112.Sayı:"Hilafetin Kapısı Çanakkale"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiBesmelenin Sırrı 3
Risale-i Nur

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ وَ بِهِ نَسْتَعِينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِيَن Kâinatın lisan-ı halini lisan-ı kale tercüme eden Bismillah’ın tefsiri içindeki intisap sırrı 22- Bismillah’taki B; insanın kalbinde­ki iman cevherinin, her an Allah’a iman ile in­ti­sabın devamlılığına bağlı olarak parladığı­nı da tahattur ettirir. O parlaklığın devamı ise intisabın devamıyla mümkündür. İşte bu sırdan dolayı Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan: “Ey iman edenler iman ediniz” der. Bu ayet-i kerime imanın devamlı tazelenmesine işa­ret eder. Eğer bu intisap kesilse kalbin içi küfür karanlığına düşer. Ayineden ışığın ke­silmesiyle karanlığa boğulması gibi. 23- Daire-i vücub: Bütün kâinatın hadsiz de­recede haricinde ve fevkinde, nihayetsiz ce­mal ve kemal sahibi, mekândan münezzeh ve kusurdan mukaddes olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücud’a bir unvan (isim) olarak kullanılır. 24- Daire-i mümkinat: Daire-i ilm-i ezeliye­nin içindeki hadsiz ihtimal yollarından iba­rettir. Yaratılanlar vukuattır. Yaratılma ihti­mali olanlar ise imkânattır. 25- Cenab-ı Hakk’ın irade ve kudretinin ter­cih ve taalluku olmadan hiçbir şey ilim dairesinden şahadet âlemine çıkamaz. O ezeli ilmin içinden irade-i İlahiye her şeyi bir model olarak seçer ve Levh-i Mahfuz’a yazar. 26- Sonra eşyanın teşekkülat programları bulutlardan süzülen birer yağmur damla­ları gibi, melaikelere yüklenerek tohumlar, çekir­dekler, yumurtalar, nutfeler ve to­mur­­cuklar içerisine birer yazılım olarak kay­dedilir. 27- Sonra kudret-i İlahiye tohumlar ve çe­kirdeklerin içerisindeki programlara göre zer­ratı hikmetle istihdam ederek vücud-u eşyayı inşa eder. Âlem-i gaybdan âlem-i şe­ha­dete çıkarır, gözlere gösterir. 28- Aynen öyle de insanın amellerinin ya­ratılmasında da irade-i Ezeliye, insanın ira­de-i cüz’iyesini bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani irade ve kudret-i İlahiye insanın iradesinin meylinden sonra istediği şeye taalluk eder, yaratır. Şimdi Lafzullah Kelimesine Bakalım. 29- Lafzullah; Bütün sıfat-ı kemaliyeyi câmî bir sadeftir. 30- Lafzullah, güneş gibidir. 31- Güneş: Bizâtihi ışık, ziya, hararet, elvan-ı seb’a (yedi renk) ve cazibenin memba-ı ve masdarıdır. 32- Güneş: Her şeyi gösterir. 33- Güneş: Her şeyde yine kendisini gösterir. 34- Güneş: Kendisini göstermek için başka güneşlere ihtiyaç bırakmaz. Daire-i Vücubu Bu Kaide-i Külliye İle Mütalaa Edelim 35- Allah, bütün kâmil sıfatların bizatihi sa­hibidir. Onun kemali başka bir kemalden gelmemiştir. 36- Allah’ın kemalatı sonsuzdur. Sonsuz ke­malatta noksanlık olmadığı için o zatın ken­di­sinde kemale müteveccih bir faaliyet ol­maz. 37- Fakat mahlûkattaki faaliyet bir kema­le müteveccihtir. Onun için faaliyet sadece mah­lûkat âlemindedir. 38- İşte bu sırdan dolayı her şeyi ademden (yokluktan) varlık âlemine çıkaran sadece Allah’tır. 39- Her şeyi kendi kemal ve cemalini gör­mek ve göstermek sırrıyla yaratmıştır. 40- Allah kendi kemal ve cemalini göster­mek için hiçbir yardımcıya muhtaç değil­dir. Aşağıdaki iki hadis-i şerif bu hakikati ferman eder: “Sadece Allah vardı, beraberinde başka hiç bir şey yoktu” hadisi ile beyan buyur­muş­tur. (Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed'u'l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946) “Gizli bir hazineydim bilinmek istedim âle­mi yarattım.” Cenab-ı Hak bizzat kendi ke­mal ve cemalini sever. Mahlûkatı yaratmış ki, o mahlûkatın mahiyet ayinesinde gizli kemal ve cemalini görmek ve zişuurlara göstermek ister. Hatta o mahlûk, kemal ve cemaline ne kadar parlak ayinedarlık yapı­yor­sa, onu o kadar çok sever. Peygamber Efen­di­­miz, Allah’ın zati sıfatları hariç bü­­tün sıfat­larını tezahür ettirmiştir. İşte bu sır­­dan do­layı Allah Teâlâ, Peygamber Efendi­mize (asm) ‘Habibim!’ demiştir. Şimdi sıfat-ı ke­maliyeyi birer birer anlamaya çalışalım. Sıfat-ı Kemaliye Üçtür: Birincisi: Zatî Sıfatlar İkincisi: Sübutî Sıfatlar Üçüncüsü: Fiilî İsimlerdir 41- Esma-yı İlahiye nedir? Esma-yı İlahiye, Ke­malat-ı İlahiye’nin ünvanlarıdır. 42- Kemalat: Fazilet, olgunluk, iyilik, ahlak ve huy güzelliğidir. Bu mananın hepsi so­yut kavramlardır. Üzerinde düşünülecek müşahhas bir mana zihne gelmiyor. Öyle ise kemalat kelimesinin manasını müşah­has bir misal ile akla takrip etmeye (yakın­laştırmaya) çalışalım. 43- Mesela, bir mısır tohumunun içinde giz­li yazılım suretinde bir teşekkülat prog­ramı çizilmiştir. Toprak içindeki zerrat or­du­ları, tohumun içine yazılı olan projeye göre hikmet ve kudretin düsturlarıyla sevk edilerek, ağaç, o çekirdek kapısından varlık ve şehadet âlemine çıkarılır. 44- İşte bir tohumun içinde saklı olan isti­dadın gelişmesi, ağaç olması ve meyve ver­mesi, kemale ermesidir. Müşahhas şey­ler­deki kemalat böyle anlaşılır. 45- Aynen bu misal gibi, insanın mahiyeti­ne her bir Esma-yı İlahiye’ye ait hadsiz isti­dat tohumları yerleştirilmiştir. Bu istidat­lar ilim ve dua vasıtasıyla sünnet-i seniyye perdesi altında inkişaf ederek kemale erer. Böylece o şahıs, insan-ı kâmil olur.

