114.Sayı:"Gençlerimizi Fark edelim!"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiNe Ekersek Onu Biçeceğiz!
İnsan

Çiftçinin tohumla ilişkisi gibidir, genç­le yetişkinin muhataplığı. Za­hir­­de ba­kıldığında küçük, kuru bir odun par­çası tohum. Önemli olan za­hirde görünü­şü ve vasıfları değil, içinde barındırdığıdır hal­buki önemli olan. Onda­ki mahiyeti bilmek­tir. Mahiyet nedir? O nedir, sualine vereceğin cevaptır. Ver/ebil/diğin cevaba göre de her şey değişecektir. Kuru bir odun ve ehemmiyetsiz bir nesne­dir dediğin andan itibaren, bütün keyfiyeti ile birlikte zevale mahkum edeceğin bir var’dır o tohum. Fakat bu küçük, kuru şey içerisinde büyük bir ağacı ve kendi gibi bin­lerce mahiyetleri barındıran bir varlıktır de­diğin andan itibaren ise, büyük bir umut ve ehemmiyetli bir gelecektir o çekirdek. Önemli olan o küçük tohum ve çekirdek içindeki mahiyeti nasıl ortaya çıkaracağını bi­le­bilmektir. Şartlarını ve usullerini riayet edebilmektir. Ne yapar çiftçi? O tohumu dayelik yapacak toprakla buluşturur önce. Suyunu verir. Top­rağını havalandırır zaman zaman. Kabu­ğu­nu yırtıp filiz verdiğinde önünü açar. Dış za­rarlardan ve haşerelerden muhafaza edecek ön­lemler alır. Gerektiğinde ilacını verir. Kökleri toprağa sağlam basıp, kendini tam gösterene kadar hep yanında olur. Gün gelir o tohum ağaç olup nice meyveler verir yıllarca. Nice yiğitlere gölge, nice canlıya barınak olur. Genç de böyle değil midir? Dünyaya gözünü açtığında her şeyi olacak anne ve babayı bulur/bulmalıdır yanında. Kendisi gibidir o çocuk anne ve babasının. Ayrı bir beden fakat tamamen onlara tutunan bir canlı… Bir su damlası olarak tarif edilen vaziyetten et ve kemiğe büründürülen bir hal kazanır­ken, ruh üflenmesiyle canlanıp kıpraşan ve dün­yaya gözlerini açtıktan sonra da hızla boy verip yol alan bir can olur civanımız. Fakat her bir can bir ism-i İlahiye tutunarak ayinedarlık edecektir, kendisi bilmese de! Ya ana-babalar. Öğretmenler. Ustalar. On­lar bilir mi? Kendisi de aynı mazhariyet keyfiyetine haiz değil midir, her bir insanın? Peki, farkında mıdır? O zaman, fark edelim. Her biri cevahir san­dığı olan gençlerimizi, zayi olmaktan muha­faza edecek, içindeki cevheri açığa çıkaracak üzerimize vazife olan riyaseti hak­kıyla icra edelim. Nasıl mı? Buyurun Üstada kulak verelim: “Eğer o istidat çekirdeğini, İslamiyet suyu ile, imanın ziyasıyla, ubudiyet toprağı altında ter­biye ederek, Kur’an’ın emirlerine sımsıkı sarı­lıp manevî cihazlarını hakiki gayelerine tevcih etse, elbette âlem-i misalde ve kabirde dal ve budak verecek ve âlem-i ahiret ve cennette hadsiz kemâlat ve nimetlere vesile olacak bâki bir ağacın ve daimî bir hakikatin cihazlarını, içinde toplayan kıymetli bir çekirdek ve par­lak bir makine ve bu kâinat ağacının müba­rek ve nurlu bir meyvesi olacaktır.” (23. Söz,2. Mebhas, 2. Nükte)

Metin UÇAR 01 Mayıs
Konu resmiGençlerimizi Farkedelim!
Eğitim

 Gençlerin içindeki cevher kendi kendine mücevher olmaz. Çaba göster­meden, yorulmadan, terlemeden o güzel­likler açığa çıkmaz. Bizim gayretimiz, hoşgörümüz, tahammülümüz, sabrımız, gençleri yönlendirmemiz ve bilhassa da onlara güzel örnek olmamız nispetinde cevherler mücevhere dönüşebilir. Her cevher, içinde mücevher gizler! Bir gence yönelik bakışımızın, tutu­mu­muzun; o gencin geleceği hak­kında ne kadar etkili ve belirleyici olduğunun far­kında mıyız? Sözgelimi, bir genci kat­la­nılması gereken bir bela olarak görsek ve öyle tanımlasak, öyle de muamele etsek, hem o gençle çatışma içine girmiş, hem o genci kaybetmiş, hem de o gence hiç faydalı olamamış oluruz. İşin maddi-manevi vebali de cabası. Halbuki bakışımız “Bu gencin ruhunda, özünde Yaradanın koyduğu pek çok de­ğer var, nice cevher var. Ben bu genç­teki kıymeti, değeri nasıl görünür kıla­bilirim? Ben bu cevherlerden nasıl bir mücevher çıkarabilirim?” şeklinde olsa tablo birden değişir. O gence değer verip yardım eden insan, ona kendi değerini buldurarak onu kaybolmaktan korumuş olmakla birlikte, geleceğimiz olan o genci değerlendirmiş olmanın mutluluğunu da her zaman yaşar. Yetenekleri açığa çıkan, değerini bulan genç ise ilerleyen yıllarda o kişiyi hayırla yâd eder, ona çok dualar eder. Evet, her genç bir değerdir, bir cevherdir. Her insanın özünde aynı bir çekirdek gibi, Rabbimizin verdiği iyilik ve güzelliklerin cevheri vardır. Bütün gençlerimiz istisna­sız potansiyel bir cevherdir. İşte böyle bir potansiyelle doğan gençler, onlardaki ha­zineyi keşfedecek sonra da inkişaf ettirip mücevher hale getirecek dikkatli, bilgili, ilgili, değerli, şefkatli elleri, yürekleri bekliyorlar. Ama bütün bu iyilik ve güzellik cevherleri­nin farkında olmak, onları bulup o güzellik­leri açığa çıkarmak her zaman gerçekleşmi­yor maalesef. Bu durumun pek çok sebep­leri var ancak en önemli bir sebebi böyle değerli cevherlerin kıymetsiz ellere düşmesi olsa gerek. Oysa gençlerin içindeki cevher kendi kendine mücevher olmaz. Çaba göster­meden, yorulmadan, terlemeden o güzel­likler açığa çıkmaz. Bizim gayretimiz, hoşgörümüz, tahammülümüz, sabrımız, gençleri yönlendirmemiz ve bilhassa da onlara güzel örnek olmamız nispetinde cevherler mücevhere dönüşebilir. Şimdi bir cevherin mücevhere dönüşmesi sürecini düşünecek olursak iki önemli nok­ta karşımıza çıkar: Birincisi: Cevher niteliklere ve yetenek­lere sahip kişinin bu cevherin varlığından kendisinin haberdar olması ve bu dö­nü­şümün gerçekleşmesi için bilerek isteyerek sürece katkı sağlaması. İkincisi: Gençlerin başındaki büyüklerin, bu kişiler anne baba olabilir öğretmen olabilir, gençteki cevheri öncelikle fark edip sonra o cevherin özelliğini keşfederek o cevheri inkişaf ettirecek gerekli şartları yerine getirmesi. Kaşıkçı Elması Bu konuyu biraz daha açmak için müsaa­denizle sizlerle dillere destan Kaşıkçı El­masının meşhur hikâyesini paylaşmak is­ti­yorum. Çünkü bir eğitimci olarak bu hi­kâye beni gerçekten çok etkiliyor. Hikâye ilginç. Öncelikle bu elmas nerede bulundu? Kim buldu ve nasıl buldu? Kaça sattı? Alan bu değerli taşı ne yaptı? Bu soruların izini beraber sürelim. Kaşıkçı elmasını ilk defa rızkını çöplerden çıkaran, çöplerden bir şeyler toplayarak yaşayan bir adam buldu. Bu kişi 1600’lü yıl­ların son çeyreğinde İstanbul’da Eğrikapı çöp­lüğünde çöpleri karıştırırken farklı bir taş parçası buldu. “Aaa! Ne kadar farklı, ne kadar parlak bir şeymiş ya!” dedi. Bunu hemen götürdü satmaya. Yolu bir kaşıkçıya düşen bu kişi sorar: “Böyle bir taş var elimde, buna ne verirsin.” Kaşıkçı taşı eline alır, sağına soluna bakar: “ Ancak üç kaşık eder, satarsan üç kaşığa alırım.” der. O kişi taşı satar ve sevinçle “Malı iyi kapattık ya! Allah’ın taşını üç kaşığa sattım” der. Çün­kü kaşıklar nebatattır. Bitkidir, bitkiden olmadır. Öbürü cemadattır, cansızdır. Taş­tır adı üstünde! Adam kendince kârdadır. Çünkü bu kaşıklarla yemek yenir, çorba karıştırılır, birçok iş yapılır. Taşla ne ya­pacaksın ki! Görünüşte kaşıkçı biraz daha işten anlayan birisi! Üç kaşığa aldığı taşı kuyumcu bir arkadaşına gösterir satmak için. Kuyumcu taşa 10 akçe değer biçer. “Al der sana 10 akçe.” Kaşıkçı iyi bir ticaret yapmanın sevinciyle ama nasıl bir serveti kaçırdığı­nın da farkında olmadan taşı oracıkta satar, artık taş o kuyumcunun olur. Evet, hikâye daha bitmedi devam ediyor. O kuyumcu da nasıl bir ticaret yaptığını da­ha iyi anlamak için aldığı taşı bir kuyumcu komşusuna gösterir. İkinci kuyumcu cev­herden anlayan biri. Taştaki değeri fark edince “Ben de bu elmastan payımı isterim” diyerek sus payı talep eder. İki kuyumcu arasında niza çıkar, anlaşmazlık kavgaya döner. Olay sarayın kuyumcu basışına kadar akseder. Kuyumcubaşı; “Ben bu değerli taşa saray namına el koyuyorum, saray namına bu elması alıyorum” diyerek kavgacıların eline birer kese altın vererek taşı alır. Olay burada da kalmaz. Olayın yankısı ta Köprülü Fa­zıl Ahmet Paşa yani dönemin Sadrazamı ta­rafından duyulur. Sadrazam kuyumcuyu çağırıp “Sen kim oluyorsun Kuyumcubaşı? Biz ki devletin başıyız, Sadrazamız! Devleti idare ediyoruz; o taş benimdir” der.  O taşı istetir ve alır. Az zaman sonra bu hadise devrin padişahı Dördüncü Mehmet’in, meş­­hur Avcı Mehmet’in kulağına gider. O da Sadrazama haber gönderir, der ki “O taş bizimdir, Sultanındır! Tez bana getirile!” der, neticede çöplükte bulunan, değeri fark edilmeyen taş son sahibini bulmuş olur. Sultan oğlu Sultan, dedeleri de Sultan olan 4. Mehmed Han, bir Hatt-ı Hümayun ile elması Saraya getirtir ve taş saraydaki mahir ustaların eline verilir. Eğrikapı çöplüğünde bulunan, üç kaşık kadar değer biçilen o cevher taş işlenir. Sultanlara, padişahlara layık olan bu taşın içinden 86 kıratlık nadide bir elmas çıkar. Bu arada sarayın Kuyumcubaşısı da unutulmaz. Ona da bu nadide mücevheri saraya kazandırdığı için Kapıcıbaşılık rütbesiyle birlikte bir kese de altın bahşiş hediye edilir. Farkındalık İşte her cevherin içinde bir mücevher var. Ama fark edene! Onu fark edip de iş­le­yebilene. Eğer farkındalık gösterip keş­fe­debilirsek her gencin içinde de ona öz­gü, o gence mahsus eşsiz bir mücevher mev­cut. Eğitimin de gayesi bu olmalı zaten. Osmanlı bunu başardığı müddetçe ayakta kaldı, dünyaya güzellikleri yaydı. Çünkü Osmanlının gözünde eğitim; cevherin içinden mücevher çıkarma sürecidir. Med­­­reseler, mektebler, tekkeler; cev­her­lerin arasından mücevherleri bulup çı­karma sanatının icra edildiği yerlerdir. Mual­limler ise sadece bilgi aktaran, ma­lu­mat yükleyen eğiticiler değil, cev­her­leri fark eden, yetenekleri keşfeden birer sarraf, birer maharetli ustadırlar. Evet, eğitim çocukların, gençlerin cev­her yönlerini keşfetmekle başlar. Süreç içinde bu keşfedilen cevherler, değerler inkişaf eder, sonuçta toplum birbirinden güzel, çok kıymetli mücevher şahsiyetler kazanmış olur. Mimar Sinan Mesela Mimar Sinan’ın mimarlık mace­rasının başlangıcını düşünelim. Sinan or­duda, acemi oğlanlar ocağında sıradan bir askerdi. Lakin onda farklı bir cevher vardı. Ondaki bu potansiyeli ustaları önce dül­gerlikle, marangozlukla ortaya çıkardı­lar. Böy­­lece o kendisi de kendindeki cevheri fark etti. Zamanla değerden, cevherden anlayan yetenekli, kişilikli ustaların elinde Sinan’ın şahsiyeti ve mahareti işlenmeye, işlendikçe de şekillenmeye başladı, en nihayet acemi oğlanı olan Sinan, koca Osmanlının baş mimarı Mimar Sinan oldu. Kendisi bu durumu şöyle anlatır: “Usta­mın eli altında, tıpkı bir pergel gibi ayağım sabit olarak merkez ve çevreyi gözledim. Sonunda yine tıpkı bir pergel gibi yay çizerek, görgümü artırmak için diyarlar gezmeye istek duydum. Bir za­man padişah hizmetinde Arap ve Acem ülkelerinde gezip tozdum. Her saray kub­besinin tepesinden ve her harabe kö­şesinden bir şeyler kaparak bilgi ve gör­gümü artırdım." Lütfen! Bazen çevremize bir de bu gözle bakmayı deneyelim.  Kim bilir belki de ge­leceğin Mimar Sinanları, Itrileri, Ahmed Cevdet Paşaları, Mehmed Akifleri, Gazali­leri, Bediüzzamanları yanı başımızdadır da bizden bir farkındalık bekliyorlardır.

Ayhan Mirza İNAK 01 Mayıs
Konu resmiMedeniyetimizin Yeniden İhyasında Görev Alacak Yeni Bir Gençlik
Mülakatlar

Mülakat: İsmail ERDEM Sancaktepe BELEDİYE BAŞKANIMülakatı Yapan: Yusuf IRMAK İrfan Mektebi Dergisi olarak bu ay gençliğin niceliğini konuşalım, tartışalım istedik. Bu bağlamda gençlik konusunda güzel ve verimli çalışmalar yapan, sivil inisiyatifler ile uyumlu çalışabilen, sahaya tesir edebilen bir belediye ve bu manada ödüller alabilmiş bir yapı ve başkanının çalışmalarını da sizlerin gündemine taşımak istedik. Her zaman yapılan işin örneklik ve fayda açısından ehemmiyeti konuşmaktan çok ileridedir. Zaman ayırıp çalışmalarını bizlerle paylaşan İsmail Erdem Beye ve tüm çalışanlarına teşekkür ediyor, sizleri mülakat ile baş başa bırakıyoruz. Sancaktepe’nin ikinci kez seçilen Be­le­diye Başkanı İsmail Erdem’i kı­saca ta­nıyabilir miyiz? 1959 yılında Sivas’ta dünyaya geldim. İs­tanbul’a geldikten sonra çalışma hayatımla beraber uzun yıllar aktif siyasetin içinde oldum. Tarih verecek olursak 1976’dan bu tarafa diyebilirim. Değişik dönemlerde ilçe başkanlıkları, il başkan yardımcılığı olmak üzere birçok alanda görev yaptım. 2005 yılından itibaren İBB Meclis üyeliği ve encümen üyeliği görevlerinde bulundum. Son yerel seçimlerde ikinci kez Sancakte­pe’de başkan olarak seçildim. “Aydınlık Yarınlar İçin Bilgievleri” slo­ganıyla okul çağındaki öğrencilerin eği­tim ve öğretimi için çok önemli hizmet­leriniz var? Bu konuda neler söylersiniz? Sancaktepe de bu konuda göreve gelir gel­mez çalışmalarımızı başlattık ve “Aydınlık Yarınlar İçin Bilgi Merkezleri” anlayışıyla bilgi evlerimizi açmaya başladık. Şimdi ise sayısı 16 olan Bilgievleri, Sancaktepeli gençleri geleceğe hazırlayan birer eğitim yuvaları oldu. Sancaktepe Belediyesi Bil­gi Evleri, farklı branşta, alanında uzman öğretmen kadrosuyla, fonksiyonel bina­larıyla eğitim faaliyetlerini aralıksız sür­dürüyor. Yaklaşık 42.000 öğrenci bu bil­gi merkezlerinden yararlanıyor. Bilgi Evleri’nde derslikler, internet odası ve bir de orta büyüklükte çok amaçlı sa­lon bulunuyor. Tamamen ücretsiz olarak ilköğretim öğrencilerine hizmet sunan Bil­gi Evleri’nde her sınıf 25 kişiden oluşuyor. Sınıflarda akıllı tahta ve projeksiyon cihazı bulunuyor. Merkezde Türkçe, Matema­tik gibi temel derslerin yanında İngilizce branşında da öğretmenler tarafından eğitim veri­liyor. İki yıl önce Sancaktepe Belediyesi’ne Tür­kiye birinciliği kazandıran “Genç Ge­le­cek” projesi var bu konuda neler söy­le­yeceksiniz? Genç Gelecek projesi dâhilinde genç­leri­mize; kent yaşamı, edebiyat, sanat, spor, bilişim, psikoloji, yabancı dil gibi ko­nu­larda eğitimler verilmektedir. Aynı za­manda gerçekleştirdiğimiz mekân gezi­leri, konserler, konferanslar, paneller, söy­le­şi­ler ile verilen teorik dersler pratiğe dö­kül­mek­tedir. Projemiz içerisinde yer alan 22 kulüp ile 14.500 gencimizin ilgi alan­larına göre tercih yapıp, kendilerini o yönde geliştirmeleri için çalışıyoruz. Aynı zamanda; gençlerimizin, Genç Ge­le­cek içerisinde yer alan sosyal sorumluk projeleri ile ihtiyacı olan bireylere ulaşıp, pratikte hayatı ve mutluluğu paylaşmayı, ihtiyacı olana kucak açmayı öğrenmeleri için “Oyun Kardeşliği”, “Uyuşturucu İle Mücadele” gibi aktiviteler yapıyoruz. Türkiye genelinde sosyal sorumluluk ala­nında takdire şayan ödülleriniz var. Bu yıl da üçüncü bir ödül aldınız. AK Parti Yerel Yönetimlerince “Gençlik ve Yerel Yönetimler” alanında ‘Yerli, Milli ve Şuurlu Gençlik’ isimli proje ile Türki­ye ikinciliği aldınız. Bu konuda neler söylersiniz? Sayın Cumhur­başka­nı­mızın elinden ve Sa­­yın Baş­bakanımızın elinden bu ödülleri aldık. Bu­nun onurunu ve gurunu yaşadığı­mı belirtmek isterim. Yoğun çalışmalarımız ne­ti­cesinde hayata geçirdiğimiz projemiz, medeniyetimizin yeniden ih­yasında gö­rev alacak milli ve manevi de­ğerlerine bağ­lı yeni bir gençliğin adı­dır. İlklerin beledi­yesi olarak, bugüne dek daima daha yeniyi ve iyiyi aradık. Be­lediyeciliği sadece altyapı ve üstyapı ya­tı­rımlarından ibaret görmeden, hayatın her alanında hizmet vermeyi amaç edindik. Eği­tim, bu amacımızın baş aktörü olarak, bü­yük bir önem arz ediyor. Bugün Sayın Baş­ba­kanımız tarafından aldığı­mız Türki­ye ikinciliği ödülü “Yerli, Milli ve Şuurlu Gençlik” projesinde hayata ge­çir­di­ğimiz bizlerle birlikte yürüyen eğitim­cilerimize, evlatlarımıza ve görev alan arka­daşlarımıza hayırlı uğurlu olsun. Projemiz aynı zamanda Sancaktepe eğitim modelini oluşturuyor. Proje hakkında bilgi verir misiniz? Sancaktepe Belediyemiz ‘Yerli ve Milli Bir Eğitim’ düşüncesinden hareketle planladı­ğı ve hayata geçirdiği ‘Sancaktepe Eğitim Modeli’ bu sayede 2023’lerin, 2053’lerin, 2071’lerin Büyük Türkiye’sini ihya ve inşa etmek gayesini yürütüyor. Türki­ye ikinciliği alan büyük ödüle layık görülen projemizin     4 ana bileşeni var: Temel hazırlık ders­leri verildiği ve yete­nek­lerin teş­vik edildiği 16 fark­lı mahallede 42.000 öğrencinin yararlandığı ‘Bil­gievleri’, Teorik / Pratik eğitim ile branşlaşmanın ya­pıldığı ve 14.630 gencin yararlandığı 115 Eğitmen, 22 Kulüp 53 branşta eğitim veri­len ‘Genç Gelecek Merkezleri’, Dini, milli ve manevî eğitimin verildiği 249 gönüllü eğitmenin, haftada 40 programın gerçekleştirildiği ‘Medeniyet Yolcuları’, Ve sağlıklı yaşam ve fiziki gelişim eği­tim­lerinin bulunduğu 22 farlıklı spor branşın da 53 eğitmenin bulunduğu ‘Sancaktepe Belediyesi Spor Okulları’ Gençliğe dolayısıyla geleceğe yatırımlar yapıyorsunuz, bu konuda neler söyle­mek istersiniz? Gençlerimize henüz küçük yaşlarında bi­le; “kocaman adam”, “sanki büyümüş de kü­çülmüş” dedirtmenin hamlesi ve gayreti içindeyiz. Biliyoruz ki; mesele, seneleri de­virerek büyümek değil, çocuklarımızın ve gençlerimizin ruhları ve ufukları itibarıyla büyümesi. Kıtalarda fetih sancakları dal­galandıran ecdadımızda olduğu gibi on yaşında iken yüz yaşında ve yirmi yaşında iken iki yüz yaşındaymışçasına bir ruh ve ufuk kıvamını oluşturabilmek. Çünkü Si­nan’ın asırları deviren eserlerinin arkasında bu gerçek var. Fatih’in gencecik yaşında ge­mileri dağlardan yürüterek İstanbul’u dize getirebilmesinin ardında bu gerçek var. Bu itibarla şimdi de; Koca dünyanın insanlık ve huzur yönüyle düştüğü, o içinden çıkılmaz girdapları aşabilecek bir gençliği yetiştire­cek gerçek bu! Nesilleri hem mütevazi hem büyük oluşun tahtına oturtacak gerçek bu! Kanayan yaraları durdurabilme dirayetini gösterecek gücün bileği de yüreği de olan gerçek bu! Medeniyetimizi yeniden kuracak ve yeniden adaletin tüm cihanı aydınlatıcı güneşi olacak; terör ve vahşetin çıldırdığı bir yeryüzünde merhamet ve şefkati yeniden şahlandıracak, tarihî kardeşlikleri yeniden bir dirilişle ölümsüzleştirecek bir gerçek bu! Bunun için çalışıyor ve çabalıyoruz. Sivil toplum kavramı son yılarda fazlaca dile getiriliyor. Sizce Sivil Toplum nedir? Sivil toplum, toplumsal hareketlerin di­na­miği ve demokrasinin önemli özellik­lerinden biridir. Bu çerçeveden, sivil top­lum, devletin dışında bir alan olarak ele alınıyor. Ayrıca devletin etkinlik alanının, denetiminin ve baskısının toplum üyeleri üzerinde belirleyici olmadığı toplum tipini ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdır. Sivil toplum örgütleri çalışmalarını “özgür­lük, gönüllülük ve isteklilik ilkelerine” bağ­lı olarak yürüten organizasyonlardır. Sivil toplum kavramı ekonomik ilişkilerin, aile­vi yapıların, dini kurumların vb. politik otorite olmadan varlıklarını sürdürdükleri genel çerçeve olarak tanımlanabilir. Günümüzde yaygınlaşan, sivil toplum ya­­pılanmaları nasıl olmalıdır ve bir ül­kenin gelişimindeki rolü nedir? Sivil Toplum birlikteliği, gönüllülüğü ve da­yanışmayı temsil eder. Bu anlamda in­san­ların tek tek yapamadıklarını beraber yapma­sıdır diyebiliriz. 21. yüzyılda önem­li bir kavram olan sivil toplumu, meslek odaları, sendikalar, vakıflar ve hemşehri der­nekleri sivil toplumları oluşturur. Bir ülke­de demokrasinin ve ekonominin gelişme­sinde sivil toplumun etkisi olduğu kadar da aktif vatandaşlık anlayışını da getirir. Sivil top­lum, demokratik bir toplum oluşturul­masında, devlet-toplum, birey ilişkilerinin demokratik bir şekilde düzenlenmesinde önemli bir rol oynar. İnsanların gönüllü olarak bir araya gelmesiyle bir şeyleri yapmak için kurulan sivil toplumlar fi­nan­sal ve örgütsel sorunlarının yanı sıra viz­yonlarını belirleyemediklerinden dolayı da sıkıntılar çekmektedir. Bildiğim kadarı ile 150 bin STK’nın olduğu ülkemizde bun­lardan 80 bin tanesini STK'lar, 60 bini hemşehri dernekleri, 5 bini meslek odaları, 3 bin kadarını da vakıflar vs. oluşturuyor. STK’lar, İnsanların boş vakitlerini randı­manlı ve yararlı bir şekilde geçirmesini sağlar ve topluma yararlı bireyler kazandı­rır. STK’ların maddi çıkarı olmaz. Bazı STK’ların hedef kitlesi kuruluş amaçlarında belirlenen kitleler olup, belirledikleri alan dışında bir şey yapamazlar yani içe dönük çalışırlar. Belediyelerin STK’larla ilgili başta der­nek ve vakıflara ne tür desteği olabili­yor ya da olmalıdır? Yerel yönetimler de demokrasiyi sağlayan sivil toplum kuruluşlarıdır. Böylelikle, kent yönetimi üzerinde sistemli ve sürekli et­ki, örgütlü vatandaş girişimleri aracılığı ile daha kolay sağlanmaktadır. Yerel yönetimlerin en büyük sivil toplum ku­ru­luşları olarak kabul edilmesine kar­şın, mer­keziyetçi yapının etkisiyle daha çok ida­ri birim olma özelliği ön plana çıkmak­tadır. Yerel yönetimler, belirli hizmetlerin sağlanmasını STK'lar aracılığıyla gerçekleş­tiri­lebilmektedir. Bazı alanlarda halkın bilgi, deneyim ve becerisinin harekete geçiril­mesi, STK'ların desteğinin sağlanması çok önem­li fay­dalar sağlamaktadır. Bu kapsamda yerel yönetimler, çeşitli meslek kuruluşları, sen­dikalar, kooperatif birlikleri, dernekler ve diğer gönüllü kuruluşlarla çeşitli alanlarda işbirliği ve ortak yürütebilmektedir. Son olarak, okurlarımıza mesajınızı ala­bilir miyiz? Hep daha iyiyi hedef alan bir anlayış ülke insansımızda hâkim olmalı. Gençlerimizi yarınları eğitim ve öğretim kalitesi ile en üst düzeyde temsil düşüncesi olmalı. Hepinizin bu ülkeye faydalı bir birey, ailesine ise ha­yırlı evlat olma hedefi olmasını isterim. “İnsanların en iyisi insanlara faydalı olan­dır” ölçüsü ile bilimde, sosyal hayatta, eko­nomik alanda hep en iyisi olmak adına çok çalışmalıyız. Sizin vesilenizle tüm okur­larınıza saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Mülakatlar * 01 Mayıs
Konu resmiHastalığı Doğru Teşhis Etmek
Risale-i Nur

