca dile getiriliyor. Sizce Sivil Toplum nedir? Sivil toplum, toplumsal hareketlerin dinamiği ve demokrasinin önemli özelliklerinden biridir. Bu çerçeveden, sivil toplum, devletin dışında bir alan olarak ele alınıyor. Ayrıca devletin etkinlik alanının, denetiminin ve baskısının toplum üyeleri üzerinde belirleyici olmadığı toplum tipini ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdır. Sivil toplum örgütleri çalışmalarını “özgürlük, gönüllülük ve isteklilik ilkelerine” bağlı olarak yürüten organizasyonlardır. Sivil toplum kavramı ekonomik ilişkilerin, ailevi yapıların, dini kurumların vb. politik otorite olmadan varlıklarını sürdürdükleri genel çerçeve olarak tanımlanabilir. Günümüzde yaygınlaşan, sivil toplum yapılanmaları nasıl olmalıdır ve bir ülkenin gelişimindeki rolü nedir? Sivil Toplum birlikteliği, gönüllülüğü ve dayanışmayı temsil eder. Bu anlamda insanların tek tek yapamadıklarını beraber yapmasıdır diyebiliriz. 21. yüzyılda önemli bir kavram olan sivil toplumu, meslek odaları, sendikalar, vakıflar ve hemşehri dernekleri sivil toplumları oluşturur. Bir ülkede demokrasinin ve ekonominin gelişmesinde sivil toplumun etkisi olduğu kadar da aktif vatandaşlık anlayışını da getirir. Sivil toplum, demokratik bir toplum oluşturulmasında, devlet-toplum, birey ilişkilerinin demokratik bir şekilde düzenlenmesinde önemli bir rol oynar. İnsanların gönüllü olarak bir araya gelmesiyle bir şeyleri yapmak için kurulan sivil toplumlar finansal ve örgütsel sorunlarının yanı sıra vizyonlarını belirleyemediklerinden dolayı da sıkıntılar çekmektedir. Bildiğim kadarı ile 150 bin STK’nın olduğu ülkemizde bunlardan 80 bin tanesini STK'lar, 60 bini hemşehri dernekleri, 5 bini meslek odaları, 3 bin kadarını da vakıflar vs. oluşturuyor. STK’lar, İnsanların boş vakitlerini randımanlı ve yararlı bir şekilde geçirmesini sağlar ve topluma yararlı bireyler kazandırır. STK’ların maddi çıkarı olmaz. Bazı STK’ların hedef kitlesi kuruluş amaçlarında belirlenen kitleler olup, belirledikleri alan dışında bir şey yapamazlar yani içe dönük çalışırlar. Belediyelerin STK’larla ilgili başta dernek ve vakıflara ne tür desteği olabiliyor ya da olmalıdır? Yerel yönetimler de demokrasiyi sağlayan sivil toplum kuruluşlarıdır. Böylelikle, kent yönetimi üzerinde sistemli ve sürekli etki, örgütlü vatandaş girişimleri aracılığı ile daha kolay sağlanmaktadır. Yerel yönetimlerin en büyük sivil toplum kuruluşları olarak kabul edilmesine karşın, merkeziyetçi yapının etkisiyle daha çok idari birim olma özelliği ön plana çıkmaktadır. Yerel yönetimler, belirli hizmetlerin sağlanmasını STK'lar aracılığıyla gerçekleştirilebilmektedir. Bazı alanlarda halkın bilgi, deneyim ve becerisinin harekete geçirilmesi, STK'ların desteğinin sağlanması çok önemli faydalar sağlamaktadır. Bu kapsamda yerel yönetimler, çeşitli meslek kuruluşları, sendikalar, kooperatif birlikleri, dernekler ve diğer gönüllü kuruluşlarla çeşitli alanlarda işbirliği ve ortak yürütebilmektedir. Son olarak, okurlarımıza mesajınızı alabilir miyiz? Hep daha iyiyi hedef alan bir anlayış ülke insansımızda hâkim olmalı. Gençlerimizi yarınları eğitim ve öğretim kalitesi ile en üst düzeyde temsil düşüncesi olmalı. Hepinizin bu ülkeye faydalı bir birey, ailesine ise hayırlı evlat olma hedefi olmasını isterim. “İnsanların en iyisi insanlara faydalı olandır” ölçüsü ile bilimde, sosyal hayatta, ekonomik alanda hep en iyisi olmak adına çok çalışmalıyız. Sizin vesilenizle tüm okurlarınıza saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Bugün Müslümanların ve İslam âlimlerinin tartıştığı İslam dünyasındaki tüm sorunların temelinde iman zayıflığı problemi vardır. Bir Müslüman’da olması gereken sıdk, takva, ihlas, ibadette derinlik, heyecan, şevk, hüsn-ü ahlak, teslimiyet ve kadere rıza, cesaret, istikamet ve daha sayamadığımız nice güzel seciyeler, ancak kuvvetli iman ile mümkün olabilmektedir. Yıllar önce Amerika’da katıldığım İslami bir sempozyumda önemli bir konuşmacı şunları söylemişti: "Bazı gençler bana geliyor, imana dayanan birtakım sorular soruyor. Gençlere bakıyorum, ahlakî sorunları olan gençler. Kendilerine diyorum ki: Sizin ahlakî problemleriniz var. Bu sebepten imanî sorular soruyorsunuz. Ahlakınızı düzeltirseniz imanî sorularınız ve şüpheleriniz ortadan kalkacaktır." Konuşmacının bu sözleri karşısında adeta şok oldum! Gencin ‘imanî bir sorunu ve sorusu’ var. Fakat ülkede muteber de bir konumu olan hatip, imanî olan soruyu önemsemiyor ve sorunun temelinde ahlak olduğunu öne sürüyor. Halbuki genç gayet açık bir şekilde problemini ifade etmiş, “Benim imanî şüphelerim, sorularım var” demiş. Hatta parantez içinde şunu da imâ etmiş: “İşte bu imanî zaaflarımdan dolayı ibadete kendimi veremiyorum. Eğer bu soruların cevaplarını bilsem, imanımı kuvvetlendirsem, belki ibadete de başlayıp ahlakımı da düzelteceğim.” Dikkat ediniz, genç imansız değil! Fakat imanı zayıf olduğundan, imanî şüpheleri ve cevap bulamadığı soruları olduğundan, imanın lezzetini tam hissedemiyor ve ‘inandığı istikamette yaşayamıyor’. *** Bu durum maalesef tüm dünyada var. Asrın sorunu, iman zayıflığı ve imanî şüpheler. “Benim imanım tam!” diyenler çıkabilir; fakat Cenab-ı Hakk’ın kaç tane ismini kâinatta görüp tefekkür edebiliyoruz? Kâinatta ve her hadisatta Allah’ın tecellilerini göremiyorsak hangi kuvvetli imandan bahsediyoruz? Zaten, eğer amelimiz zayıfsa veya yoksa, bu durum imanımızın takviyeye ihtiyaç duyduğunu göstermiyor mu? Konuya biraz daha derinlemesine girecek olursak, günümüzde, dünyanın bütün ülkelerinde batı merkezli pozitivist ve materyalist bir eğitim sistemi uygulanıyor. Batının ürettiği ve dinsizlik üzerine bina edilen modern bilim, gençlerimizin kâinatta Allah’ın varlık delillerini görmelerine kapı açmak şöyle dursun, tabiatı, kendi kendini idare eden ve bunun için gerekli tüm ilim, kudret ve iradeye sahip adeta bir ‘tanrı’ olarak ortaya koyuyor. Dünya genelindeki 1,6 milyar Müslüman, okullarında eğitimi bu şekilde alıyor! Bu da dinsizliğin ‘batıl bir şekilde’ temellendirilerek tüm dünyada neşredilmesine yol açıyor. İşte bu durumu Bediüzzaman Hazretleri asrımızın iki dehşetli halinden biri olarak ifade ediyor: “Fen ve felsefeden gelen dinsizlik fikrinin Müslümanlar arasında yaygınlaşması.” 1 İkinci olarak, batının tesis ettiği ve din ve ahlaktan mahrum mevcut küresel sistem, dünyada ve özellikle Müslüman toplumlarda, tarihteki en derin manevi tahribatı meydana getirerek, hadiste ihbar edilen ‘imanı elde tutmanın kor ateşi elde tutmak kadar zor olacağı’2 zamanları netice verdi. İmanı ve yakîni3 zayıflayan Müslümanlar, günahın içine çekildi ve ibadet edemez bir hale getirildi. Hatta bu durum birçoklarının imanlarını kaybetmelerine sebep oldu ve halen de olmaktadır. İşte bu dehşetli ortamda zehirli bal misali sunulan ve çevremizi istila eden haramlar, gençlerimizi ve tüm insanımızı cezb edip dünyalarını ve ahretlerini karartmakta, onları Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmek konusunda çok ağır bir imtihana tabi tutmaktadır. Bu durum ise, Bediüzzaman Hazretleri’nin asrımızın ikinci dehşetli hali olarak tanımladığı durumdur. Yani, ‘inandığımız gibi yaşayamamak, dünyanın cam parçası hükmündeki işlerini, ahiretin elmas kıymetindeki hakikatlerine “bile bile” tercih etmek!’4 Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu “iki dehşetli hali” asrımızdaki birçok problemin altında yatan en temel sorunlar olarak ifade ediyor. Ve bunların çözümünü, imanın kuvvetlendirilerek tahkikî hale getirilmesinde ve günahların içerisindeki cehennem azabının gösterilmesinde görüyor. Her zamanın bir hükmü ve o zamanın âlimlerince halledilmesi gereken bir problemi vardır. Bu zamanın meselesi de iman meselesidir. Müslümanlara yapılacak en büyük hizmet de iman hizmetidir. Risale-i Nurlar işte tam da bu görevi ifâ ediyor. Risale-i Nur Külliyatı, ihtiva ettiği kuvvetli iman dersleriyle, Bediüzzaman’ın ifadeleriyle “İmanı olmayanı inşallah imana getirir, imanı zayıf olanın imanını kuvvetleştirir, imanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî yapar, imanı tahkikî olanın imanını genişlendirir, imanı geniş olana, bütün kemâlât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir, daha nuranî, daha parlak manzaraları açar.”5 Evet, Risale-i Nurlar hem akla hem kalbe hitap eder. Hatta derin iman hakikatlerini, basit temsiller yoluyla herkesin anlayabileceği bir şekilde izah eder. – Zamanın getirdiği problemlerden dolayı – namazın, zekâtın, orucun nasıl yerine getirilebileceğini değil, neden olması gerektiğini akıllarda ve kalplerde tahkim eder. Nasıl’lar üzerinde değil, neden’ler üzerinde durur. Dahası, Kur’an’dan aldığı dersle ve Allah’ın varlık ve birliği ile diğer iman esaslarının kâinattaki delillerini ‘kâinat kitabı üzerine yaptığı tefekkür yoluyla’ ortaya koyarak, din düşmanlarının dinsizlik davasını yerle bir eder. Ve dahi onların İslam’a hücum etmek için ortaya attıkları iddia ve şüphelere karşı imanın esaslarını ve Kur’an’ın ayetlerini kuvvetli bir şekilde ispat eder, savunur. Böyle bir esere şu ahir zamanda yaşayan tüm Müslümanların ihtiyacı var! *** Toplumun iman zayıflığı hastalığına tam bir ilaç olabilecek Risale-i Nur Külliyatı’nın müellifi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, son dönem İslam tarihinin en can alıcı zaman dilimlerinde yaşadı. Osmanlı Devleti’nin çöküşü ve hilafetin lağvedilmesi, Avrupaî yeni cumhuriyetin kurularak hilafet bakiyesi topraklarda İslam’ın kökünden kazınmaya çalışılması, Üstad’ın seksen küsur senelik ömründe cereyan eden ve âlem-i İslam’ın kaderini değiştiren en dehşetli hadiselerdi. Aynı yıllarda Batı devletleri, Müslümanları İslam’dan uzaklaştırmak için imanın temellerine saldırmaya başlamış ve bu yeni saldırıyı Türkiye’deki yeni yönetim üzerinden en güçlü bir şekilde uygulamaya koymuştu. İşte küresel ve yerel bu planların karşısında toplumun imanına hizmet etmek suretiyle mücadele veren Bediüzzaman Hazretleri, şer odakları tarafından 34 yıl hapis ve sürgün hayatı yaşamış, şahsı ve Risale-i Nurlar aleyhinde açılan sayısız davalarla mahkemelerde yargılanmış, yine de yılmayarak davasını muvaffak bir şekilde sürdürmesi üzerine çeşitli şekillerde toplam 21 defa zehirlenmiştir. Tüm bunlara rağmen, Allah’ın inayetiyle yazdığı Risale-i Nur Külliyatı vesilesiyle, değil sadece yaşadığı zamanda ve ülkede, belki kendisinden sonraki zamanlarda ve dünyanın her yerinde yaşayan Müslümanların hava gibi, su gibi ihtiyaç duyduğu iman hakikatlerini istifademize sunmuştur. İşte bu eserler yanı başımızdadır. Üstad’ın mücadelesi ortadadır. *** Batı medeniyetinin yükselişi ve Müslümanların maddi ve manevi olarak gerileyişi karşısında Müslüman toplumlar çözüm arayışı içerisine girdiler. Kimileri bu problemler yumağı içerisinde en büyük problemi Müslümanların İslami bir devleti olmayışında gördüler ve çıkış yolunu siyaset yoluyla Müslümanlara hizmet etmekte buldular. Ne var ki, “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz”6 hadis-i şerifince İslami yaşam ve İslamiyet’in bir topluma hâkim olması tepeden gerçekleşmez, gerçekleşse bile tabanın yetiştirilmesi ve şuurlandırılması eksik kalırsa istenilen netice alınamaz; kısa ömürlü olur. Bununla beraber İslam âlimleri toplumda önce iman ve ibadetin tesis edilmesi gerektiğini, ardından muamelat ve ukubat’ın ikame edileceğini söylemişlerdir. Risale-i Nur bu usulü takip etmektedir. Müslümanların diğer bir kısmı ise, problemi Müslümanların Kur’an ve hadislerden uzaklaşmalarında görüyor ve çözümün yine her ikisini hayatımızın merkezine oturtmakta olduğunu söylüyor. Bu hareket tarzında, insanlara Allah’ın emir ve yasaklarının hatırlatılması ve öğretilmesi hâkimdir. Üçüncü olarak, bir grup Müslüman da Batı’nın madden ve fikren hâkim hale gelmesinden etkilenerek ve bir nevi aşağılık kompleksi içinde hareket ederek İslam’ın mevcut haliyle günümüzün problem ve ihtiyaçlarına cevap veremediğini, bunun için dinde –dinin özünü değiştirecek bir şekilde- reform yapılması gerektiğini savunurlar. Böylece akıllarına sığıştıramadıkları ve nefislerine kabul ettiremedikleri inanç ve müeyyideleri inkâr etmeyi veya değiştirmeyi tercih ederek bâtıl bir yola girerler. Risale-i Nur ise, hem aklı hem nakli esas alarak tüm iman hakikatlerini kemal-i vuzuh ve katiyetle ortaya koymak suretiyle, dinsizlere karşı iman hakikatlerini en güzel bir şekilde savunduğu gibi inananların da imanlarını takviye eder. Risale-i Nur hizmeti, Kur’an ve hadis temelli bir hizmet hareketi olmakla birlikte, Kur’an’dan ve hadis-i şeriflerden yola çıkarak, asrımızın iki dehşetli halinden bahsile aklı, kalbi ve ruhu derin yaralar alan Müslümanların bu manevi yaralarını tedaviye çalışır. Bunu yaparken Allah’ın isim ve sıfatlarını kâinat üzerinde tefekkür yoluyla muhataplarına talim ettirerek, onları marifetullah ve muhabbettullahta terakki ettirmek suretiyle tahkiki imanı kazandırmaya çalışır. *** Netice olarak, bugün Müslümanların ve İslam âlimlerinin tartıştığı İslam dünyasındaki tüm sorunların temelinde iman zayıflığı problemi vardır. Bir Müslüman’da olması gereken sıdk, takva, ihlas, ibadette derinlik, heyecan, şevk, hüsn-ü ahlak, teslimiyet ve kadere rıza, cesaret, istikamet ve daha sayamadığımız nice güzel seciyeler, ancak kuvvetli iman ile mümkün olabilmektedir. İşte dünyanın diğer ucundaki bir konferansta işittiklerimiz de, Üstad’ın tespit ettiği iman hastalığından başka bir şey değildir. Rabbimizden niyazımız odur ki Kur’an’ın nuru olan Risale-i Nurları tüm dünyada neşrederek Müslümanların imanlarını muhafaza etmelerine ve tahkiki iman sahibi olmalarına ve gayrimüslimlerin de yine ondan istifade ile iman dairesine girmelerine vesile eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Said Nursi, Osmanlıca Mektûbât Risalesi, Hutbe-i Şâmiye, 436-4372- Tirmizî, Fiten,73; Ebu Davud, Melahim,173- Yakîn, sözlük manasıyla “tereddütsüz, şüphesiz ilim” demektir. Daha geniş bir başka tarif şöyledir: “Bir şeyi vakıa mutabık olarak itikad-ı sahih üzere şüphesiz bilmek.”4- Said Nursi, Osmanlıca Mektûbât Risalesi, Hutbe-i Şâmiye, 433-4365- Said Nursi, Osmanlıca Mektûbât Risalesi, 33. Mektûb, 3806- İbn Cemî’, Mu’cemü’ş-Şüyûh, 149; Deylemî, Müsned, 3/305