Muammer YANIK 01 Mart
Konu resmiRisale-i Nurdan İstifade Mertebeleri
Risale-i Nur

“Bu zamanda, lillâhilhamd, Sünnet-i Se­­­niy­­ye dai­re­sinde kemâl-i imanı kaza­nan Risale-i Nur şakirt­leri evliya­ların, mür­­­şid­­lerin nazar-ı dikkatini celb ede­cek vaziyeti aldığından, her zaman bu­lunan hakikî mürşidler, her halde bu za­manda Risale-i Nur şakirtlerine müş­te­ri olurlar. Birisini elde etse, yir­mi mürid kadar kıymet verirler.” Ölçü: İmani meseleler, perdeli oldu­ğundan bir defa okumak yeterli olmaz. O hakikatler okundukça per­­deler açı­lır. Sırlar keşfolur. İman, tahkiki ha­­le gelir. İmanın nihayetsiz mertebelerinde te­­rak­ki (yükselme) başlar. Bu da bitmez tü­kenmez bir şevki, doymak bilmez bir zevki, ulvi bir hazzı, son bulmaz bir iştah ve iştiya­kı netice verir. Ölçü: Risale-i Nurlardan istifadenin bir merdivenin basamakları gibi mertebe­leri var­dır. Bu mertebeleri Risale okuma­ların­dan edindiğimiz kanaatle “8 T” ile şöyle sı­ralayabiliriz: Taallüm, tenevvür, tekem­mül, telezzüz, tefeyyüz, tagaddi, tahalluk ve terakki. Yukarıda izah edildiği vecihle Risale-i Nur­­ları okumak, manalarını tefekkür et­mek, ehil olan insanlarla müzakere ve mü­na­zara yapmak, tahkik ve tedkik ile iman ha­kikatlerini akıl, kalp ve ruhuna nak­şet­mek taallüm mertebesidir. Nur talebesi bu faaliyetler neticesinde ilim sahibi olur. Üstad Bediüzzaman Hazretleri: “Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim hakkatli bir âlimi olabilir.”5 cümlesiyle bu mertebeye işaret ediyor. Tenevvür mertebesi, insanın iç âlemini ilim­le beslemesidir. Bu suretle aklın, kalbin, ru­hun, hissiyatın ve latifelerin hakikat nur­larıyla nurlanmasıdır. Nur talebelerinin bu­nu bir hocadan ders alarak değil de ken­di kendine çalışarak elde etmesi bu asır­da Risale-i Nurlara has bir özelliktir. Üs­tad Bediüzzaman bu hususa şöyle işaret etmekte: “Aynen öyle de, manevi bir elektrik olan Re­sâilü’n-Nûr dahi gayet yük­sek ve de­rin bir ilim olduğu hal­de, kül­fet-i tah­sile ve derse çalışmaya ve baş­ka üs­tâd­lardan taallüm edilmeye ve müder­ri­si­­nin ağzından iktibas olmaya muh­taç ol­madan, herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kal­­madan anlayabilir. Kendi kendine istifa­de eder. Muhakkik bir âlim olur.”6 Tekemmül mertebesi, taallüm ve tenevvür ameliyesinin sonucunda insanda meydana gelen maddi/manevi olgunluktur. Bu mer­te­bede Nur talebeleri imanda, ihlâsta, iba­dette, takvada ve sünnet-i seniyenin itti­baında ciddi mesafe kat ederler. Şahsi ve sosyal hayatta bu mertebenin tezahürleri görünmeye başlar. Kur’an ve iman hiz­met­lerinde ciddiyet, sadakat, sebat, metanet, gay­ret, himmet ve hamiyet ziyadeleşir. Her bir Nur talebesi, bu mertebede Kur’an na­mına vazifedar olduğunun idrakiyle yaşar. Kalben, kâlen ve hâlen bu istikamette ha­ya­tını tanzim eder. Hazret-i Üstad bu mer­tebeye vasıl olan Nur şakirtlerini şöyle vasf ediyor: “Risale-i Nur’un hakikî şakirt­leri, neş­ri­yat-ı diniye­lerinde ve ittibâ-ı sün­net­­te­ki iba­det­lerinde ve içtinab-ı kebâir­de­ki tak­vâ­larında, Kur’ân hesabı­na vazife­dar sayılırlar.”7 Telezzüz mertebesi, diğer mertebelerden hâsıl olan manevi zevk ve lezzettir. Bu mer­tebede Nur talebesi itikatta, ibadette, tak­vada ve ittiba-ı sünnette manen lezzete gark olur. Nurların meşguliyetinin lezzetini hiçbir şeye değişmez. Bir gün bile iman hakikatlerinden ayrı kalamaz hale gelir. Risale-i Nurun kahraman bir şakirdi olan Sabri ağabey bu mertebeyi şu cümleleriyle özetliyor: “Sözler sayesinde şu bir seneyi müteca­viz bir müddetten beri şevkle taal­lüm, ina­­­­­yetle tefey­yüz, tergib­le te­nev­­­vür, hâ­hiş­­le telez­züz, işaretle tahallûk, tedriç­le tekem­­mül tari­kinde ilerlemeye sâî bu­lundu­­­ğum bu muayyen müddetin bir gü­nü­ne, sabıkan geçirmiş oldu­ğum umum ha­yatı­mın bile muka­bil olamaya­cağı ka­naatin­deyim.”8 Tefeyyüz mertebesindeki bir talebe; Risale-i Nurları okumaktan, yazmaktan, mütalaa ve müzakereden manen feyiz alır. Bu feyz, onu manen Nurların müştak bir talibi kı­lar. Hadsiz bir ihtiyaç ve iştiyakla Risale-i Nurlarla meşgul eder. Her bir risale tefeyyüz mertebesindeki şakirt için apayrı bir feyiz menbaıdır. Bir risaleyi diğerine tercih edemez hale gelir. Risale-i Nurdan tefeyyüz etmek insanın hayatını nasıl değiştireceğini Hüsrev Efendi şöyle anlatıyor: “Sözlerinizin yani risalelerinizin her bi­ri birer derya-yı azimdir. Sözlerinizden çok feyz alıyorum. O kadar ki, okudukça tekrar etmeyi istiyorum. Ve tekrarında duyduğum İlahi bir zevki tarif edeme­yeceğim. Bugün sözlerinizden değil hep­si­ni, bir tanesini alan insaf ile okusa, hakkı teslime ve münkir ise gittiği yolu terke, fasık ise tevbeye mecbur olacağı­na katiyen ümit varım.”9 Re’fet bey de bu mertebedeki hissiyatını şöyle ifade etmektedir: “Artık sözünüzün hiçbirini diğerine tercih edemiyorum. Zi­ra birine mühim derken, diğeri daha mü­him ve bir diğeri daha ehem olarak ken­dini gösteriyor.”10 Tagaddi mertebesi, Nur talebesinin Risa­le-i Nurlardan mükkemmelen maddi/ma­­ne­vi gıda almasıdır. Bu mertebedeki şa­kir­de Risale-i Nurlar maddi/manevi ilaç gibi tesir eder. Üstad Hazretleri bu mer­te­beyi şöyle ifade ediyor: “Hem onun mek­­tubunda Risale-i Nurun okuması Hüs­rev’in hastalığına ilaç olduğu gibi, pek çok defalar da hatta geçen müthiş has­talığımda gelen doktora okudum. Hem ona, hem bana ilaç olduğunu gördük. Evet, manevi deva olduğu gibi bazen maddi ilaç da oluyor.”11 Devam edecek Kaynaklar: 5- Lemalar, s. 175, Altınbaşak Neşriyat6- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 63, Altınbaşak Neşriyat7- Kastamonu Lahikası, s. 235, Altınbaşak Neşriyat8- Barla Lahikası, s. 31, Altınbaşak Neşriyat9- Barla Lahikası, s. 41, Altınbaşak Neşriyat10- Barla Lahikası, s. 81, Altınbaşak Neşriyat11- Kastamonu Lahikası, s. 142, Altınbaşak Neşriyat

Zafer ZENGİN 01 Mart
Konu resmiRisale-i Nur'un Risalelerini Tanıyoruz 3
Risale-i Nur

Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : 33. Mektup, 33. Söz, Pencereler RisalesiRisalenin Telif Tarihi : Tahmini 1929Dili : TürkçeMüellif Yanındaki Değeri   : Bu risale;1. Küfr-ü mutlakın ve mütemerrid dalaletin inadını kıracak ve parçalayacak Kur’an hakikatlerini içermektedir. 2. İmanı olmayanı imana getirebilecek burhanlara sahiptir.3. Zayıf imanları kuvvetlendirir.4. Kuvvetli imanı tahkiki hale döndürür.5. Tahkiki imanı marifetullahta ilerletir.6. İnsanın akıl, hayal, kalp, ruh, vicdan gibi tüm duygularını tatmin eder.7. Yaklaşık 53 ayetin tefsiridir. 