Bugün Müslümanların ve İslam âlimlerinin tartıştığı İslam dünyasındaki tüm sorunların temelinde iman zayıflığı problemi vardır. Bir Müslüman’da olması gereken sıdk, takva, ihlas, ibadette derinlik, heyecan, şevk, hüsn-ü ahlak, teslimiyet ve kadere rıza, cesaret, istikamet ve daha sayamadığımız nice güzel seciyeler, ancak kuvvetli iman ile mümkün olabilmektedir.  Yıllar önce Amerika’da katıldığım İs­lami bir sempozyumda önemli bir konuşmacı şunları söylemişti: "Bazı gençler bana geliyor, imana dayanan birtakım sorular soruyor. Gençlere bakıyorum, ahlakî sorunları olan gençler. Kendilerine di­yorum ki: Sizin ahlakî problemleriniz var. Bu sebepten imanî sorular soruyorsu­nuz. Ahlakınızı düzeltirseniz imanî so­ru­larınız ve şüpheleriniz ortadan kal­kacaktır." Konuşmacının bu sözleri karşısında adeta şok oldum! Gencin ‘imanî bir sorunu ve sorusu’ var. Fakat ülkede muteber de bir konumu olan hatip, imanî olan soruyu önemsemiyor ve sorunun temelinde ahlak olduğunu öne sürüyor. Halbuki genç gayet açık bir şekilde prob­lemini ifade etmiş, “Benim imanî şüp­he­lerim, sorularım var” demiş. Hatta parantez içinde şunu da imâ etmiş: “İşte bu imanî zaaflarımdan dolayı ibadete kendimi vere­miyorum. Eğer bu soruların cevapları­nı bil­sem, imanımı kuvvetlendirsem, bel­ki iba­dete de başlayıp ahlakımı da düzel­te­ceğim.” Dikkat ediniz, genç imansız değil! Fakat imanı zayıf olduğundan, imanî şüpheleri ve cevap bulamadığı soruları olduğundan, imanın lezzetini tam hissedemiyor ve ‘inan­dığı istikamette yaşayamıyor’. *** Bu durum maalesef tüm dünyada var. As­rın sorunu, iman zayıflığı ve imanî şüphe­ler. “Benim imanım tam!” diyenler çıkabilir; fa­kat Cenab-ı Hakk’ın kaç tane ismini kâinat­­ta görüp tefekkür edebiliyoruz? Kâi­nat­ta ve her hadisatta Allah’ın tecellilerini gö­re­miyorsak hangi kuvvetli imandan bah­sediyoruz? Zaten, eğer amelimiz zayıfsa ve­ya yoksa, bu durum imanımızın takviyeye ihtiyaç duyduğunu göstermiyor mu? Konuya biraz daha derinlemesine girecek olursak, günümüzde, dünyanın bütün ül­ke­lerinde batı merkezli pozitivist ve ma­teryalist bir eğitim sistemi uygulanıyor. Ba­tının ürettiği ve dinsizlik üzerine bina edi­len modern bilim, gençlerimizin kâinatta Allah’ın varlık delillerini görmelerine kapı açmak şöyle dursun, tabiatı, kendi kendini idare eden ve bunun için gerekli tüm ilim, kudret ve iradeye sahip adeta bir ‘tanrı’ olarak ortaya koyuyor. Dünya genelindeki 1,6 milyar Müslüman, okullarında eğitimi bu şekilde alıyor! Bu da dinsizliğin ‘batıl bir şekilde’ temellendirilerek tüm dünyada neşredilmesine yol açıyor. İşte bu durumu Bediüzzaman Hazretleri asrımızın iki deh­şetli halinden biri olarak ifade ediyor: “Fen ve felsefeden gelen dinsizlik fikrinin Müs­lümanlar arasında yaygınlaşması.”  1 İkinci olarak, batının tesis ettiği ve din ve ahlaktan mahrum mevcut küresel sistem, dünyada ve özellikle Müslüman toplum­lar­da, tarihteki en derin manevi tahribatı meydana getirerek, hadiste ihbar edilen ‘imanı elde tutmanın kor ateşi elde tutmak kadar zor olacağı’2 zamanları netice verdi. İmanı ve yakîni3 zayıflayan Müslümanlar, günahın içine çekildi ve ibadet edemez bir hale getirildi. Hatta bu durum birçokları­nın imanlarını kaybetmelerine sebep oldu ve halen de olmaktadır. İşte bu dehşetli ortamda zehirli bal misali sunulan ve çevremizi istila eden haramlar, gençlerimizi ve tüm insanımızı cezb edip dünyalarını ve ahretlerini karartmakta, on­ları Allah’ın emir ve yasaklarına riayet et­mek konusunda çok ağır bir imtihana tabi tutmaktadır. Bu durum ise, Bediüzzaman Hazretleri’nin asrımızın ikinci dehşetli hali olarak tanımladığı durumdur. Yani, ‘inandığımız gibi yaşayamamak, dünyanın cam parçası hükmündeki işlerini, ahiretin elmas kıymetindeki hakikatlerine “bile bile” tercih etmek!’4 Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu “iki dehşetli hali” asrımızdaki birçok prob­lemin altında yatan en temel sorunlar ola­rak ifade ediyor. Ve bunların çözümünü, imanın kuvvetlendirilerek tahkikî hale ge­­ti­rilmesinde ve günahların içerisindeki ce­hen­nem azabının gösterilmesinde görüyor. Her zamanın bir hükmü ve o zamanın âlim­lerince halledilmesi gereken bir prob­lemi vardır. Bu zamanın meselesi de iman meselesidir. Müslümanlara yapılacak en bü­yük hizmet de iman hizmetidir. Risale-i Nurlar işte tam da bu görevi ifâ ediyor. Risale-i Nur Külliyatı, ihtiva ettiği kuvvetli iman dersleriyle, Bediüzzaman’ın ifadeleriyle “İmanı olmayanı inşallah imana getirir, imanı zayıf olanın imanını kuvvet­leştirir, imanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî yapar, imanı tahkikî olanın imanını genişlendirir, imanı geniş olana, bütün kemâlât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir, daha nuranî, daha parlak manzaraları açar.”5 Evet, Risale-i Nurlar hem akla hem kal­be hitap eder. Hatta derin iman hakikat­lerini, basit temsiller yoluyla herkesin an­layabileceği bir şekilde izah eder. –   Zamanın getirdiği problemlerden dolayı    – namazın, zekâtın, orucun nasıl yerine getirilebilece­ğini değil, neden olması gerektiğini akıl­larda ve kalplerde tahkim eder. Nasıl’lar üzerinde değil, neden’ler üzerinde durur. Dahası,  Kur’an’dan aldığı dersle ve Allah’ın varlık ve birliği ile diğer iman esaslarının kâinattaki delillerini ‘kâinat kitabı üzerine yaptığı tefekkür yoluyla’ ortaya koyarak, din düşmanlarının dinsizlik davasını yerle bir eder. Ve dahi onların İslam’a hücum etmek için ortaya attıkları iddia ve şüphelere karşı imanın esaslarını ve Kur’an’ın ayetlerini kuvvetli bir şekilde ispat eder, savunur. Böyle bir esere şu ahir zamanda yaşayan tüm Müslümanların ihtiyacı var! *** Toplumun iman zayıflığı hastalığına tam bir ilaç olabilecek Risale-i Nur Külliya­tı’nın müellifi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, son dönem İslam tarihinin en can alıcı za­man dilimlerinde yaşadı. Os­manlı Devleti’nin çöküşü ve hilafetin lağ­vedilmesi, Avru­paî yeni cumhuriyetin ku­rularak hilafet bakiye­si topraklarda İslam’ın kökünden kazınmaya çalışılması, Üstad’ın seksen küsur senelik ömründe cereyan eden ve âlem-i İslam’ın kaderini değiştiren en dehşetli hadiselerdi. Aynı yıllarda Batı devletleri, Müslüman­ları İslam’dan uzaklaştırmak için imanın te­mellerine saldırmaya başlamış ve bu ye­ni saldırıyı Türkiye’deki yeni yönetim üze­rinden en güçlü bir şekilde uygulamaya koy­muştu. İşte küresel ve yerel bu planların karşısında toplumun imanına hizmet et­mek suretiyle mücadele veren Bediüzza­man Hazretleri, şer odakları tarafından 34 yıl hapis ve sürgün hayatı yaşamış, şahsı ve Risale-i Nurlar aleyhinde açılan sayısız da­valarla mahkemelerde yargılanmış, yine de yılmayarak davasını muvaffak bir şekil­de sürdürmesi üzerine çeşitli şekillerde top­lam 21 defa zehirlenmiştir. Tüm bunlara rağmen, Allah’ın inayetiyle yaz­dığı Risale-i Nur Külliyatı vesilesiyle, değil sadece yaşadığı zamanda ve ülkede, belki kendisinden sonraki zamanlarda ve dünyanın her yerinde yaşayan Müslü­man­ların hava gibi, su gibi ihtiyaç duyduğu iman hakikatlerini istifademize sunmuştur. İşte bu eserler yanı başımızdadır. Üstad’ın mücadelesi ortadadır. *** Batı medeniyetinin yükselişi ve Müslü­man­ların maddi ve manevi olarak gerileyişi kar­şı­sında Müslüman toplumlar çözüm arayışı içerisine girdiler. Kimileri bu prob­­lemler yumağı içerisinde en büyük prob­lemi Müslümanların İslami bir dev­leti ol­mayışında gördüler ve çıkış yolunu si­ya­set yoluyla Müslümanlara hizmet et­mekte buldular. Ne var ki, “Nasılsanız öy­le yönetilirsiniz”6 hadis-i şerifince İsla­mi yaşam ve İslamiyet’in bir topluma hâ­kim olması tepeden gerçekleşmez, ger­çek­leşse bile tabanın yetiştirilmesi ve şuur­lan­dırılması eksik kalırsa istenilen netice alı­namaz; kısa ömürlü olur. Bununla be­raber İslam âlimleri toplumda önce iman ve ibadetin tesis edilmesi gerektiğini, ardından muamelat ve ukubat’ın ikame edileceğini söylemişlerdir. Risale-i Nur bu usulü takip etmektedir. Müslümanların diğer bir kısmı ise, prob­lemi Müslümanların Kur’an ve hadisler­den uzaklaşmalarında görüyor ve çözümün yine her ikisini hayatımızın merkezine oturtmakta olduğunu söylüyor. Bu ha­re­­ket tarzında, insanlara Allah’ın emir ve ya­­sak­­larının hatırlatılması ve öğretilmesi hâkimdir. Üçüncü olarak, bir grup Müslüman da Batı’nın madden ve fikren hâkim hale gel­mesinden etkilenerek ve bir nevi aşağılık kompleksi içinde hareket ederek İslam’ın mevcut haliyle günümüzün problem ve ih­tiyaçlarına cevap veremediğini, bunun için dinde –dinin özünü değiştirecek bir şekil­de- reform yapılması gerektiğini savunurlar. Böy­lece akıllarına sığıştıramadıkları ve ne­fis­­lerine kabul ettiremedikleri inanç ve müey­yideleri inkâr etmeyi veya değiştir­meyi ter­cih ederek bâtıl bir yola girerler. Risale-i Nur ise, hem aklı hem nakli esas alarak tüm iman hakikatlerini kemal-i vu­zuh ve katiyetle ortaya koymak suretiyle, dinsizlere karşı iman hakikatlerini en güzel bir şekilde savunduğu gibi inananların da imanlarını takviye eder. Risale-i Nur hizmeti, Kur’an ve hadis te­melli bir hizmet hareketi olmakla birlik­te, Kur’an’dan ve hadis-i şeriflerden yola çıkarak, asrımızın iki dehşetli halinden bahsile aklı, kalbi ve ruhu derin yaralar alan Müslümanların bu manevi yaraları­nı tedaviye çalışır. Bunu yaparken Allah’ın isim ve sıfatlarını kâinat üzerinde tefek­kür yoluyla muhataplarına talim ettirerek, onları marifetullah ve muhabbettullahta terakki ettirmek suretiyle tahkiki imanı kazandırmaya çalışır. *** Netice olarak, bugün Müslümanların ve İslam âlimlerinin tartıştığı İslam dünya­sın­daki tüm sorunların temelinde iman za­yıflığı problemi vardır. Bir Müslüman’da olması gereken sıdk, takva, ihlas, ibadette derinlik, heyecan, şevk, hüsn-ü ahlak, tes­limiyet ve kadere rıza, cesaret, istikamet ve daha sayamadığımız nice güzel seci­yeler, ancak kuvvetli iman ile mümkün olabilmektedir. İşte dünyanın diğer ucundaki bir konferans­ta işittiklerimiz de, Üstad’ın tespit ettiği iman hastalığından başka bir şey değildir. Rabbimizden niyazımız odur ki Kur’an’ın nuru olan Risale-i Nurları tüm dünyada neşrederek Müslümanların imanlarını mu­ha­faza etmelerine ve tahkiki iman sahibi olmalarına ve gayrimüslimlerin de yine on­dan istifade ile iman dairesine girmelerine vesile eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Said Nursi, Osmanlıca Mektûbât Risalesi, Hutbe-i Şâmiye, 436-4372- Tirmizî, Fiten,73; Ebu Davud, Melahim,173- Yakîn, sözlük manasıyla “tereddütsüz, şüphesiz ilim” demektir. Daha geniş bir başka tarif şöyledir: “Bir şeyi vakıa mutabık olarak itikad-ı sahih üzere şüphesiz bilmek.”4- Said Nursi, Osmanlıca Mektûbât Risalesi, Hutbe-i Şâmiye, 433-4365- Said Nursi, Osmanlıca Mektûbât Risalesi, 33. Mektûb, 3806- İbn Cemî’, Mu’cemü’ş-Şüyûh, 149; Deylemî, Müsned, 3/305