İmkânların değişmesiyle tebliğ edeceğimiz ortamlar da aynı doğrultuda değişti ve değişmeye devam ediyor. Değişen bu ortamlardan biri facebook, youtube gibi sosyal medya ortamıdır. Müslümanlar olarak bu alanda da elimizden geldiğince tebliğ etmeye devam ediyoruz. Rahman Rahim olan Allah’ın ismiyle; İngiliz müsteşrik Sir Arnold “İntişar-ı İslam Tarihi” kitabında İslam’ın yayılışını araştırmış ve sonuç olarak şöyle demiştir: “İslam’ın bir misyoner teşkilatı olmadığı halde, yalnızca vaizler, din alimleri değil erkek, kadın, hür, köle her fert kendini bir misyoner gibi telakki eder ve dinini tebliğ hususunda ibadet şuuruyla çalışır. Araştırmalar bu dinin kılıçla değil, canla başla çalışan fedakârlarla yayıldığını ortaya koyar”1 Günümüze kadar bu kutlu vazifeyi yerine getiren o mümtaz şahsiyetlerden Cenab-ı Hak ebediyen razı olsun. Onlar bu kutlu vazifeyi yerine getirip asli vatanlarına gittiler ve görevi bize devrettiler. Müslümanlar olarak biz de bu kutlu vazifenin farkında olup elimizden geldiğince bu vazifeyi yerine getirmeye gayret ediyoruz. İmkânların değişmesiyle tebliğ edeceğimiz ortamlar da aynı doğrultuda değişti ve değişmeye devam ediyor. Değişen bu ortamlardan biri facebook, youtube gibi sosyal medya ortamıdır. Müslümanlar olarak bu alanda da elimizden geldiğince tebliğ etmeye devam ediyoruz. Sosyal medyada tebliğ yaparken maalesef birtakım hatalar da yapılıyor. Kaş yapacakken göz de çıkarılabiliyor. Yani yanlış bir düşüncesi olan bir kimsenin yanlışını düzeltmeyip o yanlış düşünceye körü körüne daha fazla bağlanmasına sebep olabiliyor. Müslüman birisine bile tebliğ ederken güzel bir üslup kullanmayıp cami, namaz, oruç, sünnet-i seniyye gibi dini değerlerden uzaklaşmasına sebep olabiliyor. Tıpkı ünlü sanatçı Cem Karaca’nın 7 yaşındayken dizindeki ağrı sebebiyle camide ayağını uzattığı için dizine vurulup utanmıyor musun burada ayak uzatmaya denilip uzun yıllar camiye uğramamasına vesile olunması gibi.2 Bazı kimselere de cevabını bilemediği soru sorduklarında ben bilmiyorum ama bunu öğrenip sana anlatayım demek yerine, karşı tarafa hakaretler edebiliyor. Fikrini çürütemediği, cevap veremediği insanların hemen şahsını kötüleyip rencide ediyor. Bu durumda karşı tarafın kendisinden, dolayısıyla bağlı olduğu inançtan uzaklaşmasına hatta nefret etmesine sebep olabiliyor. Yayınlanan İslami video ve fotoğraflarda ise “Şimdi Ateistler bunu da açıklasın” “Allah diyen ateist” “Ateistlerin güldüren fikirleri” “Aklı olan ateist olmaz” “Ateizm ruhsal bir bozukluktur” “Namaz kılmayan Müslüman mı olur” “Hristiyan kiliseye, Yahudi havraya gider; sen nereye gidiyorsun Müslüman?” gibi sözler yazılarak, direkt olarak kişilerin şahsı hedef alınıp, rencide ediliyor. Bu gibi paylaşımlarla karşı tarafın önyargılı davranmasına ve fikrine daha fazla bağlanmasına sebep olunuyor. Bu tarz hareketler kanaatimce tebliğ usulünün ve Nahl Suresi 125. ayet-i kerimenin bilinmemesinden ya da uygulanamadığından kaynaklanıyor. Peki, Cenab-ı Hak ne buyuruyor Nahl Suresi 125. ayeti kerimede: “Onlarla en güzel şekilde mücadele et.” Tefsir alimlerimiz ayette geçen ‘en güzel şekilde’ tabirini, muhatabı rencide etmemek ve ispatlı konuşmak olarak açıklamışlardır. Biliyoruz ki İslamiyet’te karşındakini susturmak değil, konuyu ispat ederek muhatabı kazanmak vardır. Yani haklı çıkmak için değil, hakkı bulmak için konuşmak vardır. Bizim için önemli olan muhataba kendi fikrimizi ispat edebilmektir. Yanlış düşünüyor olabilir; fakat ona kızmamız, ona hakaret etmemiz bizim fikrimizi ispatlamaz; dolayısıyla onun yanlış olan fikrini de değiştirmez. Bu tarz suçlayıcı yaklaşımlar, muhatabın savunma mekanizmasını harekete geçirecektir ve muhatap da fikrini değiştirmek istemeyecektir. Kendini savunan insan kendini değişmeye kapamış insandır. Biliyoruz ki değişmek istemeyen bir insanı hiç kimse değiştiremez. Bir atasözünde “Atı zorla suya götürebilirsiniz, fakat zorla su içiremezsiniz” denilmiştir. İnsanları değiştirebilmenin yolu ise onları ikna etmekten geçer. Bu yüzden konuşmalarımızda muhatabı rencide etmemeye, gücendirmemeye çalışmak mecburiyetindeyiz. Muhatabımıza karşı “Sen yanlış düşünüyorsun” değil “Ben böyle düşünüyorum” diyerek fikrimizi delillerle ispat ettiğimiz takdirde, hem muhatabı kırmaz hem de muhatabın bizim fikrimize daha fazla meyletmesine vesile oluruz. Dale Carnegie’nin dediği gibi “Bal toplamak isteyen bal kovanına çomak sokmamalıdır.” Aynen öyle de bizler de muhatabın fikrimize inanmasını istiyorsak, muhatabı rencide etmemeliyiz. Peygamberimize düşman olarak gelenler dost olarak ayrılırken, bazen bize dost olarak gelenler düşman olarak ayrılıyorsa, bizim yaptığımız tebliğ değil başka bir şey olur. Tebliğ usulünde dikkat etmemiz gereken birçok nokta var. Burada kısaca üslup konusunu ele almaya çalıştım. Bu kutlu vazifede muvaffakıyet istiyorsak, bunu başarmış mümtaz şahsiyetleri -başta Efendimiz (sav) olmak üzere- örnek almalıyız. Bu konuda yazılmış olan kitapları okumalıyız. Kaynaklar: 1- Bkz. Thomas Arnold, İntişar-ı İslam Tarihi, s. 406-4112- Bkz. http://www.yenisafak.com/gundem/diyanetten-cem-karaca-dersi-247605

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن Kâinatın lisan-ı halini lisan-ı kale tercüme eden Bismillah’ın tefsiri içindeki intisap sırrı 62- Hâlbuki bu cevabın hiçbir bilimsel yanı yoktur. İçlerinden çıkamadıkları zaman: “Bir şekilde olmuş biz oluşunun devamını konuşuruz, daha ileriye gidemeyiz.” derler. Bu temelsiz ve esassız safsatayı bilim diye her yere neşrederler. 63- Diğer bir kısım felsefeciler yokluktan kâinatın vücuda gelmesinin imkânsız olduğunu anladıklarından madde ve kuvvete ezeliyet vermekle başka bir dalalet yolunu açmışlar. Bunun da hiçbir ilmi değeri yoktur. Çünkü fennin tespitine ve vahyin tebliğine göre, kâinat sonradan vücut bulmuştur. (Bu husus daha önce iki hadis ile zikir edilmiştir.) Fakat maddiyyun ve tabiiyyun felsefesinin erbapları, dinin hükmüne kasıtlı muhalefet ettiklerinden böyle içinden çıkılmaz bir hataya düşmüşler. 64- Demek kainattan evvel adem-i mutlak yoktur, sonsuz kemal ve cemal sahibi bir Zat-ı Akdes vardır. Böylece bir Vacibü’l-Vücudun varlığı kat’i bir surette ispatlanmıştır. 65- Kıdem: Başlangıcı olmayan ezelidir. Yukarıda izah edildiği gibi sonsuza illet olmaz. Madem Cenab-ı Hak sonsuz kemal sahibidir. Sonsuza bir başlangıç düşünülemediği için, o, başlangıcı olmayan ezelidir. 66- Beka: Nihayeti olmayan ebedidir. Kıdem konusunu işlediğimiz doğrultuda bekaya da bakabiliriz. Yani başlangıcına bir sebep olmayanın nihayetine de bir illet olmaz; onun için ebedidir. 67- Not: Her ezeli ebedidir. Lakin her ebedi, ezeli değildir. 68- Vahdaniyet: Cenab-ı Hak nihayetsiz Azamet-i Kibriya (sonsuz büyüklük) sahibidir. Nihayetsiz azamet ve kibriya ise Vahdaniyetin (birliğin) en büyük delilidir. Çünkü nihayetsizin harici olmaz. Harici olmayan kemalatın sınırı olmaz. Sınırı olmayan kemalat ise başka bir kemalden gelmez. Başka bir kemalden gelmeyen kemalat ise, hem zatidir hem nihayetsizdir. Nihayetsiz olan bir kemalat ise sadece bir tanedir. Öyle ise o, vahdaniyet sahibidir. 69- Vahdaniyet sıfatını bir ayet-i kerimenin manasıyla daha iyi izah edebilmek için önce matematikteki ‘sonsuzluk’ kavramını anlamaya çalışalım: Matematikte bu kavram, eksi ve artı sonsuz olarak sadece iki yönlüdür. 70- Ayeti kerime; daire-i vücuba mahsus sonsuzluğun dört boyutlu olduğunu ferman eder. هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ Bu ayet-i celile her bir kelimesiyle hem mahlûkiyetin sınırlarını tayin etmiş, hem nihayetsizliğin idrak edilemeyeceğini ferman etmiştir. Hem zâtî sıfatların sadece Hâlık’ın zatına mahsus olduğunu şuur sahiplerine bildirerek aklın sınırlarını göstermiştir. 71- Bu ayet-i kerime, her bir şeyin evveli, ahiri, zahiri ve batınının ona istinat ettiğini ve her şeyi çepe çevre kuşattığını ilan ettiği gibi, kendisinin her cihetle bu sınırların haricinde olduğunu bildirir. Ayet-i kerime şöyle buyurmuştur: 1-Hüve’l-Evvel: O her şeyin evvelidir, fakat kendisi evveli olmayandır. 2-Hüve’l-Ahir: O her şeyin ahiridir, fakat kendisi ahiri olmayandır. 3-Hüve’z-Zahir: Her şeyin bir harici (dış) vardır. Kendisi harici olmayandır. Yani kâinatın haricini ihata etmiştir. Fakat kendisi sonsuz kemalat sahibi olduğu için onun harici olmaz. 4-Hüve’l-Batın: Her şeyin batını vardır. Kendisi batını olmayandır. (kendisinden daha gizli bir şey yoktur.) 72- Madem sonsuz kemalat sahibidir. Öyle ise o zat-ı Akdes’in kemalatı başka kemalden gelmez. Madem başka bir kemalden gelmemiştir, öyle ise bütün kemalatı zâtidir. Yani kıyam bi-nefsihi’dir. Bizzat zatıyle kaimdir (ayakta durur) ve daimdir. Kemalatı kendindendir. Aşağıdaki misal bu konuyu akla yaklaştıracak bir kapı açar. 73- Mesela; ayinenin içindeki ziya, hararet ve renkler gibi kemalat kendinden değildir. İntisap sırrıyla güneşe aittir. Semadaki güneşten o kemalatı alır. Fakat semadaki güneş kemalatını başka bir güneşten almaz. İşte kıyam bi nefsihi sıfatına böyle bakılmalıdır. 74- Nihayetsiz azamet-i kibriya sıfatı ‘Vahdaniyeti’ ispat ettiği gibi, ‘kıyam bi-nefsihi’ sıfatını da ispat eder. 75- Batın: Bir şeyin iç yüzü demektir. Mesela bedenin iç yüzü organlar ve hücrelerdir. Daha batını ruhtur. Ruh ise Cenab-ı Hakk’ın esmalarının tecelli ettiği yarı nurani bir mahlûkudur. Esma-i İlahiye ise ondan da hadsiz derecede latif bir sıfat-ı İlahiye olduğu için, eşyanın batınını da o kuşatmıştır. 76- Demek esma-i İlahiye, eşyaya içten dışa, batından zahire doğru tecelli eder. Mesela, sıfat-ı İlahiye önce kalbe tecelli eder ve iman ile parlar. Sonra kalbten ruha sirayet ederek ruhtaki istidatları inkişaf ettirir. Sonra o istidatların inkişafıyla insanın fiilleri tezahür eder. 77- Kesif olanlar latif olana ayinedir. Bu bir düsturu küllidir. Mesela, güneşin latif olan ziyasına, kesif olan hava ve suyun zerreleri ayine olurlar. Fakat ziyanın kendisi yine ziyaya ayine olmaz, olamaz. Öyle ise ziyaya ayine olan her şey ondan daha kesiftir. 78- Mesela, uzayı dolduran esir maddesi ziyadan daha latif olduğu için güneşin ziyasını göstermez ve ayine olmaz. Eğer esir maddesi ziyaya ayinedarlık edebilseydi, geceleri fezay-ı âlem gündüz gibi ışıkla dolu görünürdü. 79- İşte bu sırdan dolayı her şey Esma-i İlahiye’ye ayinedir. Ruh dahi ona yarı nurani bir ayinedir. Fakat maddiyat âlemi ise, sebepler tahtında o esmaya ayinedarlık ederler. 80- Hulasa olarak ayet-i kerime der: “O Allah’tır. Kâinat cinsinden değildir. Öyle ise Zat-ı Zülcelalin sıfatları dahi mahlûkatın sıfatlarının cinsinden değildir, hadsiz derecede uzaktır.” 81- Bu hakikati hem İhlas Suresi hem “leyse ke-mislihi’’ ayeti ferman eder. Yani o zat kâinatın cinsinden olmadığı gibi, zati sıfatları dahi mahlûkatın sıfatlarının cinsinden değildir. Aklın sınırlarını çizen bu ayet-i kerime, o zatın nihayetsizliğinin akıl ile ihata edilemeyeceğini bizlere ders veriyor.