8. Tevafuklu bir risaledir. Konusu : Allah’a iman ve Marifetullah hakkındadır.Risalenin Metodu : Bu risalede davayı ispat etmede şu deliller kullanılmıştır;• Burhan-ı İnnî• Burhan-ı Limmî• Burhan-ı Temanu’ Delili• Gaye ve Nizam Delili• Hudus delili• İcmâ• İmkân delili• İnayet/Hikmet/İtkan Delili• Meşhudat-ı Âlemle İstidlal• Muhalif Fikrin Batıl Sonuçlarını Gösterme• Naklî deliller• Otoriter Şahsiyetleri Delil Gösterme• Temsil PENCERE: Dünyaya gelip giden var­lıkların tedbirlerindeki intizam ve nizam bir hikmeti içermektedir. Bu hikmette bir inayet, inayette kuşatıcı bir taltif ve ih­san, taltifte ve ihsanda ise rızıklandırma ve terbiye görünmektedir. Hikmet, kast ve ira­deyi göstermektedir. İnayet ise hikmeti içer­mektedir. Rahmet ise inayet ve hikme­ti içinde bulundurmaktadır. Rızık verme ise rah­met, inayet, hikmeti kapsamaktadır. Bu hal ise Hakîm, Kerim, Rezzak olan Va­cibü’l-Vücudun vahdetini ve rububiyetini göstermektedir. Bu vaziyeti serseri tesadüf, kör kuvvet, sağır tabiat, aciz, cahil sebeplerle açıklamak mümkün değildir. PENCERE: Varlıkların yaratılışlarında görülen; - Dağınıklığı gerektiren sonsuz bolluk, ahenk ve düzen içinde - Ölçüsüzlüğü ve kabalığı gerektiren yaratı­lış­taki sürat, tam bir ahenk içinde - Değersizliği ve çirkinliği sonuç veren çok­luk, harika bir sanat içinde - Sanatsızlığı ve basitliği gerektiren kolaylık, ihtimam ve sanat içinde - Farklılık ve zıtlıkları gerektiren uzaklık, tam bir ittifak içinde - Karışıklığı gerektiren bir arada bulunma, tam bir ayrışma içinde - Değersizliği gerektiren bolluk, tam bir nitelik ve değerlilik içinde bulunmaktadır. Bu hal ise Kadîr-i zülcelalin, Hakîm-i Zül­kemalin, Rahim-i Zülcemalin vücub-u vü­cudunu, kudretinin kusursuz olduğuna ve rububiyetin cemalini, vahdaniyetini ve ehadiyetini göstermektedir. PENCERE: Bir eser, özellikle yenilenen güzel bir eser bir fiili gerektirir. Hikmetli ve düzenli fiiller ise isim ve sıfatlarıyla beraber bir fâili gösterir. Bu sıfatlar ise şuunat-ı zatiyeyi / kabiliyet-i zatiyeyi gerektirir. Bu ise mükemmel bir zatı gösterir. PENCERE: Yüce Allah göğü yıldızlar, güneşler ve ay ile, atmosferi yağmur, şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü ile, zemini hay­vanlar ve bitkilerle, bitkileri ise yaprak, çi­çek ve meyveler ile, çiçek ve meyveleri ise tohumcuklar ile kendisini tesbih ve zik­rettirmektedir. Evet, bunlarda görünen nizam hikmeti, öl­çüler ise ilmi, sanatlı nakışları ve mahareti göstermektedir. O nakışlı sanat ise ziynet içinde görünmektedir. Bu hal ise lütuf ve kereme işaret etmektedir. O ziynet yani gü­zel süsler ise rahmet ve ihsanı gösteren gü­zel kokular içindedir. İşte tüm şu haller Sâni-i Zülcemalin isimlerinin tanıttırılıp sevdirilmesini istemektedir. PENCERE: En küçükten en büyük varlıklara kadar her şeyde güzel bir sanat ve tam bir hikmet görünmektedir. - Işık/aydınlık dahi Sâni-i Hakîm tara­fından varlıkları ilan ve teşhir etmek üzere yaratılmıştır. - Rüzgârlar sağladıkları faydalar ve iş gördü­ğü görevleriyle, - Çaylar, ırmaklar sağladıkları faydaları ve dağlarda ihtiyaçları gidermek için depo­lanmalarıyla, - Taşlar, madenler ve cevherler güzellikleri, ya­rarlı özellikleri ve ihtiyaçları gidermeleriyle, - Çiçekler ve meyveler güzellikleri, kokuları, tatları ve renkleriyle, - Kuşlar cıvıldaşmalarıyla, - Bulutlar hayat suyunu vermesiyle ve gök gürlemesi ve şimşekler, - Gök cisimlerinin ve ayın hareketleri ve dün­ya ile olan münasebeti bir Kadîr-i Rahimi göstermektedir. PENCERE: Güneş ve güneş sisteminde bulunan on iki gezegenin - Farklı büyüklükleri, - Birbirine olan uzaklıkları, - Hareketleri ve bu hareketlerin sonuçları, - Bunlarda görünen kusursuz düzen, hikmet - Son derece hassas ölçü ile kendi eksenleri etrafındaki dönüşleri ve güneşe çekim ya­sa­sıyla bağlanmaları ilahi kudretin aza­me­tini ve yüce Allah’ın büyüklüğünü göster­mektedir. PENCERE: Dünyanın varlıklar için yaşama uygun hale getirilmesi, dünyanın güneş etrafında dönmesiyle meydana ge­len tüm sonuçlar, dağların sağladığı fay­da­lar, Kadir-i Mutlak ve Hakîm-i Ra­hîm’in vücub-u vücudunu ve vahdetini gös­ter­mek­tedir. Hem dünyadaki acayip sanatlar, unsurlar, nehirler, çaylar, denizler, ırmaklar, tepeler kendine uygun canlılara birer mesken olması ve canlılar için nakil vasıtası haline getirilmeleri ve bu yerlerin kendilerine mahsus canlılarla şenlendirilmesi hem bu yerleri canlılarla doldurup boşaltmak bir Kadir-i Zülcelal ve bir Hakîm-i Zülkemalin vücub-u vücuduna ve vahdetine yüz binler diller ile şehadet etmektedir. Devam Edecek…

Muhammed AYDIN 01 Mart
Konu resmiÇok Geç Olmadan
Eğitim

Çanakkale bir savaştan daha fazlasıydı. Bir çağı açıp diğer çağı kapatmış olma­sa da bütün dengeleri alt üst etmişti Çanakkale. Mu­halif devletlerin niyet­leri kursaklarında kalmış, emellerini ertelemek durumunda kalmışlardı. Aynı zamanda Hila­fetin kapısı Çanakkale’den geçiyor olması, ters bir durumda bütün âlem-i İslam’ı zora sokacak bir durumdu. Çanakkale bir savaştan çok okuldu. Yüzbaşı Hilmi’nin notlarından okuduğumuza göre, en zor şartlar altında da olsa, eksik olan­la tam bir iş yapılamıyordu. Yani askeri eği­tim kadar, imani ve İslami bir eğitim de ay­nı zamanda cephede devam ediyordu. Son dö­nemlerde başta namaz olarak ibadetlerde gev­şekliğin varlığı her türlü zayıflığı da taşımıştı içimize. Ne zaman ki namaz ve sair ibadetlerini yapmaya başladı asker, bundan sonra dengeler değişti. Seyyid’in fevkalbeşer ateşlediği toplar, düşmanı can evinden vurdu! Ve Çanakkale dünyaya şöyle sesleniyordu: İMAN VARSA İMKÂN VARDIR. “İSTİK­BAL İNKILABATI İÇİNDE EN GÜR SA­DA –siz istemeseniz de- İSLAM’IN SADASI OLA­CAKTIR.” DİKKAT! Çanakkale Muharebesine para göndermek için yavrusunu hizmetkâr olsun diye para karşılığı konağa veren Pakistanlı anne, “Ne­den böyle yaptın?” diye soran konak sahi­bine şöyle diyordu: “Şimdi sen diyorsun ki; Çanakkale’ye gön­derilecek bir silah için koklamaya doyamadı­ğın yavrunu niye sattın, öylemi? Osmanlı zayıf düştüğünden beridir, yanı başımıza kadar ge­len İngilizlerin yaptığı zulümler or­tada. Bu gün Muhammed İkbal dedi ki; ‘Eğer Osmanlı­nın son kalesi olan Ça­nakkale de geçilirse, Hilafet kalmaz ve iyi bilin ki sıra sizdedir.’ Eğer İngiliz buraya da gelir, namusumuza el uzanır, bayrak iner, vatan toprağı düşmanın pis çizmeleri altında çiğnenirse, çocuğum olsa ne olur, olmasa ne olur. İşte bu yüzden hiç tereddüt etmeden sattım yavrumu. İngilizlere köle olacağına size hizmetkâr olsun.” Ya şimdi? “Çanakkale müdafaası yapılmış ve kazanıl­mıştır. Lakin vazife, yalnız askerler ve ku­mandanlar için bitmiştir. Bizim için bitme­miş, hatta baş­lamamıştır bile. Herkes bilsin ki, burada kan­larını akıtanlar hep bu tarih, bu namus ve fazilet için öldüler. Onların kan borcunu öde­mek lazımdır. Şairler des­tanlarını yazsınlar, res­samlar levhalarını çiz­sinler, muharrirler hi­kâyelerini yazsınlar, sağ kalanlar da rahmet okusunlar…” böyle ses­leniyordu, Darülfünun Müderrislerinden İs­mail Hakkı Bey. LAKİN bir şey daha var ki O da, şimdiki halin o günkü halden fark­lı olmadığıdır. Dolayısıyla bilmeliyiz ki bile­ğimizin gücü, imanımızdandır. Milleti­mizin gücü bir ve beraber olduğundadır. Ve düş­man hala uyanıktır ve ayağımıza do­la­nıp dur­maktadır. Gün, birlik olma ve damar­larımızın bağlandığı kalbe bedel manevi kalbde imanı hissetme zamanıdır. Yoksa her şey için çok geç olabilir, Allah muhafaza.

Metin UÇAR 01 Mart
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Pertevniyal Vâlide Câmii Sultan Abdülaziz’in annesi, Pertevniyal Vâlide Sultân tarafından yaptırılmıştır. İnşaatına 1867 senesinde başlanmıştır. Ca­miin yanı sıra mekteb, türbe ve muvak­kithanenin de inşa edilmesiyle bir külliyeye dönüşmüştür. Külliyenin inşaatı 4 sene­de tamamlanmıştır. Mimarı, Sarkis Bal­yan’dır. Camiin harimi, 10x10 metre bir kare alt yapıya oturan yüksek kasnaklı bir kubbe ile örtülüdür. Külliye içinde yer alan Pertevniyal Vâli­de Sultân’ın tür­besi, 1926-1929 yıllarında tram­vay yolu­nun genişletilmesi için sökülüp geriye alın­mıştır. Türbe, Prost projesiyle daha da geri çekilmek üzere 1958’de tekrar yık­tırılmıştır. Vatan ve Millet caddelerinin açıl­masından sonra Aksaray Meydanı’nın yeni­den düzen­lenmesi sırasında (1968-1969) bugün­kü yerine monte edilmiştir. Yine kül­liye­nin bir köşesinde ve camiin karşısında bu­lu­nan tamamen mermerden yapılmış olan muvakkithâne, yapı düzenleme çalış­ma­ları esnasında sökülmüş ve bir daha kuru­la­mamıştır. Câmi, son olarak 2007-2011 seneleri arasında restore edilmiştir. Hüsrev Efendi’nin Esaret Hayatı Hüsrev Efendi, Millî Mücadele’ye teğ­­men rütbesiyle katılmıştır. Batı Cephesi­ne sevk edilmiş ve Yunanlılara karşı cihâd etmiş­tir. Uzun mücadelelerden sonra, bir çarpışma sırasında atının vurulmasıyla, Manisa yakın­larında, 1920’de esir düşer. Hüsrev Efendi esir edildikten sonra, Yunanistan’a götürülerek Ar­navutluk sınırı yakınında Korfu Adasındaki bir esir kampında iki sene esaret hayatı yaşadı. Esa­ret­teyken kendisinden uzun müddet ha­ber alınamayınca şehîd olduğu düşünülmüş ve ailesine maaş bağlanmıştır. Ancak bir müd­det sonra Hüsrev Efendi’den gelen telgrafla, evinde büyük bir mutluluk yaşanır. Millî Mü­­cadele’nin zaferle neticelenmesi ile birlikte, Yunanlılarla yapılan esir mübadelesinde Hüs­rev Efendi esaretten kurtularak, 1923 sene­sinde Isparta’ya geri dönmüştür. İnsan Kıyamet Günü Diline Buğz Edecektir Saîd el-Cüreyrî güvendiği bir adamdan rivayetle anlatıyor: “İbn-i Abbâs’ı (ra) gördüm; dilinin bir tarafını tutmuş şöyle diyordu: ‘Yazık sana! Hayırlı şeyler konuş ki kazanasın. Kötü şeyleri konuşmaktan sakınmak için kendini sakınırsan selâmet bulursun.’ O sırada adamın biri gelerek; ‘Ey İbn-i Abbâs (ra)! Niçin dilinin ucundan tutup da böyle sözler söylüyorsun?’ diye sordu. İbn-i Abbâs (ra) şöyle cevap verdi: ‘Bana ulaşan haberlere göre kıyamet günü kul (amel defterinden gördüklerinden ötü­rü) azalarından en çok diline buğz edecektir.’ (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 1/328) 02 Mart 1883 Mekteb-i Sanâyi-i Nefîse’deEğitim Başladı Sanâyi-i Nefîse Mektebi, Sultan 2. Ab­dül­­hamid’in irâdesiyle 1882 senesinde ku­­rulmuştur. Mektebin müdürlüğüne, ay­nı zamanda Mü­ze-i Hümâyûn (Arkeoloji Mü­zesi) Müdürü olan Osman Hamdi Bey tayin edilmiştir. Mektebde verilecek ders­lerle ilgili olarak 1882, 1911 ve 1924’te üç ta­limatname yayınlanmıştır. Mektebin ismi 1928’de Güzel Sanatlar Akademisi ol­muş, 1981 senesinde ise Mimar Si­nan Üni­­versitesine dönüştürülmüştür. Mek­teb, baş­ta Ticâret Nezâretine bağlı iken, 1886 se­­nesinde Maârif Nezâretine bağlan­mış­tır. Mektebin ilk binası, Arkeoloji Mü­ze­sinin karşısındaydı. Buradan, önce Cağal­oğlu’ndaki Lisan Mektebine, ardından da birkaç bina daha değiştirdikten sonra Fın­dıklı’daki eski Meclis-i Mebusan binasına ta­şınmıştır. 28 Mart 1635 Revan Seferi İçin Üsküdar’dan Hareket Sultan 4. Murad, İranlıların Osmanlı hu­dudunu geçip, Osmanlı topraklarına sal­­dırıp yağmalamaları üzerine, sefer emri ver­di. Sultan 4. Murad’ın komutasındaki Os­manlı ordusu 28 Mart 1635’de Üskü­dar’dan hareket etti. Osmanlı ordusu, 27 Temmuz 1635’de önemli bir Safevi kalesi olan Revan önlerine ulaştı. 28 Temmuz 1635 tarihinde kale kuşatmaya alındı ve Osmanlıların topları, kale surlarını dövdü. Şehirdeki İranlılar ise başlangıçta bütün güçleriyle karşı koymaya çalıştılar ama Os­manlıların yapacağı büyük umumi taar­ruz öncesi kaleyi teslim edeceklerini Padişa­ha bildirdiler. 8 Ağustos 1635’de Revan kale muhafızı, kaleyi Sultan 4. Murad'a teslim etti. Böylece 8 günlük kuşatma ile Revan ve civarı ele geçirilmiş oldu. 13 Mart 1800 Koca Mustafa Reşid PaşaDoğdu İstanbul’da dünyaya gelen Mustafa Reşid Paşa, ilk eğitimini babasından almış ve bir müddet de medrese tahsili görmüştür. Babasının vefatının ardından, Sadrazamlık da yapmış olan dayısı Ispartalı Seyyid Ali Paşa’nın yanında özel eğitim almıştır. Bir­çok devlet görevinde bulunduktan sonra Paris ve Londra Büyükelçiliği ile Hârici­ye Nâzırlığında bulunmuştur. 1 Temmuz 1839’da tahta çıkan Sultan Abdülmecid’i, Tan­zimat Fermanının ilan edilmesi hu­su­sunda ikna etmiştir. 3 Kasım 1839’da Gül­hane’de Tanzimat Fermanını okuyan kişidir. Sultan Abdülmecid döneminde toplam 7 sene sadrazamlık yapmıştır. 7 Ocak 1857’de İstanbul’da vefat etmiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Mart
Konu resmiHilafetin Kapısı Çanakkale
Tarih

Çanakkale Savaşı sadece Osmanlıyı değil, tüm dünyayı etkileyen bir hadisedir. Hilafetin kapısı olması sebebiyle tüm İslam dünyasını etkilediği gibi, sömürge ülkelerini de ciddi manada etkilemiştir.  Çanakkale dediğimizde aklınıza neler geliyor diye sorsak; hepimizin aklına gelen, Çanakkale’nin boğazı, denizi, suyu, havası gibi güzellikleri midir? Ya da Çanakkale’de tüm dünyaya karşı verilen müthiş mücadele mi? Tabi ki bu soruyu sorduğumuz kişilerin birçoğunun aklına gelen şey, Çanakkale Savaşı ve Çanakkale’de verilen ve ‘hasta adam’ ayaklanmış dedirte­cek derecede şiddetli olan mücadeledir. Biz bu yazımızda Çanakkale Savaşı’nın ta­rihi akışından, stratejisinden ya da sayısal veri­lerinden çok bahsetmeyeceğiz. Ancak an­la­ta­caklarımıza temel olması açısından sa­­va­şın tarihinden bir miktar bahsetmemiz ge­rekmektedir. Çanakkale, Birinci Dünya Savaşı’nda Os­manlı’nın savaştığı sekiz cepheden bi­ri­si­­­dir. Ancak tek bir cephe olmasına rağ­men Çanakkale boğazının stratejik konu­mu, İstanbul’a açılan bir kapı olması ve kesin bir zafer ile sonuçlanması hasebiyle, gayet ehemmiyet kesbetmiş bir cephedir. Çanakkale savaşının genel tarihi kronolo­jisi şu şekildedir: 19 Şubat 1915’de itilaf devletleri tarafından deniz harekâtı başla­tılmış, 18 Mart 1915’te ise itilaf donan­masının Çanakkale Boğazı’nı terk etmesi ile son bulmuştur. Daha sonra 25 Nisan 1915’te kara harekâtı başlamıştır. Bu hare­kât 9 Ocak 1916’da müttefik kuvvetlerin hezi­mete uğrayıp Gelibolu Yarımadası’nı tahliye etmesiyle sona ermiştir.1 Yazımızda, savaşın gerçekleştiği 1915-1916 yıllarına gi­dip Çanakkale savaşının dünyadaki etki­lerine, -tüm hizmetleri temsilen- ferdi ba­zı kahramanlıklara ve savaştaki şedid hadi­sat­tan bir kısmına göz atacağız. Birinci Cihan Harbinde Dünyada Çanakkale Çanakkale Savaşı sadece Osmanlıyı değil, tüm dünyayı etkileyen bir hadisedir. Hila­fe­tin kapısı olması sebebiyle tüm İslam dün­yasını etkilediği gibi, sömürge ülkelerini de ciddi manada etkilemiştir. İngiltere’de Çanakkale Savaşı Çanakkale’de alınan yenilgi itilaf devlet­lerin­de tartışmalar doğurmuş, bu tartış­ma­ların neticesinde İngiliz hükümeti düş­müş, hare­kâtın banisi olan Churchill’in yıl­dızı sön­­müş, kendi ifadesiyle, Çanak­ka­le’deki Türk zafe­ri, Churchill’in siyasi haya­tına ikinci dünya savaşına kadar ipotek koy­muş­tur.2 Dedi Hz. Muhammed (sav) cihan bah­çesinden bana bir ko­ku gibi yaklaştınsöyle ba­na ne gibi bir hediye getirdin?Dedim: ya Muhammed (sav)! Dün­yada yok rahatlıkbü­tün öz­lem­­lerim­den umudu kestim artıkvarlık bahçesinde binlerce gül lale var ama ne renk ne koku... hepsi de vefasızdıryalnız bir şey getirdim; kutlanmıştır tekbirlerlebir şişe kan ki eşi yoktur: namusudur, vicdanıdırbuyurun, bu Çanakkale şehidinin kanıdır.  