Yusuf KARA 01 Mayıs
Konu resmiBir Deneme Yazısı: Sosyal Medyada Tebliğ
İtikad

İmkânların değişmesiyle tebliğ edeceğimiz ortamlar da aynı doğrultuda değişti ve de­ğişmeye devam ediyor. Değişen bu or­tamlardan biri facebook, youtube gibi sos­yal medya ortamıdır. Müslümanlar olarak bu alanda da elimizden geldiğince tebliğ etmeye devam ediyoruz. Rahman Rahim olan Allah’ın ismiyle; İngiliz müsteşrik Sir Arnold “İnti­şar-ı İslam Tarihi” kitabında İslam’ın yayılışını araştırmış ve sonuç olarak şöyle demiştir: “İslam’ın bir misyoner teşkilatı ol­madığı halde, yalnızca vaizler, din alimleri değil erkek, kadın, hür, köle her fert kendi­ni bir misyoner gibi telakki eder ve dinini tebliğ hususunda ibadet şuuruyla çalışır. Araştırmalar bu dinin kılıçla değil, can­la başla çalışan fedakârlarla yayıldığını ortaya koyar”1 Günümüze kadar bu kutlu vazifeyi yerine getiren o mümtaz şahsiyetlerden Cenab-ı Hak ebediyen razı olsun. Onlar bu kutlu vazifeyi yerine getirip asli vatanlarına gitti­ler ve görevi bize devrettiler. Müslümanlar olarak biz de bu kutlu vazifenin farkında olup elimizden geldiğince bu vazifeyi yerine getirmeye gayret ediyoruz. İmkânların değişmesiyle tebliğ edeceğimiz ortamlar da aynı doğrultuda değişti ve de­­ğişmeye devam ediyor. Değişen bu or­tam­lardan biri facebook, youtube gibi sos­yal medya ortamıdır. Müslümanlar olarak bu alanda da elimizden geldiğince tebliğ et­meye devam ediyoruz. Sosyal medyada tebliğ yaparken maalesef birtakım hatalar da yapılıyor. Kaş yapa­cakken göz de çıkarılabiliyor. Yani yanlış bir düşüncesi olan bir kimsenin yanlışını düzeltmeyip o yanlış düşünceye körü körü­ne daha fazla bağlanmasına sebep olabili­yor. Müslüman birisine bile tebliğ ederken güzel bir üslup kullanmayıp cami, namaz, oruç, sünnet-i seniyye gibi dini değerler­den uzaklaşmasına sebep olabiliyor. Tıpkı ünlü sanatçı Cem Karaca’nın 7 yaşındayken dizindeki ağrı sebebiyle camide aya­ğı­nı uzat­tığı için dizine vurulup utanmıyor mu­sun burada ayak uzatmaya denilip uzun yıllar camiye uğramamasına vesile olunması gibi.2 Bazı kimselere de cevabını bilemediği so­­ru sorduklarında ben bilmiyorum ama bu­­nu öğrenip sana anlatayım demek ye­ri­­ne, karşı tarafa hakaretler edebiliyor. Fik­rini çü­rü­temediği, cevap veremediği in­­­san­­ların hemen şahsını kötüleyip ren­ci­de ediyor. Bu durumda karşı tarafın ken­di­sinden, dolayısıyla bağlı olduğu inanç­tan uzak­laşmasına hatta nefret etmesine sebep olabiliyor. Yayınlanan İslami video ve fotoğraflarda ise  “Şimdi Ateistler bunu da açıklasın” “Allah diyen ateist” “Ateistlerin güldüren fikirleri” “Aklı olan ateist olmaz” “Ateizm ruhsal bir bozukluktur” “Namaz kılmayan Müslüman mı olur” “Hristiyan kiliseye, Yahudi havraya gider; sen nereye gidiyorsun Müslüman?” gibi sözler yazılarak, direkt olarak kişilerin şahsı hedef alınıp, rencide ediliyor. Bu gibi paylaşımlarla karşı tarafın önyar­gılı davranmasına ve fikrine daha faz­la bağ­lanmasına sebep olunuyor. Bu tarz hareket­ler kanaatimce tebliğ usu­lü­nün ve Nahl Su­resi 125. ayet-i ke­ri­me­nin bilinmemesinden ya da uygulana­madığından kaynaklanıyor. Peki, Cenab-ı Hak ne buyuruyor Nahl Su­resi 125. ayeti kerimede: “Onlarla en güzel şekilde mücadele et.” Tefsir alimlerimiz ayette geçen ‘en güzel şe­kilde’ tabirini, muhatabı rencide etme­mek ve ispatlı konuşmak olarak açıklamışlar­dır. Biliyoruz ki İslamiyet’te karşındakini susturmak değil, konuyu ispat ederek muhatabı kazanmak vardır. Yani haklı çıkmak için değil, hakkı bulmak için konuşmak vardır. Bizim için önemli olan muhataba kendi fikrimizi ispat edebilmektir. Yanlış düşü­nüyor olabilir; fakat ona kızmamız, ona hakaret etmemiz bizim fikrimizi ispatla­maz; dolayısıyla onun yanlış olan fikrini de değiştirmez. Bu tarz suçlayıcı yaklaşımlar, muhatabın savunma mekanizmasını harekete geçire­cek­tir ve muhatap da fikrini değiştirmek istemeyecektir. Kendini savunan insan ken­dini değişmeye kapamış insandır. Biliyoruz ki değişmek istemeyen bir insanı hiç kimse değiştiremez. Bir atasözünde “Atı zorla suya götürebilirsiniz, fakat zorla su içiremezsiniz” denilmiştir. İnsanları değişti­rebilmenin yolu ise onları ikna etmekten geçer. Bu yüzden konuşmalarımızda muhatabı ren­cide etmemeye, gücendirmemeye çalış­mak mecburiyetindeyiz. Muhatabımıza kar­­şı “Sen yanlış düşünüyorsun” değil “Ben böy­­le düşünüyorum” diyerek fikrimizi de­lil­lerle ispat ettiğimiz takdirde, hem muha­tabı kırmaz hem de muhatabın bizim fik­rimize daha fazla meyletmesine vesile olu­ruz. Dale Carnegie’nin dediği gibi “Bal top­lamak isteyen bal kovanına çomak sokmamalıdır.” Aynen öyle de bizler de muhatabın fikrimize inanmasını istiyorsak, muhatabı rencide etmemeliyiz. Peygamberimize düşman olarak gelenler dost olarak ayrılırken, bazen bize dost olarak gelenler düşman olarak ayrılıyor­sa, bizim yaptığımız tebliğ değil başka bir şey olur. Tebliğ usulünde dikkat etmemiz gereken birçok nokta var. Burada kısaca üslup ko­nusunu ele almaya çalıştım. Bu kutlu va­zifede muvaffakıyet istiyorsak, bunu başar­mış mümtaz şahsiyetleri -başta Efendi­miz (sav) olmak üzere- örnek almalıyız. Bu ko­nuda yazılmış olan kitapları okumalıyız. Kaynaklar: 1- Bkz. Thomas Arnold, İntişar-ı İslam Tarihi, s. 406-4112- Bkz. http://www.yenisafak.com/gundem/diyanetten-cem-karaca-dersi-247605

Serhad AYDOĞDU 01 Mayıs
Konu resmiBirinci Söz
Risale-i Nur

  بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن   Kâinatın lisan-ı halini lisan-ı kale tercüme eden Bismillah’ın tefsiri içindeki intisap sırrı 62- Hâlbuki bu cevabın hiçbir bilimsel ya­nı yoktur. İçlerinden çıkamadıkları zaman: “Bir şekilde olmuş biz oluşunun devamını konuşuruz, daha ileriye gidemeyiz.” derler. Bu temelsiz ve esassız safsatayı bilim diye her yere neşrederler. 63- Diğer bir kısım felsefeciler yok­luk­tan kâinatın vücuda gelmesinin imkânsız ol­duğunu anladıklarından madde ve kuvvete ezeliyet vermekle başka bir dalalet yolunu açmışlar. Bunun da hiçbir ilmi değeri yok­tur. Çünkü fennin tespitine ve vahyin teb­liğine göre, kâinat sonradan vücut bul­muş­tur. (Bu husus daha önce iki hadis ile zikir edilmiştir.) Fakat maddiyyun ve tabiiyyun felsefesinin erbapları, dinin hükmüne ka­sıtlı muhalefet ettiklerinden böyle içinden çıkılmaz bir hataya düşmüşler. 64- Demek kainattan evvel adem-i mut­lak yoktur, sonsuz kemal ve cemal sahibi bir Zat-ı Akdes vardır. Böylece bir Va­cibü’l-Vücudun varlığı kat’i bir surette ispat­lan­mıştır. 65- Kıdem: Başlangıcı olmayan ezelidir. Yu­karıda izah edildiği gibi sonsuza illet olmaz. Madem Cenab-ı Hak sonsuz kemal sahibi­dir. Sonsuza bir başlangıç düşünülemediği için, o, başlangıcı olmayan ezelidir. 66- Beka: Nihayeti olmayan ebedidir. Kı­dem konusunu işlediğimiz doğrultuda be­kaya da bakabiliriz. Yani başlangıcına bir sebep olmayanın nihayetine de bir illet ol­maz; onun için ebedidir. 67- Not: Her ezeli ebedidir. Lakin her ebe­di, ezeli değildir. 68- Vahdaniyet: Cenab-ı Hak nihayet­siz Aza­met-i Kibriya (sonsuz büyüklük) sa­hi­­bi­dir. Nihayetsiz azamet ve kibriya ise Vah­daniyetin (birliğin) en büyük delilidir. Çün­kü nihayetsizin harici olmaz. Harici olma­yan kemalatın sınırı olmaz. Sınırı olmayan kemalat ise başka bir kemalden gelmez. Başka bir kemalden gelmeyen kemalat ise, hem zatidir hem nihayetsizdir. Nihayetsiz olan bir kemalat ise sadece bir tanedir. Öyle ise o, vahdaniyet sahibidir. 69- Vahdaniyet sıfatını bir ayet-i kerimenin manasıyla daha iyi izah edebilmek için önce matematikteki ‘sonsuzluk’ kavramını anlamaya çalışalım: Matematikte bu kav­ram, eksi ve artı sonsuz olarak sadece iki yönlüdür. 70- Ayeti kerime; daire-i vücuba mahsus sonsuzluğun dört boyutlu olduğunu fer­man eder.   هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ Bu ayet-i celile her bir kelimesiyle hem mahlûkiyetin sınırlarını tayin etmiş, hem nihayetsizliğin idrak edilemeyeceğini fer­man etmiştir. Hem zâtî sıfatların sadece Hâlık’ın zatına mahsus olduğunu şuur sa­hip­lerine bildirerek aklın sınırlarını gös­termiştir. 71- Bu ayet-i kerime, her bir şeyin evveli, ahiri, zahiri ve batınının ona istinat ettiğini ve her şeyi çepe çevre kuşattığını ilan ettiği gibi, kendisinin her cihetle bu sınırların haricinde olduğunu bildirir. Ayet-i kerime şöyle buyurmuştur: 1-Hüve’l-Evvel: O her şeyin evvelidir, fakat kendisi evveli olmayandır. 2-Hüve’l-Ahir: O her şeyin ahiridir, fakat kendisi ahiri olmayandır. 3-Hüve’z-Zahir: Her şeyin bir harici (dış) vardır. Kendisi harici olmayandır. Yani kâi­natın haricini ihata etmiştir. Fakat ken­disi sonsuz kemalat sahibi olduğu için onun harici olmaz. 4-Hüve’l-Batın: Her şeyin batını vardır. Kendisi batını olmayandır. (kendisinden daha gizli bir şey yoktur.) 72- Madem sonsuz kemalat sahibidir. Öyle ise o zat-ı Akdes’in kemalatı başka kemal­den gelmez. Madem başka bir kemalden gel­memiştir, öyle ise bütün kemalatı zâtidir. Ya­ni kıyam bi-nefsihi’dir. Bizzat zatıyle kaim­dir (ayakta durur) ve daimdir. Kemalatı ken­din­dendir. Aşağıdaki misal bu konuyu akla yaklaştıracak bir kapı açar. 73- Mesela; ayinenin içindeki ziya, hararet ve renkler gibi kemalat kendinden değil­dir. İntisap sırrıyla güneşe aittir. Semadaki güneşten o kemalatı alır. Fakat semadaki güneş kemalatını başka bir güneşten al­maz. İşte kıyam bi nefsihi sıfatına böyle bakılmalıdır. 74- Nihayetsiz azamet-i kibriya sıfatı ‘Vah­daniyeti’ ispat ettiği gibi, ‘kıyam bi-nefsihi’ sıfatını da ispat eder. 75- Batın: Bir şeyin iç yüzü demektir. Mesela bedenin iç yüzü organlar ve hücrelerdir. Daha batını ruhtur. Ruh ise Cenab-ı Hakk’ın esmalarının tecelli ettiği yarı nurani bir mahlûkudur. Esma-i İlahiye ise ondan da hadsiz derecede latif bir sıfat-ı İlahiye olduğu için, eşyanın batınını da o kuşatmıştır. 76- Demek esma-i İlahiye, eşyaya içten dışa, batından zahire doğru tecelli eder. Mesela, sıfat-ı İlahiye önce kalbe tecelli eder ve iman ile parlar. Sonra kalbten ruha sirayet ederek ruhtaki istidatları inkişaf ettirir. Sonra o istidatların inkişafıyla insanın fiilleri tezahür eder. 77- Kesif olanlar latif olana ayinedir. Bu bir düsturu küllidir. Mesela, güneşin latif olan ziyasına, kesif olan hava ve suyun zerreleri ayine olurlar. Fakat ziyanın kendisi yine ziyaya ayine olmaz, olamaz. Öyle ise ziyaya ayine olan her şey ondan daha kesiftir. 78- Mesela, uzayı dolduran esir maddesi ziyadan daha latif olduğu için güneşin ziyasını göstermez ve ayine olmaz. Eğer esir maddesi ziyaya ayinedarlık edebilseydi, geceleri fezay-ı âlem gündüz gibi ışıkla dolu görünürdü. 79- İşte bu sırdan dolayı her şey Esma-i İlahiye’ye ayinedir. Ruh dahi ona yarı nurani bir ayinedir. Fakat maddiyat âlemi ise, sebepler tahtında o esmaya ayinedarlık ederler. 80- Hulasa olarak ayet-i kerime der: “O Allah’tır. Kâinat cinsinden değildir. Öyle ise Zat-ı Zülcelalin sıfatları dahi mahlûkatın sıfatlarının cinsinden değildir, hadsiz dere­cede uzaktır.” 81- Bu hakikati hem İhlas Suresi hem “leyse ke-mislihi’’ ayeti ferman eder. Yani o zat kâinatın cinsinden olmadığı gibi, za­ti sıfatları dahi mahlûkatın sıfatlarının cinsinden değildir. Aklın sınırlarını çizen bu ayet-i kerime, o zatın nihayetsizliğinin akıl ile ihata edilemeyeceğini bizlere ders veriyor.