Artık Malezya haritasına bakınca biz Malezya’yı severiz Malezya’da bizi sever diyeceğiz. Memleketimize Bureyde olup gelen, ülkemize Musab Bin Umeyr gibi yürüyen, bizim asrımızın Abdullah el-Müzenni, Zübicadeyni Ahmet Ammar’ı biz sevdik, Allah’ım sen de onu sevdiklerinin arasına karıştır. Onu Efendimiz (sav)’in komşuları ile şereflendir. Allah’ım onun şehitliğini kabul et. Allah’ım onu katında şehitlerden Sıddıklardan yaz, ya Rabbi! Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bir gün Mescid-i Nebevi’de oturuyordu. Kapıda bir genç ama üstünde doğru dürüst elbise yok. Altına peştemal gibi bir şey sarmış, üstüne de sizin ihramda kullandığınızdan çok daha kısa, ince, dar -yelek gibi- bir çul atmış; iki tane bez parçasını üzerine almış bir garip delikanlı geldi. Allah Resulü (sav), mescidin kapısından giren bu gence taaccüp ile baktı. Hazret-i Ali Efendimiz (ra) oradaydı, Hazret-i Ebubekir Efendimiz (ra) oradaydı, Hazret-i Ömer Efendimiz (ra) oradaydı, Ashâb-ı Güzin Efendilerimizden bir grup oradaydı. Allah Resulünün yanına geldi, “Aranızda Allah Resulü hanginiz?” dedi. Kardeşlerim, Peygamber Efendimizi tanımak isteyen birisi için şu soru bile onu tanıtmaya değer ve yeter. Allah Resul’ünü soruyordu... Allah’ın Resulü öyle protokolsüz yaşamış. Aralarında hiçbir fark olmadan öyle kardeşleriyle, Müslüman kardeşleri ile öyle protokolsüz yaşamış ki Hazret-i Muhammed Mustafa (sav), dışarıdan gelen biri için Hazret-i Ebubekir (ra) kimdir, Hazret-i Ömer (ra) kimdir, Hazret-i Osman (ra) kimdir, Hazret-i Ali (ra) kimdir, Resulüllah kimdir bilinmeyecek kadar mütevazı ve onlardan olmuş. Efendimizi gösterdiler, Resulüllah (sav), “Hoş geldin!” dedi. Zülbicadeyn... Zülbicadeyn çifte çullu demektir; iki çul sahibi, iki bez parçasıyla yürüyen genç. Resullülah (sav), “Hoş geldin!” dedi, - Kimsin sen? - Ben Abdullah el-Müzenni. Abdullah el-Müzenni, 20’li yaşlarında. Asr-ı Saadet’ten Zulbicadeyn, “Ya Resulallah! Bu hoşuma gitti” dedi Abdullah el-Müzenni. Allah Resulü, - Hoş geldin, dedi, nerden geldin? - Ben Medine’nin köylerinden, Üzen kabilesinden Abdullahım Efendim. Bizim köyümüz Allah’a ve Resul’üne iman etmemiştir. Ben orada işittiklerim, orada duyduklarımla Müslüman olunca ailem, çevrem, arkadaşlarım, köyümüzün ileri gelenleri bana eziyet ettiler, beni hapsettiler. Kaçmasın, muhabbete gitmesin diye beni günlerce aç susuz bir odada esir tuttular. Allah bana yardım etti. Ben onların elinden kurtulunca üstüme giyecek hiçbir şey bulamadım. Bu iki bez parçasını, birini üstüme birini altıma sardım, sana geldim ya Resulallah! Abdullah el-Müzenni’ydi o. Aradan bir buçuk yıl geçmedi, Abdullah el-Müzenni (ra), Hazret-i Peygamber ile Tebük harbine gitti. Abdullah el-Müzenni yolda hastalandı. O zamanlar yiyeceklerin içeceklerin korunması çok zordu; insanlar çok genç yaşta ölürdü. Ölüm vakaları çok yaygındı. Hastalandı Abdullah el-Müzenni. O yolculuk esnasında, bu hastalık neticesinde bir gece vefat etti. Sa’d bin Ebi Vakkas Hazretleri diyor ki, “Bir gece kazma kürek tıkırtıları işittim; öyle bir mezar kazılıyor, bir çalışma var. Bu gece karanlığında ne oluyor acaba?” dedim. “Kalktım, o gece karanlığında ses çıkaran, çalışan kimselerin yanına gittim. Yaklaştım, o gece karanlığında bir de gördüm ki Hazret-i Ebu Bekir, (ra) Hazret-i Ömer (ra) ve Hazret-i Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz. Abdullah el-Müzenni vefat etmiş, Resulüllah Efendimiz iki yakın dostunu da almış, birkaç sahabeyle birlikte mezar kazıyorlar. Biraz sonra o anasını, babasını, köyünü bilmedikleri bu gariban çocuğu kabrine indirecek Resulüllah Efendimiz (sav). Resulüllah cenaze namazı kıldırdı. Gecenin bir karanlığıydı. Yolculuk Tebük yolculuğuydu. Tebük ordusu için Allah Resul’ünün verdiği isim ceyşü’l-usve’dir yani zorluk ordusu. “Zorluk ordusunu donatana cennet var” demişti, Allah Resulü. Hazret-i Osman Efendimiz 300 deve ile destek vermişti. Abdurrahman ibn Avf Hazretleri, 4000 dirhemle omuz verdiği; hiçbir şeyi olmayan bir garip köle, iki tas hurmaya akşama kadar tarlalarda yevmiyecilik yapan bir köle, Hazret-i Ebu Ukayl, iki tas hurmanın bir tasıyla omuz verdiği o yolculuk. Tebük yolculuğundan bir genç toprağa veriliyordu, Efendimiz (sav) onu kabrine indirmek için kabrinin başına oturdu. Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ömer Efendimiz ve Hazret-i Ebubekir Efendimiz’e, “İnin kabre” dedi. Bu delikanlının anası babası yoktur. Resulüllah (sav) şöyle dua etti: “Allah’ım ben şahidim, bu genç her şeyini senin rızan için terk etti. Ya Rabbi! Onu cennetine kabul et. Allah’ım onun cennette derecesini yükselt, Ya Rabbi!” Yerde az önce cenazesi kılınmış Abdullah el-Müzenni (ra). Efendimiz Peygamberimiz daha 20’li yaşlardaki bu delikanlıyı kucağına alacak, kabrin içindeki Ömer’e teslim edecek. Hazret-i Sa’d Bin Ebi Vakkas diyor ki, “Vallahi ben uzaktan o çocuğun kabre indirildiğini görünce şöyle dedim, Allah’ım bugün ölen Abdullah el-Müzenni değil de keşke ben olaydım şu peygamberin kucağında. Hz. Ebu Bekir ve Ömer’in eline teslim edilerek kabre indirilen ve Resulullah’ın imanına şahit olduğu delikanlının yerinde ben olsaydım Ya Rabbi! Ve gözyaşı döktüm” diyor, Aşere-i Mübeşşereden Sa’d bin Ebi Vakkas. Şimdi hicretin gölgesinde bir gencin ardından duranlar mı kârdadır, gidenler mi? İki elinizin arasına alın başınızı, bir daha hesaplayın, bildiğiniz matematik formüllerini aşın, geride kalanlar mı kârlıdır, göçüp gidenler mi? Bilmem kim, neyi kapmış götürüyor. Hazret-i Peygamber (sav) bir-bir buçuk yıllık Müslüman 20’li yaşlarda bir genç delikanlıyı kucağına alacak ve Ebubekir’ine teslim edecek. Hazret-i Peygamber’in kucağında cennete giden yollar vardır, hicret yolunda. Bu yola çıkan adamlar, hakkın rızası için yolu yürüyenler, asla ve asla mahzun olmadılar. Hazret-i Üstad’ı Bitlis’te yaşatmadılar da ne oldu ki? Ömrü yollarda geçti de ne oldu ki? Kim kazandı bu savaşı. Kim kazandı bu kavgayı, kim galip geldi bu işin sonunda? İnanmışsanız Kadir Gecesi 1000 aydan daha hayırlıdır, bir Kadir Gecesinde çağırırlar adamı. Kardeşlerim, aziz dostlarım! Hazret-i Peygamber (sav)’in asrından bugüne, hatta Hazret-i İbrahim’in Harran’dan Filistin’e yaptığı yürüyüş. Hayber ganimeti… Müslümanların dünya malı ile imtihanı... Hazret-i Ayşe, hayatında ilk defa Resulullah’la ev eşyası kavgasını Hayber ganimetleri için yapmıştır. Hazret-i Ayşe mobilyalarını değiştirmek ister. Peygamberimiz de der ki, “Ben bunları Ashâb-ı Suffe için vakfettim, bunlar Ashâb-ı Suffe’nindir. Ayşe, üstüme gelme!” dedi. Efendimiz (sav) öylesine baştan savmak için söylememişti; hakikaten Hayber zordu ve Hayber’in galip gelmesi için bir Ali lazımdı, bir Allah’ın aslanı lazımdı. Allah Müslümanları galip getirmiş, akıllara zarar bir ganimet elde etmişlerdi. Hayber’den alınan ganimetler Medine sokaklarına sığmamış, vadilere dizilmişti. Hayvanlar böyle çoktu. Ayşe anamız da bir insan olarak Peygamberimizden ev eşyası istemişti. O da dedi ki, “Ben bunları Ashâb-ı Suffe için ayırdım Ayşe, ısrar etme!” 29 gün evine gitmeyecek Resulullah. Kırılacak, gönlü kırılacak peygamberin 29 gün evine gitmeyecek Muhammed Mustafa (sav), benden dünya istediniz diye. Hazret-i Peygamber (sav) Hayber’den dönerken tepenin ucundan bir grup görüldü, tepelerin ucunda bir küçük grup. Resulüllah (sav), “Kim şu gelenler tanıyor musunuz?” dedi. Hiçbir Müslüman o gelenleri tanıyamadı. Dedi ki Allah Resulü “Şu gelen Cafer olaydı, şu tepede görünen gençler, Cafer ve ailesi olaydı.” Bir elçi, bir süvari atıyla yıldırım gibi koştu; 10 dakika sonra yıldırım gibi geri döndü. “Müjdeler olsun! Gelen amcanın oğlu Cafer bin Ebu Talip Ya Resulullah!” Allah Resulü, canım peygamberim. Gurbete gönderileli tam 14 yıl olmuş, Hazret-i Cafer yola çıkalı 14 yıl olmuş. 14 sene sonra ilk defa görecek. Peygamberliğin beşinci senesidir. Habeşistan’a Resulullah’ın gönderdiğinden 14 sene sonra, yeni düğün etmiş Cafer. Hanımı Esma bint-i Umeys annemizle beraber, üç çocuklarıyla beraber yola düşmüşler. Habeşistan’dan geliyorlar. Uzaktan görünce Resulüllah Efendimiz dedi ki “Şu Cafer’in gelişine mi sevineyim, Hayber’in fethine mi sevineyim, Allah’ım hangisine daha çok sevineyim; cevap verin, gelişine mi sevineyim yoksa Hayber’in zaferine mi sevineyim?” Bazen gurbette bir aile, içinde Resulullah’ın olduğu ordunun zaferine denktir. Gurbette kazanılmış bir zafer... Onlar hicretin yolcuları... Resulullah’ın huzuruna gelince Hazret-i Ömer, Esma anamıza “Esma, hicretiniz mübarek olsun, yalnız sizin hicretiniz bizim hicretimiz gibi değildi” dedi. Sizin hicretiniz Habeşistan’dan Medine’yedir. Bizim hicretimiz Mekke’den Medine’yedir. Sünnete tam uygun olan bizimkidir. Biz Resulullah gibi Mekke’den Medine’ye hicret ettik. Oysa siz Habeşistan’dan geldiniz. Sizin hicretiniz Mekke’den Medine’ye hicret edenlerinki gibi değildir” deyince Hazret-i Esma anamız diyecek ki “Ey Hattab’ın oğlu Ömer! Niye öyle söylüyorsun, sizinki hicret de bizim hicretimiz hicret değil mi? Sizin çektiğiniz çileler çile de bizim çektiklerimiz çile değil mi? Ey Ömer! Seni Resulullah’a şikâyet edeceğim, bu söylediğin sözleri Resulullah’a söyleyeceğim Hattab’ın oğlu, niye öyle olsun?” dedi. “İtiraz ediyorum, öyle olmamalı” dedi. “Sizin hicretiniz kadar bizimki de kıymetli olmalı, senin canın sıkılınca oğlunu kızını aldın Resulullah’a koştun. Senin canın daralınca koştun Mescid-i Nebevi’ye Resulullah’ın yüzüne baktın. Ben şu çocukları gurbette peygamberi görmeden büyüttüm. Ben yapayalnız, kocamla beraber, Allah için memleketimi terk ettiğimde Resulüllah ‘Gidin!’ deyince, “İmanınızı koruyun!” deyince, “Orada adaletli bir kral vardır” deyince akrabamızı, malımızı hiç düşünmeden gittik. Bizim hicretimiz niye hicret olmasın, bizim çektiklerimiz niye çile olmasın? Bizim çektiklerimiz az mı Ömer!” dedi. “Sen bilir misin gurbete bu çocukları Müslüman yetiştirmek nasıl bir şeydir. Sen bilir misin, gurbette Kur’an’ı çocuklara sevdirmek nasıl bir şeydir. Ben seni Resulullah’a şikâyet edeceğim” dedi. Hazret-i Peygamber’in huzuruna geldi bir kadın, Esma bint Umeys. Resulullah’a geldi. “Ey Allah’ın Resulü” dedi. “Hattab’ın oğlu Ömer’in söylediklerini duydun mu?” “Ne dedi?” dedi Allah Resulü. “Ey Esma! Hicretiniz mübarek olsun ama sizin hicretiniz bizimki gibi değil” dedi. “Biz Resulullah’ın hicreti gibi hicret ettik, biz Mekke’den Medine’ye geldik ama siz Habeşistan’dan Medine’ye geldiniz, bizim hicretimiz sizin hicretinizden efdaldir” dedi. “Bu doğru mu ya Resulullah, Ömer’in içtihadı doğru mu? Allah aşkına ey Allah Resulü! Neden Bizim hicretimiz Ömer’in hicretinden daha az sevabı olsun. Bizimki çile değil mi ya Resulullah, bizim çektiklerimizi Allah Azze ve Celle bilmiyor mu ya Resulullah? Biz neler çektik o gurbet elinde.” Hazret-i Peygamber “Esma!” dedi, “Ömer’e söyle, Allah size iki hicret sevabı verecek. Ömer’e bir hicret sevabı verecek. Siz bir Mekke’den Habeşistan’a gittiniz muhacir oldunuz, bir de Habeşistan’dan Medine’ye geldiniz iki kere muhacir oldunuz. Sizin hicretiniz, iki hicrettir” dedi. Hicretini ikiye tamamlayan Ahmet Ammar’a Zeytinburnu’ndan selam olsun! Ne güzel yürüyüştür o. Ölüm Ammar'ı anasının onu doğurduğu Malezya’da da bulabilirdi. O kendi memleketinde de vefat edebilirdi. Yola düşmek varmış, gelip senin memleketinde, Eba Eyyüb el Ensari’nin koluna girerek Resulüllah Efendimizin huzuruna Abdullah El-Müzenni gibi yürümek de varmış. Hazret-i Peygamber’in candaşlarıdır onlar. Hicretin gölgesinde bir gençlik lazım bize. Bizim gençliğin internetin, eğlencenin, sporun, siyasetin, müziğin, her türlü dijital küfürün, sanal dünyanın iyice gevşettiği iyice dünyevileştirdiği bir dünyada Ahmet Ammar gibi isimlere... İnanın henüz 20 yaşında çocuklar, benim bile çok ihtiyacım varmış. Güzel söz söylemek, güzel söz konuşmak öyle çok da maharet değildir. Hatta öylesine karmaşık duygular yaşadım ki bugün şu salonda, kelimeleri zindana atasım geldi şu an, dilime kilit vurasım geldi şu an. 20 yaşında o kadar mı büyük oynanır delikanlı, 20 yaşında o kadar mı büyük kazanılır aslanım!? 20 yaşındasın, benim senin yaşında oğlum var, 93 doğumlu. 20 yaşında bir adam bu kadar büyük ticarete mi gidermiş! Sana, bana bu salonlarda onu konuşma kalmıştır. Ben bu gençleri asr-ı saadetten tanırım. Resulüllah Efendimiz (sav), kâinatın sultanı, nebiler nebisi Mekke’den Medine’ye gidiyordu, hicret diye. Medine’ye az bir şey kalmıştı; 40-50 km var mıdır bilmiyorum, ancak o kadardır belki de. 50-60 kişilik bir grup, çölün silahlı askerleri önlerini çevirdi ve gündüzün sıcağında alelacele Medine’ye yetişmeye çalışan Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ebubekir Efendimiz ve onlara yol gösteren bir kâfir, puta tapan Abdullah ibn-i Muraygıt. Hiç Müslüman olmayacak, ne garip bir adam. Resulullah’ı Mekke’den Medine’ye getirecek iki deve karşılığı. Hazret-i Peygamberi iki deve karşılığı Medine’ye getiren bu adam, Peygamberimiz Sevr’in arasında saklanırken Ebu Cehil yüz deve va’d etmişti, “Muhammed’i ölü ya da diri getirene yüz deve!” Bu adam, benim Peygamberimi, yüz deveyi duyduğu halde elin gavuruna satmadı biliyor musunuz? Şimdi sana bunu konuşmak kaldı aslanım, sen olsaydın bu durumda yüz deveye satar mıydın, satmaz mıydın? Olur mu hocam, satar mıyız? Ben seni sabah ezanında teraziye koymak isterim. Bir film için, bir derbi maç için kaç namazın kafasını koparıyor Müslümanlar. Ben seni ezan okunduğu vakit teraziye koymak isterim. Hazret-i Peygamber’in önünü kesen 50 ya da 60 kişilik silahlı grup “Durun!” dedi. Resulüllah durdu. Başlarında 25 yaşlarında bir genç, uzun boylu zayıf yüzlü. Yüzü de upuzun, burnu çengel gibi aşağı sarkık, çekik gözleriyle sert bakışlı bir çocuk. Siz bunu daha sonra Kafkaslarda tanıyacaksınız. Bu delikanlı “Kimsiniz?” dedi, “Çıldırdınız mı? Bu öğlenin sıcağında çöle düşmek ölümdür, ölüm. Siz delirdiniz mi? Bu gündüz sıcağında üç kişi çölde gider mi hiç! Ölümü göze alması lazım insanın. Siz necisiniz, nereye gidiyorsunuz? Hazret-i Ebubekir Efendimiz delikanlıya dedi ki “Evladım, bizi Yesrib’te bekleyenler var, biz Sevr Mağarasında üç gün fazladan saklandığımız için merak içindedir Müslümanlar. Biz, kardeşlerimizin merakını gidermek için, bir an evvel Medine’ye kavuşmak için acele yol almalıyız, ne olur yolumuzu kesmeyin” dedi. “Bizden kimseye zarar gelmez” dedi Bureyde. Bu genci iyi tanıyın, oğlunuz torununuz olursa Bureyde cebinizde saklı bir isim olsun. Hazret-i Bureyde “Öyle gidilmez buradan!” dedi “Siz ya benim sülalemi tanımıyorsunuz ya benden haberiniz yok sizin. Bu çöllerde benden habersiz yol alamaz adam” dedi. “Bu çöllerdekiler ya Bureyde’nin düşmanıdır ya dostudur. Düşmanlarım benden çok korkarlar; dostlarımsa benim soframa oturmadan bir yere gidemezler” dedi. “Ben sizi sevdim” dedi. “Siz zararsız insanlara benziyorsunuz.” Senin ülkende terörist muamelesi gören Bediüzzaman’ı, Malezya’dan bir Müslüman koşarak gelecek, “Bu milletin akidesini