Pakistan ve Çanakkale Çanakkale’de savaşın en kızgın anlarının yaşandığı sıralarda, Pakistan’ın Lahor ken­tinde, halkın büyük teveccüh gösterdiği bir miting düzenlenir. Amaç Çanakkale’ye yar­dım ve gönüllü toplamaktır. Meydan­lara se­rilen yardım sergilerine, ku­lak­larındaki kü­pelerini, par­maklarındaki al­yansları, evde­ki eşya­larını satarak elde ettikleri para­ları atarlar Pakistanlılar. Mu­ham­med İK­BAL çıkar kürsüye ve birkaç gün önce gördüğü rüyayı anlatır. O gün tarihe mal olacak şu şiiri de okur halka hitaben; Bütün bunların hepsi bir yana, bir olay da­ha yaşanır o gün. Yürekleri parçalayan, işte iman bu dedirten olay şöyledir: Mitinge ku­cağında yeni doğmuş bebeği ile katılan bir an­ne, yeni dul kalmış ve verecek hiçbir şe­­yi de yoktur. Fakat birden hızlı ve emin adım­lar­la uzaklaşır oradan. Nihayetinde zengin bir efendi­nin konağının önünde durur. Ka­­pı­yı çalar ve evin efendisine, bebeğini hiz­met­kâr olarak satmak istediğini söyler. Is­­ra­­rı sonucunda efendi çocuğu alır. Parayı ve­rir ve kadını takip etmelerini emreder hiz­metkârlarına. Miting meydanına kadar ta­kip ederler kadını. Çocuğunu satarak elde ettiği parayı kuruşuna kadar meydandaki sergiye bırakır kadın. Hizmetkârlar efendi­ye anlatırlar olayı. Şaşkınlık içerisinde kalan efendi, bulup getirin o kadını der. Bulur, huzuruna getirirler kadını. Efendi, “Sen söy­­lemedin ama ben seni takip ettirdim ve pa­ranı Çanakkale’ye gönderilmek üze­re ba­ğışladığını öğrendim. Bunu niçin yap­tı­ğını bana anlatmak zorundasın” der. Ka­dın, efendiye dönerek, “Şimdi sen diyorsun ki; Çanakkale’ye gönderilecek bir silah için koklamaya doyamadığın yavrunu ni­­ye sattın, öylemi? Osmanlı zayıf düş­tü­ğünden beridir, yanı başımıza kadar ge­len İngilizlerin yaptığı zulümler ortada. Bu gün Muhammed İkbal dedi ki; ‘Eğer Osmanlının son kalesi olan Çanakkale’de geçilirse, Hilafet kalmaz ve iyi bilin ki sıra sizdedir.’ Eğer İngiliz buraya da gelir, namusumuza el uzanır, bayrak iner, va­tan toprağı düşmanın pis çizmeleri altında çiğnenirse, çocuğum olsa ne olur, olmasa ne olur. İşte bu yüzden hiç tereddüt et­meden sattım yavrumu. İngilizlere köle olacağına size hizmetkâr olsun.” Bu sözler üzerine duygulanan efendi, hiz­met­kârlarına derhal çocuğu kadına geri ver­melerini emreder. Ardından yüklü bir mik­tar daha parayı miting meydanına gön­derir.3 Hindistanlı ve Senegalli Askerler İtilâf ordusunda Çanakkale’ye Türklerle sa­vaş için getirilmiş, sayıları az da olsa, Ku­zey Afrika Müslümanlarından da askerler vardı. Bunlar Sudanlı, Senegalli, Faslı gibi Fransız sömürgelerinden zorla getirilmiş as­kerlerdi. Senegalli Müslüman bir asker ifa­desinde: “… Ben Senegalliyim ve ba­bamın adı Muhammed’dir. Fransızlar, bizi memleketimizden zorla toplayıp kopara­rak buraya getirdiler ve hemen savaşa sür­düler. Biz Müslümanlarla savaştığımızı bil­miyorduk. Ülkemizle ilgisi olmayan bu top­rak­larda savaşmak istemiyoruz. Bize, Türk­lerin esirleri kestiklerini söylediler. Bundan dolayı teslim olmaktan kaçınıyorduk.”4 Ayrıca İngilizler, “Halife’nin Almanlar ve İt­tihatçılar tarafından esir alındığını ve onun kurtarılması için savaştıklarını” söyleyerek kan­dırdıkları on binlerce Hintli Müslümanı Çanakkale’ye göndermişlerdir.5 Senegalli tarihçi ve aynı zamanda Silahlı Kuv­vetler Arşiv ve Tarihsel Miras Müdür­lü­ğü’nün teknik müşaviri Mamadou Kone de, söz konusu savaşa ilişkin anıların yıllar­dır bilindiğini ve anlatıldığını söyledi.  Mesela, “Senegal askerleri oraya vardığında ezan sesini duyduklarında Müslüman bir topluluğa karşı savaşacaklarını anlamışlar. Önemli bir kısmı savaşmayı kabul etmemiş, direnmiş ve ölümle cezalandırılmış” diyen Kone, 8 bin Senegal askerinin Anadolu’nun kucağında yattığını dile getirdi.6 Nusrat Mayın Gemisi Nusrat Mayın Gemisi, 3 Eylül 1914’te Ça­nakkale’ye gelmişti. Almanya’da özel şekilde mayın dökme gemisi olarak inşa edilmiş bu tekne, dar alanlarda kolayca manevra ya­pa­biliyor ve az su çektiğinden mayın alanları üzerinde güvenle dolaşabiliyordu. 6 Mart gecesi Cevat Bey, mayın grup ko­mutanı Hafız Nazmi Bey’e “Oğlum” di­yordu. “Sana çok önemli bir görev veri­yo­­rum. Vatanın selameti bu görevin ba­şa­­­rıyla yerine getirilmesine bağlıdır. Ya­rın ak­şam, Nusrat’la son 26 mayını şu gör­dü­ğün Erenköy mevkiinde kıyıya paralel ola­rak dökeceksin. Düşman hareketinizi se­çer, size saldırıya kalkışırsa, kıyı toplarımız ön­ce­den aldıkları talimata uygun olarak ha­­re­ket edecek ve sizi himaye ateşiyle ko­ru­­yacaklar. Kendinizi göstermemeye ça­ba har­cayın. Allah yardımcınız olsun.” Düş­man zırhlıları boğaza grup grup giriyor ve gö­revini tamamlayan grup ikmal yapmak için geriye dönerken arkadaki grupların yol­larını kesmemek için boğazın en geniş yer­lerinden biri olan Erenköy mevkiinde ma­nevra yapıyordu. İşte mayınlar da bu manevra sahasına kıyıya paralel, ancak ma­nevra hattına dik olarak yerleştirilecekti. Nazmi Bey, ertesi gün Nusrat Mayın Gemi­si komutanlığı yapacak olan Tophaneli Yüz­­başı Hakkı’yı buldu. İki gün önce kalp kri­­zi geçiren Nusrat’ın genç komutanı Yüz­ba­şı Hak­kı Bey, savaşın ve ülkenin sorum­lulu­ğunu omuzlarında duyarak görevi ka­bul etti. 7 Mart’ı 8’e bağlayan gece yarısı Nusrat de­mir alarak Çanakkale’den uzaklaştı. Bütün ışıklarını söndürüp kıvılcım atmasın diye ocaklarını bastırmış, maskeli ışıklar altında hedefine doğru ilerliyordu. Gemi, daha ön­ce döşenen mayın hatlarından geçiyor ve Erenköy mevkiine giriyordu. Teker teker ses­­sizce elinde kalan son 26 eski tip mayını suya bırakmaya başladı. Birkaç dakika son­ra tüm mayınlar dökülmüştü. Makinalar tek­rar en yüksek devirde çalıştırılmıştı. Şimdi en az görevin kendisi kadar tehlikeli olan geri dönüş yolculuğu başlamıştı. Daha ön­ceki dökülen mayınlar ve düşman dev­riye gemileri, Nusrat’ın yolu üzerinde kol geziyordu. Bir an için Nusrat’ın çok ya­kınında bir karaltı ortaya çıktı. Düşman ge­misi olmalıydı bu. Projektörle taramaya başlamışlardı. Projek­tör ışığı az öteden, hız­la, üzerlerine doğru, denizi tarayarak geli­yordu. Projektör ışığı, Nusrat’ a çok yak­laş­tığı bir sırada, Türk kı­yılarında yanan bir projektör birkaç saniye içinde, düşman projektörünü deniz üstünde yakaladı. İki projektör şimdi göz gözey­di­ler. Düşman pro­jektörü, kurtulmak için yo­ğun çaba har­cıyor, bir türlü başaramıyordu. Nusrat, bu bazen üstünde, bazen yanında süren ışık çarpışmasının altından sessizce sıyrıldı. Ça­nak­kale yönünde yol almaya başladı. Tehlike geçmiş, verilen görev büyük bir başarıyla yapılmıştı. Ancak Yüzbaşı Hak­kı Bey’in kalbi bu heyecana dayanama­mış ve dö­nüş yolunda şehit olmuştur.7 Mecidiye Tabyası, Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey ve Seyit Onbaşı Seyit Onbaşı, Mecidiye Tabyasında vazifeli bir askerdir. Çanakkale Deniz savaşlarında büyük faydalar göstermiştir. Gelin, 18 Mart tarihinde Mecidiye Tabyasında neler yaşandığını kendisinden dinleyelim. “Ben Kilidülbahir Mecidiyesindeki uzun 24’lüklerin üçüncü topunda idim. Tam saat sekizde Boğaz tarafından doğru bir gümbürtü koptu. Amma bu, evvelkilerine (önceki atışlara) hiç benzemiyordu. Düşman bu sefer çok şiddetli ateş açmıştı. Biz de mukabele ediyorduk. Önce birkaç gülle tepemizden aşarak denize düştü. Sonra önümüzde deniz sularını minareler gibi havaya kaldırdı. Bir aralık toz duman içinde kaldık. Ortalık azıcık yatışınca ne oldu ki diye bakındım. 38’lik bir düşman mermisi bizi biraz körlemiş (atış kabiliyetimizi azaltmış). Büyük bir çukur açarak sağa sola zarar yapmıştı. Topun mataforası (mermi kaldırma vinci) kırılmış, ihtiyat (yedek) mermi yolunu bozmuştu. Topumuzda çok şükür bir zarar olmamıştı. Bu sırada Kumandan, bir kırılan matafora koluna, bir de Boğaza doğru bakıyordu. Ben de baktım. Boğaza doğru, ne göreyim, düşman gemileri ağır ağır içeri girmiyor mu? Hemen geriye fırlayarak araba üzerinde duran koca merminin (215 kg) başında boyunlarını bükmüş bakınmakta olan arkadaşları araladım. Bir kere mermiyi kucaklayacak oldum, yağlı olduğundan elimden kaydı. Elimi biraz topraklayarak bir dizimi yere koydum ve mermiyi sırtladım. Kendimi topun ağzında buldum. Merdivenleri ilk defa nasıl çıktığımı hatırlayamıyorum. Gene aşağı atlayarak 2’nci, 3’ncü, 4’ncü mermileri sıra ile taşımaya başladım. 