Muammer YANIK 01 Mayıs
Konu resmiHicretin Gölgesinde Bir Genç
Aile ve Çocuk

Artık Malezya haritasına bakınca biz Malezya’yı severiz Malezya’da bizi sever diyeceğiz. Memleketimize Bureyde olup gelen, ülkemize Musab Bin Umeyr gibi yürüyen, bizim asrımızın Abdullah el-Müzenni, Zübicadeyni Ahmet Ammar’ı biz sevdik, Allah’ım sen de onu sevdiklerinin arasına karıştır. Onu Efendimiz (sav)’in komşuları ile şereflendir. Allah’ım onun şehitliğini kabul et. Allah’ım onu katında şehitlerden Sıddıklardan yaz, ya Rabbi!  Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bir gün Mescid-i Nebevi’de oturuyor­du. Kapıda bir genç ama üstünde doğru dürüst elbise yok. Altına peştemal gibi bir şey sarmış, üstüne de sizin ihram­da kullandığınızdan çok daha kısa, ince, dar -yelek gibi- bir çul atmış; iki tane bez parçasını üzerine almış bir garip deli­kanlı geldi. Allah Resulü (sav), mescidin ka­pı­sından giren bu gence taaccüp ile baktı. Hazret-i Ali Efendimiz (ra) oradaydı, Haz­ret-i Ebubekir Efendimiz (ra) oradaydı, Haz­ret-i Ömer Efendimiz (ra) oradaydı, As­hâb-ı Güzin Efendilerimizden bir grup ora­daydı. Allah Resulünün yanına geldi, “Aranızda Allah Resulü hanginiz?” dedi. Kardeşlerim, Peygamber Efendimizi tanı­mak isteyen birisi için şu soru bile onu tanıtmaya değer ve yeter. Allah Resul’ünü soruyordu... Allah’ın Resulü öyle proto­kol­süz yaşamış. Aralarında hiçbir fark olma­dan öyle kardeşleriyle, Müslüman kardeşleri ile öyle protokolsüz yaşamış ki Hazret-i Muhammed Mustafa (sav), dışarıdan gelen biri için Hazret-i Ebubekir (ra) kimdir, Haz­ret-i Ömer (ra) kimdir, Hazret-i Osman  (ra) kim­dir, Hazret-i Ali (ra) kimdir, Resulüllah kimdir bilinmeyecek kadar mütevazı ve onlardan olmuş. Efendimizi gösterdiler, Re­sulüllah (sav), “Hoş geldin!” dedi. Zülbi­ca­deyn... Zülbicadeyn çifte çullu demektir; iki çul sahibi, iki bez parçasıyla yürüyen genç. Resullülah (sav), “Hoş geldin!” dedi, - Kimsin sen? - Ben Abdullah el-Müzenni. Abdullah el-Müzenni, 20’li yaşlarında. Asr-ı Saadet’ten Zulbicadeyn, “Ya Resulallah! Bu hoşuma gitti” dedi Abdullah el-Müzenni. Allah Resulü, - Hoş geldin, dedi, nerden geldin? - Ben Medine’nin köylerinden, Üzen kabi­lesinden Abdullahım Efendim. Bizim kö­yümüz Allah’a ve Resul’üne iman etme­miş­tir. Ben orada işittiklerim, orada duy­­duk­la­rımla Müslüman olunca ailem, çev­rem, ar­­kadaşlarım, köyümüzün ileri ge­lenleri ba­na eziyet ettiler, beni hapsettiler.  Kaçmasın, muhabbete gitmesin diye beni günlerce aç susuz bir odada esir tuttular. Allah bana yar­dım etti. Ben onların elinden kurtulunca üstüme giyecek hiçbir şey bulamadım. Bu iki bez parçasını, birini üstüme birini altıma sardım, sana geldim ya Resulallah! Abdullah el-Müzenni’ydi o. Aradan bir bu­çuk yıl geçmedi, Abdullah el-Müzenni (ra), Hazret-i Peygamber ile Tebük harbine gitti. Abdullah el-Müzenni yolda hastalandı. O za­­manlar yiyeceklerin içeceklerin korun­ma­sı çok zordu; insanlar çok genç yaşta ölür­dü. Ölüm vakaları çok yaygındı. Hasta­landı Abdullah el-Müzenni. O yolculuk esnasında, bu hastalık neticesinde bir gece vefat etti. Sa’d bin Ebi Vakkas Hazretleri diyor ki, “Bir gece kazma kürek tıkırtıları işittim; öyle bir mezar kazılıyor, bir çalışma var. Bu gece karanlığında ne oluyor acaba?” dedim. “Kalktım, o gece karanlığında ses çıkaran, çalışan kimselerin yanına gittim. Yak­­laştım, o gece karanlığında bir de gör­düm ki Hazret-i Ebu Bekir, (ra) Hazret-i Ömer (ra) ve Hazret-i Muhammed Musta­fa (sav) Efendi­miz. Abdullah el-Müzenni ve­fat et­miş, Re­sulüllah Efendimiz iki yakın dostu­nu da almış, birkaç sahabeyle birlikte mezar ka­zıyorlar. Biraz sonra o anasını, babasını, kö­yünü bilmedikleri bu gariban çocu­ğu kab­­rine indirecek Resulüllah Efen­di­miz   (sav). Re­sulüllah cenaze namazı kıl­dır­dı. Ge­­ce­nin bir karanlığıydı. Yolculuk Te­bük yol­culuğuydu. Tebük ordusu için Al­lah Re­sul’ünün verdiği isim ceyşü’l-usve’dir yani zorluk ordusu. “Zorluk ordusunu do­natana cennet var” demişti, Allah Re­su­lü. Hazret-i Osman Efendimiz 300 de­ve ile destek vermişti. Abdurrahman ibn Avf Hazretleri, 4000 dirhemle omuz ver­di­ği; hiçbir şeyi olmayan bir garip köle, iki tas hurmaya akşama kadar tarlalarda yev­miyecilik yapan bir köle, Hazret-i Ebu Ukayl, iki tas hurmanın bir tasıyla omuz verdiği o yolculuk. Tebük yolculuğundan bir genç toprağa veriliyordu, Efendimiz (sav) onu kabrine indirmek için kabrinin başına oturdu. Hazret-i Peygamber, Haz­ret-i Ömer Efendimiz ve Hazret-i Ebu­be­kir Efendimiz’e, “İnin kabre” dedi. Bu delikanlının anası babası yoktur. Resulüllah (sav) şöyle dua etti: “Allah’ım ben şahidim, bu genç her şeyini senin rızan için terk etti. Ya Rabbi! Onu cennetine kabul et. Allah’ım onun cennette derecesini yükselt, Ya Rabbi!” Yerde az önce cenazesi kılınmış Abdullah el-Müzenni (ra). Efendimiz Peygamberi­miz daha 20’li yaşlardaki bu delikanlıyı kuca­ğına alacak, kabrin içindeki Ömer’e teslim edecek. Hazret-i Sa’d Bin Ebi Vakkas diyor ki, “Val­lahi ben uzaktan o çocuğun kabre indi­rildiğini görünce şöyle dedim, Allah’ım bu­gün ölen Abdullah el-Müzenni değil de keşke ben olaydım şu peygamberin ku­­cağında. Hz. Ebu Bekir ve Ömer’in eline teslim edilerek kabre indirilen ve Resulullah’ın imanına şahit olduğu deli­kanlının yerinde ben olsaydım Ya Rab­bi! Ve gözyaşı döktüm” diyor, Aşere-i Mübeş­şe­re­den Sa’d bin Ebi Vakkas. Şimdi hicretin gölgesinde bir gencin ardından duran­lar mı kârdadır, gidenler mi? İki eli­nizin arasına alın başınızı, bir daha hesap­layın, bildiğiniz matematik formüllerini aşın, geride kalanlar mı kârlıdır, göçüp gidenler mi? Bilmem kim, neyi kapmış götürüyor. Hazret-i Peygamber (sav) bir-bir buçuk yıllık Müslüman 20’li yaşlarda bir genç delikanlıyı kucağına alacak ve Ebubekir’ine teslim edecek. Hazret-i Peygamber’in kucağında cennete giden yollar vardır, hicret yolunda. Bu yola çıkan adamlar, hakkın rızası için yolu yürüyenler, asla ve asla mahzun ol­madılar. Hazret-i Üstad’ı Bitlis’te yaşat­madılar da ne oldu ki? Ömrü yollarda geçti de ne oldu ki? Kim kazandı bu savaşı. Kim kazandı bu kavgayı, kim galip geldi bu işin sonunda? İnanmışsanız Kadir Gecesi 1000 aydan daha hayırlıdır, bir Kadir Ge­cesinde çağırırlar adamı. Kardeşlerim, aziz dostlarım! Hazret-i Peygamber (sav)’in as­rından bugüne, hatta Hazret-i İbrahim’in Harran’dan Filistin’e yaptığı yürüyüş. Hayber ganimeti… Müslümanların dün­ya malı ile imtihanı... Hazret-i Ayşe, ha­yatında ilk defa Resulullah’la ev eşyası kavgasını Hayber ganimetleri için yap­mış­tır. Hazret-i Ayşe mobilyalarını değiş­tir­mek ister. Peygamberimiz de der ki, “Ben bunları Ashâb-ı Suffe için vakfettim, bunlar Ashâb-ı Suffe’nindir. Ayşe, üstüme gelme!” dedi. Efendimiz (sav) öylesine baş­tan savmak için söylememişti; hakikaten Hayber zordu ve Hayber’in galip gelmesi için bir Ali lazımdı, bir Allah’ın aslanı lazımdı. Allah Müslümanları galip getir­miş, akıllara zarar bir ganimet elde etmişler­di. Hayber’den alınan ganimetler Medine sokaklarına sığmamış, vadilere dizilmişti. Hayvanlar böyle çoktu. Ayşe anamız da bir insan olarak Peygamberimizden ev eş­yası istemişti. O da dedi ki, “Ben bunları Ashâb-ı Suffe için ayırdım Ayşe, ısrar et­me!” 29 gün evine gitmeyecek Resulullah. Kırılacak, gönlü kırılacak peygamberin 29 gün evine gitmeyecek Muhammed Mustafa (sav), benden dünya istediniz diye. Hazret-i Peygamber (sav) Hayber’den dö­ner­ken tepenin ucundan bir grup görül­dü, tepelerin ucunda bir küçük grup. Re­sulüllah (sav), “Kim şu gelenler tanıyor mu­sunuz?” dedi. Hiçbir Müslüman o ge­len­leri tanıyamadı. Dedi ki Allah Resulü “Şu gelen Cafer olaydı, şu tepede görünen gençler, Cafer ve ailesi olaydı.” Bir elçi, bir süvari atıyla yıldırım gibi koştu; 10 dakika sonra yıldırım gibi geri döndü. “Müj­deler olsun! Gelen amcanın oğlu Ca­fer bin Ebu Talip Ya Resulullah!” Allah Resulü, canım peygamberim. Gurbete gön­­­de­rileli tam 14 yıl olmuş, Hazret-i Ca­fer yo­la çıkalı 14 yıl olmuş. 14 sene sonra ilk de­fa görecek. Peygamberliğin beşinci senesidir. Habeşistan’a Resulullah’ın gön­derdiğinden 14 sene sonra, yeni düğün etmiş Cafer. Hanımı Esma bint-i Umeys an­nemizle beraber, üç çocuklarıyla beraber yola düşmüşler. Habeşistan’dan geliyorlar. Uzaktan görünce Resulüllah Efendimiz dedi ki “Şu Cafer’in gelişine mi sevineyim, Hayber’in fethine mi sevineyim, Allah’ım hangisine daha çok sevineyim; cevap verin, gelişine mi sevineyim yoksa Hayber’in za­ferine mi sevineyim?” Bazen gurbette bir aile, içinde Resulul­lah’ın olduğu ordunun zaferine denktir. Gur­bet­te kazanılmış bir zafer... Onlar hicretin yol­cuları... Resulullah’ın huzuruna gelince Hazret-i Ömer, Esma anamıza “Esma, hic­retiniz mübarek olsun, yalnız sizin hicreti­niz bizim hicretimiz gibi değildi” dedi. Si­zin hicretiniz Habeşistan’dan Medine’yedir. Bi­zim hicretimiz Mekke’den Medine’yedir. Sünnete tam uygun olan bizimkidir. Biz Resulullah gibi Mekke’den Medine’ye hicret ettik. Oysa siz Habeşistan’dan geldiniz. Si­zin hicretiniz Mekke’den Medine’ye hicret edenlerinki gibi değildir” deyince Hazret-i Esma anamız diyecek ki “Ey Hattab’ın oğlu Ömer! Niye öyle söylüyorsun, sizinki hicret de bizim hicretimiz hicret değil mi? Sizin çektiğiniz çileler çile de bizim çektiklerimiz çile değil mi? Ey Ömer! Seni Resulullah’a şikâyet edeceğim, bu söylediğin sözleri Re­sulullah’a söyleyeceğim Hattab’ın oğlu, ni­ye öyle olsun?” dedi. “İtiraz ediyorum, öyle olmamalı” dedi. “Sizin hicretiniz ka­dar bizimki de kıymetli olmalı, senin ca­nın sıkılınca oğlunu kızını aldın Resu­lullah’a koştun. Senin canın daralınca koş­tun Mes­cid-i Nebevi’ye Resulullah’ın yü­züne bak­tın. Ben şu çocukları gurbette pey­gamberi görmeden büyüttüm. Ben ya­pa­yalnız, ko­camla beraber, Allah için mem­leketimi terk ettiğimde Resulüllah ‘Gidin!’ deyince, “İmanınızı koruyun!” deyince, “Ora­da ada­letli bir kral vardır” deyince akrabamızı, malımızı hiç düşünmeden gittik. Bizim hicretimiz niye hicret olmasın, bizim çek­tiklerimiz niye çile olmasın? Bizim çek­tiklerimiz az mı Ömer!” dedi. “Sen bilir misin gurbete bu çocukları Müslüman ye­tiştirmek nasıl bir şeydir. Sen bilir misin, gurbette Kur’an’ı çocuklara sevdirmek nasıl bir şeydir. Ben seni Resulullah’a şikâyet edeceğim” dedi. Hazret-i Peygamber’in huzuruna geldi bir kadın, Esma bint Umeys. Resulullah’a gel­di. “Ey Allah’ın Resulü” dedi. “Hattab’ın oğ­lu Ömer’in söylediklerini duydun mu?” “Ne dedi?” dedi Allah Resulü. “Ey Es­ma! Hicretiniz mübarek olsun ama sizin hic­retiniz bizimki gibi değil” dedi. “Biz Re­sulullah’ın hicreti gibi hicret ettik, biz Mekke’den Medine’ye geldik ama siz Ha­be­şis­tan’dan Medine’ye geldiniz, bizim hic­­re­timiz sizin hicretinizden efdaldir” dedi. “Bu doğru mu ya Resulullah, Ömer’in içti­hadı doğru mu? Allah aşkına ey Allah Re­sulü! Neden Bizim hicretimiz Ömer’in hicretinden daha az sevabı olsun. Bizimki çile değil mi ya Resulullah, bizim çektiklerimizi Allah Azze ve Celle bilmiyor mu ya Resulullah? Biz neler çektik o gurbet elinde.” Hazret-i Peygamber “Esma!” dedi, “Ömer’e söyle, Al­lah size iki hicret sevabı verecek. Ömer’e bir hicret sevabı verecek. Siz bir Mekke’den Habeşistan’a gittiniz muhacir oldunuz, bir de Habeşistan’dan Medine’ye geldiniz iki kere muhacir oldunuz. Sizin hicretiniz, iki hicrettir” dedi. Hicretini ikiye tamamlayan Ahmet Am­mar’a Zeytinburnu’ndan selam olsun! Ne gü­zel yürüyüştür o. Ölüm Ammar'ı anasının onu doğurduğu Malezya’da da bulabilir­di. O kendi memleketinde de vefat edebilir­di. Yo­la düşmek varmış, gelip senin memleketinde, Eba Eyyüb el Ensari’nin koluna girerek Re­sulüllah Efendimizin huzuruna Abdullah El-Müzenni gibi yürümek de varmış. Haz­ret-i Peygamber’in candaşlarıdır onlar. Hic­retin gölgesinde bir gençlik lazım bi­ze. Bizim gençliğin internetin, eğlencenin, sporun, siyasetin, müziğin, her türlü dijital küfürün, sanal dünyanın iyice gevşettiği iyice dünyevileştirdiği bir dünyada Ahmet Ammar gibi isimlere... İnanın henüz 20 yaşında çocuklar, benim bile çok ihtiyacım varmış. Güzel söz söylemek, güzel söz ko­nuşmak öyle çok da maharet değildir. Hat­ta öylesine karmaşık duygular yaşadım ki bugün şu salonda, kelimeleri zindana ata­sım geldi şu an, dilime kilit vurasım geldi şu an. 20 yaşında o kadar mı büyük oyna­nır delikanlı, 20 yaşında o kadar mı bü­yük kazanılır aslanım!? 20 yaşındasın, benim senin yaşında oğlum var, 93 doğumlu. 20 yaşında bir adam bu kadar büyük ticarete mi gidermiş! Sana, bana bu salonlarda onu konuşma kalmıştır. Ben bu gençleri asr-ı saadetten tanırım. Resulüllah Efendimiz (sav), kâinatın sul­tanı, nebiler nebisi Mekke’den Medine’ye gidiyordu, hicret diye. Medine’ye az bir şey kalmıştı; 40-50 km var mıdır bilmiyorum, ancak o kadardır belki de. 50-60 kişilik bir grup, çölün silahlı askerleri önlerini çevirdi ve gündüzün sıcağında alelacele Medine’ye yetişmeye çalışan Peygamber Efendimiz, Haz­ret-i Ebubekir Efendimiz ve onlara yol gös­teren bir kâfir, puta tapan Abdul­lah ibn-i Muraygıt. Hiç Müslüman olmaya­cak, ne ga­rip bir adam. Resulullah’ı Mekke’den Medine’ye getirecek iki deve karşılığı. Haz­ret-i Peygamberi iki deve karşılığı Medine’ye getiren bu adam, Peygamberimiz Sevr’in arasında saklanırken Ebu Cehil yüz deve va’d etmişti, “Muhammed’i ölü ya da diri getirene yüz deve!” Bu adam, benim Peygamberimi, yüz deveyi duyduğu halde elin gavuruna satmadı biliyor musunuz? Şimdi sana bunu konuşmak kaldı aslanım, sen olsaydın bu durumda yüz deveye satar mıydın, satmaz mıydın? Olur mu hocam, satar mıyız? Ben seni sabah ezanında te­raziye koymak isterim. Bir film için, bir derbi maç için kaç namazın kafasını ko­parıyor Müslümanlar. Ben seni ezan okunduğu vakit teraziye koymak isterim. Hazret-i Peygamber’in önünü kesen 50 ya da 60 kişilik silahlı grup “Durun!” dedi. Resulüllah durdu. Başlarında 25 yaşlarında bir genç, uzun boylu zayıf yüzlü. Yüzü de upuzun, burnu çengel gibi aşağı sarkık, çe­kik gözleriyle sert bakışlı bir çocuk. Siz bunu daha sonra Kafkaslarda tanıyacaksınız. Bu delikanlı “Kimsiniz?” dedi, “Çıldırdınız mı? Bu öğlenin sıcağında çöle düşmek ölüm­dür, ölüm. Siz delirdiniz mi? Bu gündüz sıcağında üç kişi çölde gider mi hiç! Ölümü göze alması lazım insanın. Siz necisiniz, nereye gidiyorsunuz? Hazret-i Ebubekir Efendimiz delikanlıya dedi ki “Evladım, bizi Yesrib’te bekleyenler var, biz Sevr Ma­ğa­rasında üç gün fazladan saklandığımız için merak içindedir Müslümanlar. Biz, kar­­deş­lerimizin merakını gidermek için, bir an evvel Medine’ye kavuşmak için acele yol al­malıyız, ne olur yolumuzu kesmeyin” dedi. “Bizden kimseye zarar gelmez” dedi Bureyde. Bu genci iyi tanıyın, oğlunuz torununuz olursa Bureyde cebinizde saklı bir isim olsun. Hazret-i Bureyde “Öyle gidilmez buradan!” dedi “Siz ya benim sülalemi ta­nımıyorsunuz ya benden haberiniz yok sizin. Bu çöllerde benden habersiz yol alamaz adam” dedi. “Bu çöllerdekiler ya Bureyde’nin düşmanıdır ya dostudur. Düş­manlarım benden çok korkarlar; dostlarım­sa benim soframa oturmadan bir yere gi­demezler” dedi. “Ben sizi sevdim” dedi. “Siz zararsız insanlara benziyorsunuz.” Senin ülkende terörist muamelesi gören Bediüzzaman’ı, Malezya’dan bir Müslüman koşarak gelecek, “Bu milletin akidesini Bediüzzaman kurtardı” diyecek. Ben bu sözü 1930’larda duymak isterdim, ben bu sözü 1940’larda duymak isterdim. Ben bu sözü Kastamonulu Nasrullah Paşa Ca­mii’nin müftüsünden duymak isterdim. Ben bu sözü Denizli’nin Merkez Camii’nde duymak isterdim. Ben bu sözü Emirdağ’ın Ulu Camii’nden duymak isterdim. Ben bu sözü Eskişehir’in meydanında duymak isterdim.  Ben bu sözü Afyon’da duymak isterdim. Ben bu sözü Bediüzzaman Haz­retlerinin bu memlekette diyar diyar sür­gün gezdirildiği memleketlerde duymak isterdim. O adam bizim itikadımızı kur­tarıyor, elin adamı bu millet üzerinde operasyon yapıyor. Derken kardeşlerim, Büreyde, “Bu sof­ra­ya oturacaksınız!” dedi. “Benden ye­mek ye­meden kurtulamazsınız.” Allah Re­su­lü’nün hoşuna gitti bu gencin cesareti. Haz­ret-i Ebubekir Efendimize “Ey Ebubekir! Onu önümüze Allah çıkardı, bırak gide­lim” dedi.” Delikanlıyla köye gittiler. Bürey­de sofra hazırladı, ikramda bulundu. Al­lah Resulü o gün akşam Meryem Suresi’nin dokuz ayetini anlattı onlara. Meryem Sure­sinin dokuz ayeti... Büreyde’nin evinde, ge­cenin geç yarılarına kadar yapılan sohbet... Resulüllah sordu. “Senin adın ne?” “Benim adım Büreyde, Büreyde ibn-i Hasip.” Bü­reyde serinlik demek Türkçe. Ferahlık, soğukluk. Berid soğuk, büreyde ferahlık. Büreyde deyince Resulüllah döndü Hazret-i Ebubekir’e “Ey kardeşim Sıddık, demedim mi sana Allah bize bu yolda bir ferahlık çıkaracak. Gördün mü, Allah bir serinlik çıkardı.” Resulüllah tanışırken dört şeyi sorardı, ikinci sorusunu sordu. “Evladım senin sülalen hangi sülale, sizin soyu­nuz ne diye bilinir buralarda?” Büreyde “Bizim sülalemize Sehiloğulları derler” de­di. “Sehl” kolaylık demek. “Gördün mü Ebu­bekir, Allah bizim yolumuza bir ko­laylık çıkaracak demedim mi sana, deme­dim mi bir kolaylık çıkacak bu işten?” “Büreyde bu yöreye ne derler, Bureyde sizin topraklarınızın adı nedir?” “Sehmoğulları ya Resulullah” Sehm Arapça pay demektir. Hazret-i Peygamber, “Ebubekir payımıza bura düştü bizim, gördün mü?” İsmiyle, sülalesiyle ve memleketi ile Resulüllah ta­rafından iftiharla takdir edilen bu güzel sözleri duyunca Bureyde, oracıkta iman edecek. “Az önce çölde yürüyen bir ga­riptiniz benim için, karnı doyurulacak garip bir misafirdiniz. Ben şimdi inandım ki sen Allah’ın Resulüsun ya Muhammed. Ey kavmim! Beni kendinize lider seçtiniz. Ben bu kavmin lideriysem eğer, beni tasdik edip siz de İslam’a girerseniz ben sizinle yaşamaya, sizin köyünüzde oturmaya de­vam ederim. Ama siz İslâm’a girmezseniz, ben artık sizin içinizde durmam; Medine’ye ben de giderim” dedi. O gün sabaha kadar Büreyde’nin köyünde Müslüman olmadık bir insan kalmadı; herkes İslam’a girdi. Büreyde (ra), imanıyla bir köyü imana getirmiş delikanlıdır 25 yaşında. Sabah olunca Resulüllah Efendimiz deve­lerine bindiler ve Medine’ye gidecekler. Al­lah Resulü yola çıktı, gidiyordu. Hazret-i Büreyde atına bindiği gibi yıldırım gibi koştu Peygamberin önüne. Allah Resulü tebessümle sordu: “Şimdi ne oldu ey Bu­reyde! Yine ne oldu, niye çevirdin önü­müzü?” Ya Resulullah! Sana bir sancaktar lazım. Ardından başından açacak sarığını, kılıcının ucuna bağlayacak ve göğe doğru kaldıracak, “Ben çölde Resulullah’ın san­cak­tarıyım” diyecek. Çölün yollarını aça­­cak. Meğer buraya gidenin yorul­duğu yerlerde yürüyecek gençler var­mış. Ah­met Ammarlar yürüyecekler Efendi­mizin ardından; başlarındaki sarıkları ka­lem­lerin uçlarına takıp “Seninle yürürüm ya Resulallah” diyecek. İman hakikatlerini ben çocuğuma öğretemezken, Risale-i Nur­lar’ı ben evladıma Türkiye’de Türkçe konuş­tuğum halde öğretemezken Osmanlıcayı, Türk talebelerinin de girdiği imtihanda birincilik alarak başımızı önümüze düşü­recek. Bu çağın Büreyde yüzlü delikanlıları varmış demek ki. Bu asrın Büreydeleri de olacak, yarının Büreydeleri de olacak. Şimdi bizim toprağımızda bu güzel cen­net vatanımızı zenginleştiren Malezyalı bir delikanlının ardından bir yıl sonra, Re­sulüllah Efendimizin şu hadis-i şerifine sığınarak -vefa imandan bir cüzdür- vefa göstermek için geldiniz. Rabbim azze ve celle önden giden delikanlılarımızın tak­siratını affetsin, derecesini âli eylesin. Kıymetli kardeşlerim! Allah cümlemizin son nefesini son anını hayatımızın en kıymetli anı eylesin. Allah’a en yakın olduğumuz bir anda can vermeyi cümlemize nasip eylesin. Ben böyle güzel bir gecede, Hayrat Vak­fımızı, faaliyetlerinden dolayı can-ı gö­nül­den tebrik ediyorum. Bu gecenin bir parçasında olmak benim hayatımın en şeref, en onur duyduğum anlarından biridir. Cenaze arabasıyla Eyüp Sultan’a doğru gi­­den tabutun içinde Ah­­met Ammar’ın yerinde olmayı ne çok ister­­dim. O şekil­de, o güzellikte, o safiyette def­teri fazla kir­letmeden, defteri fazla karartma­dan gen­cecik çağında, Allah yolunda yü­rüdü­ğü güzel bir hizmetin ortasında “Hadi gel!” deyince Allah azze vecelle, bazen so­runun cevabını size vermeden “Tamam, ben anladım” cevabını der. 20 yaşında ça­ğırır adamı. “Ben razı oldum kabul, sen söylemeden doğru cevabı bildin” derler adama. Ahmet Ammar güzel geldin, güzel gittin. Çok değerli babası “Bir oğlum daha olursa onu da Türkiye’ye gönderirim dedi.” Allah ne takdir eder ona ben karışmam, bilemem ama merak etmesin, Türkiye’de onun binlerce Ahmet Ammar’ı var. Artık Ahmet Ammar’ın yerinde ve yanında onu yaşatacak, onun dokunup bıraktığı yer­den bu bayrağı daha ötelere yürütecek, Efendimiz (sav)’in Kafkas Dağları’na kadar çıkmış Büreyde ibn-i Hasip gibi, Urfa te­pelerinde Hazret-i İyaz bin Gannem gibi, Diyarbakır topraklarında Süleyman bin Halid bin Velid gibi, İstanbul surlarında Halid ibn-i Zeyd, Eba Eyyüb el-Ensari gibi dünyanın dört bir yanında, iman hakikatlerini taşıyacak gençler var. Allah içimizdeki aşkı söndürmesin. Al­lah dünyanın ağırlığını kalbinizin içine doldurmasın. Dünya kalbinizin içine gi­rerse, yürümek yorar adamı. Allah bizi dün­yayı put edinen, dünyayı kendine maksat edinen gafillerden etmesin. Cenab-ı Hak azze ve celle iki çulun arasında Peygam­ber karşısına gelmiş delikanlının servetini Rab­bim bize de nasip eylesin. Musab bin Umeyr (ra) gibi… Uhud’da yüzüstü yere kapandığında Efendimiz (sav) “Bu kim­dir?” dediğinde, çevirdiler Musab Bin Umeyr. Efendimize çok benzediği için Haz­ret-i Muhammed diye şehit ettiler onu. Efendimizin boyu kadar boyu vardı. Vücut hatları Efendimiz ile birebir örtüşüyordu. Uzaktan bakan Hazret-i Muhammed zan­nederdi Musab bin Umeyr’i. İşte bu Mu­sab’ı Kinane denilen katil Uhud’da, Haz­ret-i Muhammed’i öldürdüm diyerek şehit edecekti. Yüzündeki miğferi kapalıydı. Onu yüzünden tanımamışlardı; şehit et­miş­lerdi. Mübarek Musab bin Umeyr Kur’an’ın ilk öğretmeni… Peygamber gör­memiş topraklara peygamberi anlatmış kişi. Medine’de Akabe tepelerinde biat etmişler hariç bir tane Müslüman yok iken Yahudilerin olduğu, putperest Arapların olduğu, Hristiyan Arapların olduğu din­siz bir toplumun olduğu Medine’ye gelip hiç görmeden resmini, sesini hiç kimse duy­madan Hazret-i Muhammed’i anlatarak Medine’ye İslam’ı yerleştiren yiğittir. İs­lam’ın ilk öğretmenidir. Musab bin Umeyr (ra) Efendimizi sevdir­miş, hiç peygamber görmemiş bir topluma. Uhud’da şehit düşünce, Efendimizin içi yanmış. Resulüllah hıçkıra hıçkıra ağla­mış. Musab bin Umeyr’i kabre indirirken Abdurahman ibni Avf diyor ki: “Musab’ın gömleğini başına doğru çekince ayakları dizine kadar görünüyordu aşağı doğru çekince yüzü gözü boyuna kadar açılıyordu. Biz onun elbisesini, kısacık entarisini başına doğru çektik, dizinden aşağıya izhir otları döktük” diyor. “Kefen olarak izhir otları serdik.” Musab bin Umeyr... Hazret-i Peygamber, işte o delikanlı için Allah’tan cennet iste­yecek; “Ya Rabbi Musab bin Umeyr Mek­ke’nin en zengin ailesinin çocuğuydu. An­nesi her dediğini yapıyordu. İslam’a gir­diği zaman anası onu evlatlıktan kovdu, malından mahrum etti. Sebat etti. Ya Rabbi o seni ve Resulünü seçti. Sonra şuraya geldi, senin rızan için cihat etti. Uhud’da şehit oldu. Ya Rabbi senden isterim ki peygamberine vadettiklerini Musab Bin Umeyr’e de na­sip et. Allah’ım bana vadettiklerinden eksilt­meden Musab’a da ver ya Rabbi. Musab bin Umeyr her şeyini, dünyadaki her şeyini senin için terk etti. Ben şahidim ya Rabbi. Efendimizin kucağında cennete yürüyen çocukların yurdu... Sonra dönüp bakacak Uhud Dağı’na doğru. Allah Resulü ne demişti, hatırladınız değil mi hadis-i şerifi, “Uhud bizi sever biz Uhud’u severiz.” Artık Malezya haritasına bakınca biz Ma­lezya’yı severiz Malezya’da bizi sever diye­ceğiz. Memleketimize Bureyde olup gelen, ülkemize Musab Bin Umeyr gibi yürüyen, bizim asrımızın Abdullah el-Müzenni, Zü­bicadeyni Ahmet Ammar’ı biz sevdik, Al­lah’ım sen de onu sevdiklerinin arasına karıştır ya Rabbi. Onu Efendimiz (sav)’in komşuları ile şereflendir. Allah’ım onun şehitliğini kabul et. Allah’ım onu katında şehitlerden Sıddıklardan yaz! Bizleri iman davasında sabit-kadem kıl Ya Rabbi! Gençliğimizi, enerjimizi, kuv­veti­mizi, bilgimizi rızan yolunda kullanmayı nasip eyle Allah’ım!