Bediüzzaman kurtardı” diyecek. Ben bu sözü 1930’larda duymak isterdim, ben bu sözü 1940’larda duymak isterdim. Ben bu sözü Kastamonulu Nasrullah Paşa Camii’nin müftüsünden duymak isterdim. Ben bu sözü Denizli’nin Merkez Camii’nde duymak isterdim. Ben bu sözü Emirdağ’ın Ulu Camii’nden duymak isterdim. Ben bu sözü Eskişehir’in meydanında duymak isterdim. Ben bu sözü Afyon’da duymak isterdim. Ben bu sözü Bediüzzaman Hazretlerinin bu memlekette diyar diyar sürgün gezdirildiği memleketlerde duymak isterdim. O adam bizim itikadımızı kurtarıyor, elin adamı bu millet üzerinde operasyon yapıyor. Derken kardeşlerim, Büreyde, “Bu sofraya oturacaksınız!” dedi. “Benden yemek yemeden kurtulamazsınız.” Allah Resulü’nün hoşuna gitti bu gencin cesareti. Hazret-i Ebubekir Efendimize “Ey Ebubekir! Onu önümüze Allah çıkardı, bırak gidelim” dedi.” Delikanlıyla köye gittiler. Büreyde sofra hazırladı, ikramda bulundu. Allah Resulü o gün akşam Meryem Suresi’nin dokuz ayetini anlattı onlara. Meryem Suresinin dokuz ayeti... Büreyde’nin evinde, gecenin geç yarılarına kadar yapılan sohbet... Resulüllah sordu. “Senin adın ne?” “Benim adım Büreyde, Büreyde ibn-i Hasip.” Büreyde serinlik demek Türkçe. Ferahlık, soğukluk. Berid soğuk, büreyde ferahlık. Büreyde deyince Resulüllah döndü Hazret-i Ebubekir’e “Ey kardeşim Sıddık, demedim mi sana Allah bize bu yolda bir ferahlık çıkaracak. Gördün mü, Allah bir serinlik çıkardı.” Resulüllah tanışırken dört şeyi sorardı, ikinci sorusunu sordu. “Evladım senin sülalen hangi sülale, sizin soyunuz ne diye bilinir buralarda?” Büreyde “Bizim sülalemize Sehiloğulları derler” dedi. “Sehl” kolaylık demek. “Gördün mü Ebubekir, Allah bizim yolumuza bir kolaylık çıkaracak demedim mi sana, demedim mi bir kolaylık çıkacak bu işten?” “Büreyde bu yöreye ne derler, Bureyde sizin topraklarınızın adı nedir?” “Sehmoğulları ya Resulullah” Sehm Arapça pay demektir. Hazret-i Peygamber, “Ebubekir payımıza bura düştü bizim, gördün mü?” İsmiyle, sülalesiyle ve memleketi ile Resulüllah tarafından iftiharla takdir edilen bu güzel sözleri duyunca Bureyde, oracıkta iman edecek. “Az önce çölde yürüyen bir gariptiniz benim için, karnı doyurulacak garip bir misafirdiniz. Ben şimdi inandım ki sen Allah’ın Resulüsun ya Muhammed. Ey kavmim! Beni kendinize lider seçtiniz. Ben bu kavmin lideriysem eğer, beni tasdik edip siz de İslam’a girerseniz ben sizinle yaşamaya, sizin köyünüzde oturmaya devam ederim. Ama siz İslâm’a girmezseniz, ben artık sizin içinizde durmam; Medine’ye ben de giderim” dedi. O gün sabaha kadar Büreyde’nin köyünde Müslüman olmadık bir insan kalmadı; herkes İslam’a girdi. Büreyde (ra), imanıyla bir köyü imana getirmiş delikanlıdır 25 yaşında. Sabah olunca Resulüllah Efendimiz develerine bindiler ve Medine’ye gidecekler. Allah Resulü yola çıktı, gidiyordu. Hazret-i Büreyde atına bindiği gibi yıldırım gibi koştu Peygamberin önüne. Allah Resulü tebessümle sordu: “Şimdi ne oldu ey Bureyde! Yine ne oldu, niye çevirdin önümüzü?” Ya Resulullah! Sana bir sancaktar lazım. Ardından başından açacak sarığını, kılıcının ucuna bağlayacak ve göğe doğru kaldıracak, “Ben çölde Resulullah’ın sancaktarıyım” diyecek. Çölün yollarını açacak. Meğer buraya gidenin yorulduğu yerlerde yürüyecek gençler varmış. Ahmet Ammarlar yürüyecekler Efendimizin ardından; başlarındaki sarıkları kalemlerin uçlarına takıp “Seninle yürürüm ya Resulallah” diyecek. İman hakikatlerini ben çocuğuma öğretemezken, Risale-i Nurlar’ı ben evladıma Türkiye’de Türkçe konuştuğum halde öğretemezken Osmanlıcayı, Türk talebelerinin de girdiği imtihanda birincilik alarak başımızı önümüze düşürecek. Bu çağın Büreyde yüzlü delikanlıları varmış demek ki. Bu asrın Büreydeleri de olacak, yarının Büreydeleri de olacak. Şimdi bizim toprağımızda bu güzel cennet vatanımızı zenginleştiren Malezyalı bir delikanlının ardından bir yıl sonra, Resulüllah Efendimizin şu hadis-i şerifine sığınarak -vefa imandan bir cüzdür- vefa göstermek için geldiniz. Rabbim azze ve celle önden giden delikanlılarımızın taksiratını affetsin, derecesini âli eylesin. Kıymetli kardeşlerim! Allah cümlemizin son nefesini son anını hayatımızın en kıymetli anı eylesin. Allah’a en yakın olduğumuz bir anda can vermeyi cümlemize nasip eylesin. Ben böyle güzel bir gecede, Hayrat Vakfımızı, faaliyetlerinden dolayı can-ı gönülden tebrik ediyorum. Bu gecenin bir parçasında olmak benim hayatımın en şeref, en onur duyduğum anlarından biridir. Cenaze arabasıyla Eyüp Sultan’a doğru giden tabutun içinde Ahmet Ammar’ın yerinde olmayı ne çok isterdim. O şekilde, o güzellikte, o safiyette defteri fazla kirletmeden, defteri fazla karartmadan gencecik çağında, Allah yolunda yürüdüğü güzel bir hizmetin ortasında “Hadi gel!” deyince Allah azze vecelle, bazen sorunun cevabını size vermeden “Tamam, ben anladım” cevabını der. 20 yaşında çağırır adamı. “Ben razı oldum kabul, sen söylemeden doğru cevabı bildin” derler adama. Ahmet Ammar güzel geldin, güzel gittin. Çok değerli babası “Bir oğlum daha olursa onu da Türkiye’ye gönderirim dedi.” Allah ne takdir eder ona ben karışmam, bilemem ama merak etmesin, Türkiye’de onun binlerce Ahmet Ammar’ı var. Artık Ahmet Ammar’ın yerinde ve yanında onu yaşatacak, onun dokunup bıraktığı yerden bu bayrağı daha ötelere yürütecek, Efendimiz (sav)’in Kafkas Dağları’na kadar çıkmış Büreyde ibn-i Hasip gibi, Urfa tepelerinde Hazret-i İyaz bin Gannem gibi, Diyarbakır topraklarında Süleyman bin Halid bin Velid gibi, İstanbul surlarında Halid ibn-i Zeyd, Eba Eyyüb el-Ensari gibi dünyanın dört bir yanında, iman hakikatlerini taşıyacak gençler var. Allah içimizdeki aşkı söndürmesin. Allah dünyanın ağırlığını kalbinizin içine doldurmasın. Dünya kalbinizin içine girerse, yürümek yorar adamı. Allah bizi dünyayı put edinen, dünyayı kendine maksat edinen gafillerden etmesin. Cenab-ı Hak azze ve celle iki çulun arasında Peygamber karşısına gelmiş delikanlının servetini Rabbim bize de nasip eylesin. Musab bin Umeyr (ra) gibi… Uhud’da yüzüstü yere kapandığında Efendimiz (sav) “Bu kimdir?” dediğinde, çevirdiler Musab Bin Umeyr. Efendimize çok benzediği için Hazret-i Muhammed diye şehit ettiler onu. Efendimizin boyu kadar boyu vardı. Vücut hatları Efendimiz ile birebir örtüşüyordu. Uzaktan bakan Hazret-i Muhammed zannederdi Musab bin Umeyr’i. İşte bu Musab’ı Kinane denilen katil Uhud’da, Hazret-i Muhammed’i öldürdüm diyerek şehit edecekti. Yüzündeki miğferi kapalıydı. Onu yüzünden tanımamışlardı; şehit etmişlerdi. Mübarek Musab bin Umeyr Kur’an’ın ilk öğretmeni… Peygamber görmemiş topraklara peygamberi anlatmış kişi. Medine’de Akabe tepelerinde biat etmişler hariç bir tane Müslüman yok iken Yahudilerin olduğu, putperest Arapların olduğu, Hristiyan Arapların olduğu dinsiz bir toplumun olduğu Medine’ye gelip hiç görmeden resmini, sesini hiç kimse duymadan Hazret-i Muhammed’i anlatarak Medine’ye İslam’ı yerleştiren yiğittir. İslam’ın ilk öğretmenidir. Musab bin Umeyr (ra) Efendimizi sevdirmiş, hiç peygamber görmemiş bir topluma. Uhud’da şehit düşünce, Efendimizin içi yanmış. Resulüllah hıçkıra hıçkıra ağlamış. Musab bin Umeyr’i kabre indirirken Abdurahman ibni Avf diyor ki: “Musab’ın gömleğini başına doğru çekince ayakları dizine kadar görünüyordu aşağı doğru çekince yüzü gözü boyuna kadar açılıyordu. Biz onun elbisesini, kısacık entarisini başına doğru çektik, dizinden aşağıya izhir otları döktük” diyor. “Kefen olarak izhir otları serdik.” Musab bin Umeyr... Hazret-i Peygamber, işte o delikanlı için Allah’tan cennet isteyecek; “Ya Rabbi Musab bin Umeyr Mekke’nin en zengin ailesinin çocuğuydu. Annesi her dediğini yapıyordu. İslam’a girdiği zaman anası onu evlatlıktan kovdu, malından mahrum etti. Sebat etti. Ya Rabbi o seni ve Resulünü seçti. Sonra şuraya geldi, senin rızan için cihat etti. Uhud’da şehit oldu. Ya Rabbi senden isterim ki peygamberine vadettiklerini Musab Bin Umeyr’e de nasip et. Allah’ım bana vadettiklerinden eksiltmeden Musab’a da ver ya Rabbi. Musab bin Umeyr her şeyini, dünyadaki her şeyini senin için terk etti. Ben şahidim ya Rabbi. Efendimizin kucağında cennete yürüyen çocukların yurdu... Sonra dönüp bakacak Uhud Dağı’na doğru. Allah Resulü ne demişti, hatırladınız değil mi hadis-i şerifi, “Uhud bizi sever biz Uhud’u severiz.” Artık Malezya haritasına bakınca biz Malezya’yı severiz Malezya’da bizi sever diyeceğiz. Memleketimize Bureyde olup gelen, ülkemize Musab Bin Umeyr gibi yürüyen, bizim asrımızın Abdullah el-Müzenni, Zübicadeyni Ahmet Ammar’ı biz sevdik, Allah’ım sen de onu sevdiklerinin arasına karıştır ya Rabbi. Onu Efendimiz (sav)’in komşuları ile şereflendir. Allah’ım onun şehitliğini kabul et. Allah’ım onu katında şehitlerden Sıddıklardan yaz! Bizleri iman davasında sabit-kadem kıl Ya Rabbi! Gençliğimizi, enerjimizi, kuvvetimizi, bilgimizi rızan yolunda kullanmayı nasip eyle Allah’ım!

Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : Mirkatü’s-Sünne ve Tiryâk-ı Marazü’l-Bid’a, 11. Lem’a, 5. Lem’aRisalenin Telif Tarihi : 1933 (tahminen)Dili : TürkçeMüellife Göre Değeri :- Şirkle imanı ve kötüyle iyiyi ayırmak için bir cevher ve ölçüdür.- Sünnet-i Seniye’ye uymanın maddî ve manevî faydaları anlatılmaktadır.- Sünnet-i Seniyeye itiraz edenlerin itirazlarına mükemmel ve muntazam cevaplar veren bir risaledir.- Görünürde 15-16 sahifeden ibaret küçük bir risale olmakla birlikte hakikatte neşrettiği nurla çok büyük denizleri geçecek bir azamette ve çok büyük yıldızların nurlarını setredecek kudrettedir.- İstikametli bir tefsir, i’câzlı bir beyan, nurlu bir ilândır.- Beş ayet-i kerimenin ve dört hadis-i şerifin tefsiridir.Konusu : Sünnet-i Seniyenin hakikatini, mahiyetini, hikmetlerini beyan etmek ve bid’at hastalıklarını defetmekRisalenin Metodu : Naklî haberlerle delillendirme ve bunların açıklanmasıOtoriter şahsiyetleri delil göstermeMünazara (soru-cevap)Mantık ilmi delillerini kullanmaOlumsuz fikirlerin kötü sonuçlarını göstermeHakikati keşif ve hikmetleri beyan etmeFıkhî hükümleri kullanmaFıtrat delilini kullanma Nüktelerde geçen bahisler şu şekilde özetlenebilir: BİRİNCİ NÜKTE: Sünnet-i Seniyeye uymak önemlidir. Bidatlar zamanında bunun daha büyük bir önemi vardır. Özellikle ümmetin fesada düştüğü bir zamanda sünnetin küçük bir adabına dahi uymak kuvvetli bir imanın ve çok değerli olan takvanın bir habercisidir. Sünnet-i Seniyeye uymak Peygamber Efendimizi (sav) ve İslam dininin edebini hatırlatmaktadır. Bu hatırlatma insanda ilahi huzurda olma bilinci uyandırarak kalbin Allah’a yönelmesini sonuç vermektedir. Bu hal ise bir ibadettir. Demek Sünnet-i Seniyeyi âdet edinenin bütün hareketleri ibadet hükmüne geçmektedir. İKİNCİ NÜKTE: İmam-ı Rabbânî’nin tespitine göre Sünnet-i Seniyeyi tarikatının esası yapan evliyaların dereceleri diğerlerine göre daha parlak, daha haşmetli, daha güzel, daha emniyetli görünmektedir. Hatta bu evliyaların içinde sıradan olan bir veli dahi başka velilerden daha haşmetli görünmektedir. Evet, Sünnet-i Seniyeyi esas alan insanlar, Allah’ın en sevgili kulu olan peygamber efendimizin (sav) gölgesinde Allah’ın sevgili kulu olma makamını kazanırlar. ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin ifadelerine göre kendileri Eski Said’den yeni Said’e çıkmaya çalıştığı bir zamanda rehbersizlikten ve nefs-i emarenin gururundan manevi fırtınalar yaşamıştır. Böyle bir zamanda Sünnet-i Seniyenin bir pusula ve karanlıkları dağıtan bir düğme gibi olduğunu görmüştür. Sünnet-i Seniyeye uydukça ağırlıklarının hafiflediğini, tereddütlerden kurtulduğunu, yolunun aydınlandığını, baskıların kalktığını hissetmiştir. DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri “ölüm haktır” hükmünü tasdik etmekten ve âlemin fâni oluşunu düşünmekten gelen bir ruh haliyle kendisini üç büyük cenaze başında durduğunu tefekkür etmektedir. Birincisi: Kendisiyle ilgili olan yaşamış, ölmüş tüm canlıların manevi cenazelerinin başında bir mezar taşı görmesidir. İkincisi: İnsanlıkla ilgili olan ve ölmüş tüm canlıların mezar taşı olan yüzyılımızda bir karınca olarak kendini görmesidir. Üçüncüsü: Evrenin kıyametle gerçekleşecek ölümü ve kendi ölümünü görmesidir. Hz. Üstad ölümüyle tüm sevdiklerinin kendisini yalnız bırakmalarından gelen hüzünlü vaziyette iken “ey şefkatli resül! Eğer seni dinlemeyip senden yüz çevirirlerse artık de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ilah yoktur. Ben ancak ona tevekkül ettim. O büyük arşın rabbidir” mealindeki ayetin teselli verdiğini ifade etmektedir. Bu teselli ile varlıkların ölümle yok olmadığını, ahirete gittiklerini bilmiştir. Bu mana ile üç büyük cenazenin mahiyetleri değişmiştir. Yani o cenazeler Hakîm, Rahîm, Âdil ve Kadîr olan Allah’ın tasarrufunda bir seyerân, bir cevelân ve bir sefer olduğu hakikati ortaya çıkmıştır. BEŞİNCİ NÜKTE: Sünnet-i Seniyeye uymanın ne kadar önemli olduğunu “de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, o halde bana tabi’ olun ki Allah (da) sizi sevsin.” Ayeti göstermektedir. Bu ayet mantık ilminde kıyas-ı istisnaî* denilen bir kıyası göstermektedir. Bu kıyasa göre güneş doğsa gündüz olur. Gündüzdür denildiğinde güneşin doğduğunu, gündüz değildir denildiğinde de güneş doğmadığı hükümleri kesin olarak verilmektedir. Evet, bu kıyas ile ayete bakıldığında şöyle hükümler ortaya çıkmaktadır: Allah’ı seviyorsanız, Hz. Peygambere (sav) uyulmalıdır. Hz. Peygambere uyulmuyor öyle ise Allah’ı sevmiyorsunuz demektir. Evet, Allah’a iman eden elbette ona itaat etmelidir. İtaat yolları içinde ise en kısası, en selametlisi, en makbulü, en istikametlisi Hz. Peygamberin (sav) gösterdiği yoldur. Çünkü Hz. Peygamber (sav): - Yüce Allah’ın bu kadar ihsan ettiği nimetleri için kullarından istediği şükür yolunu göstermektedir. - O, Yüce Allah’ın muhatabı, tercümanı, kulları için bir imam ve onlara ilahi vahyin tebliğcisidir. - Hz. Peygamber (sav) , kâinattaki bütün güzelliklerin bir sebebi, ilahi isimlere en cami’ bir ayna, en güzel ve mükemmel kuldur. Bundan dolayı Yüce Allah Hz. Peygamberin (sav) modellenmesini istemektedir. Allah sevgisi Sünnet-i Seniyeye uymayı gerekli kılmaktadır. ALTINCI NÜKTE: İslamiyet’in ve Sünnet-i Seniye’nin esasları tamamlanmış eksik bir şey kalmamıştır. Bunları yeni icatlarla beğenmemek, eksik görmek, tenkid etmek bid’attır. Bu ise “bu gün size, dininizi kemale erdirdim” mealindeki ayete ve “Her bid’at dalalettir. Her dalalet ise ateştedir” mealindeki hadis-i şerifine göre dalalettir. Ateştedir. Devam Edecek * Kıyâs-ı İstisnâî: Neticenin aynı veya karşıtı, mukaddemelerinden birinde bilfiil zikredilirse, ona kıyas-ı istisnâi denilir. Başka bir tabirle, neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas. Güneş doğmuş ise, gündüzdür. Lakin güneş doğmuştur. Bu surette gündüz olmuştur. Gündüz olmuştur neticesi görüldüğü üzere kıyasın içinde geçmiştir. Ahmed Hamdi Şirvânî, Muhtasar Mantık, (Mantık Metinleri içinde), İşaret yayınları, İstanbul, 1998, s. 51.