4’üncü mermiyi attıktan biraz sonra idi. Gonca Suyu (Mecidiye tabyasının bulunduğu yamacın sağ arkasındaki tepenin adı) tarassud mevkii iki mermimizin isabetini bildirmişti. Bu haberi de duyduktan sonra bana gülleler (mermiler) ufak bir saman çuvalı kadar yenik (hafif) geliyordu. Bir aralık Kumandan ‘Artık yeter, yoruldun Seyit. Gel bak düşman kaçıyor, diye beni tarassud yerine (top mevziinin hemen önü) çağırdı. Şunu da çıkarayım beyim de (Kumandanım) gelirim, dedim. Ve son gülleyi de çıkardım. Sonra Kumandanımın yanına vardım. Sanki denizin üzeri yanıyordu. Sağda solda iki gemi (Ocean ve İrrisestible olmalı) kara dumanlar, kızıl alevler içinde yana yana batıyordu. Bu sıra biri daha tutuştu (İnfilexsible olmalı). Arkadakiler dönmeye bile vakit bulamadan geri geri giderek boğazdan çıktılar. Benim görebildiğim bu kadardı.”8 Seyit Onbaşı bu kahramanlıktan sonra ödül olarak verilen bir tayini iade etmiş. Hayatının sonuna kadar geçimini ormancılıktan sağlamıştır. Mecidiye Tabyasında yaşanan bu hadisenin arka planındaki manevi gücün nereden kaynaklandığını sorguladığımızda ise; kar­şımıza Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey çıkmaktadır. Kendisi, Mecidiye Tabyası­na geldiği zaman, ilk olarak askerlerin harp talimlerine ehemmiyet verdiği gibi dini eğitimlerine de ehemmiyet vermiştir. Dini derslerin konuları, farzları yerine getirme ve sünnete ittiba etme üzerineydi. Ay­rıca askerlere verilen bazı emirler, imani nok­tadaki hassasiyeti gözler önüne seriyor. İşte o emirlerden bazıları: 1- Bugünden itibaren daima abdestli bu­­­­­lunacak ve harbe abdestli olarak baş­lanacak. 2- Topların dolması için verilecek ku­­manda ile her toptan sağındaki bir er nöbete çıkacak. Bu suretle dört er ta­rafından ezan-ı Muhammedi oku­narak birinci doldurma işi yapılacak. 3- Yeni gelen yedek subay adayları­nın medreseden gelen kısmı, lüzum gö­­­rüldüğünde yüksek sesle tekbir ala­­cak­­lar. Bir kısmı da Kur’an oku­ya­­cak­tır. Vazifesini bitiren erler on­ları iz­le­ye­ceklerdir. Ateş aralarında ise, bütün batarya sesli tekbire katıla­caklardır.9 Ertuğrul Koyu ve Yahya Çavuş Çanakkale’de kara muharebelerinin başla­dığı 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir’de, İn­gi­lizlerin yenilgi yüzü görmemiş meşhur 29’uncu Tümeninin karşısında Bnb. Mah­mut Sabri Bey vardır. Bnb. Mahmut Sab­ri, Alçıtepe’nin düşman eline geçmesini önle­miştir. Ezineli Yahya Çavuş’u bizlere tanıtan da Mahmut Sabri Bey olmuştur. Mahmut Sab­ri Bey eğer raporunda bu kahraman çavuşa yer vermeseydi, bu destandan mahrum kala­caktık. Bnb. Mahmut Sabri Bey’in yetiştir­di­ği Yahya Çavuş, beş mangalık takımıyla Er­tuğrul Koyu’nu savunan kahramandır. İn­­giliz donanmasının Yahya Çavuş’un bu­lun­duğu siperlere attığı mermi miktarı 4.650 adettir. Yahya Çavuş; yılmamış, geri çekilmemiş, siperden sipere atlayarak görev yerini terk etmemiştir. İngiliz generali, aske­rî yazar Aspinal Oglander, 25 Nisan Ertuğ­rul Koyu harekâtı hakkında izlenimlerini şöyle dile getirir: “Türk savunma düzeni son dakikaya kadar sanki terk edilmiş gibiydi. Fakat River Clyde’in oturmasıyla beraber ve filikalar da kıyıya birkaç yarda (100 yarda yaklaşık 92 metre) kaldığı sırada birden bire bir cehennemdir boşandı. İlk birkaç saniye içinde kıran girmiş gibi zayiata uğratıldı. Fi­likalardan bazılarının içinde bulunanların hepsi, öldürülmek suretiyle umutsuz bir hâl­de suların seyrine kapılmış gidiyordu.” Hava komodoru Bnb. Samson, uçağı ile Ertuğrul Koyu üzerinde dolaştıktan son­ra, denizin sahilden 50 metre kadar olan alanının “kandan kıpkırmızı kesilmiş” ol­du­ğunu Başkomutanlık Karargâhına bil­diriyordu. Binbaşı Mahmut Sabri Bey, yaz­dığı raporuna bir alçak gönüllülük örneği göstererek ismini yazmamıştır. Ra­porun hiçbir yerinde “ben” kelimesi yer almaz. Yaptığı tüm faaliyetleri; hep gidildi, görüldü, yapıldı şeklinde aktar­mıştır. Bu durum, 1’inci Ordu Müfettişi Fahrettin Bey’in de dikkatini çekmiştir. Fahrettin Altay rapor hakkında şunları söyler: “Bu raporu yazan zat, imzasını koymamıştır. Sonradan yapılan araştır­ma­lardan Binbaşı Mahmut Bey olduğu anlaşılmıştır. Bu muharebeden takriben bir ay kadar sonra kendi yaralı ve te­davide iken hatıra olarak yazmış, Harbiye Nezareti Müsteşarlığına vermiştir. Aslı şim­di Harp Tarihi Encümeninde ve dosya­sındadır.”10 Alay Alay, Çanakkale Savaşı’nın başlangıcı olan Anzak Çıkarmasını durdurmak için 15 Nisan 1915 sabahı harekete geçen alayımızdır. 57. Alayın komutanı Hüseyin Avni Bey’dir. 57. Alay, 25 Şubat 1915’te Eceabat’a gelmiştir. Bigalı Köyü’ne geçti. Bu tarihten 24 Nisan 1915 tarihine kadar 57. Alay sürekli eğitime tabi tutuldu ve Bigalı Köyü ve Turşun bölgesinde askeri eğitim ve askeri tatbikatlar yaptı. Alay Bigalı Köyü’ndeki eğitim ve tat­bikatlarını sürdürdüğü sırada 5. Ordu ta­ra­fından yeri değiştirilmek istendi, fakat düş­man kuvvetlere çıkartmaların yapılacağı noktaya en yakın yerlerden biri olmasından dolayı Mustafa Kemal, 57. Alayın Bigalı Köyü’nde kalmasında ısrarcı oldu ve bunda da başarı sağladı. Böylece 57. Alay, Bigalı Köyü’nde kalmıştır. Alay, çatışmalarda mevcudunun üçte ikisini kaybetmiş, savaşın ortasında tak­vi­ye edilmiştir. 13 Ağustos 1915’te 57. Alay komutanı olan Hüseyin Avni Bey, karargâha düşen bir top mermisiyle şe­hitlik mertebesine ulaşmıştır. Hüseyin Av­ni Bey’in yerine atanan Binbaşı Hayri Bey, alayı Keşan bölgesinde konuşlandırmış ve alay, eksikleri giderildikten sonra 19. Tü­menle birlikte 15. Kolordu bünyesinde Ga­liçya Cephesi’ne gönderilmiştir. Alay, Galiçya Cephesi’nde büyük yarar­lılıklar göstermiş. Galiçya cephesindeki sa­vaş sona erince bu sefer Alay, Sina ve Fi­listin Cephesi’ne yollanmıştır. Burada da çok faydalı olmasına rağmen, İngilizler ta­rafından çembere alındığı için, mevcudu iki gün içerisinde sadece 260’a düşmüştür. Megiddo Muharebesi sırasında ise 57. Ala­yın kalan mevcudu esir edilmiştir. Bu kahramanların anısına, o günden beri, Türk ordusunda 57. Alay bulun­mamaktadır. 57. Alay, dünya üzerinde en çok madalya sahibi olan alay olduğu için, dünyanın en kahraman alayı olarak nitelendirilmektedir.11 Alayın Bayram Namazı Çanakkale Harbi’nin devam ettiği günler­de, bir Ramazan Bayramı arifesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa, 9’uncu Tümen’in genç imamını çağırarak mahzun bir şekilde istemeye istemeye şunları söyledi: Hafız, yarın Ramazan Bayramı! Asker top­­lu bayram namazı kılmak istiyor. Ne dediysem vaz geçiremedim. Ancak böy­­le bir şey pek tehlikeli. Yani senin an­la­yacağın, düşmanın arayıp da bul­mayaca­ğı toplu bir imha fırsatı olur. Münasip bir dille bunu erata sen anlatıver! İmam Efendi, Paşa’nın yanından henüz ay­rıl­­mıştı ki, karşısına nur yüzlü bir zat çıktı ve: “Evladım! Sakın ha askerlere bir şey söy­leme! Gün ola hayır ola; Allah Teâlâ, nasıl dilerse öyle olur” dedi. Ertesi sabah, gökten bulutlar indi ve mü­min askerlerin üzerini kapladı. Onları dür­bünle gözetleyen düşman kuvvetleri, artık bem­beyaz bulutlardan başka bir şey göremez oldu. O sabah bambaşka bir manevi heye­can içinde kılınan bayram namazında alı­nan gür tekbirler, dalga dalga etrafa yayılıyor, se­maya yükseliyordu. Nur yüzlü zat, Fetih Su­resinden bir kısım ayetleri tilavet ederken, Müslüman Türk as­kerlerinin gönüllerinden taşan kelime-i tev­hid sesleri, birer imam sayhası halinde düş­man saflarından bile duyuluyordu.12 Keşf-i Çanakkale Çanakkale Savaşında bazı hadiselerde abar­tılı an­latım olduğu düşünülmektedir. Bu, ta­­ma­men Çanakkale Savaşlarının tam an­la­mıyla bilinmemesinden kaynak­lanmak­ta­dır. Hâlbuki Çanakkale Savaşında yaşa­nan ha­disat, yıllardır kullandığımız bazı deyim­lere mecaz anlamlarını kaybettirmiştir. Me­se­la öylesine söylenildiği sanılan bir türkü, aslında tamamen gerçekleri