Ömer DÖNGELOĞLU 01 Mayıs
Konu resmi11. Lem’a
Risale-i Nur

Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : Mirkatü’s-Sünne ve Tiryâk-ı Marazü’l-Bid’a, 11. Lem’a, 5. Lem’aRisalenin Telif Tarihi : 1933 (tahminen)Dili : TürkçeMüellife Göre Değeri :- Şirkle imanı ve kötüyle iyiyi ayırmak için bir cevher ve ölçüdür.- Sünnet-i Seniye’ye uymanın maddî ve manevî faydaları anlatılmaktadır.- Sünnet-i Seniyeye itiraz edenlerin itirazlarına mükemmel ve muntazam cevaplar veren bir risaledir.- Görünürde 15-16 sahifeden ibaret küçük bir risale olmakla birlikte hakikatte neşrettiği nurla çok büyük denizleri geçecek bir azamette ve çok büyük yıldızların nurlarını setredecek kudrettedir.- İstikametli bir tefsir, i’câzlı bir beyan, nurlu bir ilândır.- Beş ayet-i kerimenin ve dört hadis-i şerifin tefsiridir.Konusu : Sünnet-i Seniyenin hakikatini, mahiyetini, hikmetlerini beyan etmek ve bid’at hastalıklarını defetmekRisalenin Metodu  : Naklî haberlerle delillendirme ve bunların açıklanmasıOtoriter şahsiyetleri delil göstermeMünazara (soru-cevap)Mantık ilmi delillerini kullanmaOlumsuz fikirlerin kötü sonuçlarını göstermeHakikati keşif ve hikmetleri beyan etmeFıkhî hükümleri kullanmaFıtrat delilini kullanma Nüktelerde geçen bahisler şu şekilde özetlenebilir: BİRİNCİ NÜKTE: Sünnet-i Seniyeye uy­mak önemlidir. Bidatlar zamanında bunun daha büyük bir önemi vardır. Özellikle üm­metin fesada düştüğü bir zamanda sünnetin küçük bir adabına dahi uymak kuvvetli bir imanın ve çok değerli olan takvanın bir habercisidir. Sünnet-i Seniyeye uymak Peygamber Efen­dimizi (sav) ve İslam dininin edebini hatır­lat­maktadır. Bu hatırlatma insanda ilahi hu­zurda olma bilinci uyandırarak kalbin Al­lah’a yönelmesini sonuç vermektedir. Bu hal ise bir ibadettir. Demek Sünnet-i Seniyeyi âdet edinenin bütün hareketleri ibadet hükmüne geçmektedir. İKİNCİ NÜKTE: İmam-ı Rabbânî’nin tes­pitine göre Sünnet-i Seniyeyi tarikatı­nın esası yapan evliyaların dereceleri diğer­lerine göre daha parlak, daha haşmetli, daha güzel, daha emniyetli görünmektedir. Hatta bu evliyaların içinde sıradan olan bir veli dahi başka velilerden daha haşmetli görünmektedir. Evet, Sünnet-i Seniyeyi esas alan insanlar, Allah’ın en sevgili kulu olan peygamber efendimizin (sav) gölgesinde Allah’ın sevgili kulu olma makamını kazanırlar. ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Bediüzzaman Said Nur­sî Hazretlerinin ifadelerine göre kendi­leri Eski Said’den yeni Said’e çıkmaya çalış­tığı bir zamanda rehbersizlikten ve nefs-i emarenin gururundan manevi fırtınalar ya­şa­mıştır. Böyle bir zamanda Sünnet-i Se­niyenin bir pusula ve karanlıkları dağıtan bir düğme gibi olduğunu görmüştür. Sün­net-i Seniyeye uydukça ağırlıklarının hafif­lediğini, tereddütlerden kurtulduğunu, yo­lu­nun aydınlandığını, baskıların kalktı­ğını hissetmiştir. DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri “ölüm haktır” hük­münü tasdik etmekten ve âlemin fâni olu­şunu düşünmekten gelen bir ruh ha­liyle kendisini üç büyük cenaze başında durduğunu tefekkür etmektedir. Birincisi: Kendisiyle ilgili olan yaşamış, ölmüş tüm canlıların manevi cenazelerinin başında bir mezar taşı görmesidir. İkincisi: İnsanlıkla ilgili olan ve ölmüş tüm canlıların mezar taşı olan yüzyılımızda bir karınca olarak kendini görmesidir. Üçüncüsü: Evrenin kı­yametle gerçekleşecek ölümü ve kendi ölümünü görmesidir. Hz. Üstad ölümüyle tüm sevdiklerinin ken­disini yalnız bırakmalarından gelen hüzünlü vaziyette iken “ey şefkatli resül! Eğer seni dinlemeyip senden yüz çevirirlerse artık de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ilah yoktur. Ben ancak ona tevekkül ettim. O büyük arşın rabbidir” mealindeki ayetin teselli verdiğini ifade etmektedir. Bu teselli ile varlıkların ölümle yok olmadığını, ahirete gittiklerini bilmiştir. Bu mana ile üç büyük cenazenin mahiyetleri değişmiştir. Yani o cenazeler Hakîm, Rahîm, Âdil ve Kadîr olan Allah’ın tasarrufunda bir seyerân, bir cevelân ve bir sefer olduğu hakikati ortaya çıkmıştır. BEŞİNCİ NÜKTE: Sünnet-i Seniyeye uy­manın ne kadar önemli olduğunu “de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, o halde bana tabi’ olun ki Allah (da) sizi sevsin.” Ayeti göstermektedir. Bu ayet mantık ilminde kıyas-ı istisnaî* denilen bir kıyası göstermektedir. Bu kıyasa göre güneş doğsa gündüz olur. Gündüzdür denildiğinde güneşin doğduğunu, gündüz değildir denildiğinde de güneş doğmadığı hükümleri kesin olarak verilmektedir. Evet, bu kıyas ile ayete bakıldığında şöyle hükümler ortaya çıkmaktadır: Allah’ı sevi­yor­sanız, Hz. Peygambere (sav) uyulmalıdır. Hz. Peygambere uyulmuyor öyle ise Allah’ı sevmiyorsunuz demektir. Evet, Allah’a iman eden elbette ona itaat etmelidir. İtaat yolları içinde ise en kısası, en selametlisi, en makbulü, en istikametlisi Hz. Peygamberin (sav) gösterdiği yoldur. Çünkü Hz. Peygamber (sav): - Yüce Allah’ın bu kadar ihsan ettiği ni­metleri için kullarından istediği şükür yolu­nu göstermektedir. - O, Yüce Allah’ın muhatabı, tercümanı, kul­ları için bir imam ve onlara ilahi vahyin tebliğcisidir. - Hz. Peygamber (sav) , kâinattaki bütün güzel­liklerin bir sebebi, ilahi isimlere en cami’ bir ayna, en güzel ve mükemmel kul­dur. Bun­dan dolayı Yüce Allah Hz. Pey­gamberin (sav) modellenmesini istemek­tedir. Allah sevgisi Sünnet-i Seniyeye uymayı ge­rekli kılmaktadır. ALTINCI NÜKTE: İslamiyet’in ve Sün­net-i Seniye’nin esasları tamamlanmış eksik bir şey kalmamıştır. Bunları yeni icatlarla beğenmemek, eksik görmek, tenkid etmek bid’attır. Bu ise “bu gün size, dininizi kemale erdirdim” mealindeki ayete ve “Her bid’at dalalettir. Her dalalet ise ateştedir” mealindeki hadis-i şerifine göre dalalettir. Ateştedir. Devam Edecek * Kıyâs-ı İstisnâî: Neticenin aynı veya kar­şıtı, mukaddemelerinden birinde bilfiil zik­redilirse, ona kıyas-ı istisnâi denilir. Baş­ka bir tabirle, neticesi veya zıddı bizzat ken­disinde zikredilen kıyas. Güneş doğmuş ise, gündüzdür. Lakin güneş doğmuştur. Bu su­rette gündüz olmuştur. Gündüz olmuş­tur ne­ticesi görüldüğü üzere kıyasın içinde geç­miş­tir. Ahmed Hamdi Şirvânî, Muhtasar Man­tık, (Mantık Metinleri içinde), İşaret yayın­ları, İstanbul, 1998, s. 51.

Muhammed AYDIN 01 Mayıs
Konu resmiŞartlara Teslim Olmazsan Şartlar Değişir, Sana Teslim Olurlar
Eğitim

Şartlara Teslim Olmazsan Şartlar De­ğişir, Sana Teslim Olurlar Sultan İkinci Mehmed henüz yedi yaşlarında iken hocası Molla Ak Şemsüddin kulağı­na eğildi ve başarının en önemli kuralını fısıldadı: “Hedefini tespit etmelisin.” Önce hedef belirlendi: “Kostantiniyye mut­laka fethedilecektir.” Ak Şemsüddin hedef tespitinden sonrasını da söyledi: “Dağ ne kadar yüksek olursa olsun, yol onun üzerinden geçer. Sen dağ olmaya he­veslenme, asla gururlanma; yol ol ki, herkes senin üzerinden geçerken, sen dağların bile üzerinden geçesin.” “Hocam, ya şartlar elverişli olmazsa?” diye sor­du. Ak Şemsüddin hiç duraksamadan cevap verdi: “Şartlara teslim olmazsan şartlar değişir, sa­na teslim olurlar. Çok çalışır, çok dua eder ve çok istersen Allah’ın rahmeti tecelli eder, rahmet tecelli ettiğinde nice olmazlar ta­hakkuk eder.” Ve günü gelince, çocuk yaşına bakmadan Bizans’ın fethini düşünmeye başladı. Çandarlı Halil Paşa, gencecik padişahın niyetini duyar duymaz telaşlandı. Sadra­zamdı. Sadrazam olarak genç padişaha yol göstermek gibi bir sorumluluğu vardı. Bu çocuk (Padişah) bir çocukluk edip Bizans’ın üzerine yürümeye kalkarsa, alimallah Os­manlı mülkü pâymâl olabilir, hatta elden gidebilirdi. Ümmet-i Muhammed’i bir ace­minin acemiliğine kurban etmeyecekti. İkaz görevini yapacak, kelle pahasına olsa bile Padişahı bu maceradan vaz geçirecekti. Bir gün hışımla genç padişahın huzuruna girdi ve selamı bile unutup sordu: “Sen ümmet-i Muhammed’i hisar önünde telef etmek mi istersin?” Genç Hünkâr, baba yadigârı Sadrazamının öfkelenmesinin sebebini az çok tahmin etmişti. Fakat ağzından duymak istiyordu: “Hangi sebepten ümmet telef olubdur koca vezirim?” “Bizans’ı feth itmeğe and vermişsin. Üm­metin telefatine başkaca sebep ne lâzım?” “Beli, and verdik. Ya biz Bizans’ı, ya Bizans bizi alacak dedik! Bir mahzuru mu var?” “Elbette!” diye cevap verdi Sadrazam, ko­nu­şurken uzunca sakalı titriyordu: “Elbette ki mahzuru var, olmayacak duadır ki, akl-ı selim olmayacak duaya hiç bir vakit âmin demez.” Sultan İkinci Mehmed gülümsedi: “Hangi duayı kabul edeceğini ancak Hak Tealâ bilir. Biz sadece arzımızı yapar hükm-i İlâhiyi bekleriz.” Kalktı, Sadrazamına doğru birkaç küçük adım attı. Gözlerine baktı: “Her daim demez misin ki, kul kısmı gaza yolunda elinden geleni yapmakla mükelleftir. Biz dahi muştunun (fetih müjdesinin) tahakkuku cihetinde say ede­ceğiz. İnşaallahu Teâlâ fetih mukarrerdir.” “Nereden belli ki?” “Doğru, henüz belli değil. Zaten teşebbüs olmadan tahakkuk olmaz. Biz dahi teşebbüs üzereyiz.” Koca Sadrazamın aklı bu işe bir türlü yat­mıyordu. İkna olmamıştı. “Baban alamadı, ondan öncekiler de ala­mamıştı, sen nasıl alacaksın?” dedi hafiften alaycı. Genç hükümdar hışımla pencereye dön­dü. Bir süre yeniçerilerin koşturmasını sey­retti. Onlar fethe inanıyordu. Ama yaşlı Sad­ra­zamını henüz inandıramamıştı. Yüreğine ince bir sızı girdi. Bir an için endişelendi. Ne de olsa yaşlı Sadrazamın müthiş bir tecrübe birikimi vardı. On beş yaşından beri devlet hizmetindeydi. Ken­disi ise on beş yaşını geçeli ancak birkaç yıl olmuştu. Bu açıdan şartlar aleyhine görünüyordu. Fakat şartlara teslim olmayacaktı. Çandar­lı’ya döndü: “Bak a vezirim” diye söze başladı, öfkesini te­reddüdüne sarıp yutkunarak; “ben ne babama benzerim, ne babamdan öncekilere. Şimdiki zaman başkaca zamandır. Çaresi yok fetih olacak.” İhtiyar Sadrazam, tezini savunma kararlılığı içinde tek geri adım atmadı: “O zaman bil ki, bunun mesuliyeti tama­mıyla sana aittir, çünkü akıbeti hayır gör­müyorum. Bizans İmparatoru unvanını ala­yım derken, korkarım padişahlıktan da olacaksın. Bu ne hırs!” Padişah ilk defa öfkelendi: “Hırs değil iman!..” diye bağırdı, “dedik ya biz onu, ya o bizi! Hakikatli hükümdar olmanın başkaca çaresi yoktur.” “Elinde olanla yetinsene!” “Elimdekiyle yetinirsem elimde olan da gider Çandarlı, ne belledin. Zirvede durulmaz, ya devamlı tırmanırsınız, ya da aşağı kayarsınız. Ben gencim, tırmanacağım.” Çandarlı çıkmak için toparlanırken: “Ben söylemiş olayım, Hak Teâlâ ve kulu nezdinde mesuliyetten kurtulayım da, sen yine ne ki istersen yap, padişah sensin.” “Şükr olsun biz padişah-ı cihanız ve Kostan­tiniyye’yi fethedeceğiz.” “İmkânsız” diye dudak büzdü Çandarlı Halil Paşa. “Neden koca vezir?” “Çünkü surlar çok muhkemdir, muhkem surları yıkacak cesamette (büyüklükte) to­pu­muz yoktur.” Genç hükümdarın karşısına yine şartlar ve sebepler çıkmıştı. Ak Şemsüddin Hoca’nın sözlerini hatırladı. Gülümseyerek sordu: “Surları yıkacak toplar günün birinde ya­pılacak mı?” “Evet” dedi Sadrazam, “günün birinde her hal yapılır.” Genç hükümdar kükredi: “İşte bu gün o gündür vezirim! Topları kul­lanarak surları tar ü mar edecek Padişah da karşında duruyor.” Ne demişti Ak Hoca: “Şartlara teslim olmazsan şartlar değişir, sa­na teslim olurlar. Çok çalışır, çok dua eder ve çok istersen Allah’ın rahmeti tecelli eder, rahmet tecelli ettiğinde nice olmazlar ta­hakkuk eder.”