Şartlara Teslim Olmazsan Şartlar Değişir, Sana Teslim Olurlar Sultan İkinci Mehmed henüz yedi yaşlarında iken hocası Molla Ak Şemsüddin kulağına eğildi ve başarının en önemli kuralını fısıldadı: “Hedefini tespit etmelisin.” Önce hedef belirlendi: “Kostantiniyye mutlaka fethedilecektir.” Ak Şemsüddin hedef tespitinden sonrasını da söyledi: “Dağ ne kadar yüksek olursa olsun, yol onun üzerinden geçer. Sen dağ olmaya heveslenme, asla gururlanma; yol ol ki, herkes senin üzerinden geçerken, sen dağların bile üzerinden geçesin.” “Hocam, ya şartlar elverişli olmazsa?” diye sordu. Ak Şemsüddin hiç duraksamadan cevap verdi: “Şartlara teslim olmazsan şartlar değişir, sana teslim olurlar. Çok çalışır, çok dua eder ve çok istersen Allah’ın rahmeti tecelli eder, rahmet tecelli ettiğinde nice olmazlar tahakkuk eder.” Ve günü gelince, çocuk yaşına bakmadan Bizans’ın fethini düşünmeye başladı. Çandarlı Halil Paşa, gencecik padişahın niyetini duyar duymaz telaşlandı. Sadrazamdı. Sadrazam olarak genç padişaha yol göstermek gibi bir sorumluluğu vardı. Bu çocuk (Padişah) bir çocukluk edip Bizans’ın üzerine yürümeye kalkarsa, alimallah Osmanlı mülkü pâymâl olabilir, hatta elden gidebilirdi. Ümmet-i Muhammed’i bir aceminin acemiliğine kurban etmeyecekti. İkaz görevini yapacak, kelle pahasına olsa bile Padişahı bu maceradan vaz geçirecekti. Bir gün hışımla genç padişahın huzuruna girdi ve selamı bile unutup sordu: “Sen ümmet-i Muhammed’i hisar önünde telef etmek mi istersin?” Genç Hünkâr, baba yadigârı Sadrazamının öfkelenmesinin sebebini az çok tahmin etmişti. Fakat ağzından duymak istiyordu: “Hangi sebepten ümmet telef olubdur koca vezirim?” “Bizans’ı feth itmeğe and vermişsin. Ümmetin telefatine başkaca sebep ne lâzım?” “Beli, and verdik. Ya biz Bizans’ı, ya Bizans bizi alacak dedik! Bir mahzuru mu var?” “Elbette!” diye cevap verdi Sadrazam, konuşurken uzunca sakalı titriyordu: “Elbette ki mahzuru var, olmayacak duadır ki, akl-ı selim olmayacak duaya hiç bir vakit âmin demez.” Sultan İkinci Mehmed gülümsedi: “Hangi duayı kabul edeceğini ancak Hak Tealâ bilir. Biz sadece arzımızı yapar hükm-i İlâhiyi bekleriz.” Kalktı, Sadrazamına doğru birkaç küçük adım attı. Gözlerine baktı: “Her daim demez misin ki, kul kısmı gaza yolunda elinden geleni yapmakla mükelleftir. Biz dahi muştunun (fetih müjdesinin) tahakkuku cihetinde say edeceğiz. İnşaallahu Teâlâ fetih mukarrerdir.” “Nereden belli ki?” “Doğru, henüz belli değil. Zaten teşebbüs olmadan tahakkuk olmaz. Biz dahi teşebbüs üzereyiz.” Koca Sadrazamın aklı bu işe bir türlü yatmıyordu. İkna olmamıştı. “Baban alamadı, ondan öncekiler de alamamıştı, sen nasıl alacaksın?” dedi hafiften alaycı. Genç hükümdar hışımla pencereye döndü. Bir süre yeniçerilerin koşturmasını seyretti. Onlar fethe inanıyordu. Ama yaşlı Sadrazamını henüz inandıramamıştı. Yüreğine ince bir sızı girdi. Bir an için endişelendi. Ne de olsa yaşlı Sadrazamın müthiş bir tecrübe birikimi vardı. On beş yaşından beri devlet hizmetindeydi. Kendisi ise on beş yaşını geçeli ancak birkaç yıl olmuştu. Bu açıdan şartlar aleyhine görünüyordu. Fakat şartlara teslim olmayacaktı. Çandarlı’ya döndü: “Bak a vezirim” diye söze başladı, öfkesini tereddüdüne sarıp yutkunarak; “ben ne babama benzerim, ne babamdan öncekilere. Şimdiki zaman başkaca zamandır. Çaresi yok fetih olacak.” İhtiyar Sadrazam, tezini savunma kararlılığı içinde tek geri adım atmadı: “O zaman bil ki, bunun mesuliyeti tamamıyla sana aittir, çünkü akıbeti hayır görmüyorum. Bizans İmparatoru unvanını alayım derken, korkarım padişahlıktan da olacaksın. Bu ne hırs!” Padişah ilk defa öfkelendi: “Hırs değil iman!..” diye bağırdı, “dedik ya biz onu, ya o bizi! Hakikatli hükümdar olmanın başkaca çaresi yoktur.” “Elinde olanla yetinsene!” “Elimdekiyle yetinirsem elimde olan da gider Çandarlı, ne belledin. Zirvede durulmaz, ya devamlı tırmanırsınız, ya da aşağı kayarsınız. Ben gencim, tırmanacağım.” Çandarlı çıkmak için toparlanırken: “Ben söylemiş olayım, Hak Teâlâ ve kulu nezdinde mesuliyetten kurtulayım da, sen yine ne ki istersen yap, padişah sensin.” “Şükr olsun biz padişah-ı cihanız ve Kostantiniyye’yi fethedeceğiz.” “İmkânsız” diye dudak büzdü Çandarlı Halil Paşa. “Neden koca vezir?” “Çünkü surlar çok muhkemdir, muhkem surları yıkacak cesamette (büyüklükte) topumuz yoktur.” Genç hükümdarın karşısına yine şartlar ve sebepler çıkmıştı. Ak Şemsüddin Hoca’nın sözlerini hatırladı. Gülümseyerek sordu: “Surları yıkacak toplar günün birinde yapılacak mı?” “Evet” dedi Sadrazam, “günün birinde her hal yapılır.” Genç hükümdar kükredi: “İşte bu gün o gündür vezirim! Topları kullanarak surları tar ü mar edecek Padişah da karşında duruyor.” Ne demişti Ak Hoca: “Şartlara teslim olmazsan şartlar değişir, sana teslim olurlar. Çok çalışır, çok dua eder ve çok istersen Allah’ın rahmeti tecelli eder, rahmet tecelli ettiğinde nice olmazlar tahakkuk eder.”

“…………..Bil ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, beşerin saadeti bu ikisi iledir………” (17. Lema) Her milletin barbarlığı kendisine özgüdür. Kimisi kafa keser, kimisi 7 tonluk konvansiyonel silahlarla uzaktan kitle katliamı yapar’1 der Barbarlıklar Çatışması adlı eserinde Gilbert Achcar. Bu hal Garaudy’nin “Dünya gemisi batmakta”2 çığlığıyla ötüşen bir ahvale denk düşmektedir. Barbarlığın faili de, mağduru da, muhatabı da mikro ölçekte insan, makro ölçekte insanlıktır. Dünya kendi tarihi boyunca pek çok barbarlıklara, katliamlara, savaşlara, ölümlere zulümlere tanıklık etmiştir. Her barbarlık ve zulüm dönemi, sonraki nesiller, dünyanın sonraki sakinleri tarafından bir medeniyetsizlik olarak değerlendirilmiş, insanlık dışı olarak tanımlanmış, utançla anılmıştır ki zaten öyledir. Ancak ‘şiddete dayanan bir medeniyetin’ teşekkül etmiş olduğundan da bahseder Ferrero.3 Bu sonuç, tarih boyunca barbarlığı kullanmış olan insanlığın bir kısmının ürünüdür. Bu günlerde insanlığın bizatihi yine kendisi; dünya gemisini, insanlığını, “insanlığı” batıran yeni bir barbarlık formatı ile yüz yüzedir. Bu yeni barbarlık modeli, içerisinde bir barbarlık çatışması barındırıyor olsa da daha ziyade bir “barbarlıklar yarışı” haline dönüşmüştür. Suriye’de bir elin parmak sayılarını tamamlayan yıllar, artık ikinci elin parmak sayılarına geçerken, ölenlerin sayıları yüz binlerle, yaralıların sayıları milyonlarla; yine ülkelerinden göç edenlerin sayıları milyonlarla telaffuz edilmektedir. Suriye coğrafyasında dünyanın değişik coğrafyalarından gelen, Suriye’de yaşananlara üzüldüklerini ve karşı olduklarını ifade eden pek çok medeniyetin mensupları, coğrafya üzerinde arzu ettikleri her türlü hoyratlığı uygulamaktan, istedikleri dağı, ovayı konvansiyonel silahlarla ya vurmaktan veya vurulmasına göz yummaktan kaçınmamaktadırlar. Yine Suriye coğrafyasında, kendilerine karşı olunduğu dünyanın ekseriyeti tarafından deklare edilen ve insanlık için tehdit olarak kabul edilen muhtelif terör örgütlerinin de aynı coğrafya ve coğrafyanın insanları üzerinde, bir başka şekilde hoyratça davranışlarına zımnen müsaade edilmektedir. Birbirinin karşıtı olan, birbirlerine karşı olduklarını ifade eden barbarlar, bir üçüncü taraf olan Suriyelilere karşı kendi formasyonlarındaki barbarlık yöntemlerini uygulamaktadırlar. Suriye ve Suriyeliler üzerinde bir “Barbarlıklar Yarışı” yaşanmaktadır. İnsanlığın tarihte çok defa tanıklık ettiği bu barbarlığın, günümüzde alışılmışın dışında yeni bir formatla daha tezahür ettiği, biçim değiştirdiği görülmektedir. Son yüzyıldır geçirdiği yıkıcı savaşlardan sonra tekrar doğrulmayı, ayağa kalkmayı başaran, “doğu” ve “batı” olarak fikri ve zihni bir ayrılığın bir tarafını oluşturan, muasır medeniyet, sosyal devlet, refah devleti ve toplumu, müreffeh bir hayat, gelişmişlik ölçütleri, kişi başına düşen milli gelir vb. gibi kavramların içini dolduran, ve kendisini de bu anlamda bir ölçüt, bir kriter olarak konumlandıran, kendisini bireylere, toplumlara, devletlere ulaşılması gereken bir hedef olarak sunan, bu sunuşun içerisine teknolojiyi olduğu kadar yaşam biçimlerini de dahil eden batı ve bütün sahip olduklarıyla oluşturduğu medeniyeti; göçmenlerden nicesinin denizde boğulmayı göze alacak derecede ulaşmak istedikleri nihai nokta, kurtuluşun son durağı olarak görülmekte ve kabul edilmektedir. Batının on yıllardır dünyaya enjekte ettiği ve hedef gösterdiği hayat standardının, zora düşmüş insanları cezp etmesi kadar doğal bir sonuç olamaz. Elbette ki kısmen realitesi, kısmen de algısı bulunan bu refah düzeyine sahip ülkelere ulaşmak canından başka bir şeyi kalmamış insanların arzu ettikleri bir şey olacaktır. Bu, beklenmesi gereken bir sonuçtur. Ancak burada insanlık ve medeniyet adına beklenmeyen, hatta “barbarlığın” tarifini güncellettirecek ve barbarlığa yeni bir format kazandıracak davranışların bireysel ve lidersel düzeyde telaffuzu ve/veya tezahürlerinin müşahede edilmesidir. Beşere fikren ve ilmen saadet yolunu göstermeyi görev edinmiş, bunun için teknolojik gelişmeleri öncelemiş, yönetim modellerini güncellemiş, sosyal hayatı düzenlemiş olmakla iftihar eden bir medeniyetin mensuplarının “en genel çerçevede, hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinin göçmenleri ülkelerine kabul etmemek için pazarlık konusu yapmaları, ülkelerinin sınırlarına jiletli dikenli teller çekmeye, duvar örmeye başlamaları4 sınırdan göçmenleri geçirmemek için asker göndermeleri,5 bir Avrupa ülkesi başbakanının, mültecileri ülkeye alırsa halkının kendisini direğe asacağını ifade etmesi,6 müreffeh bir başka ülkenin başbakanının, ülkesinin mülteciler için sığınacak bir liman olmadığını deklare etmesi,7 bir başka liderin, göçmenleri zehirli yılana benzetmesi,8 dahası bir futbol takımı taraftarları, mültecilere para atmak suretiyle onları bir eğlence aracı olarak görmesi,9 Bir başka futbol takımının taraftarlarının başka bir şehirde başka bir dilencinin üzerine alenen idrarlarını yapmaları,10 bir başka ülkenin sahil güvenlik birimlerinin mültecilerin botunu deniz ortasında patlatmak suretiyle onları ölüme terk etmesi,11 on yıllarca süre içerisinde kurulmuş olan koca “Birliğin” mülteciler sebebiyle krize girmesi ve daha örnekleri çoğaltılabilecek pek çok hadise… Burada bir “barbarlıklar çatışması” değil, bir “barbarlıklar yarışından” söz edilebilir. Suriye coğrafyasında Suriyelilere uygulanan barbarlığın, yine Suriyelilere başka coğrafyalarda başka biçimde uygulanması söz konusudur. Dünyanın farklı medeniyet, ülke ve örgütlerinin, aynı insanlar üzerinde barbarlıkta hoyratça yarıştıkları görülmektedir. Bu barbarlıklar yarışında; bir tarafta ülkelerinden kaçmaya mahkûm edilenler, diğer tarafta insanları ülkelerinden kaçmaya zorlayanlar, bir başka tarafta ülkelerinden kaçan kendilerine sığınacak liman arayanlara kapılarını kapayan, hasbelkader kapılardan geçenlere ise kalplerini kapayanlar, bir tarafta ülkelerinde kalanları hoyratça öldürenler, diğer tarafta ülkelerinden kaçanları denizin soğuk sularında ölüme terk edenler, bir tarafta katliamla “insanlığı” öldürenler, diğer tarafta insani hasletleri katletmekle “insanlığı” öldürenler, Ve bugün dünyaya adeta demektedir ki “…bil ey insanlık: bugüne kadar sana bir elimde tutup gösterdiğim bu medeniyet ve o medeniyeti teşekkül ettiren, insan hak ve özgürlükleri, müreffeh hayat, refah devleti, sosyal devlet ve beşeri saadet içerisinde, darda kalana, zorda kalana, yer yoktur. Kişi başına düşen milli geliri mültecilerle paylaşmak yoktur. İşyerlerimi, şehirlerimi, dağlarımı köylerimi kapılarımı açmak yoktur. Bütün bu tabloda görünenler; hem zahiren parlak bir medeniyetin batınının, içyüzünün tezahürü olmakta, hem de bir medeniyetin hanesine yazılmakla bir cihette medeniyetin hali hazırda devam eden teşekkülü olmaktadır. Tarih; üç milyon Suriyeliye kapılarını, kalplerini ve dahi keselerini açanlar ile “barbarlıklarda yarışanları”, insanlık mefhumunu kurtarmaya çalışanlar ile dünyayı batıranları, külli manada “insanlığın” yüzünü yere eğenleri gün gün not etmektedir. Her medeniyet kendi biyografisini oluşturmaktadır. Thomas Carlyle, tarihin, büyük adamların biyografilerinden oluştuğuna vurgu yapar. Bu bağlamda tarihin, medeniyetlerin biyografilerinden oluştuğunu da söylememiz mümkündür. Kaynaklar: 1- Gilbert Achcar, Barbarlıklar Çatışması, Çev: Diren Kahraman, Everest yayınları, İstanbul, Aralık 2002, s. 942- Roger Garaudy, Batı Terörü, Pınar Yayınları İstanbul 2007, s. 283- Cemil Meriç, Bir Facianın Hikayesi, Umran Yayınları, 1981, s. 154- Bulgaristan Türkiye Sınırına Duvar Örüyor, 07.04.2015, http://www.hurriyet.com.tr/bulgaristan-turkiye-sinirina-duvar-oruyor-28659528 5- Bulgaristan, Türkiye sınırına 1000 asker gönderiyor, 17.09.2015, http://www.hurriyet.com.tr/bulgaristan-turkiye-sinirina-1000-asker-gonderiyor-30098812 6- Orban'dan şok sözler: Mültecileri alırsam beni direğe asarlar, 08.03.2016, http://haber.star.com.tr/dunya/orbandan-sok-sozler-multecileri-alirsam-beni-direge-asarlar/haber-1094219 7- İngiltere mültecileri "Cobra" ile durduracak, http://www.ntv.com.tr/galeri/dunya/ingiltere-multecileri-cobra-ile-durduracak,-bkltM99qE6apeDI42a5Vg/vbHKqeMGgUWOpOhVplvLCg(erişim tarihi 06.04.2016)8- Donald Trump mültecileri yılana benzetti, 15.03.2016, http://www.cnnturk.com/video/dunya/donald-trump-multecileri-yilana-benzetti 9- PSV taraftarından mültecilere büyük insanlık ayıbı, 16.03.2016, http://www.iha.com.tr/haber-psv-taraftarindan-multecilere-buyuk-insanlik-ayibi-544212/10- İki Sparta Prag taraftarı dilencinin üzerine işedi, 18.03.2016, http://www.milliyet.com.tr/iki-sparta-prag-taraftari/dunya/detay/2211912/default.htm11- http://www.aljazeera.com.tr/haber/yunan-teknesi-multeci-botunu-batirdi, 14.08.2015, http://www.aljazeera.com.tr/haber/yunan-teknesi-multeci-botunu-batird