ifade etmekte­dir. Bu olaylardan bir kısmını başlıklar al­tında anlamaya çalışacağız. Diri Diri Toprağa Gömülenler Tabya: Bir bölgeyi savunmak için yapılan ve silahlarla güçlendirilen yapılardır. Geli­bo­lu Ya­rımadasında sahil boyunca birçok tab­ya bu­lunmaktadır. Bu tabyaların güçlen­di­ril­me­si için üzerleri toprakla örtülür. An­cak yığı­lan bu toprak, tabya isabet aldığında asker­lerimizi diri diri gömen birer mezar olmak­tadır. Yani Çanakkale türküsünde ge­çen “Ölmeden mezara koydular be­ni” ifadesi, bir cihetiyle bu olayı anlat­mak­tadır. Sargı Yerleri ve Ameliyatlar Çanakkale Savaşlarında cephe içinde yara­la­nan askerlerimizin ilk tedavileri, hemen cep­­­he gerisinde kurulan seyyar hastanelerde ya­­pı­lırdı. Buralarda ağır yaralı askerleri­miz, elde bulunan imkânlar ile tedavi edilir­ler­­di. Ancak tıbbi malzeme taşıyan gemi­leri­mizin vurulması sebebiyle, yeterli mik­­tar­da tıb­bi malzeme bulunmadığından do­­­layı, yapı­lan cerrahi müdahaleler nar­­­koz­­­­suz gerçek­leştirilmekteydi. Narkoz olma­dı­­ğından dolayı bu ameliyatlar, askerin acı­­ya dayanması için dişleri arasına ağa­ca sarılı bir keçe (narkoz takozu) kona­rak yapılırdı. Yapılan bu ameliyatlar, ço­ğun­lukla şehadet ile sonuçlanırdı. Hat­ta ame­liyat sonrası askerin dişlerinin nar­koz takozunda kaldığı dahi görülürdü. “Dişini tırnağına takmak” deyimi, onlarla yeni bir anlam kazanmıştı. Yeraltı Savaşları Çanakkale’de denizde, siperlerde, havada sa­vaşlar yapıldığı gibi yer altında da mücadele devam etmekteydi. Siperler arasında lağım tünellerinin kazılması neticesinde yeni bir savaş alanı ortaya çıkmıştı. Bu tünellerin kar­şılıklı olarak patlatılmasıyla siperler yerle bir oluyordu. Mehmet Akif’in şu dizeleri bu olayı açıkça anlatmaktadır: Yerin  altında  cehennem  gibi  binler­ce  lağam, Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak. Kala-i Sultani ve Patlamayan Mermi Çanakkale Savaşları’nda, İngiliz donanması­na ait Queen Elizabeth gemisinden atılan yaklaşık yarım ton ağırlığındaki top mer­mi­si, tarihi Çimenlik Kalesi’nin (Kala-i Sultani), sur duvarını deldiği bölümünde 98 yıldır sergileniyor. İngiliz gemisinden 18 Mart 1915’te atı­lan 1,65 metre uzunluk ve 492 kilogram ağırlığındaki top mermisi, Anadolu tara­fında 1461-1462 yıllarında savunma amaç­­lı in­şa edi­len Çi­menlik Kalesi’nin du­­varı­nı deldi, ancak iki metre ilerleme­sine rağmen patlamadı. Daha sonra patlayıcı düzeneği devre dışı bı­ra­kılan mermi, bulunduğu yerde sergilen­meye başlandı. Savaşın büyüklüğünü gös­te­ren en büyük delillerinden biri olan mer­­mi­nin, duvarını deldiği Çimenlik Ka­le­si ise, kurulduğu günden itibaren sürek­li as­keri üs ve merkez konumunda yer aldı.13 Çanakkale Savaşı İçin Kim Ne Dedi? < “Türkleri Allahlarından ayırabilmek için da­ha başka ne yapılabilir ki? Biz Türklerle de­ğil onların Allahları ile harp ettik!” General Hamilton14 < “Biz, Çanakkale yarımadasından Türk­ler­le savaşarak ve binlerce in­sanımızı kaybe­derek kahraman Türk milletine ve onun eşsiz vatan sevgisine duyduğu­muz büyük takdir ve hay­ran­lıkla ayrıldık.” Avustralya Genel Valisi Lord Casey < “Çanakkale’yi bir asker olarak an­lat­mak imkânsızdır. Çelikten, manevi kud­retten, va­­tan aşkından bir insan ya­pısı ne demektir? Bu sualin cevabı, iş­te bu gösterişsiz, müte­vek­kil ve ses­siz, Anadolu çocuğunun ken­disiydi.” Ma­reşal Otto Liman Von Sanders < “İnanmak istemiyorum. Fakat gerçek. Türk savunması önünde müttefikler arma­dası mağlup olmuştur.” İngiltere Bah­riye Nazırı ve Başbakanı Winston Churchill < Evet, insan ruhunu yenmek mümkün olmuyor. Dünyada hiçbir ordu bu kadar sürekli ayakta kalamaz. Çok mükemmel komuta edilen ve cesaretle dövüşen Türk ordusuna karşı savaşıyoruz.” İngiliz Ge­neral Sir Hamilton < “Çanakkale müdafaası yapılmış ve ka­za­nılmıştır. Lakin vazife, yalnız askerler ve kumandanlar için bitmiştir. Bizim için bit­­memiş, hatta başlamamıştır bile. Her­kes bilsin ki, burada kanlarını akıtanlar hep bu tarih, bu namus ve fazilet için öldüler. Onların kan borcunu ödemek la­zımdır. Şairler destanlarını yazsınlar, res­sam­­lar levhalarını çizsinler, muharrirler hi­­kâ­yelerini yazsınlar, sağ kalanlar da rah­met okusunlar…” Darülfünun Müder­ris­lerinden İsmail Hakkı Bey15

Said ÖKSÜZ 01 Mart
Konu resmiEn "Değer"li Miras Sünnet-i Seniyye
İtikad

Ey hâlleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren büyük Allah’ım! Bizi en güzel hâle çevir! Bize iyi hâller ihsan eyle! Bir uyanış, ayağa kalkış, diriliş çare­si arar da durur hak ve hakikate su­samışlar İşte Sünnet-i Seniyye… Ab-ı hayat kaynağı… Asrı saadette ve sonraki asırlarda coşkun­luğunu bir nebze dahi yitirmemiş, cennet pınarlarının dünyadaki menbaı… Hayata tutunmaya çalışan ışıksız gözlerin feri… Arayış içinde olanların menzili… Sığınılacak en güvenilir liman… … Sünnet-i Seniyye *** Allah için yaşamanın sırrına ererek “livec­hillah”ı anlamak, muhabbet başta olmak üzere tüm hissî sermayeyi onun için sarf edebilmektir, Sünnet-i Seniyye. “Gel” denildiğinde Bişr olup yalınayak yol­lara düşmek, ama gerektiğinde çöller aşıp kapıya varsa da Veysel olup dönebilmektir, Sünnet-i Seniyye. Cennet meyveleriyle çocuklaşabilmek, şe­ha­det parmağını kavrayan günahsızın yön tayiniyle Resulün (asm) terbiyesinden ge­çebilmektir, Sünnet-i Seniyye. Bilalî sadâların semayı inlettiği göç davu­lunu dört gözle beklemek, ubudiyete koşup hem dünyadan hem serden geçebilmektir, Sünnet-i Seniyye. Hakkın tecelligâhı olan gönül sarayında Ha­bibullahı (asm) edeble misafir edebil­mektir, Sünnet-i Seniyye. Ashab misal Kumandan-ı Azamın (asm) hu­zurunda titrek bir yaprak gibi vazife he­yecanıyla hazırolda bekleyebilmektir, Sün­net-i Seniyye. Edeb = Salavat diyerek dil ve gönül dengesi­ni kurabilmek, dilin sertliğini ve gönlün katılığını salat ü selamla kırabilmektir, Sün­net-i Seniyye. Aklın ve hislerin Allah resulünün önüne geçmemesidir, Sünnet-i Seniyye. Rahmetin gadabın önüne geçmesinin ya­ni şefkatin kendisidir, Sünnet-i Seniyye. Gecemizi gündüze, kışımızı bahara çevi­ren bir nurani büyük inkılabdır, Sünneti Se­niyye. O’nun (asm) gözü ve iman gözlüğüyle kâina­ta bakabilmek, halifeyi ruyı zemin ma­kamına yükselebilmektir, Sünnet-i Seniyye. “Uhuvvet sırrı”yla kardeş olmak, “El mer’ü”  hakikatiyle bayram sevinci yaşamaktır, Sün­net-i Seniyye. Hâllerin en güzeli, Resûlullahın haliyle hâl­lenebilmektir, Sünnet-i Seniyye. Daha dünyada iken bir inayetle kevseri yu­dum­lamak, şefaate nail olmaktır, Sünnet-i Seniyye. *** O’nunla (asm) olmak Sünnet-i Seniyyesine sarılmakla olur. Sünnet-i Seniyyesine sarılmak O’nun (asm) gözüyle O’nun (asm) nurani gözlüğüyle âleme nazar etmektir. İşte o zaman, âlemlerdeki korkunç çehre değişecek, zifiri karanlıklar dağılacak; her bir taraf nurlanıp hayatlanacaktır. Âlemlere rahmet yağacaktır. İşte o zaman, varlıklar yabancı ve düşman görünmeyecek, “Madem o var her şey var.” hakikatiyle her şey ahbab ve dost olacaktır.  İşte o zaman, her şeydeki zeval ve firak perdesi aralanacak, hayvandan daha aşağı mertebeye düşen insanlık meleklerin üs­tünde bir makama çıkacaktır. İşte o zaman, âlem tesadüf oyuncağı ol­maktan kurtulacak, Cenab-ı Hakkın esma-yı ilahisinin ayinesi olacaktır. Ve… O’nun (asm) Sünnet-i Seniy­ye­sine ittiba ile Nûr ismi tecelli edecek, büyük ve küçük kâinat nurlanacaktır. *** Yâ İlâhenâ! Kalblerin tabibi ve devası, bedenlerin âfi­yeti ve şifası, gözlerin nuru ve ziyası olan Efendimiz Muhammed’e (asm) ve O’nun bütün mübarek nesline, ehl-i beytine ve ashabına salât ü selâm eyle… Amin.