İrfan MEKTEBİ 01 Mayıs
Konu resmiBarbarlıklar Yarışı
Tarih

“…………..Bil ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, beşerin saadeti bu ikisi iledir………” (17. Lema) Her milletin barbarlığı kendisine öz­­gü­dür. Kimisi kafa keser, kimi­si 7 tonluk konvansiyonel silahlar­la uzak­­tan kitle katliamı yapar’1 der Bar­barlık­lar Çatışması adlı eserinde Gilbert Achcar. Bu hal Garaudy’nin “Dünya gemi­si bat­mak­ta”2 çığlığıyla ötüşen bir ahvale denk düş­­mektedir. Barbarlığın faili de, mağdu­ru da, muhatabı da mikro ölçekte insan, mak­ro ölçekte insanlıktır. Dünya kendi tarihi boyunca pek çok bar­barlıklara, katliamlara, savaşlara, ölüm­lere zulümlere tanıklık etmiştir. Her bar­bar­lık ve zulüm dönemi, sonraki nesiller, dün­ya­nın sonraki sakinleri tarafından bir me­de­niyetsizlik olarak değerlendirilmiş, in­­san­lık dışı olarak tanımlanmış, utançla anıl­mış­tır ki zaten öyledir. Ancak ‘şiddete da­yanan bir medeniyetin’ teşekkül etmiş ol­duğundan da bahseder Ferrero.3 Bu sonuç, tarih boyunca barbarlığı kullanmış olan insanlığın bir kıs­mının ürünüdür. Bu günlerde insanlığın bizatihi yine ken­disi; dünya gemisini, insanlığını, “insanlığı” batıran yeni bir barbarlık formatı ile yüz yüzedir. Bu yeni barbarlık modeli, içerisinde bir barbarlık çatışması barındırıyor olsa da daha ziyade bir “barbarlıklar yarışı” haline dönüşmüştür. Suriye’de bir elin parmak sayılarını tamam­layan yıllar, artık ikinci elin parmak sayı­larına geçerken, ölenlerin sayıları yüz bin­­lerle, yaralıların sayıları milyonlarla; yi­ne ül­kelerinden göç edenlerin sayıları mil­yonlarla telaffuz edilmektedir. Suri­ye coğrafyasında dünyanın değişik coğrafya­larından gelen, Su­­riye’de yaşananlara üzül­düklerini ve kar­şı olduklarını ifade eden pek çok medeni­ye­tin mensupları, coğrafya üzerinde arzu et­tikleri her türlü hoyratlığı uygulamak­tan, istedikleri dağı, ovayı konvansiyonel si­­lah­­larla ya vurmaktan veya vurulması­na göz yummaktan kaçınmamaktadırlar. Yi­ne Suriye coğrafyasında, kendilerine kar­şı olunduğu dünyanın ekseriyeti tara­fından deklare edilen ve insanlık için teh­dit ola­rak kabul edilen muhtelif terör örgüt­leri­nin de aynı coğrafya ve coğrafyanın in­san­ları üzerinde, bir başka şekilde hoy­ratça davranışlarına zımnen müsaade edil­mektedir. Birbirinin karşıtı olan, birbirlerine kar­şı ol­duklarını ifade eden barbarlar, bir üçüncü taraf olan Suriyelilere karşı kendi for­masyonlarındaki barbarlık yöntem­leri­ni uygulamaktadırlar. Suriye ve Suriyeli­­ler üzerinde bir “Barbarlıklar Yarışı” yaşan­maktadır. İnsanlığın tarihte çok defa tanıklık ettiği bu barbarlığın, günümüzde alışılmışın dışında yeni bir formatla daha tezahür ettiği, biçim değiştirdiği görülmektedir. Son yüzyıldır geçirdiği yıkıcı savaşlardan sonra tekrar doğrulmayı, ayağa kalkmayı başaran, “doğu” ve “batı” olarak fikri ve zihni bir ayrılığın bir tarafını oluşturan, muasır medeniyet, sosyal devlet, refah devleti ve toplumu, müreffeh bir hayat, ge­lişmişlik ölçütleri, kişi başına düşen milli gelir vb. gibi kavramların içini dolduran, ve kendisini de bu anlamda bir ölçüt, bir kriter olarak konumlandıran, kendisini bi­reylere, toplumlara, devletlere ulaşılması gereken bir hedef olarak sunan, bu sunuşun içerisine teknolojiyi olduğu kadar yaşam biçimlerini de dahil eden batı ve bütün sahip olduklarıyla oluşturduğu medeniyeti; göçmenlerden nicesinin denizde boğulmayı göze alacak derecede ulaşmak istedikleri nihai nokta, kurtuluşun son durağı olarak görülmekte ve kabul edilmektedir. Batının on yıllardır dünyaya enjekte ettiği ve hedef gösterdiği hayat standardının, zora düşmüş insanları cezp etmesi kadar doğal bir sonuç olamaz. Elbette ki kısmen realitesi, kısmen de algısı bulunan bu refah düzeyine sahip ülkelere ulaşmak canından başka bir şeyi kalmamış insanların arzu ettikleri bir şey ola­caktır. Bu, beklenmesi gereken bir so­nuçtur. Ancak burada insanlık ve medeniyet adına beklenmeyen, hatta “barbarlığın” tarifini gün­cel­lettirecek ve barbarlığa yeni bir for­mat ka­zandıracak davranışların bireysel ve li­­dersel düzeyde telaffuzu ve/veya teza­hür­­lerinin müşahede edilmesidir. Beşere fik­­ren ve ilmen saadet yolunu göstermeyi görev edinmiş, bunun için teknolojik geliş­meleri öncelemiş, yönetim modellerini güncellemiş, sosyal hayatı düzenlemiş ol­makla iftihar eden bir medeniyetin men­suplarının “en genel çerçevede, hemen he­men bütün Avrupa ülkelerinin göçmen­leri ülkelerine kabul etmemek için pazarlık ko­nusu yapmaları, ülkelerinin sınırlarına ji­letli dikenli teller çekmeye, duvar örmeye başlamaları4 sınırdan göçmenleri geçirmemek için asker göndermeleri,5 bir Avrupa ül­kesi başbakanının, mültecileri ülkeye alır­sa halkının kendisini direğe asacağını ifa­de etmesi,6 müreffeh bir başka ülkenin baş­bakanının, ülkesinin mülteciler için sığı­na­cak bir liman olmadığını deklare etmesi,7 bir başka liderin, göçmenleri zehirli yılana benzetmesi,8 dahası bir futbol takımı ta­raf­tarları, mültecilere para atmak sure­tiyle onları bir eğlence aracı olarak gör­mesi,9 Bir başka futbol takımının taraf­tarları­nın başka bir şehirde başka bir dilenci­nin üzerine alenen idrarlarını yapmaları,10 bir başka ülkenin sahil güvenlik birimlerinin mültecilerin botunu deniz ortasında pat­latmak suretiyle onları ölüme terk etmesi,11 on yıllarca süre içerisinde kurulmuş olan koca “Birliğin” mülteciler sebebiyle krize girmesi ve daha örnekleri çoğaltılabilecek pek çok hadise… Burada bir “barbarlıklar çatışması” değil, bir “barbarlıklar yarışından” söz edilebilir. Suriye coğrafyasında Suriyelilere uygula­nan barbarlığın, yine Suriyelilere başka coğ­rafyalarda başka biçimde uygulanması söz konusudur. Dünyanın farklı medeniyet, ülke ve örgütlerinin, aynı insanlar üze­­rin­de barbarlıkta hoyratça yarıştıkları görül­mektedir. Bu barbarlıklar yarışında; bir tarafta ül­ke­lerinden kaçmaya mahkûm edilenler, diğer tarafta insanları ülkelerinden kaçmaya zor­layanlar, bir başka tarafta ülkelerinden ka­çan kendilerine sığınacak liman arayanlara kapılarını kapayan, hasbelkader kapılardan geçenlere ise kalplerini kapayanlar,  bir ta­rafta ülkelerinde kalanları hoyratça öldü­renler, diğer tarafta ülkelerinden kaçanları denizin soğuk sularında ölüme terk edenler, bir tarafta katliamla “insanlığı” öldürenler, diğer tarafta insani hasletleri katletmekle “insanlığı” öldürenler, Ve bugün dünyaya adeta demektedir ki “…bil ey insanlık: bugüne kadar sana bir elimde tutup gösterdiğim bu medeniyet ve o medeniyeti teşekkül ettiren, insan hak ve özgürlükleri, müreffeh hayat, refah devleti, sosyal devlet ve beşeri saadet içerisinde, dar­da kalana, zorda kalana, yer yoktur. Ki­şi başına düşen milli geliri mültecilerle pay­laşmak yoktur. İşyerlerimi, şehirlerimi, dağ­ları­mı köylerimi kapılarımı açmak yoktur. Bütün bu tabloda görünenler; hem za­hi­ren parlak bir medeniyetin batınının, iç­yüzünün tezahürü olmakta, hem de bir me­deniyetin hanesine yazılmakla bir cihet­te medeniyetin hali hazırda devam eden te­şekkülü olmaktadır. Tarih; üç milyon Suriyeliye kapılarını, kalp­­lerini ve dahi keselerini açanlar ile “bar­bar­lıklarda yarışanları”, insanlık mefhu­mu­nu kurtarmaya çalışanlar ile dünyayı batıranları, külli manada “insanlığın” yüzü­nü yere eğenleri gün gün not etmektedir. Her medeniyet kendi biyografisini oluş­­tur­­maktadır. Thomas Carlyle, tarihin, bü­­­yük adamların biyografilerinden oluş­tu­­ğu­­na vur­­gu yapar. Bu bağlamda tari­hin, me­de­ni­yet­lerin biyografilerinden oluştu­ğunu da söylememiz mümkündür. Kaynaklar: 1- Gilbert Achcar, Barbarlıklar Çatışması, Çev: Diren Kahraman, Everest yayınları, İstanbul, Aralık  2002, s. 942- Roger Garaudy, Batı Terörü, Pınar Yayınları İstanbul 2007, s. 283- Cemil Meriç, Bir Facianın Hikayesi, Umran Yayınları, 1981, s. 154- Bulgaristan Türkiye Sınırına Duvar Örüyor, 07.04.2015, http://www.hurriyet.com.tr/bulgaristan-turkiye-sinirina-duvar-oruyor-28659528 5- Bulgaristan, Türkiye sınırına 1000 asker gönderiyor, 17.09.2015, http://www.hurriyet.com.tr/bulgaristan-turkiye-sinirina-1000-asker-gonderiyor-30098812 6- Orban'dan şok sözler: Mültecileri alırsam beni direğe asarlar, 08.03.2016, http://haber.star.com.tr/dunya/orbandan-sok-sozler-multecileri-alirsam-beni-direge-asarlar/haber-1094219 7- İngiltere mültecileri "Cobra" ile durduracak, http://www.ntv.com.tr/galeri/dunya/ingiltere-multecileri-cobra-ile-durduracak,-bkltM99qE6apeDI42a5Vg/vbHKqeMGgUWOpOhVplvLCg(erişim tarihi 06.04.2016)8- Donald Trump mültecileri yılana benzetti, 15.03.2016, http://www.cnnturk.com/video/dunya/donald-trump-multecileri-yilana-benzetti 9- PSV taraftarından mültecilere büyük insanlık ayıbı, 16.03.2016, http://www.iha.com.tr/haber-psv-taraftarindan-multecilere-buyuk-insanlik-ayibi-544212/10- İki Sparta Prag taraftarı dilencinin üzerine işedi, 18.03.2016, http://www.milliyet.com.tr/iki-sparta-prag-taraftari/dunya/detay/2211912/default.htm11- http://www.aljazeera.com.tr/haber/yunan-teknesi-multeci-botunu-batirdi, 14.08.2015, http://www.aljazeera.com.tr/haber/yunan-teknesi-multeci-botunu-batird

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Mayıs
Konu resmiMünazarât Ekseninde Siyasî ve Sosyal Tahliller (2)
Risale-i Nur

hükûmetleri değerlendirirken ba­kış açısı; fayda-zarar, iyilik-kötülük muva­zenesine göre olmalıdır. Bir hükûmetin olumlu yönleri ve iyilikleri, olumsuz yön­lerinden ve kötülüklerinden daha fazla ol­du­ğunda, yanlış icraatlarını tenkit etmek­le beraber, o hükûmete destek olmak ge­rekmektedir.  Hükûmetleri Değerlendirmede Ölçü Hiçbir eksiği ve kusuru olmayan mü­kemmel bir hükûmet talep etmek, imkânsızı talep etmek demektir. İm­kânsızı talep etmek ise kişinin hem ken­di­ne hem de topluma fenalık etmesidir. Hangi fert gösterilebilir ki günahsız olsun. Böyle bir şey mümkün müdür? O halde, fertlerin dahi günahsız olması mümkün ol­madığına göre, günahkârlardan oluşan bir hükûmet, asla tamamen masum olamaz. Öyle ise hükûmetleri değerlendirirken ba­kış açısı; fayda-zarar, iyilik-kötülük muva­zenesine göre olmalıdır. Bir hükûmetin olumlu yönleri ve iyilikleri, olumsuz yön­lerinden ve kötülüklerinden daha fazla ol­du­ğunda, yanlış icraatlarını tenkit etmek­le beraber, o hükûmete destek olmak ge­rekmektedir. Yoksa günahsız ve yanlışsız bir hükûmet beklemek, muhal-i âdidir (herkesin rahat­ça anlayabileceği sıradan bir imkânsız du­rumdur). Böyle bir bakış açısına sa­hip olanlar -hangi hükûmet iş başına ge­çerse geçsin- daima eksikliklerini ve yanlış­lık­larını göreceklerdir. Bundan dolayı mev­cut hükûmete düşmanca bir yaklaşım sergileyerek, daima olumsuz tenkitleriyle tah­rip etmeye ve yıkmaya çalışacaklarından, bir çeşit anarşi uygulamış olurlar. İdarecilerde Aranması Gereken Vasıflar Milletinin, vatanının ve yakınlarının şerefi­ni koruma gayretine ‘hamiyet’ denir.1 İda­reci olan şahıslarda, idarecilik sanatının ya­nında yüksek bir hamiyetin de olması çok önemlidir. Hakiki bir hamiyete sahip ol­mak, ancak kalp ve vicdanın İslâmî fazilet­lerle süslenmesine bağlıdır. Aksi takdirde o şahıstan (idare sanatında ne kadar iyi de olsa) yine de hakiki hamiyet, sadakat ve adalet beklenmez. Demek ki başa geçecek idarecilerde ol­ması gereken vasıflar, kalbin İslâmî fazilet­lerle nurlanması, aklın da idarecilik için ge­rekli teknik bilgi ile nurlanmasıdır. Bu iki vasfın beraber olmaması veya ola­ma­­ması durumunda idarecilik sanatı esas yapılır ve tercih edilir. Çünkü hami­yet ayrıdır, iş ayrıdır. Meselâ günahkâr bir adam, güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat ya­pa­bilir. Demek ki hamiyet ve idarecilik be­cerisinin ikisinin de bir şahısta toplan(a)ma­dığı zamanlarda, mahareti esas yapmak gereklidir. İslâm'daki ‘Hürriyet’ Anlayışı Öncelikle, hürriyetin ne olmadığını ifa­de etmek yerinde olacaktır. Hürriyet, baş­ka­larına zarar vermemek şartıyla, insanın her türlü günaha ve rezalete serbestçe gi­rebilme hakkına sahip olması demek de­ğildir. Hürriyete böyle anlam yükleyenler, aslında kendi günahlarını ve rezaletlerini ‘hür­riyet perdesi’ altında ilân etmiş ve ço­cuk bahanesi gibi bir saçma fikri ileri sür­müş olur­lar. Günahlardaki ve rezaletlerdeki hür­­ri­yet, hürriyet değil, hayvanlıktır. Şey­tanın istibdadı altına girmektir. Nefs-i em­mâ­reye esir olmaktır. Hakiki nâzenîn hürriyet, İslâm şeriatının edep kurallarıyla edeplenmiş ve süslenmiş hürriyettir. Hürriyet, kişinin ne kendine ne de başkalarına zarar vermemesini gerekti­rir. Hürriyetin kemâl noktası, firavunluk taslayarak başkalarını baskı ve zillet altına almamak ve başkalarının hürriyetiyle alay etmemektir. Maalesef her meselede, aşırıya giderek sû-i is­timal edenler bulunmaktadır. Yani her şeyin bir Râfizîsi vardır. Malûmdur ki Râfi­zîler, Hazret-i Ali (ra) sevgisinde aşı­rıya giderek onu peygamber hatta ilâh de­­recesine çıkarmışlardır. Aynen Râfizî­lerin bu aşırı halleri gibi, hürriyetin de Râ­fizî’si, sınırsızca ve beyinsizce günah­­lara da­lanlardır. Bir Râfizî,  bir hadis-i şeri­fe yan­­lış mana verse veya o hadisle yan­lış amel etse, hadis-i şerif inkâr edilmez. O Râ­fizî’nin hatası ortaya konarak, ha­dis-i şerif mu­hafaza edilir.  Aynen öyle de, hür­riyeti sû-i istimal ederek sınırsızca ve re­zil bir şekilde günahlara dalanların, bu yan­lışlarına bakıp, hürriyet inkâr edilmez. İs­lâm dairesindeki doğru hürriyet anlayışını ortaya koymak ve göstermek gerekmek­te­dir. O da şudur ki: Kuvvet kanundadır. Ada­let ve ceza kanunundan başka, kimse, kimse üzerinde şahsî bir baskı kuramaz. Herkesin hukuku korunur. Herkes meşru olan hareketlerinde şahane serbesttir ve “Allah’ı bırakıp da bazımız bazımızı rabler edinmesin!”2 ayetindeki yasağın sırrına maz­har olur. Medeniyetten uzak dağlarda, ovalarda ve çöllerde göçebe hayatı yaşayan bedevilerde, bir derece hür ve serbest bir yaşantı gö­rün­mektedir. Onlar, hürriyetlerine olan sev­dalarının ve düşkünlüklerinin hürmetine medeniyetinden uzak ve meşakkatli bir hayatı tercih etmişler ve medeniyete müs­tağni kalmışlardır. Hâlbuki hakikat nok­tasında, bedevilerin bu hürriyeti, tam an­lamıyla bir hürriyet değildir. Yarı hürriyet­tir. Hürriyetin diğer yarısı, başkalarının hür­riyetine zarar vermemektir. Hem de gö­çebe hayatı yaşayanların, ölmeyecek ka­darlık rızıklarını elde edebilmek için pek çok imkânsızlıklar ve meşakkatler içinde il­kel bir hayat sürmeleri, tam bir hürriyet değildir. Güneş gibi parlak, her ruhun âşık olacağı, insanın yüksek kabiliyetlerine ve cevherine uygun hürriyet, medeniyet denilen sarayda saadetle oturan ve ilim, bilgi, fazilet ve İs­lâm terbiyesi ile süslü elbisesini giymiş olan hürriyettir. Hürriyet, Rahman olan Allah’ın kullarına bir ihsanıdır ve imanın bir hususiyetidir. Çün­kü iman rabıtası ile kâinatın sultanı olan Al­lah’a bağlanarak hizmetkâr olan bir kişi­de, imandan gelen izzet (zillete düşmeden İs­lâmî haysiyet ve şerefi koruma hali), şe­ha­met (kahramanlık, yiğitlik) ve şefkat duy­guları hâkimdir. Müminin, imanından gelen izzet ve şeha­meti, başkalarının baskı ve istibdadı altına girerek zillete düşmeye tenezzül etmez. Yine müminin, imanından gelen şefkati, baş­kasının hürriyet ve hu­ku­kuna tecavüz et­meye ve başkalarını zillet ve minnet altında bırakmaya izin vermez. İmandan gelen hürriyette öyle bir denge hali vardır ki, mümin, imanının derecesine göre ne başkasının zerre kadar tahakkümü altına gi­rer, ne de başkasına zerre miktar tahakküm eder. Demek ki iman ne kadar mükemmel olursa, o derece de hürriyet par­lar. Buna en güzel örnek Asr-ı Saadet’tir. Hakiki hürriyetin, ancak İslâm dairesinde­ki hürriyet olduğuna bir delil de; İs­lâm’ın, insanların sahip oldukları maddî mane­vî nimetlerden dolayı başkaları üzerinde ta­hakküm kurmaya izin vermemesidir. İs­lâm’da, dünyevî büyük bir mevkie sahip ol­mak, zengin olmak, Allah’ın veli bir ku­lu olmak, şeyh ve âlim olmak gibi mezi­yetler ve faziletler dahi başkalarına tahak­küm ve baskı vesilesi olamaz. Çünkü ve­lâ­yet, şeyhlik ve büyüklüğün gereği te­va­zu ve alçakgönüllülüktür. Büyüklen­mek ve baş­ka­larına tahakküm etmek değil­dir. Bü­yük­lenen ve başkaları üzerinde tahakküm kuran bir şeyh, hakikatte çocuk fıtratlı şeyh­lik taslayan küçük birisidir. Böyle kişileri, büyük tanımamak gereklidir. Büyüklenmek Küçüklük Alâmetidir Toplum hayatında her insanın, işi gereği sahip olduğu bir statüsü vardır. Her insan, o statü ile diğer insanlara göründüğü gibi, o statü ile de diğer insanlara bakar ve onlarla irtibat kurar. Eğer kişinin sahip olduğu statü, kabili­yetlerinin boyundan, yani şah­sî kıy­me­tinden daha yüksek ise, o kişi o statüde görünebilmek için büyüklenerek ona uzan­maya çalışacaktır. Şayet kişinin şahsî kıy­meti, statüsünden daha yüksek ise tevazu ile eğilecektir. Netice olarak; büyüklüğün ölçüsü kü­çük­lük (tevazu), küçüklüğün alâmeti de büyük­lenmektir (kibir). Kaynaklar: 1- Kubbealtı Lügati2- Âl-i İmran Suresi, 64