hükûmetleri değerlendirirken bakış açısı; fayda-zarar, iyilik-kötülük muvazenesine göre olmalıdır. Bir hükûmetin olumlu yönleri ve iyilikleri, olumsuz yönlerinden ve kötülüklerinden daha fazla olduğunda, yanlış icraatlarını tenkit etmekle beraber, o hükûmete destek olmak gerekmektedir. Hükûmetleri Değerlendirmede Ölçü Hiçbir eksiği ve kusuru olmayan mükemmel bir hükûmet talep etmek, imkânsızı talep etmek demektir. İmkânsızı talep etmek ise kişinin hem kendine hem de topluma fenalık etmesidir. Hangi fert gösterilebilir ki günahsız olsun. Böyle bir şey mümkün müdür? O halde, fertlerin dahi günahsız olması mümkün olmadığına göre, günahkârlardan oluşan bir hükûmet, asla tamamen masum olamaz. Öyle ise hükûmetleri değerlendirirken bakış açısı; fayda-zarar, iyilik-kötülük muvazenesine göre olmalıdır. Bir hükûmetin olumlu yönleri ve iyilikleri, olumsuz yönlerinden ve kötülüklerinden daha fazla olduğunda, yanlış icraatlarını tenkit etmekle beraber, o hükûmete destek olmak gerekmektedir. Yoksa günahsız ve yanlışsız bir hükûmet beklemek, muhal-i âdidir (herkesin rahatça anlayabileceği sıradan bir imkânsız durumdur). Böyle bir bakış açısına sahip olanlar -hangi hükûmet iş başına geçerse geçsin- daima eksikliklerini ve yanlışlıklarını göreceklerdir. Bundan dolayı mevcut hükûmete düşmanca bir yaklaşım sergileyerek, daima olumsuz tenkitleriyle tahrip etmeye ve yıkmaya çalışacaklarından, bir çeşit anarşi uygulamış olurlar. İdarecilerde Aranması Gereken Vasıflar Milletinin, vatanının ve yakınlarının şerefini koruma gayretine ‘hamiyet’ denir.1 İdareci olan şahıslarda, idarecilik sanatının yanında yüksek bir hamiyetin de olması çok önemlidir. Hakiki bir hamiyete sahip olmak, ancak kalp ve vicdanın İslâmî faziletlerle süslenmesine bağlıdır. Aksi takdirde o şahıstan (idare sanatında ne kadar iyi de olsa) yine de hakiki hamiyet, sadakat ve adalet beklenmez. Demek ki başa geçecek idarecilerde olması gereken vasıflar, kalbin İslâmî faziletlerle nurlanması, aklın da idarecilik için gerekli teknik bilgi ile nurlanmasıdır. Bu iki vasfın beraber olmaması veya olamaması durumunda idarecilik sanatı esas yapılır ve tercih edilir. Çünkü hamiyet ayrıdır, iş ayrıdır. Meselâ günahkâr bir adam, güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. Demek ki hamiyet ve idarecilik becerisinin ikisinin de bir şahısta toplan(a)madığı zamanlarda, mahareti esas yapmak gereklidir. İslâm'daki ‘Hürriyet’ Anlayışı Öncelikle, hürriyetin ne olmadığını ifade etmek yerinde olacaktır. Hürriyet, başkalarına zarar vermemek şartıyla, insanın her türlü günaha ve rezalete serbestçe girebilme hakkına sahip olması demek değildir. Hürriyete böyle anlam yükleyenler, aslında kendi günahlarını ve rezaletlerini ‘hürriyet perdesi’ altında ilân etmiş ve çocuk bahanesi gibi bir saçma fikri ileri sürmüş olurlar. Günahlardaki ve rezaletlerdeki hürriyet, hürriyet değil, hayvanlıktır. Şeytanın istibdadı altına girmektir. Nefs-i emmâreye esir olmaktır. Hakiki nâzenîn hürriyet, İslâm şeriatının edep kurallarıyla edeplenmiş ve süslenmiş hürriyettir. Hürriyet, kişinin ne kendine ne de başkalarına zarar vermemesini gerektirir. Hürriyetin kemâl noktası, firavunluk taslayarak başkalarını baskı ve zillet altına almamak ve başkalarının hürriyetiyle alay etmemektir. Maalesef her meselede, aşırıya giderek sû-i istimal edenler bulunmaktadır. Yani her şeyin bir Râfizîsi vardır. Malûmdur ki Râfizîler, Hazret-i Ali (ra) sevgisinde aşırıya giderek onu peygamber hatta ilâh derecesine çıkarmışlardır. Aynen Râfizîlerin bu aşırı halleri gibi, hürriyetin de Râfizî’si, sınırsızca ve beyinsizce günahlara dalanlardır. Bir Râfizî, bir hadis-i şerife yanlış mana verse veya o hadisle yanlış amel etse, hadis-i şerif inkâr edilmez. O Râfizî’nin hatası ortaya konarak, hadis-i şerif muhafaza edilir. Aynen öyle de, hürriyeti sû-i istimal ederek sınırsızca ve rezil bir şekilde günahlara dalanların, bu yanlışlarına bakıp, hürriyet inkâr edilmez. İslâm dairesindeki doğru hürriyet anlayışını ortaya koymak ve göstermek gerekmektedir. O da şudur ki: Kuvvet kanundadır. Adalet ve ceza kanunundan başka, kimse, kimse üzerinde şahsî bir baskı kuramaz. Herkesin hukuku korunur. Herkes meşru olan hareketlerinde şahane serbesttir ve “Allah’ı bırakıp da bazımız bazımızı rabler edinmesin!”2 ayetindeki yasağın sırrına mazhar olur. Medeniyetten uzak dağlarda, ovalarda ve çöllerde göçebe hayatı yaşayan bedevilerde, bir derece hür ve serbest bir yaşantı görünmektedir. Onlar, hürriyetlerine olan sevdalarının ve düşkünlüklerinin hürmetine medeniyetinden uzak ve meşakkatli bir hayatı tercih etmişler ve medeniyete müstağni kalmışlardır. Hâlbuki hakikat noktasında, bedevilerin bu hürriyeti, tam anlamıyla bir hürriyet değildir. Yarı hürriyettir. Hürriyetin diğer yarısı, başkalarının hürriyetine zarar vermemektir. Hem de göçebe hayatı yaşayanların, ölmeyecek kadarlık rızıklarını elde edebilmek için pek çok imkânsızlıklar ve meşakkatler içinde ilkel bir hayat sürmeleri, tam bir hürriyet değildir. Güneş gibi parlak, her ruhun âşık olacağı, insanın yüksek kabiliyetlerine ve cevherine uygun hürriyet, medeniyet denilen sarayda saadetle oturan ve ilim, bilgi, fazilet ve İslâm terbiyesi ile süslü elbisesini giymiş olan hürriyettir. Hürriyet, Rahman olan Allah’ın kullarına bir ihsanıdır ve imanın bir hususiyetidir. Çünkü iman rabıtası ile kâinatın sultanı olan Allah’a bağlanarak hizmetkâr olan bir kişide, imandan gelen izzet (zillete düşmeden İslâmî haysiyet ve şerefi koruma hali), şehamet (kahramanlık, yiğitlik) ve şefkat duyguları hâkimdir. Müminin, imanından gelen izzet ve şehameti, başkalarının baskı ve istibdadı altına girerek zillete düşmeye tenezzül etmez. Yine müminin, imanından gelen şefkati, başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeye ve başkalarını zillet ve minnet altında bırakmaya izin vermez. İmandan gelen hürriyette öyle bir denge hali vardır ki, mümin, imanının derecesine göre ne başkasının zerre kadar tahakkümü altına girer, ne de başkasına zerre miktar tahakküm eder. Demek ki iman ne kadar mükemmel olursa, o derece de hürriyet parlar. Buna en güzel örnek Asr-ı Saadet’tir. Hakiki hürriyetin, ancak İslâm dairesindeki hürriyet olduğuna bir delil de; İslâm’ın, insanların sahip oldukları maddî manevî nimetlerden dolayı başkaları üzerinde tahakküm kurmaya izin vermemesidir. İslâm’da, dünyevî büyük bir mevkie sahip olmak, zengin olmak, Allah’ın veli bir kulu olmak, şeyh ve âlim olmak gibi meziyetler ve faziletler dahi başkalarına tahakküm ve baskı vesilesi olamaz. Çünkü velâyet, şeyhlik ve büyüklüğün gereği tevazu ve alçakgönüllülüktür. Büyüklenmek ve başkalarına tahakküm etmek değildir. Büyüklenen ve başkaları üzerinde tahakküm kuran bir şeyh, hakikatte çocuk fıtratlı şeyhlik taslayan küçük birisidir. Böyle kişileri, büyük tanımamak gereklidir. Büyüklenmek Küçüklük Alâmetidir Toplum hayatında her insanın, işi gereği sahip olduğu bir statüsü vardır. Her insan, o statü ile diğer insanlara göründüğü gibi, o statü ile de diğer insanlara bakar ve onlarla irtibat kurar. Eğer kişinin sahip olduğu statü, kabiliyetlerinin boyundan, yani şahsî kıymetinden daha yüksek ise, o kişi o statüde görünebilmek için büyüklenerek ona uzanmaya çalışacaktır. Şayet kişinin şahsî kıymeti, statüsünden daha yüksek ise tevazu ile eğilecektir. Netice olarak; büyüklüğün ölçüsü küçüklük (tevazu), küçüklüğün alâmeti de büyüklenmektir (kibir). Kaynaklar: 1- Kubbealtı Lügati2- Âl-i İmran Suresi, 64

“Mьmin, yeşil ekine benzer. Rьzgвrla eğilir (fakat yıkılmaz). Rьzgвr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mьmin de bцyledir; o da bela ve musibetler sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz). Kвfir ise sert ve dimdik selvi ağacına benzer ki Allah onu dilediği zaman (bir defada) sцkьp devirir.” Hadоs-i Şerоf (Buhвrо, Tevhоd, 31) Felillâhilhamd, sırr-ı temsil dürbünüyle en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle en yüksek hakāike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık meseleler dahi toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil penceresiyle hakāik-i gaybiyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye, şuhûda yakın bir yakîn-i îmânî hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayâl, hatta nefis ve hevâ teslîme mecbûr oldukları gibi; şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.” (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Sayfa 231) Temsil Dürbünü Temsillerle anlatma metodu bütün ilim dallarında, bir meselenin daha iyi anlaşılabilmesi ve daha çabuk kavranabilmesi için kullanılagelmektedir. Temsillerle anlatma, en başta Kur’ân-ı Kerîm’de vardır ki; bu durum, bize en yüksek hakikatlerin dahi bu metodla kolayca kavranabileceğini göstermektedir. Temsillerle anlatma, bizden kilometrelerce uzaktaki bir yerin görüntüsünün oraya gitmeden dürbünle bize yaklaşması gibi, bir anda büyük hakikatlerin aklımıza yakınlaşmasını sağlamaktadır. Bu sayede uzun zamanda anlaşılabilecek meseleler; temsiller, teşbihler, benzetmeler ve temsilî hikâyelerle çok kısa zamanda, îzah edilebilmektedir. Temsiller ve temsilî hikâyeciklerle anlatılan büyük hakikatler, hangi yaşta, hangi ilmî seviyede ve hangi sosyal statüde olursa olsun, toplumun her kesimine anlatılabilmekte ve öğretilebilmektedir. Kur’ân’da Temsiller Bizim için temsil metodunun önemi, Kur’ân’da bu metodun var olmasından dolayıdır. Meselâ Bakara Suresi 264. ve 265. ayetlerde, gösteriş için malını sarf edenle, Allah rızası için malını sarf eden arasındaki fark, birer temsille anlatılmıştır: “Ey iman edenler! İnsanlara gösteriş için malını sarf etmekte olan, Allah’a ve ahiret gününe iman etmiyor olan kimse gibi başa kakmak ve (gönül) incitmekle sadakalarınızı boşa çıkarmayın! İşte onun misali, üzerinde biraz toprak bulunan bir kayanın hâli gibidir ki, ona şiddetli bir yağmur isabet etmiş de, onu çıplak bir hâlde bırakmıştır. (Onlar) kazandıklarından bir şey elde edemezler. Allah ise, kâfirler topluluğunu (inkârlarındaki ısrarları sebebiyle) hidayete erdirmez! Hem Allah’ın rızasını arzulayarak ve (İslâm’ı) gönüllerinden tasdik ederek mallarını sarf etmekte olanların (az veya çok, yaptıkları iyiliklerin) misali, yüksek bir yerde bulunan güzel bir bahçenin hâli gibidir ki, ona bolca yağmur isabet etmiş de meyvesini iki misli vermiştir! Fakat ona çokça yağmur isabet etmese de, bir çisenti var (ki o bile yeter)! Çünkü Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla görendir.” Yine Ra’d Sûresi 17. ayette de Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “(İman ile küfrün mukayesesi şuna benzer: Allah,) gökten bir su indirdi de vadiler kendi mikdarlarınca aktı; sel de üste çıkan bir köpük yüklendi. Bir ziynet veya bir eşya yapmak için, ateşte üzerini körüklemekte oldukları şeyler (madenler)den de buna benzer bir köpük meydana gelir. İşte Allah, hak ile bâtıla böyle misal getirir. Ama köpüğe gelince, böylece (o) yok olarak gider, (bâtıl böyledir). Hâlbuki insanlara fayda veren şeyler ise, artık o yerde (sabit olarak) kalır (hak da buna benzer). İşte Allah, böyle misaller getirir.” Hadîs-i Şerîflerde Temsiller Peygamber Efendimizin (asm) Hadîs-i Şerîflerinde temsillere çokça yer verdiğini görmekteyiz. Kur’ân’ı her harfi ve her noktası ile hayatına tatbik eden Peygamber Efendimizin (asm), Kur’ân’da var olan bu metodu kullanmasından daha doğal bir şey yoktur haddi zatında. Bu konuda çokça misaller bulunduğu için burada Peygamber Efendimizin (asm), Müslümanların özelliklerini anlatırken başvurduğu temsillere yer vereceğiz: İbn-i Ömer (ra) anlatıyor: “Bir gün Allah Resulü (asm) (benim de aralarında bulunduğum bir topluluğa), ‘Bana bir ağaç söyleyin ki o ağaç Müslümana benzer, Rabbinin izniyle her zaman meyve verir ve yaprakları da dökülmez.’ buyurdu. İçimden, ‘Bu, hurma ağacıdır.’ demek geldi. Fakat orada Ebu Bekir ve Ömer varken konuşmayı uygun bulmadım. Ancak onlar da konuşmayınca Allah Resulü, ‘Bu hurma ağacıdır’ buyurdu.” (Buhari, Edeb, 89) Abdullah bin Amr bin el-Âs’ın (ra) işittiğine göre Allah Resulü (asm) şöyle buyurmuştur: ‘… Muhammed’in canı elinde olan Allah’a yemin olsun ki mümin bal arısına benzer; güzel şeyler yer, güzel şeyler üretir, (güzel yerlere) konar, (konduğu yeri de) kırmaz ve bozmaz.’ (İbn-i Hanbel, II, 199; Hâkim, Müstedrek, I, 110) İbn Ömer’in (ra) naklettiğine göre, Resulüllah (asm) şöyle buyurmuştur: “Mümin güzel koku satan kimseye benzer. Onunla beraber oturursan sana faydası olur, beraber yürürsen sana faydası olur, beraber iş yaparsan yine sana faydası olur.” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XII, 319) Ebû Hüreyre’den (ra) nakledildiğine göre, Resulüllah (asm) şöyle buyurmuştur: “Mümin, yeşil ekine benzer. Rüzgârla eğilir (fakat yıkılmaz). Rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mümin de böyledir; o da bela ve musibetler sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz). Kâfir ise sert ve dimdik selvi ağacına benzer ki Allah onu dilediği zaman (bir defada) söküp devirir.” (Buhârî, Tevhîd, 31) İman Hakikatlerini Anlatmada Temsil Metodu Asrımızın en büyük iki hastalığından biri olan imansızlık ve iman zayıflığı hastalığının tedavisi, Risâle-i Nûr Külliyatında da defâaten izah edildiği gibi, iman-ı tahkiki ilmini tahsil etmekle olmaktadır. Yoksa küfür, dalâlet, şüphe ve vesvese rüzgârlarının estiği bu zamanda imanı muhafaza etmek çok zordur. Eskiden olduğu gibi, her tarafta kişinin kabiliyetine göre beş yıl, on yıl veya on beş yıl ilim tahsil edebileceği medreseler de kalmamıştır. Veya herkesin bu kadar ilim tahsili için vakti yoktur. Ya da ilim tahsiline, yaşı veya durumu müsait değildir. O zaman, ahir zamanda yaşayan bir Müslümanın imanının muhafazası için tahkiki iman ilmini tahsil etmesi, temsil metodu ile olmalıdır. Daha kısa, daha selametli, daha kolay ve herkese hitâb edebilecek temsiller ve izahlarla, çokları imanlarını kurtarabilirler. İşte Risâle-i Nûr, bu temsil ve temsilî hikâyecik metodunu kullanarak bütün iman hakikatlerini herkesin anlayabileceği şekilde izah ve ispat etmektedir. Bu sâyede hem kısa zamanda birçok hakikatler izah edilebilmekte, hem de Üstâd Hazretlerinin ifadesiyle ‘şuhûda yakın bir yakîn-i îmânî’ elde edilebilmektedir. Yani kısaca; ‘görür gibi bir iman’. Böyle bir imanı elde edenleri, kimse imanından döndüremez, hatta çoklarının da imanlarının kurtulmasına vesile olabilirler.

“Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz! Vazifeniz kudsiyedir.Hizmetiniz ulviyedir. Her bir saatiniz bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki elinizden kaçmasın.” Nurdan Ölçüler’in bu bölümünde, Risale-i Nurlara hizmet etmenin dünyevi ve uhrevi neticelerini ele alacağız. Bilindiği gibi Risale-i Nur’un hareket tarzı, sünnet-i seniyeyi rehber alarak imana ve Kur’an’a halisen muhlisen hizmet etmektir. Bediüzzaman Hazretleri de ömrü boyunca bu minval üzere iman hakikatlerini yaymaya çalışmış, telif ettiği Risale-i Nur külliyatında ağırlıklı olarak imani meseleler üzerinde durmuştur. “Her şâkirdin vazîfesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil, belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddî devam ile olur”1 ifadesi ile de Nur talebelerine imana hizmet etmeyi bir vazife olarak göstermiştir. Üstad Hazretleri bu istikamette hareket eden talebelerine, Risale-i Nur’a hizmetin önemini şöyle bildirmektedir: “Kardeşlerim! Katiyen biliniz ki, her yirmi dört saatte yirmi defa sarih isimlerle dua ve münacatlarımda bulunmakla beraber, Risâle-i Nûr’un sadık talebeleri unvanıyla yüz defadan ziyade ve niyet ve tasavvurca beş yüzden fazla bulunduğunuzu size haber veriyorum. Bundan, Risâle-i Nûr’a sadâkat ve hizmet, ne kadar ehemmiyetli olduğunu kıyas ediniz.”2 Said Nursi Hazretleri Risale-i Nura hizmetin dünyada dahi bazı neticeleri olduğunu şu cümlelerle açıklamaktadır: “Risâle-i Nûr'un hizmetinde ekser şâkirdleri birer nevi‘ keramet ve ikram-ı İlâhî hissettikleri gibi, bu âciz kardeşiniz çok muhtaç olduğu için, çok nevilerini ve çeşitlerini hissediyor. Ve bu sıralarda bu havalideki şâkirdler, yeminle itiraf ediyorlar ki: “Biz nûrun hizmetinde çalıştıkça hem maişetçe, hem istirahat-ı kalbce bir genişlik, bir ferah zahir bir surette hissediyoruz.” Ben kendimce o kadar hissediyorum ki, nefis ve şeytanım dahi bedahete karşı hayret ederek sustular.”3 Sevgili Üstadımız, kalemle Nurlara hizmetin dünyevi ve uhrevi faydalarını da şöyle sıralıyor: “Beş türlü ibadettir: 1- En mühim bir mücahede olan ehl-i dalalete karşı manen mücahede etmektir. 2- Üstadına neşr-i hakikat cihetinde yardım suretiyle hizmet etmektir. 3- Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmektir. 4- Kalemle ilmi tahsil etmektir. 5- Bazen bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen, tefekkürî olan bir ibadeti yapmaktır.”4 “Beş türlü dünyevî faidesi var: 1- Rızıkta bereket. 2- Kalpte rahat ve sürur. 3- Maişette sühulet. 4- İşlerinde muvaffakıyet. 5- Talebelik faziletini almakla, bütün Risale-i Nur talebelerinin has dualarına hissedar olmaktır. Kalemle Nurlara hizmet ve sadâkatla talebesi olmanın iki mühim neticesi var: 1- Âyât-ı Kur’âniyenin işaretiyle, imanla kabre girmektir. 2- Bütün şakirdlerin manevî kazançlarına, Nur dairesindeki şirket-i maneviye sırrıyla, umum onların hasenatlarına hissedar olmaktır. Hem bu talebesizlik zamanında, melaikelerin hürmetine mazhar olan talebe-i ulûm-u diniye sınıfına dâhil olup âlem-i berzahta tâlii varsa, tam muvaffak olmuşsa Hâfız Ali ve Meyvede bahsi geçen meşhur talebe gibi; şüheda hayatına mazhar olmaktır.”5 Nur talebelerinin yüklendiği vazifenin önemi ve bunu elde tutmanın gereğini Hazret-i Üstad şöyle ifade etmektedir: “Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz! Vazifeniz kudsiyedir. Hizmetiniz ulviyedir. Her bir saatiniz bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki elinizden kaçmasın.”6 Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı gibi bu zamanda imana hizmet son derece büyük bir öneme sahiptir. Risale-i Nura hizmetin manevi ve uhrevi pek çok neticeleri olduğu gibi maddi ve dünyevi meyveleri de vardır. Şimdi mezkûr ifadeler ışığında bazı hizmet ölçülerini tespit etmeye çalışalım. Ölçü: Nur talebesi şahsını ve nefsini düşünerek hareket edemez, lakayt ve gayr-ı ciddi davranamaz. Her bir Nur talebesi, başkalarının imanlarını kurtarmakla da sorumlu olduğu için hizmetin gerektirdiği sadakat ve ciddiyeti son nefesine kadar muhafazaya çalışmalıdır. Ancak hizmet ölçüleriyle hareket edenler bu ciddiyeti ömrünün sonuna kadar devam ettirebilir. Aksi halde hizmet hezimete dönüşür, ulvi gayeler ve semereler heba olur. Ölçü: İman hizmetinin hâdimleri her dâim dua alırlar. Başta Bediüzzaman Hazretleri olmak üzere umum Nur talebeleri ve ehli iman Nurun hadimlerine rahmet-i İlahiyenin reddine imkân vermeyeceği samimi duaları, kabule karin en masumane hallerde yapmaktadırlar. Sevgili Üstadımız bir mektubunda şöyle demektedir: “Hem Risâle-i Nûr talebeleri, bu zamanda her cihetten ziyade hücuma maruz kaldıklarından, iman hususunda birbirine selâmet-i iman hakkındaki samimi ve masum lisanlarıyla ettikleri dualarının yekûnu öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet-i İlâhiye onun reddine müsaade etmez. Faraza, mecmuu itibariyle reddedilse, tek bir tanesi onların içinde kabul olunsa, yine her biri selâmet-i îmânile kabre gireceğine kâfi geliyor. Çünkü her bir dua umuma bakar.”7 Hizmet-i imaniye ve Kur’aniye kıyamete kadar devam ettikçe Nur talebeleri bu makbul dualardan istifade edeceklerdir. Devam Edecek Kaynaklar: 1- Kastamonu Lahikası, 258, Altınbaşak Neşriyat2- Kastamonu Lahikası, 2, Altınbaşak Neşriyat3- Kastamonu Lahikası, 23, Altınbaşak Neşriyat4- Emirdağ Lahikası, 126. Mektub, Altınbaşak Neşriyat5- Emirdağ Lahikası, 126. Mektup. Altınbaşak Neşriyat6- Mektubat 2, 313. Altınbaşak Neşriyat7- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 23. Altınbaşak Neşriyat

Ehl-i Kemâlin Huzuruna Yürüyerek Gidilir 1931 senesinde Hüsrev Efendi, Bedîüzzaman Hazretlerine gönderdiği ve cevaben aldığı mektuplar üzerine, onu ziyaret etmeye karar verir. “Ehl-i kemâlin huzuruna yürüyerek gidilir” diyerek, Isparta’dan Barla’ya kadar kırk kilometrelik yolu yürüyerek kat’ eder. Barla’ya vardığında, Bedîüzzaman Hazretlerini önünde muhteşem bir çınar ağacı bulunan mütevazi evinde ziyaret eder. Bu pek mühim ziyaretle, Bedîüzzaman Hazretleri Isparta’da beş senedir aradığı, ciddî, gayretli, metin, dirayetli arkadaşına, talebesine kavuşurken, Hüsrev Efendi de senelerden beri aradığı muhterem mürşidine ve hamisine böylece kavuşmuş olur. 30 Sene Yatsı İçin Aldığı Abdestle Sabah Namazı Kıldı Bir gün bir öğrenci İmâm-ı A’zam Ebû Hanife’ye (ra); “Halk senin hakkında, ‘İmam gece uyumuyor’ diyor.” dedi. Ebû Hanife (ra); “İşte bunun üzerine bir daha gece uyumamaya karar verdim” diyor. Sebebini soranlara; “Çünkü Hak Teâlâ kötüleme sadedinde; ‘Öyle kişiler vardır ki, yapmadıkları şeylerden dolayı övülmelerini arzu ederler’ (Bakara, 188) buyurmuştur. İşte bu zümreden olmamak için bundan sonra sırtımı yere koymam” dedi. Bundan sonra otuz yıl yatsı için aldığı abdestle sabah namazı kılmıştır. Ali PaşaCamii Ağa Mescidi veya Yakub Ağa Mescidi diye de bilinen Ali Paşa Camii, Bayezid’de İstanbul Üniversitesi merkez binası avlusunun güney doğu kapısının karşısında, Mercan Caddesi ile Fuat Paşa Caddesi’nin kesiştiği köşededir. İlk hâlinin bânisi, Eski saray Ağası Yakub Ağa’dır. Ağa Mescidi, daha sonra bir yangında harap olmuş ve şimdi dış giriş kapısının sağında bulunan kitabesinde de belirtildiği üzere Sadrazam Ali Paşa tarafından 1869 senesinde, Sultan Abdülaziz döneminde yapılan camiler üslûbunda fevkani kârgir, sekiz köşeli ve tek kubbeli olarak yeniden ihya edilmiştir. Minberini III. Murad’ın zevcesi Valide-i Atik Nurbanu Sultan koydurmuştur. Altında sebili de bulunmaktadır. Ali Paşa Camii, büyük Mercan yangınında tekrar yanmış ve 37 yıl harap kaldıktan sonra başlayan yenileme çalışmaları neticesinde 1953 yılında tekrar ibadete açılmıştır. 1 Mayıs 1707İngiltere, Galler ve İskoçya, Büyük Britanya Olarak Birleşti 1707 yılında önce İskoç Parlamentosu tarafından, daha sonra da İngiliz Parlamentosu tarafından kabul edilen Birleşme Kanunu ile iki krallık tek bir parlamento ile yönetilmeye başlandı. Bu birleşme sonrasında oluşan yeni krallık, Büyük Britanya olarak adlandırıldı. İskoçlar bu birleşmeden sonra tacı ele geçirmek üzere en önemlileri 1715 ve 1745 tarihlerinde olmak üzere birkaç kez ayaklansalar da başarılı olamadılar. 1800’de çıkarılan yeni bir Birleşme Kanunu ile İrlanda Parlamentosu da dağıtıldı ve parlamentoya Birleşik Krallık Parlamentosu’nda temsil hakkı verildi. Bu gelişme ile oluşan yeni ülkenin adı ise Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı oldu. 29 Mayıs 1453 Ulubatlı HasanŞehîd Oldu 1428 senesinde Bursa’nın Ulubat köyünde dünyaya gelmiştir. Fatih Sultan Mehmed komutasındaki Osmanlı ordusunun 6 Nisan 1453 tarihinde başlayan İstanbul kuşatmasına katılmıştır. 29 Mayıs 1453 günü, sura Osmanlı bayrağını dikerken Doğu Romalı askerlerin oklarıyla şehîd olmuştur. Ulubatlı Hasan’ın canını hiçe sayarak, yüzlerce oka dayanıp İstanbul surlarına İslâm’ın sancağını dikmesi, asker arasında büyük şevke vesile oldu. Ve son büyük taarruz, fethin nasib olmasını sağladı. Bu sebeple Ulubatlı Hasan, fethin sembolü hâline geldi. 15 Mayıs 1856 Anadolu Feneri Anadolu Bulunduğu köye de adını veren Anadolu Feneri, ilk olarak 1834 yılında kurulmuştur. Kırım Harbi sırasında Fransız ve İngiliz gemilerinin Boğaz’ın ve Karadeniz’in girişlerini görebilmeleri için yapılmasına karar verilen yeni fener, 15 Mayıs 1856’da Fransızlar tarafından karşı sahildeki fenerle beraber kule kısmı yapılarak işletilmeye başlandı. Beyaz taştan yapılmış fenerin boyu 20 metredir. Yalnızca Beykoz’a dönük yüzünün dar kısmı karanlıkta kalır. Anadolu Feneri, orijinal halini koruyan nadir fenerlerden biridir. Bir tek, fenerin kristalini döndüren motor ve ampul sonradan eklenmiştir. Denizden 75 metre yükseklikteki fener, saniyede bir beyaz ışık veriyor ve 18 saniye bekliyor.

Bu yazımızda; Cenabı Hakk’ın terbiye edicilik ve merhametinin ince bir mana ve hikmetini göstermeye çalışacağız: Her şey ya hakikat noktasında özü itibariyle güzeldir, adalet-i İlahi gibi. Veya varlığı ve zatı itibarıyla güzeldir; iman, nur ve rahmet gibi. Veyahut netice ve sonuç itibariyle güzeldir; musibetlerin ve belaların günahlara kefaret olması ve büyük sevapları insanlara kazandırması gibi. Bu güzellik, Cenabı Hakk’ın her şeyi güzel terbiye etmesine ve rahmetinin her şeyi kuşatmasına ve umumi icraatlarına bakar ve onlardan gelir. Zira güzel bir iş, o işi yapan zatın güzelliğinin bir aynasıdır. Aynı zamanda bu umumi icraat içinde, hususi tecellileri de vardır. Bu hakikatin anlaşılmasını kolaylaştıracak bir misal zikredeceğiz şöyle ki: Nasıl ki bir padişahın halkına karşı iki çeşit muamelesi ve iltifatı vardır. Birincisi: Umumidir ki kanunlar dâhilinde, memurları vasıtasıyla, genel olarak milletinin bütününü lütuf ve merhametiyle, idare eder ve o umumi merhamet içinde, her ferdine de hususi münasebetleri vardır ve onlara has muameleler yapar, özel iltifatlarda bulunur. Fakat bu işin gerçeğini anlamayan bir kısım insanlar, padişahın bu lütuf ve merhametini, bazen yanlışlıkla onun memurlarına ve kanunlarına nispet ederler. İkincisi: padişah, kanunların dışına çıkarak raiyetinin (halkının) bazılarına hususi lütuf ve ihsanda bulunur. Mesela: müebbet hapis cezası alan birisini, bütün halkın göreceği ve bileceği bir ortamda affederek ceza evinden çıkarmış olsa kanun dışında yapılan bu iyilik ve muamelenin, bizzat padişahtan geldiği ve memurların yaptığı bir iş olmadığı herkes tarafından kabul görür. İşte bu misal gibi, varlığı zaruri olan ve sonsuz hikmet ve rahmetiyle, bütün varlıkları yaratıp idare eden Cenab-ı Hakk’ın, iki çeşit ihsanı vardır: Birincisi: Umumi terbiye ediciliğiyle ve her şeyi kuşatıcı rahmetiyle, bütün varlıkları sevk ve idare eder. Bununla beraber sonsuz kudret, irade ve ilmiyle de o umumi ihsan içinde, her birinin en cüzi, en küçük işlerine kadar müdahale ederek onları terbiye eder. O işler nispetinde de Cenab-ı Hakk’ın onlarla özel bir münasebeti olur. Evet, bütün varlıklar her durumunda ona muhtaçtır. O’nun (cc) sonsuz kudretiyle, ilim ve hikmetiyle o varlıkların işleri görülür, tanzim edilir. Öyleyse şuursuz doğa denilen tabiatın ne haddi var ki; o terbiye edicilikle yapılan işlerin dairesi içinde saklansın ve te’sir sahibi olup müdahale etsin. Hem de rast gelmek manasında olan kör tesadüfün ne haddi var ki; hikmet-i İlahiyenin hassas terazisiyle yapılan Cenab-ı Hakk’ın icraat dairesindeki o işlerine karışsın. Risale-i Nur’un birçok yerinde, kat’i delillerle tesadüf ve tabiatın hiçbir te’siri bulunmadığı ispat edilmiştir. Ve bu risaleler, Kur’an’ın kılıcıyla, onların idam edildiğini, hiçbir şeye hiçbir müdahalelerinin olmadığını göstermiştir. Fakat gafil olan insanlar, Cenab-ı Hakk’ın umum varlıkları idare ve terbiye ederken zahiri sebeplerin arkasındaki işlerin hikmetlerini görüp bilemediklerinden bu işlere tesadüf namını vermişler. Ve yine bir kısım gafiller, Allah’ın âdet kanunları denilen tabiatın perdesi altında gizlenmiş bazı icraatların kanunlarını ve hikmetlerini göremediklerinden de tabiatın tesir sahibi olduğunu düşünüp ona müracaat etmişlerdir. İkincisi: Cenab-ı Hakk’ın, hususi bir tarzda, bazı kulları için sebepleri perde yapmadan kanunların dışına çıkarak yaptığı ihsanlardır. Bu harikulade işlere örnek ise mucizeler ve kerametlerdir. Bunlar apaçık göründüklerinden, herkes ister istemez bunları kabul etmek zorundadır. Mesela: Yunus (as) denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş, deniz fırtınalı, gece karanlık ve sıkıntılı, her taraftan sükût eden âdet kanunlarından ve sebeplerden ümidi kesilmiş bir vaziyete düşmüş. Bu durumda bütün varlıklar ona dost olup hizmet etmek için yardımına koşsaydılar yine beş para faydaları olmazdı. İşte böyle her şeyin bittiği yerde, bitmeyen birisi vardır. Ve her şeyden ümidin kesildiği yerde, kendisinden ümit kesilmeyen biri vardır ki; O da Rabbi rahimimizdir. O anda Yunus (as), sebepleri de yaratan, O Rabbi rahiminden başka sığınacak biri bulunmadığını bizzat idrak ettiğinden, “Şüphesiz ki; ben her ne kadar zulüm edenlerden de olsam; sen her türlü ortaktan noksanlıklardan ve zulümden berîsin, uzaksın. Senden başka bana merhamet edip yardım edecek ilah yoktur” diyerek yalvarmıştır. Bu duası; birden bire geceyi, balığı, ona hizmetkâr yapmış, her taraftan onu tehdit edip sıkıştıran o dehşetli varlıklar her cihette ona dostluk yüzünü göstermiş, ta sahil-i selamete çıkmış. Bir kabağın gölgesi altında Cenabı Hakk’ın hususi olarak kendisine ihsan ettiği lütfunu bizzat görmüştür. Hem mesela; sabır kahramanı olan Eyüp (as)’ın meşhur kıssasının hulasası şudur ki; pek çok yaralar ve bereler içinde kaldığı halde, o hastalığın büyük mükâfatını düşünerek gayet mükemmel bir sabırla, onun sıkıntılarına tahammül edip beklemiştir. Sonra, yaralarında oluşan kurtlar, kalbine ve diline iliştikleri zaman, zikir ve marifet-i İlahiyenin yerleri olan kalp ve dil ile yaptığı ibadetlerine zarar gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil de, belki Allah’a yaptığı kulluk için demiş: “Ya Rab, zarar bana dokundu, bu hastalık, dil ile yaptığım zikrime ve kalp ile yaptığım ibadetime engel oluyor” diye münacat edip yalvarmış. Cenab-ı Hak da, o halis, safi ve garazsız; yalnız Allah için olan bu duasını gayet harika bir surette kabul ederek mükemmel bir sıhhat ve afiyeti ihsan edip merhametinin her çeşidiyle ona lütufta bulunmuştur. İşte, doktorların çare bulamadığı ve ilaçların şifa olamadığı bütün mahlûkat ve sebeplerin aciz kaldığı yerde dahi ‘her şey bitti’ diye rahmet-i İlahiyeden ümit kesilmez. Çünkü her şeyin bittiği yerde ‘O’ vardır. O’ndan yardım isteyenin mahrum kalmayacağını bilen Eyüp (as), O’na müracaat etmek ile o devasız dertten kurtulmuştur. Hem mesela: Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimse görmeden tam Resul-i Ekrem (asm) ın başı üzerine gelerek, yalın kılıç elinde olduğu halde, Resul-i Ekrem (asm)’a dedi: “Kim seni benden kurtaracak?” Allah resulü ise: “Allah!” dedi. Sonra böyle dua etti: “Allah’ım benim bedelimde dilediğinle, bu adamın hakkından gel!” Birden o Gavres, iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yer; o kılıç elinden düşer, yere yuvarlanır. Resul-i Ekrem (asm) kılıcı eline alır, “Şimdi seni kim kurtaracak?” der, sonra affeder.1 Çünkü “Resul-i Ekrem (asm), o anda, Allah’tan başka hiçbir varlığın kendisine yardım edemeyeceğini bildiğinden, yalnız Rabbi Rahiminden ümit var olarak onun nihayetsiz kudret ve rahmetine sığınmış, harikulade bir surette kurtulmuştur. Demek hiçbir ortamda ve hiçbir dehşetli hadise karşısında Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez. Hatta 10 km. yükseklikte bulunan uçaktan atılan bir insan dahi rahmet-i İlahiyeden ümit kesmemelidir. Zira Allah’ın rahmetini celbedecek bir yalvarış ve yakarışla her an onun kurtulması mümkün olabilir. Evet, insanların ve sebeplerin, karşısında aciz kaldıkları ancak kudret ve rahmet-i ilahi ile gerçekleşen, peygamberlerin gösterdikleri bütün mucizeler ve onlara benzeyen harikulade işler, bu örneklere kıyas edilsin. Bu harikulade işlerin hikmetlerinden biri de, insanlara, hiçbir zaman azab-ı İlahiden emin olunmayacağını ders verir. “Görmedin mi Rabbin, Âd (kavmin)e nasıl (helak ile azâb) etti? O (sütunlar üzerine kurulmuş binalarla dolu) direkli İrem (şehrin)e! Ki şehirler içinde onun benzeri yaratılmamıştı. Vadide (ev yapmak için) kayaları oyan Semûd’a da (nasıl azâb etti)? Ve kazıklar(la insanlara azap verenin) sâhibi Firavuna? Onlar ki memleketler(in)de azgınlık etmişlerdi. Böylece oralarda fesadı çoğaltmışlardı. Bundan dolayı Rabbin, onların üzerine (her çeşit azabı içeren) bir azab kamçısı yağdırdı! Şübhesiz ki Rabbin, elbette (her an) (her şeyi) gözetlemededir.”2 Bu ve bunlara benzer daha birçok ayette, gafillerin ve zalimlerin ekonomi ve silah gücüne sahip olup Firavun gibi: “Ben sizin en yüce Rabbinizim dünya avucumun içindedir, hiç kimse bana bir şey yapamaz” dediği anda, yerlerin ve göklerin orduları emri altında bulunan ve her zaman mazlumların intikamını alan Cenab-ı Hak, o gibi zalimlerin karşısına çıkar. Ya göklerden inen azap ve helak edici sesle veyahut yerde yürüyen karınca ve uçan sinekle veya daha başka çeşit çeşit afat ve musibetlerle onları helak etmiştir. Bunun bir örneği de Titanik gemisidir, bu gemi o kadar mükemmel yapılmıştır ki; biletleri –haşa- “Tanrının Bile Batıramayacağı Gemi” sloganıyla satılıyordu. Daha çıktığı ilk seferinde bu gemi şeytana atılan recm taşı hükmündeki, Allah’ın attığı bir buz dağı ile batırılmıştır. Hulasa: Hiçbir zaman rahmet-i İlahiyeden ümit kesilmeyeceği gibi, hiçbir zaman da azab-ı ilahiden de emin olunmaz. İnsan ancak böylece ümit ve korku arasında istikametli bir hayat yaşamak ile dünya ve ahiret saadetine nail olur.3 Kaynaklar: 1- Osm. Zülfikar, s. 2882- Fecr Suresi, 6-14. ayetler3- Osmanlıca Mektubat 1, 28. Mektup, 7. Mesele hatimesinin, 3. nüktesinin hakikatinin izahıdır.