Mustafa TOPÖZ 01 Mayıs
Konu resmiTemsil Dürbününün Sırrı
İnsan

“Mьmin, yeşil ekine benzer. Rьzgвrla eğilir (fakat yıkılmaz). Rьzgвr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mьmin de bцyledir; o da bela ve musibetler sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz). Kвfir ise sert ve dimdik selvi ağacına benzer ki Allah onu dilediği zaman (bir defada) sцkьp devirir.” Hadоs-i Şerоf (Buhвrо, Tevhоd, 31) Felillâhilhamd, sırr-ı temsil dürbünüyle en uzak hakikatler gayet yakın gösteril­di. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle en yüksek hakāike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil cihetü’l-vahdetiyle, en dağınık me­seleler dahi toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil pen­ceresiyle hakāik-i gaybiyeye ve esâsât-ı İslâ­miyeye, şuhûda yakın bir yakîn-i îmânî hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayâl, hatta nefis ve hevâ teslîme mecbûr oldukları gibi; şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.” (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Sayfa 231) Temsil Dürbünü Temsillerle anlatma metodu bütün ilim dal­larında, bir meselenin daha iyi anlaşılabil­mesi ve daha çabuk kavranabilmesi için kullanılagelmektedir. Temsillerle anlatma, en başta Kur’ân-ı Kerîm’de vardır ki; bu durum, bize en yüksek hakikatlerin da­hi bu metodla kolayca kavranabileceğini gös­termektedir. Temsillerle anlatma, biz­den kilometrelerce uzaktaki bir yerin gö­rün­tüsünün oraya gitmeden dürbünle bi­­ze yaklaşması gibi, bir anda büyük ha­ki­­kat­lerin aklımıza yakınlaşmasını sağla­maktadır. Bu sayede uzun zamanda anla­şılabilecek meseleler; temsiller, teşbihler, ben­zetmeler ve temsilî hikâyelerle çok kısa zamanda, îzah edilebilmektedir. Temsiller ve temsilî hikâyeciklerle anlatılan büyük hakikatler, hangi yaşta, hangi ilmî seviyede ve hangi sosyal statüde olursa olsun, top­lumun her kesimine anlatılabilmekte ve öğreti­lebilmektedir. Kur’ân’da Temsiller Bizim için temsil metodunun önemi, Kur’ân’da bu metodun var olmasından do­la­yıdır. Meselâ Bakara Suresi 264. ve 265. ayetlerde, gösteriş için malını sarf edenle, Allah rızası için malını sarf eden arasındaki fark, birer temsille anlatılmıştır: “Ey iman edenler! İnsanlara gösteriş için malı­nı sarf etmekte olan, Allah’a ve ahiret günü­ne iman etmiyor olan kimse gibi başa kak­mak ve (gönül) incitmekle sadakalarınızı boşa çıkarmayın! İşte onun misali, üzerinde bi­raz toprak bulunan bir kayanın hâli gibidir ki, ona şiddetli bir yağmur isabet etmiş de, onu çıplak bir hâlde bırakmıştır. (Onlar) ka­zandıklarından bir şey elde edemezler. Allah ise, kâfirler topluluğunu (inkârlarındaki ıs­rarları sebebiyle) hidayete erdirmez! Hem Allah’ın rızasını arzulayarak ve (İslâm’ı) gönüllerinden tasdik ederek mallarını sarf etmekte olanların (az veya çok, yaptıkları iyiliklerin) misali, yüksek bir yerde bulunan güzel bir bahçenin hâli gibidir ki, ona bolca yağmur isabet etmiş de meyvesini iki misli vermiştir! Fakat ona çokça yağmur isabet etmese de, bir çisenti var (ki o bile yeter)! Çünkü Allah, yapmakta olduklarınızı hak­kıyla görendir.” Yine Ra’d Sûresi 17. ayette de Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “(İman ile küfrün mukayesesi şuna benzer: Al­lah,) gökten bir su indirdi de vadiler kendi mikdarlarınca aktı; sel de üste çıkan bir köpük yüklendi. Bir ziynet veya bir eşya yapmak için, ateşte üzerini körüklemekte oldukları şeyler (madenler)den de buna benzer bir köpük meydana gelir. İşte Allah, hak ile bâtıla böyle misal getirir. Ama köpüğe gelince, böylece (o) yok olarak gider, (bâtıl böyledir). Hâlbuki insanlara fayda veren şeyler ise, artık o yerde (sabit olarak) kalır (hak da buna benzer). İşte Allah, böyle misaller getirir.” Hadîs-i Şerîflerde Temsiller Peygamber Efendimizin (asm) Hadîs-i Şe­rîflerinde temsillere çokça yer verdiğini gör­mekteyiz. Kur’ân’ı her harfi ve her nok­tası ile hayatına tatbik eden Peygamber Efendimizin (asm), Kur’ân’da var olan bu metodu kullanmasından daha doğal bir şey yoktur haddi zatında. Bu konuda çokça misaller bulunduğu için burada Peygam­­ber Efendimizin (asm), Müslümanların özel­lik­lerini anlatırken başvurduğu temsillere yer vereceğiz: İbn-i Ömer (ra) anlatıyor: “Bir gün Al­lah Resulü (asm) (benim de aralarında bu­lunduğum bir topluluğa), ‘Bana bir ağaç söyleyin ki o ağaç Müslümana benzer, Rab­binin izniyle her zaman meyve verir ve yaprakları da dökülmez.’ buyurdu. İçim­den, ‘Bu, hurma ağacıdır.’ demek geldi. Fa­kat orada Ebu Bekir ve Ömer varken ko­nuşmayı uygun bulmadım. Ancak onlar da konuşmayınca Allah Resulü, ‘Bu hurma ağacıdır’ buyurdu.” (Buhari, Edeb, 89) Abdullah bin Amr bin el-Âs’ın (ra) işitti­ği­ne göre Allah Resulü (asm) şöyle buyurmuş­tur: ‘… Muhammed’in canı elinde olan Allah’a yemin olsun ki mümin bal arısına benzer; güzel şeyler yer, güzel şeyler üretir, (güzel yerlere) konar, (konduğu yeri de) kırmaz ve bozmaz.’ (İbn-i Hanbel, II, 199; Hâkim, Müstedrek, I, 110) İbn Ömer’in (ra) naklettiğine göre, Resu­lüllah (asm) şöyle buyurmuştur: “Mümin güzel koku satan kimseye benzer. Onunla beraber oturursan sana faydası olur, beraber yürürsen sana faydası olur, beraber iş ya­parsan yine sana faydası olur.” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XII, 319) Ebû Hüreyre’den (ra) nakledildiğine göre, Resulüllah (asm) şöyle buyurmuştur: “Mü­min, yeşil ekine benzer. Rüzgârla eğilir (fa­kat yıkılmaz). Rüzgâr sakinleştiğinde yine doğ­rulur. İşte mümin de böyledir; o da bela ve musibetler sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz). Kâfir ise sert ve dimdik selvi ağacına benzer ki Allah onu dilediği zaman (bir defada) söküp devirir.” (Buhârî, Tevhîd, 31) İman Hakikatlerini Anlatmada Temsil Metodu Asrımızın en büyük iki hastalığından biri olan imansızlık ve iman zayıflığı hastalığı­nın tedavisi, Risâle-i Nûr Külliyatında da defâaten izah edildiği gibi, iman-ı tahkiki ilmini tahsil etmekle olmaktadır. Yoksa kü­für, dalâlet, şüphe ve vesvese rüzgârlarının estiği bu zamanda imanı muhafaza etmek çok zordur. Eskiden olduğu gibi, her tarafta kişinin kabiliyetine göre beş yıl, on yıl veya on beş yıl ilim tahsil edebileceği medreseler de kalmamıştır. Veya herkesin bu kadar ilim tahsili için vakti yoktur. Ya da ilim tahsiline, yaşı veya durumu müsait değildir. O zaman, ahir zamanda yaşayan bir Müs­lümanın imanının muhafazası için tahkiki iman ilmini tahsil etmesi, temsil metodu ile olmalıdır. Daha kısa, daha selametli, daha kolay ve herkese hitâb edebilecek temsiller ve izahlarla, çokları imanlarını kurtarabilir­ler. İşte Risâle-i Nûr, bu temsil ve temsi­lî hikâyecik metodunu kullanarak bütün iman hakikatlerini herkesin anlayabileceği şe­kilde izah ve ispat etmektedir. Bu sâyede hem kısa zamanda birçok haki­katler izah edilebilmekte, hem de Üstâd Hazretlerinin ifadesiyle ‘şuhûda yakın bir yakîn-i îmânî’ elde edilebilmektedir. Ya­ni kısaca; ‘görür gibi bir iman’. Böyle bir imanı elde edenleri, kimse imanından dön­düremez, hatta çoklarının da imanlarının kurtulmasına vesile olabilirler.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Mayıs
Konu resmiRisale-i Nurdan İstifade Mertebeleri (5)
Risale-i Nur

“Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz! Vazifeniz kudsiyedir.Hizmetiniz ulviyedir. Her bir saatiniz bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki elinizden kaçmasın.” Nurdan Ölçüler’in bu bölümünde, Risale-i Nurlara hizmet etmenin dünyevi ve uhrevi neticelerini ele alacağız. Bilindiği gibi Risale-i Nur’un hareket tarzı, sünnet-i seniyeyi rehber alarak imana ve Kur’an’a halisen muhlisen hizmet etmektir. Bediüzzaman Hazretleri de ömrü boyunca bu minval üzere iman hakikatleri­ni yaymaya çalışmış, telif ettiği Risale-i Nur külliyatında ağırlıklı olarak imani mesele­ler üzerinde durmuştur. “Her şâkirdin vazîfesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil, belki başkasının imanlarını da mu­hafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddî devam ile olur”1 ifadesi ile de Nur talebelerine imana hizmet etmeyi bir vazife olarak göstermiştir. Üstad Hazretleri bu istikamette hareket eden talebelerine, Risale-i Nur’a hiz­me­tin önemini şöyle bildirmektedir: “Kardeş­lerim! Katiyen biliniz ki, her yirmi dört saatte yirmi defa sarih isimlerle dua ve münacatlarımda bulunmakla beraber, Ri­­sâle-i Nûr’un sadık talebeleri unvanıyla yüz defadan ziyade ve niyet ve tasavvurca beş yüzden fazla bulunduğunuzu size haber veriyorum. Bundan, Risâle-i Nûr’a sadâkat ve hizmet, ne kadar ehemmiyetli olduğunu kıyas ediniz.”2 Said Nursi Hazretleri Risale-i Nura hiz­metin dünyada dahi bazı neticeleri oldu­ğunu şu cümlelerle açıklamaktadır: “Ri­sâ­le-i Nûr'un hizmetinde ekser şâkirdleri birer nevi‘ keramet ve ikram-ı İlâhî his­settikleri gibi, bu âciz kardeşiniz çok muhtaç olduğu için, çok nevilerini ve çeşitlerini hissediyor. Ve bu sıralarda bu havalideki şâkirdler, yeminle itiraf ediyorlar ki: “Biz nûrun hizmetinde ça­lıştıkça hem maişetçe, hem istirahat-ı kalbce bir genişlik, bir ferah zahir bir surette hissediyoruz.” Ben kendimce o kadar his­sediyorum ki, nefis ve şeytanım dahi bedahete karşı hayret ederek sus­tular.”3 Sevgili Üstadımız, kalemle Nurlara hiz­metin dünyevi ve uhrevi faydalarını da şöyle sıralıyor: “Beş türlü ibadettir: 1- En mühim bir mücahede olan ehl-i da­lalete karşı manen mücahede etmektir. 2- Üstadına neşr-i hakikat cihetinde yardım suretiyle hizmet etmektir. 3- Müslümanlara iman cihetinde hizmet et­mektir. 4- Kalemle ilmi tahsil etmektir. 5- Bazen bir saati bir sene ibadet hük­mü­ne geçen, tefekkürî olan bir ibadeti yapmaktır.”4 “Beş türlü dünyevî faidesi var: 1- Rızıkta bereket. 2- Kalpte rahat ve sürur. 3- Maişette sühulet. 4- İşlerinde muvaffakıyet. 5- Talebelik faziletini almakla, bütün Ri­sale-i Nur talebelerinin has dualarına his­sedar olmaktır. Kalemle Nurlara hizmet ve sadâkatla talebesi olmanın iki mühim neticesi var: 1- Âyât-ı Kur’âniyenin işaretiyle, imanla kab­re girmektir. 2- Bütün şakirdlerin manevî kazançları­na, Nur dairesindeki şirket-i maneviye sır­rıyla, umum onların hasenatlarına hissedar ol­maktır. Hem bu talebesizlik zamanında, melaike­lerin hürmetine mazhar olan talebe-i ulûm-u diniye sınıfına dâhil olup âlem-i berzahta tâlii varsa, tam muvaffak olmuşsa Hâfız Ali ve Meyvede bahsi geçen meşhur talebe gibi; şüheda hayatına mazhar olmaktır.”5 Nur talebelerinin yüklendiği vazifenin öne­­mi ve bunu elde tutmanın gereğini Haz­ret-i Üstad şöyle ifade etmektedir: “Ey kar­deşlerim! Dikkat ediniz! Vazifeniz kudsiyedir. Hizmetiniz ulviyedir. Her bir saatiniz bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki elinizden kaçmasın.”6 Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı gibi bu zamanda imana hizmet son derece bü­yük bir öneme sahiptir. Risale-i Nura hiz­metin manevi ve uhrevi pek çok neticeleri olduğu gibi maddi ve dünyevi meyveleri de vardır. Şimdi mezkûr ifadeler ışığında bazı hizmet ölçülerini tespit etmeye çalışalım. Ölçü: Nur talebesi şahsını ve nefsini dü­şünerek hareket edemez, lakayt ve gayr-ı ciddi davranamaz. Her bir Nur talebesi, başkalarının imanlarını kurtarmakla da sorumlu olduğu için hizmetin gerektirdiği sadakat ve ciddiyeti son nefesine kadar muhafazaya çalışmalıdır. Ancak hizmet ölçüleriyle hareket edenler bu ciddiyeti ömrünün sonuna kadar devam ettirebilir. Aksi halde hizmet hezimete dönüşür, ulvi gayeler ve semereler heba olur. Ölçü: İman hizmetinin hâdimleri her dâim dua alırlar. Başta Bediüzzaman Hazret­leri olmak üzere umum Nur talebeleri ve ehli iman Nurun hadimlerine rahmet-i İla­hiyenin reddine imkân vermeyeceği sami­mi duaları, kabule karin en masumane hallerde yapmaktadırlar. Sevgili Üstadımız bir mektubunda şöyle demektedir: “Hem Risâle-i Nûr talebeleri, bu zamanda her cihetten ziyade hücuma maruz kal­­­dık­­­larından, iman hususunda bir­biri­ne selâmet-i iman hakkındaki sami­mi ve masum lisanlarıyla ettikleri dua­ları­­nın yekûnu öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet-i İlâhiye onun red­dine müsaade etmez. Faraza, mecmuu iti­bariyle redde­dilse, tek bir tanesi onların içinde kabul olunsa, yine her biri selâmet-i îmânile kabre gireceğine kâfi geliyor. Çünkü her bir dua umuma bakar.”7 Hizmet-i imaniye ve Kur’aniye kıyamete kadar devam ettikçe Nur talebeleri bu makbul dualardan istifade edeceklerdir. Devam Edecek Kaynaklar: 1- Kastamonu Lahikası, 258, Altınbaşak Neşriyat2- Kastamonu Lahikası, 2, Altınbaşak Neşriyat3- Kastamonu Lahikası, 23, Altınbaşak Neşriyat4- Emirdağ Lahikası, 126. Mektub, Altınbaşak Neşriyat5- Emirdağ Lahikası, 126. Mektup. Altınbaşak Neşriyat6- Mektubat 2, 313. Altınbaşak Neşriyat7- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 23. Altınbaşak Neşriyat

Zafer ZENGİN 01 Mayıs
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Ehl-i Kemâlin Huzuruna Yürüyerek Gidilir 1931 senesinde Hüsrev Efendi, Bedîüz­zaman Hazretlerine gönderdiği ve ce­vaben aldığı mektuplar üzerine, onu ziya­ret etmeye karar verir. “Ehl-i kemâlin huzu­runa yürüyerek gidilir” diyerek, Isparta’dan Barla’ya kadar kırk kilo­metrelik yolu yü­rüyerek kat’ eder. Barla’ya vardığında, Be­dîüz­zaman Hazret­lerini önünde muh­te­şem bir çınar ağacı bulunan mütevazi evinde ziyaret eder. Bu pek mühim ziyaretle, Be­dîüzzaman Haz­­­retleri Isparta’da beş sene­dir aradığı, cid­dî, gayretli, metin, dirayetli arkadaşına, ta­le­besine kavuşurken, Hüsrev Efendi de se­nelerden beri aradığı muhte­rem mürşidine ve hamisine böylece kavuş­muş olur. 30 Sene Yatsı İçin Aldığı Abdestle Sabah Namazı Kıldı Bir gün bir öğrenci İmâm-ı A’zam Ebû Hanife’ye (ra); “Halk senin hakkında, ‘İmam gece uyumuyor’ diyor.” dedi. Ebû Hanife (ra); “İşte bunun üzerine bir daha gece uyumamaya karar verdim” diyor. Se­bebini soranlara; “Çünkü Hak Teâlâ kö­tü­leme sadedinde; ‘Öyle kişiler vardır ki, yap­madıkları şeylerden dolayı övülmelerini arzu ederler’ (Bakara, 188) buyurmuştur. İşte bu zümreden olmamak için bundan sonra sır­tımı yere koymam” dedi. Bundan sonra otuz yıl yatsı için aldığı abdestle sabah namazı kılmıştır. Ali PaşaCamii Ağa Mescidi veya Yakub Ağa Mescidi di­ye de bilinen Ali Paşa Camii, Baye­zid’de İstanbul Üniversitesi merkez binası av­lusunun güney doğu kapısının karşı­sında, Mercan Caddesi ile Fuat Paşa Cadde­si’nin kesiştiği köşededir. İlk hâlinin bânisi, Eski saray Ağası Yakub Ağa’dır. Ağa Mescidi, daha sonra bir yan­gında harap olmuş ve şimdi dış giriş ka­pı­sının sağında bulunan kitabesinde de belirtildiği üzere Sadrazam Ali Paşa tara­fından 1869 senesinde, Sultan Abdülaziz döneminde yapılan camiler üs­lûbunda fev­kani kârgir, sekiz köşeli ve tek kubbeli ola­rak yeniden ihya edilmiştir. Minberini III. Murad’ın zevcesi Valide-i Atik Nurbanu Sultan koydurmuştur. Al­tında sebili de bulunmaktadır. Ali Paşa Camii, büyük Mercan yangınında tekrar yanmış ve 37 yıl harap kaldıktan sonra baş­layan yenileme çalışmaları neticesinde 1953 yılında tekrar ibadete açılmıştır. 1 Mayıs 1707İngiltere, Galler ve İskoçya, Büyük Britanya Olarak Birleşti 1707 yılında önce İskoç Parlamentosu tarafından, daha sonra da İngiliz Parla­mentosu tarafından kabul edilen Birleşme Kanunu ile iki krallık tek bir parlamento ile yönetilmeye başlandı. Bu birleşme son­rasında oluşan yeni krallık, Büyük Britanya olarak adlandırıldı. İskoçlar bu birleşmeden sonra tacı ele geçirmek üzere en önemlileri 1715 ve 1745 tarihlerinde olmak üzere birkaç kez ayaklansalar da başarılı olama­dılar. 1800’de çıkarılan yeni bir Birleşme Kanunu ile İrlanda Parlamentosu da dağı­tıldı ve parlamentoya Birleşik Krallık Par­la­men­tosu’nda temsil hakkı verildi. Bu geliş­me ile oluşan yeni ülkenin adı ise Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı oldu. 29 Mayıs 1453 Ulubatlı HasanŞehîd Oldu 1428 senesinde Bursa’nın Ulubat kö­yünde dünyaya gelmiştir. Fatih Sul­tan Mehmed komutasındaki Osmanlı ordu­su­nun 6 Nisan 1453 tarihinde başlayan İs­tanbul kuşatmasına katılmıştır. 29 Ma­yıs 1453 günü, sura Osmanlı bayra­ğını di­kerken Doğu Romalı askerlerin ok­larıyla şehîd olmuştur. Ulubatlı Hasan’ın canını hiçe sayarak, yüz­lerce oka dayanıp İstanbul surlarına İslâm’ın sancağını dikmesi, asker arasında büyük şevke vesile oldu. Ve son büyük taarruz, fethin nasib olmasını sağladı. Bu sebeple Ulubatlı Hasan, fethin sembolü hâline geldi. 15 Mayıs 1856 Anadolu Feneri Anadolu  Bulunduğu köye de adını veren Ana­dolu Feneri, ilk olarak 1834 yılında kurulmuştur. Kırım Harbi sırasında Fran­sız ve İngiliz gemilerinin Boğaz’ın ve Ka­ra­deniz’in gi­riş­lerini görebilmeleri için ya­pılmasına ka­rar verilen yeni fener, 15 Ma­yıs 1856’da Fransızlar tarafından karşı sahil­de­ki fenerle beraber kule kısmı yapılarak işletilmeye başlandı. Beyaz taştan yapılmış fe­nerin boyu 20 met­redir. Yalnızca Beykoz’a dönük yüzünün dar kısmı karanlıkta kalır. Anadolu Feneri, orijinal halini koruyan na­dir fenerlerden biridir. Bir tek, fenerin kris­talini döndüren motor ve ampul son­ra­dan eklenmiştir. Denizden 75 metre yük­seklikteki fener, saniyede bir beyaz ışık veri­yor ve 18 saniye bekliyor.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Mayıs
Konu resmiHer Şeyin Bittiği Yerde, O (cc) Vardır
İnsan