İnsandaki fıtratı mükerrem olduğundan, kasden hakkı arıyor. Bazen gelir eline, bâtılı hak zanneder, koynunda saklıyor. Hakîkati kazarken, ihtiyârı olmadan dalâl düşer başına. Hakîkattir zanneder, kafasına geçirir. İnsan, en saygı değer, en hürmete layık, en aziz ve en muhterem bir varlıktır. İnsanlık cevheri itibarıyla daima hakkı satın almak ister. Her zaman hakikati arar. Saadeti ise sürekli amaçlar. Fakat insan bâtıl ve dalâleti ise; l Ya hakkı ararken haberi olmadan l Ya hakikatin madenini kazarken iradesi dışında l Ya da hakikati bulmaktan ümidini kesip çaresiz kaldığını zannettiğinde kabul eder. Hâlbuki insanın asıl fıtratı ve vicdanı ve fikri makul olmayan ve imkânsız bir şeyi benimsemediği halde, yüzeysel, sığ, derinine inmeden, üstünkörü bakmaktan ve ayrıntılara girmemekten dolayı kabul eder. İnsan yalnız hakka yönelip ve hakikati kast ettiği için, bâtıl düşünceler davetsiz olarak gelebilir. Elbette hedefine ve amacına kitlenmiş bir insan, bu durumda batıl fikirlere üstünkörü bakar. Batılı yüzeysel değerlendirir. İç yüzüne veya derinlerine inmez. Fakat ne vakit o batıl fikri bizzat tefekkür edip incelese almaya değil belki iltifata dahi değmediğini görecek ve tenezzül etmeyecektir. Netice olarak bir amaca kitlenmek başka konularda üstünkörü olmayı sonuç verebilmektedir. Öyle ise insan kabul ettiği, benimsediği, savunduklarının üstünkörü bakışla kabul etmediğini anlayabilmesi için onları tahlile tabi tutması gerekmektedir. “Kudretin âyîneleri çoktur” Kudret-i Zülcelâl’in pek çoktur mir’âtları. Her biri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor bir âlem-i misâle. Sudan havaya kadar, havadan tâ esîre, esîrden tâ misâle, misâlden tâ ervâha, ervâhtan tâ zamana, zamandan tâ hayâle, hayâlden fikre kadar muhtelif aynalar, dâimâ temsîl eder şuûnât-ı seyyâle. Kulağınla nazar et âyîne-i havaya, kelime-i vâhide, olur milyon kelimât. Acîb istinsâh eder o kudretin kalemi, şu sırr-ı tenâsülât. Kudret-i Zülcelâl’in birbirinden latif ve şeffaf çok aynaları vardır. Camdan suya, sudan havaya, havadan esire, esirden âlem-i misale, misalden ruha, ruhtan zamana, zamandan hayale, hayalden fikre kadar bu aynalar farklılık göstermektedir. Bu aynalar kudretin icraatlarını ve nakışlarını göstermek için adeta birer matbaa, bereketli bir toprak ve bir sahife gibidir. İlahi kudret, bu sahifelerde sürekli olarak sabit olmayan akıcı/geçici eserler icat etmektedir. Bu ayinelerde kudretin birbirinden farklı nakışları görülmektedir. Mesela camda, suda oluşan yansıma, yansıyanın aynı değildir. Lakin hava aynasında iş faklıdır. Söylenen bir kelime hiçbir değişikliğe uğramadan duyanlar adedince çoğalmaktadır. Hava aynasında bir kelime milyonlar kelime olmaktadır. Şu matbaada bir kelimeyi milyonlar kelime yapmak kudretin daire-i tasarrufunun ne kadar geniş olduğunu göstermektedir. Bu aynalar ilahi kudretin eserlerini, nakışlarını, icraatlarını; ya hüviyetlerini, ya hüviyetle birlikte özelliklerini, ya da hüviyetle birlikte mahiyetlerini yansıtmaktadır. Mesela cam ve suda oluşan yansıma, yansıyanın aynısı değildir. Yalnızca suretini, kimliğini gösteren bir yansımadır. Hâlbuki söylenen bir kelime aynıyla havada milyonlar kelimeye dönüşmektedir. Hayal aynasında ateş, kavram olarak resmedilirken mahiyet olarak meydana gelmez. Aksi halde zihnimiz yanardı. Sonuç olarak farklı aynaların özellikleri dikkate alındığında ve inikias edecekler düşünüldüğünde bir zatın bir anda bir den fazla yerde olmak ve birbirinden farklı işler yapmak meselesi aydınlığa kavuşacaktır. Bu konuda Hz. Üstadın çok orijinal olan bir yaklaşımını aynen aktarmak istiyorum: “Temessülün çok envâından şu meseleye medar olacak üç nev’ine işaret ederiz. Birincisi: Kesif, maddî şeylerin akisleridir. O akisler hem gayrdır, ayn değil; hem mevattır, ölüdür. Hüviyet-i suriyesinden başka hiçbir hâsiyete mâlik değil. Meselâ sen âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zîhayat yalnız sensin. Ötekiler ölüdürler; hayat hassaları onlarda yoktur. İkincisi: Maddî nuranînin akisleridir. Şu akis ayn değil, fakat gayr da değil. Mahiyeti tutmuyor; fakat o nurânînin ekser hâsiyetlerine mâliktir, onun gibi hayy sayılıyor. Meselâ, şems dünyaya girdi, her bir âyinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, güneşin hassaları hükmünde olan hararet, ziya ve ziyadaki elvân-ı seb’a bulunuyor. Eğer, faraza, güneş zîşuur olsaydı harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvân-ı seb’ası sıfât-ı seb’ası olsaydı o vakit, o tek ve yekta bir güneş, bir anda her bir âyinede bulunur, her birisini kendine bir nevi arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Her birimizle, âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu. Üçüncüsü: Nuranî ruhların aksidir. Şu akis hem hayydır, hem ayndır. Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefsü’l-emriyesini tamamen tutmuyor. Meselâ, Hazret-i Cebrâil Aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda, huzur-u İlâhîde, haşmetli kanatlarıyla Arş-ı Âzamın önünde secdeye gider, hem o anda hesapsız yerlerde bulunur, evâmir-i İlâhiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mâni olmazdı. İşte, şu sırdandır ki, mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salâvatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirine mâni olmaz. Hattâ, evliyadan, ziyade nuraniyet kesb eden veabdal denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş. Evet, nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler âyine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde bir vasıta-i seyir ve seyahat suretine geçerler. Ve o ruhanîler, hayal sür’atiyle o merâyâ-yı nazifede, o menâzil-i lâtifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler.”

Dünya sanat tarihi içinde çok önemli bir yeri olan Türk çini sanatının geçmişi VIII. ve IX. yüzyıllara, ilk Müslüman Türk Devletini kuran Karahanlılar’a kadar uzanmaktadır. Fakat asıl köklü değişim Büyük Selçuklularla başlayıp Anadolu Selçukluları’yla devam etmiştir. Bu da çini sanatının bin yılı aşkın bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir. XV-XVII yüzyıllar arasında Osmanlı mimarisinde İznik Çinisi önemli bir dekoratif unsur olarak kullanılmış ve büyük bir gelişme göstermiştir. Çini, cami, mescit, medrese, imaret, hamam, saray, köşk, çeşme, sebil, kütüphane gibi çeşitli eserlerde geniş bir kullanma alanı bulmuştur. Binanın ihtişamı ve güzelliği süslemeleri ile önem kazanır. Süsleme unsurları o yapının sanat değerini ve estetik güzelliğini arttırarak kalıcı olmasını sağlar. Bu bakımdan Türk mimarisinde ve süsleme sanatlarında çininin yeri büyüktür. 16. yüzyılda İznik çinileri renk, kompozisyon, motif, teknik ve kalite yönünden tüm dünyanın beğenisini kazanmış ve ayrıcalıklı bir üne kavuşmuştur. İznik çinileri müthiş bir ritme ve çeşitliliğe sahiptir. 1648 yılında Şam’a giderken İznik’e uğrayan ve İznik’i gezen ünlü seyyah Evliya Çelebi İznik’te büyük bir çarşı ve çini fırınları bulunduğuna işaret eder ve şöyle der: “Burada insanı hayretler içerisinde bırakan bukalemun (çok renkli) nakışlı öyle çiniler işlenir ki, tarifinden dil acizdir.” “Erken Osmanlı Dönemi” olarak adlandırılan döneme ait çiniler, İznik Yeşil Cami minaresinde (1390), Bursa Yeşil Camii ve Türbesinde (1421), Bursa Muradiye Camii’nde (1426), Edirne Muradiye Camii’nde (1433), İstanbul Mahmud Paşa Türbesi’nde (1463), Çinili Köşk’te (1472), ve Edirne’de Şah Melek Paşa Camii’nde görülmektedir. Bunlar genellikle mozaik veya sırlı boya tekniği ile üretilmiş çinilerdir. Bu dönemlerde, lacivert, mavi, türkuaz, siyah, sarı gibi renkler ve rûmi, kûfi yazı, geometrik şekiller ve bitkisel kökenli stilize edilmiş motifler kullanılmıştır. Takip eden dönem, bir geçiş dönemi olarak adlandırılabilir. Fatih Devrinin Nakkaşbaşısı Baba Nakkaş, seramiklerin gelişiminde büyük rol oynamıştır. Yavuz Sultan Selim zamanında sınırları genişleyen Osmanlı Devleti’nin diğer bölgelerinden, özellikle Orta Asya ve İran’dan İstanbul’a getirilen ustalar bu sanata önemli katkılar sağlamışlardır. İstanbul’da Yavuz Sultan Selim Camii ve Türbesi (1522), Şehzadeler Türbesi (1525), Haseki Medresesi (1539), Şehzade Mehmed Türbesi (1543), Topkapı’da Kara Ahmed Paşa Camii (1551), gibi mimari eserlerde kullanılan çiniler bu dönemin eserleridir. Sırlı boya tekniği ile üretilmiş olan bu çinilerde; Rûmiler, bulutlar, hatâi tarzında bitkisel kökenli motifler, fıstık yeşili, sarı, mavi, türkuaz, lacivert ve kiremidi renkler kullanılmıştır. “Klasik Devir” denilen bu dönem, Silivrikapı’daki İbrahim Paşa Camii’nin (1551) yapımı ile başlar. Bu gelişmenin bir diğer önemli nedeni de Mimar Sinan dönemi olması ve onun yaptığı pek çok yapıda çiniye büyük bir önem vermesidir. Nitekim o dönemin eserlerini sıralamak bu önemin derecesini de gösterir. Süleymaniye (1560), Sultanahmet’de Sokullu Mehmed Paşa (1571), Kasımpaşa’da Piyale Paşa (1573), Eminönü‘de Rüstem Paşa (1560) Camileri, Topkapı Sarayında Altınyol panoları, III. Murat Kasrı, II. Selim ve III. Murad Türbeleri, Tophane’de Kılıç Ali Paşa (1580), Üsküdar’da Toptaşı’nda Eski Valide (1583), Fatih, Çarşamba ve Karagümrük dolaylarındaki Mehmet Ağa, Ramazan Efendi, Edirne Selimiye camileri ve İstanbul’da Topkapı‘daki Takkeci İbrahim Ağa ve Kânuni’nin eşi Hürrem Sultan’ın türbeleri dönemin en seçme çinileriyle süslenmiş âbidevî yapılardır. İznik üretim merkezi faaliyetini XVII. yy. sonlarına doğru kaybolmaya başlamış ve çinicilik Kütahya’ya kaymıştır. XVIII. yüzyıl başlarında ise tamamen yok olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nda siyasi ve askeri otorite boşluğunun ortaya çıkması ve ekonomik bir krizin yaşanmasına paralel olarak sarayın mimari faaliyetleri ve tezyin işleri de azaldı. Dolayısıyla sarayın İznik çini yapımcıları üzerindeki himayesi de kayboldu Böylece İznik çini sanatı eski parlak dönemini kaybetti. Lâle Devri diye anılan dönemde, İznik çini sanatı yeniden canlandırılmaya çalışılsa da çabalar uzun ömürlü olamamıştır. Bu dönemde üretilmiş duvar çinileri arasında Silivrikapı, Kocamustafapaşa ekseni üzerindeki, Hekimoğlu Ali Paşa, Üsküdar’da Kaptan Paşa, Kandilli’de I.Mahmud camileri, Balat’ta Ferruh Kethüda Camileri, Ayasofya’da III. Ahmed Çeşmesi ve Eyüpsultan’da bir çeşme yer almaktadır. II. Abdülhamid zamanında Almanya’dan getirilen makineler, malzeme ve ustalarla Yıldız Sarayı’nda kurulan fabrikada, porselen üretimi yanı sıra tamir ihtiyaçları sağlanmaya çalışılmış, II. Meşrutiyetin ilanı ve padişahın tahttan indirilmesi ve savaş felaketleri nedeniyle çini üretimi tamamen durmuştur.