Bu yazımızda; Cenabı Hakk’ın terbiye edicilik ve merhametinin ince bir mana ve hikmetini göstermeye çalışacağız:  Her şey ya hakikat noktasında özü itibariyle güzeldir, adalet-i İlahi gibi. Veya varlığı ve zatı itibarıyla güzeldir; iman, nur ve rahmet gibi. Veya­hut netice ve sonuç itibariyle güzeldir; mu­sibetlerin ve belaların günahlara kefaret ol­ma­sı ve büyük sevapları insanlara kazan­dırması gibi. Bu güzellik, Cenabı Hakk’ın her şeyi gü­zel terbiye etmesine ve rahmetinin her şe­yi kuşatmasına ve umumi icraatlarına ba­kar ve onlardan gelir. Zira güzel bir iş, o işi yapan zatın güzelliğinin bir aynasıdır. Aynı zamanda bu umumi icraat içinde, hususi tecellileri de vardır. Bu hakikatin an­laşılmasını kolaylaştıracak bir misal zik­redeceğiz şöyle ki: Nasıl ki bir padişahın halkına karşı iki çeşit muamelesi ve iltifatı vardır. Birincisi: Umumidir ki kanunlar dâhilinde, memur­ları vasıtasıyla, genel olarak milletinin bü­tününü lütuf ve merhametiyle, idare eder ve o umumi merhamet içinde, her ferdine de hususi münasebetleri vardır ve onlara has muameleler yapar, özel iltifatlarda bulunur. Fakat bu işin gerçeğini anlamayan bir kı­sım insanlar, padişahın bu lütuf ve merhame­tini, bazen yanlışlıkla onun memurlarına ve kanunlarına nispet ederler. İkincisi: padişah, kanunların dışına çıkarak raiyetinin (halkının) bazılarına hususi lütuf ve ihsanda bulunur. Mesela: müebbet hapis cezası alan birisini, bütün halkın göreceği ve bileceği bir ortamda affederek ceza evinden çıkarmış olsa kanun dışında yapılan bu iyi­lik ve muamelenin, bizzat padişahtan geldiği ve memurların yaptığı bir iş olmadığı herkes tarafından kabul görür. İşte bu misal gibi, varlığı zaruri olan ve son­suz hikmet ve rahmetiyle, bütün varlıkları yaratıp idare eden Cenab-ı Hakk’ın, iki çe­şit ihsanı vardır: Birincisi: Umumi terbiye ediciliğiyle ve her şeyi kuşatıcı rahmetiyle, bütün varlıkları sevk ve idare eder. Bununla beraber sonsuz kudret, irade ve ilmiyle de o umumi ihsan içinde, her birinin en cüzi, en küçük işleri­ne kadar müdahale ederek onları terbiye eder. O işler nispetinde de Cenab-ı Hakk’ın onlarla özel bir münasebeti olur. Evet, bütün varlıklar her durumunda ona muhtaçtır. O’nun (cc) sonsuz kudretiyle, ilim ve hikmetiyle o varlıkların işleri görülür, tan­zim edilir. Öyleyse şuursuz doğa denilen tabiatın ne haddi var ki; o terbiye edicilikle yapılan işlerin dairesi içinde saklansın ve te’sir sahibi olup müdahale etsin. Hem de rast gelmek manasında olan kör tesadüfün ne haddi var ki; hikmet-i İlahiyenin hassas terazisiyle yapılan Cenab-ı Hakk’ın icraat dairesindeki o işlerine karışsın. Risale-i Nur’un birçok yerinde, kat’i delil­lerle tesadüf ve tabiatın hiçbir te’siri bu­lun­madığı ispat edilmiştir. Ve bu risaleler, Kur’an’ın kılıcıyla, onların idam edildiğini, hiçbir şeye hiçbir müdahalelerinin olma­dı­ğını göstermiştir. Fakat gafil olan insanlar, Cenab-ı Hakk’ın umum varlıkları idare ve terbiye ederken zahiri sebeplerin arka­sındaki işlerin hikmetlerini görüp bileme­diklerinden bu işlere tesadüf namını ver­mişler. Ve yine bir kısım gafiller, Allah’ın âdet ka­nunları denilen tabiatın perdesi altında giz­lenmiş bazı icraatların kanunlarını ve hik­metlerini göremediklerinden de ta­biatın te­sir sahibi olduğunu düşünüp ona mü­racaat etmişlerdir. İkincisi: Cenab-ı Hakk’ın, hususi bir tarz­da, bazı kulları için sebepleri perde yap­madan kanunların dışına çıkarak yaptığı ih­sanlardır. Bu harikulade işlere örnek ise mu­cizeler ve kerametlerdir. Bunlar apaçık göründüklerinden, herkes ister istemez bun­ları kabul etmek zorundadır. Mesela: Yunus (as) denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş, deniz fırtınalı, gece karanlık ve sıkıntılı, her taraftan sükût eden âdet kanunlarından ve sebeplerden ümidi kesilmiş bir vaziyete düşmüş. Bu durumda bütün varlıklar ona dost olup hizmet et­mek için yardımına koşsaydılar yine beş para faydaları olmazdı. İşte böyle her şeyin bittiği yerde, bitmeyen birisi vardır. Ve her şeyden ümidin kesildiği yerde, kendisinden ümit kesilmeyen biri vardır ki; O da Rabbi rahimimizdir. O anda Yunus (as), sebepleri de yaratan, O Rabbi rahiminden başka sığınacak biri bulunmadığını bizzat idrak ettiğinden, “Şüphesiz ki; ben her ne kadar zulüm edenlerden de olsam; sen her türlü or­taktan noksanlıklardan ve zulümden berîsin, uzaksın. Senden başka bana mer­hamet edip yardım edecek ilah yoktur” diyerek yalvarmıştır. Bu duası; birden bire geceyi, balığı, ona hizmetkâr yapmış, her taraftan onu tehdit edip sıkıştıran o dehşetli varlıklar her cihette ona dostluk yüzünü göstermiş, ta sahil-i selamete çıkmış. Bir kabağın gölgesi altında Cenabı Hakk’ın hususi olarak kendisine ihsan ettiği lütfunu bizzat görmüştür. Hem mesela; sabır kahramanı olan Eyüp (as)’ın meşhur kıssasının hulasası şudur ki; pek çok yaralar ve bereler içinde kaldığı halde, o hastalığın büyük mükâfatını düşü­nerek gayet mükemmel bir sabırla, onun sıkıntılarına tahammül edip beklemiştir. Sonra, yaralarında oluşan kurtlar, kalbine ve diline iliştikleri zaman, zikir ve marifet-i İlahiyenin yerleri olan kalp ve dil ile yaptığı ibadetlerine zarar gelir düşüncesiyle, kendi istirahati için değil de, belki Allah’a yaptığı kulluk için demiş: “Ya Rab, zarar bana dokundu, bu hasta­lık, dil ile yaptığım zikrime ve kalp ile yaptığım ibadetime engel oluyor” diye münacat edip yalvarmış. Cenab-ı Hak da, o halis, safi ve garazsız; yal­nız Allah için olan bu duasını gayet harika bir surette kabul ederek mükemmel bir sıhhat ve afiyeti ihsan edip merhametinin her çeşidiyle ona lütufta bulunmuştur. İşte, doktorların çare bulamadığı ve ilaçların şifa olamadığı bütün mahlûkat ve sebeplerin aciz kaldığı yerde dahi ‘her şey bitti’ diye rahmet-i İlahiyeden ümit kesilmez. Çünkü her şeyin bittiği yerde ‘O’ vardır. O’ndan yardım isteyenin mahrum kalmayacağını bilen Eyüp (as), O’na müracaat etmek ile o devasız dertten kurtulmuştur. Hem mesela:  Gavres isminde cesur bir ka­bile reisi, kimse görmeden tam Resul-i Ekrem (asm) ın başı üzerine gelerek, ya­lın kılıç elinde olduğu halde, Resul-i Ek­rem (asm)’a dedi: “Kim seni benden kur­taracak?” Allah resulü ise: “Allah!” dedi. Sonra böyle dua etti: “Allah’ım benim be­delimde dilediğinle, bu adamın hak­kından gel!” Birden o Gavres, iki omuzu ortasına gaibden bir darbe yer; o kılıç elinden düşer, yere yuvarlanır. Resul-i Ek­rem (asm) kılıcı eline alır, “Şimdi seni kim kurtaracak?” der, sonra affeder.1 Çünkü “Resul-i Ekrem (asm), o anda, Al­lah’tan başka hiçbir varlığın kendisine yar­dım edemeyeceğini bildiğinden, yalnız Rabbi Rahiminden ümit var olarak onun nihayetsiz kudret ve rahmetine sığınmış, harikulade bir surette kurtulmuştur. Demek hiçbir ortamda ve hiçbir dehşetli hadise karşısında Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez. Hatta 10 km. yükseklikte bu­lu­nan uçaktan atılan bir insan dahi rah­met-i İlahiyeden ümit kesmemelidir. Zira Allah’ın rahmetini celbedecek bir yalvarış ve yakarışla her an onun kurtulması müm­kün olabilir. Evet, insanların ve sebep­lerin, karşısında aciz kaldıkları ancak kud­ret ve rahmet-i ilahi ile gerçekleşen, peygam­ber­lerin gösterdikleri bütün mucizeler ve on­lara benzeyen harikulade işler,  bu örneklere kıyas edilsin. Bu harikulade işlerin hikmetlerinden biri de, insanlara, hiçbir zaman azab-ı İlahiden emin olunmayacağını ders verir. “Görmedin mi Rabbin, Âd (kavmin)e na­sıl (helak ile azâb) etti? O (sütunlar üzerine kurulmuş binalarla dolu) direkli İrem (şehrin)e! Ki şehirler içinde onun benzeri yara­tıl­mamıştı. Vadide (ev yapmak için) kayaları oyan Semûd’a da (nasıl azâb etti)? Ve kazıklar(la insanlara azap verenin) sâ­hi­bi Firavuna? Onlar ki memleketler(in)de azgınlık et­mişlerdi. Böylece oralarda fesadı çoğaltmışlardı. Bundan dolayı Rabbin, onların üzerine (her çeşit azabı içeren) bir azab kamçısı yağdırdı! Şübhesiz ki Rabbin, elbette (her an) (her şeyi) gözetlemededir.”2 Bu ve bunlara benzer daha birçok ayette, gafillerin ve zalimlerin ekonomi ve silah gücüne sahip olup Firavun gibi: “Ben sizin en yüce Rabbinizim dünya avucumun içindedir, hiç kimse bana bir şey yapamaz” dediği anda, yerlerin ve göklerin orduları emri altında bulunan ve her zaman maz­lumların intikamını alan Cenab-ı Hak, o gibi zalimlerin karşısına çıkar. Ya göklerden inen azap ve helak edici sesle veyahut yerde yürüyen karınca ve uçan sinekle veya daha başka çeşit çeşit afat ve musibetlerle onları helak etmiştir. Bunun bir örneği de Titanik gemisidir, bu gemi o kadar mükemmel yapılmıştır ki; biletleri –haşa- “Tanrının Bile Batı­ra­ma­ya­­cağı Gemi” sloganıyla satılıyordu. Daha çık­tığı ilk seferinde bu gemi şeytana atılan recm taşı hükmündeki, Allah’ın attığı bir buz dağı ile batırılmıştır. Hulasa: Hiçbir zaman rahmet-i İlahiyeden ümit kesilmeyeceği gibi, hiçbir zaman da azab-ı ilahiden de emin olunmaz. İnsan ancak böylece ümit ve korku arasında isti­kametli bir hayat yaşamak ile dünya ve ahiret saadetine nail olur.3 Kaynaklar: 1- Osm. Zülfikar, s. 2882- Fecr Suresi, 6-14. ayetler3- Osmanlıca Mektubat 1, 28. Mektup, 7. Mesele hatimesinin, 3. nüktesinin hakikatinin izahıdır.

Zakir ÇETİN 01 Mayıs
Konu resmi"Mübtıl, Bâtılı Hak Nazarıyla Alır"
İnsan

İnsandaki fıtratı mükerrem olduğundan, kasden hakkı arıyor. Bazen gelir eline, bâtılı hak zanneder, koynunda saklıyor. Hakîkati kazarken, ihtiyârı olmadan dalâl düşer başına. Hakîkattir zanneder, kafasına geçirir.  İnsan, en saygı değer, en hürmete layık, en aziz ve en muhterem bir varlıktır. İnsanlık cevheri itibarıyla daima hakkı satın almak ister. Her zaman  hakikati arar. Saadeti ise sürekli amaçlar. Fakat insan bâtıl ve dalâleti ise; l Ya hakkı ararken haberi olmadan l Ya hakikatin madenini kazarken iradesi dışında l Ya da hakikati bulmaktan ümidini kesip ça­resiz kaldığını zannettiğinde kabul eder. Hâlbuki insanın asıl fıtratı ve vicdanı ve fikri makul olmayan ve imkânsız bir şeyi benimsemediği halde,  yüzeysel, sığ, derinine inmeden, üstünkörü bakmaktan ve ayrıntılara girmemekten dolayı kabul eder.  İnsan yalnız hakka yönelip ve hakikati kast ettiği için, bâtıl düşünceler davetsiz olarak gelebilir. Elbette hedefine ve amacına kitlenmiş bir insan, bu durumda batıl fikirlere üstünkörü bakar. Batılı yüzeysel değerlendirir. İç yüzüne veya derinlerine inmez. Fakat ne vakit o batıl fikri bizzat tefekkür edip incelese almaya değil belki iltifata dahi değmediğini görecek ve tenezzül etmeyecektir. Netice olarak bir amaca kitlenmek başka konularda üstünkörü olmayı sonuç verebilmektedir. Öyle ise insan kabul ettiği, benimsediği, savunduklarının üstünkörü ba­kışla kabul etmediğini anlayabilmesi için onları tahlile tabi tutması gerekmektedir. “Kudretin âyîneleri çoktur” Kudret-i Zülcelâl’in pek çoktur mir’âtları. Her biri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor bir âlem-i misâle. Sudan havaya kadar, havadan tâ esîre, esîrden tâ misâle, misâlden tâ ervâha, ervâhtan tâ zamana, zamandan tâ hayâle, hayâlden fikre kadar muhtelif aynalar, dâimâ temsîl eder şuûnât-ı seyyâle. Kulağınla nazar et âyîne-i havaya, kelime-i vâhide, olur milyon kelimât. Acîb istinsâh eder o kudretin kalemi, şu sırr-ı tenâsülât. Kudret-i Zülcelâl’in birbirinden latif ve şeffaf çok aynaları vardır. Camdan suya, sudan havaya, havadan esire, esirden âlem-i misale, misalden ruha, ruhtan zamana, zamandan hayale, hayalden fikre kadar bu aynalar farklılık göstermektedir. Bu aynalar kudretin icraatlarını ve nakış­larını göstermek için adeta birer matbaa, be­reketli bir toprak ve bir sahife gibidir. İlahi kudret, bu sahifelerde sürekli olarak sabit olmayan akıcı/geçici eserler icat etmekte­dir. Bu ayinelerde kudretin birbirinden farklı nakışları görülmektedir. Mesela camda, su­da oluşan yansıma, yansıyanın aynı değildir. Lakin hava aynasında iş faklıdır. Söylenen bir kelime hiçbir değişikliğe uğramadan duyanlar adedince çoğalmaktadır.  Hava ay­na­sında bir kelime milyonlar kelime ol­maktadır. Şu matbaada bir kelimeyi mil­yonlar kelime yapmak kudretin daire-i ta­­sar­rufunun ne kadar geniş olduğunu gös­termektedir.  Bu aynalar ilahi kudretin eserlerini, na­kışlarını, icraatlarını; ya hüviyetlerini, ya hüviyetle birlikte özelliklerini, ya da hüvi­yetle birlikte mahiyetlerini yansıt­mak­ta­dır. Mesela cam ve suda oluşan yansıma, yan­sıyanın aynısı değildir. Yalnızca sure­tini, kim­­liğini gösteren bir yansımadır. Hâl­bu­ki söylenen bir kelime aynıyla havada mil­­yonlar kelimeye dönüşmektedir. Hayal ay­nasında ateş, kavram olarak resmedilir­ken mahiyet olarak meydana gelmez. Aksi halde zihnimiz yanardı. Sonuç olarak farklı aynaların özellikleri dikkate alındığında ve inikias edecekler düşünüldüğünde bir zatın bir anda bir den fazla yerde olmak ve birbirinden farklı işler yapmak meselesi aydınlığa kavuşacaktır. Bu konuda Hz. Üstadın çok orijinal olan bir yaklaşımını aynen aktarmak istiyorum: “Temessülün çok envâından şu meseleye me­dar olacak üç nev’ine işaret ederiz. Birincisi: Kesif, maddî şeylerin akisleri­dir. O akisler hem gayrdır, ayn değil; hem me­vat­tır, ölüdür. Hüviyet-i suriyesinden baş­ka hiçbir hâsiyete mâlik değil. Meselâ sen âyi­neler mahzenine girsen, bir Said bin­ler Said olur. Fakat zîhayat yalnız sensin. Öte­kiler ölüdürler; hayat hassaları onlarda yoktur. İkincisi: Maddî nuranînin akisleridir. Şu akis ayn değil, fakat gayr da de­ğil. Ma­hi­ye­ti tut­muyor; fakat o nurânî­nin ek­ser hâsi­yet­lerine mâliktir, onun gibi hayy sa­yı­lı­yor. Meselâ, şems dünyaya gir­di, her bir âyi­nede aksini gösterdi. O akis­lerin her­birinde, güneşin hassaları hük­münde olan ha­ra­ret, ziya ve ziyadaki elvân-ı seb’a bulunu­yor. Eğer, faraza, güneş zîşuur olsaydı harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvân-ı seb’ası sıfât-ı seb’ası olsaydı o vakit, o tek ve yekta bir güneş, bir anda her bir âyinede bulunur, her birisini kendine bir nevi arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Her birimizle, âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu. Üçüncüsü: Nuranî ruhların aksidir. Şu akis hem hayydır, hem ayndır. Fakat âyi­ne­lerin kabiliyeti nisbetinde tezahür et­ti­ğinden, o ruhun mahiyet-i nefsü’l-em­ri­ye­sini tamamen tutmuyor. Meselâ, Haz­­ret-i Cebrâil Aleyhisselâm, Dıhye sure­tinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir an­da, huzur-u İlâhîde, haşmetli kanatlarıyla Arş-ı Âzamın önünde secdeye gider, hem o anda hesapsız yerlerde bulunur, evâmir-i İlâhiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mâni olmazdı. İşte, şu sırdandır ki, mahi­yeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Pey­gam­ber Aleyhissalâtü Vesselâm, dün­yada bütün ümmetinin salâvatlarını bir­den işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirine mâni olmaz. Hat­tâ, evliyadan, ziyade nuraniyet kesb eden veabdal denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş. Evet, nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler âyine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mev­cu­datı âyine hükmünde ve berk ve ha­yal sür’atinde bir vasıta-i seyir ve seya­hat su­retine geçerler. Ve o ruhanîler, hayal sür’atiyle o merâyâ-yı nazifede, o menâzil-i lâti­fede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler.”

Muhlis KÖRPE 01 Mayıs
Konu resmiRenk ve Desen Cümbüşü İçerisindeki İznik Çinisi
Tarih

Dünya sanat tarihi içinde çok önem­li bir yeri olan Türk çini sanatının geçmişi VIII. ve IX. yüzyıllara, ilk Müslüman Türk Devletini kuran Kara­han­lılar’a kadar uzanmaktadır. Fakat asıl kök­lü değişim Büyük Selçuklularla başlayıp Anadolu Selçukluları’yla devam etmiştir. Bu da çini sanatının bin yılı aşkın bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir. XV-XVII yüzyıllar arasında Osmanlı mi­marisinde İznik Çinisi önemli bir dekora­tif unsur olarak kullanılmış ve büyük bir gelişme göstermiştir. Çini, cami, mescit, med­rese, imaret, hamam, saray, köşk, çeş­me, se­bil, kütüphane gibi çeşitli eserlerde ge­niş bir kullanma alanı bulmuştur. Binanın ihtişamı ve güzelliği süslemeleri ile önem kazanır. Süsleme unsurları o yapının sanat değerini ve estetik güzelliğini arttırarak ka­lıcı olmasını sağlar. Bu bakımdan Türk mi­marisinde ve süsleme sanatlarında çininin yeri büyüktür. 16. yüzyılda İznik çinileri renk, kompo­zisyon, motif, teknik ve kalite yönünden tüm dünyanın beğenisini kazanmış ve ayrıca­lık­lı bir üne kavuşmuştur. İznik çinileri müthiş bir ritme ve çeşitliliğe sahiptir. 1648 yılında Şam’a giderken İznik’e uğrayan ve İznik’i gezen ünlü seyyah Evliya Çelebi İznik’te büyük bir çarşı ve çini fırınları bu­lunduğuna işaret eder ve şöyle der: “Bu­rada insanı hayretler içerisinde bırakan bukalemun (çok renkli) nakışlı öyle çiniler işlenir ki, tarifinden dil acizdir.” “Erken Osmanlı Dönemi” olarak adlandırı­lan döneme ait çiniler, İznik Yeşil Cami minaresinde (1390), Bursa Yeşil Camii ve Türbesinde (1421), Bursa Muradiye Ca­mii’nde (1426), Edirne Muradiye Ca­mii’nde (1433), İstanbul Mahmud Paşa Türbesi’nde (1463), Çinili Köşk’te (1472), ve Edirne’de Şah Melek Paşa Camii’nde görülmektedir. Bunlar genellikle mozaik veya sırlı boya tekniği ile üretilmiş çinilerdir. Bu dönemlerde, lacivert, mavi, türkuaz, siyah, sarı gibi renkler ve rûmi, kûfi yazı, geometrik şekiller ve bitkisel kökenli stilize edilmiş motifler kullanılmıştır. Takip eden dönem, bir geçiş dönemi ola­rak adlandırılabilir. Fatih Devrinin Nak­kaş­başısı Baba Nakkaş, seramiklerin ge­li­şiminde büyük rol oynamıştır. Yavuz Sul­tan Selim zamanında sınırları genişleyen Osmanlı Devleti’nin diğer bölgelerinden, özellikle Orta Asya ve İran’dan İstanbul’a getirilen ustalar bu sanata önemli katkılar sağlamışlardır. İstanbul’da Yavuz Sultan Selim Camii ve Türbesi (1522), Şehzade­ler Türbesi (1525), Haseki Medresesi (1539), Şehzade Mehmed Türbesi (1543), Top­kapı’da Kara Ahmed Paşa Camii (1551), gibi mimari eserlerde kullanılan çiniler bu dönemin eserleridir. Sırlı boya tekniği ile üretilmiş olan bu çinilerde; Rûmiler, bulutlar, hatâi tarzında bitkisel kökenli mo­tifler, fıstık yeşili, sarı, mavi, türkuaz, lacivert ve kiremidi renkler kullanılmıştır. “Klasik Devir” denilen bu dönem, Silivri­kapı’daki İbrahim Paşa Camii’nin (1551) yapımı ile başlar. Bu gelişmenin bir diğer önemli nedeni de Mimar Sinan dönemi olması ve onun yaptığı pek çok yapıda çi­niye büyük bir önem vermesidir. Nite­kim o dönemin eserlerini sıralamak bu önemin derecesini de gösterir. Süleymaniye (1560), Sultanahmet’de Sokullu Mehmed Paşa (1571), Kasımpaşa’da Piyale Paşa (1573), Eminönü‘de Rüstem Paşa (1560) Camileri, Topkapı Sarayında Altınyol pa­no­ları, III. Murat Kasrı, II. Selim ve III. Murad Türbeleri, Tophane’de Kılıç Ali Paşa (1580), Üsküdar’da Toptaşı’nda Eski Valide (1583), Fatih, Çarşamba ve Karagümrük dolaylarındaki Mehmet Ağa, Ramazan Efendi, Edirne Selimiye camileri ve İstanbul’da Topkapı‘daki Takkeci İbrahim Ağa ve Kânuni’nin eşi Hürrem Sultan’ın türbeleri dönemin en seçme çinileriyle süslenmiş âbidevî yapılardır. İznik üretim merkezi faaliyetini XVII. yy. sonlarına doğru kaybolmaya başlamış ve çinicilik Kütahya’ya kaymıştır. XVIII. yüzyıl başlarında ise tamamen yok olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nda siyasi ve askeri otorite boşluğunun ortaya çıkması ve ekonomik bir krizin yaşanmasına paralel olarak sarayın mimari faaliyetleri ve tezyin işleri de azaldı. Dolayısıyla sarayın İznik çini yapımcıları üzerindeki himayesi de kayboldu Böylece İznik çini sanatı eski parlak dönemini kaybetti. Lâle Devri diye anılan dönemde, İznik çini sanatı yeniden canlandırılmaya çalışılsa da çabalar uzun ömürlü olamamıştır. Bu dönemde üretilmiş duvar çinileri arasında Silivrikapı, Kocamustafapaşa ekseni üzerindeki, He­kim­­oğlu Ali Paşa, Üsküdar’da Kaptan Paşa, Kan­dilli’de I.Mahmud camileri, Balat’ta Fer­ruh Kethüda Camileri, Ayasofya’da III. Ah­med Çeşmesi ve Eyüpsultan’da bir çeşme yer almaktadır. II. Abdülhamid zamanında Al­manya’dan getirilen makineler, malzeme ve ustalarla Yıldız Sarayı’nda kurulan fab­rikada, porselen üretimi yanı sıra tamir ihtiyaçları sağlanmaya çalışılmış, II. Meşru­tiyetin ilanı ve padişahın tahttan indirilmesi ve savaş felaketleri nedeniyle çini üretimi tamamen durmuştur.  

Mustafa YILMAZ 01 Mayıs