İbrahim SARITAŞ 01 Mart
Konu resmiHayat Notları
İnsan

Bizi dünyaya bağlayan bağlar ne kadar kalınsa özgürlüğümüz o kadar kısıtlıdır. Bu bağ inceldiği ve hatta hiç olmadığı anda gerçek özgürlüğü hissedebiliriz. Açık denizlerde pupa yelken açan bir ufak tekne, rıhtımda kalın halatlarla, zincirlerle bağlı tankerlerden çok daha mutludur.  Hayırlı bir işin muzır manileri çok­tur.” En hayırlı iş boş durmamak, hareket halinde olmaktır. Çünkü şeytanın en sinsi hilesi ve vesvesesi “rahatlık ve dinlenme” gizli perdesi arkasından in­san­­lara tembelliği aşılamaktır. Hâlbuki in­­­san “hareket etmek” kabiliyeti ve hasle­tiyle yaratılmıştır. İnsan hareket etme du­ru­­munda, sadece fiziksel olarak, değil ay­nı za­manda zihinsel ve ruhsal olarak da ha­re­­kete geçmiş ve yenilenmiştir. Burada ya­pı­lacak ilk şey, çevreyi gözlemleme du­yu­suyla, içinde bulunulan sabitlikten, ha­re­ket­siz­likten he­men sıyrılarak, dışarıya çıkabilmektir. Yoksa yüksek teknolojik iletişim aygıtları­nın (TV, internet, bilgisayar vs.) tutsağı ola­rak, bu sentezlemeden tamamen mahrum kalabilir. Özgür insan odur ki, yürümeye karar ver­diğinde bunu hemen uygulayan kişidir. Ev­den dışarıya çıkabilmek, tele­viz­yonun ve internetin tutsaklığından kurtul­mak, as­lında küçümsenemeyecek önemli bir aşa­ma­yı gerçekleştirmektir. Bunun bir adım ötesi, bulunduğumuz ortamı, çevreyi hızla terk etmektir. Bir adım ötesi de, otobüs ter­minaline giderek, başka bir şehre seyahat edebilmektir. Çok basit ve uygulanabilir gibi görünen bu durum, aslında çok sıra dışı bir hareket tarzıdır. Yani istisnai bir durumdur. İnsan bunu ancak hayal eder, ama gerçekleştiremez. Ya da yarı yoldan geri döner. O zaman anlarız ki bizi engelleyen şeyler aslında dış etkenler değil, içimizdeki ya­pa­­mam, beceremem, değişiklikler beni olum­­suz et­kiler gibi duygularımızdır. Oy­sa in­­sanı ge­liş­tiren en önemli husus, de­ği­şik­­lik ko­nu­sunda verdiği kararları uygu­laya­bilmektir. Biz insanlar, düşündüklerimizi, hayalleri­mi­zi gerçekleştirmekteki en büyük engellerin maddi ve manevi sebepler olduğunu ba­ha­ne ederiz. Hâlbuki hareket hürriyetinin önündeki en büyük engeller, bizim zihni­mize yerleştirdiğimiz prangalardır. Onları oraya biz koyduk. Bir başkası koysaydı çıkarmak kolaydı. Ancak, kendi elimizle yer­leştirdiğimiz prangalardan kurtulmak, o kadar kolay ve basit olmuyor. Çünkü zih­nimize o prangaları koyarken, hangi ge­rekçeyle koyduysak, kendimizi o gerekçeye uygun bir hayat tarzına da hazırlıyor, alış­tırıyor ve yaşatıyoruz. O prangalar da orada paslanıyor ve güçleniyor. Günübirlik veya kısa süreli seyahatlerde git­tiğimiz şehrin bize ne kadar farklı ve güzel geldiğini hissederiz. Aslında bu güzellikler, pran­­galardan kurtulmanın farkındalı­ğından baş­ka bir şey değildir. “Seyahat edin sıhhat bulursunuz” hadis-i şerifi bize bu konuda önemli bir uyarıda bulunmaktadır. Sıhhat kelimesi, burada insanın hücrelerinin yeni­lenmesine, gençleşmesine işaret etmektedir. Üstelik seyahat eden insan bir şeyi aştığını, yeni bir şeyi keşfettiğinin farkına hemen varır. Özellikle günümüzdeki sanal ortam­lardan kurtulmak, apayrı bir güzellik ve ter­cih sebebidir. Hayatımızı yaşarken, rahat saikiyle, dinlen­me düşüncesiyle güzel imkânlarla bir köşe­ye mıhlanmak, aslında kendimizi mahkûm etmektir. Ne mutlu o insana ki pahalı yük­sek teknolojik cihazlarla teçhiz edilmiş ay­gıtlardan mahrumdur. Ama o mahrumiyet, aslında ona özgürlüğün ve hareketin yolu­nu açmıştır. Bu yönüyle başta TV, bilgisa­yar ve internet bizim zihnimizdeki prangaların maddi-fiziksel uygulamaları ve uzantılarıdır. Anahtar ise onlardan uzaklaşarak yürümek, gezmek, mekân değiştirmektir. *** İnsanın fıtratında hep kendi nefsinin övül­mesi yatar. Oysaki bunu isteyen, insandaki nefistir. Övülmek istenenle övünen aslında aynıdır, yani nefistir. İkisi bir tek ve aynı varlık oluğu için, insanın bu tuzaktan kur­tulması bazen çok zordur. Nefsin çok da­ha büyük bir hilesi ise; su-i zan yoluyla hayalet düşmanlar üretmektir. Su-i zanda öyle korkunç girdaplar vardır ki, insan bir kere bu tuzağa düşmeye görsün. Karşı­sındaki masum insanı düşman yaptığı gi­bi, gerçekte o insan düşman bile olsa, su-i zan yoluyla verilen zarar kadar zarar vere­mez. Çünkü su-i zan yoluyla üretilen ev­ham, kin ve haset, hırs ve nefret insanın bizatihi kendi şahsından geliyor. Ve o yol ile gelen olumsuz duyguları kendi ürettiği için gidermekte çaresiz kalıyor. Çünkü in­sanın nefsi kendisini herkesten iyi bilir. Zayıf noktalarını en iyi nefsi bilir. Hâlbuki zarar dışarıdaki düşmandan gelse tedbirini kolayca alabilir. Onun için atalarımız “Şü­yuu vukuundan beterdir” demişlerdir. Bu da stresin kaynağını oluşturmaktadır. Bu durumdan kurtulmanın çaresi ise; te­reddütsüz ve hiç düşünmeden su-i zannı terk etmektir. Çünkü insanın kendi nef­sinin haset ve evhamın ilacı yoktur. Ancak çok endişe edilen bir durum var ise, bu durumda hemen hüsnü zan ile konuyu muhatabına açmak ve paylaşmakta büyük yarar vardır. Yoksa insan, için için kendini yer bitirir. Zaten insanın ömrü boyunca biriktirdiği en kötü sermaye yükü, haset ve kindir. Bu yükü sırtında, içinde kor ateş bulunan bir çuvalı taşır gibi taşımıştır. Zararın neresinden dönülse kârdır, ama bugüne kadar bu yükü boşuna mı taşıdım ahmaklığı ile bu iğrenç yükü taşımaya devam eder. Asıl hürriyetin bu yükten kurtulmakla kazanılacağını anladığı anda devreye “affetme büyüklüğü” duygusu girer. Zaten kin ve hasedin tek ve en tesirli ilacı da affetmektir. Aslında hürriyetin anahtarının adı, affetmektir. Köle azat etmekle bir insanı özgürlüğüne kavuşturmuş oluruz. Bundan daha zoru ise, bir başkasını affetmemizdir. Böylece kinimizden kurtulmuş ve aslında kendimizi azat etmiş oluruz. *** Hayatın düsturu: İnsanları sevmek ve in­sanlara güvenmektir. İstisnai olaylara karşı da tedbirini alabilmektir. İçtimai hayatın en önemli unsuru, beşeri münasebetlerdir (insani ilişkiler). Beşeri münasebetlerin de en önemli unsuru; mütevazı olmak, anla­yış göstermek ve insanları dinlemektir. Bu­nun yolu da, insanın dünyasının sadece kendisinden ibaret olmadığını bilmesidir. Bu şu demektir: Dertli insan, dünyanın tek dertli kişisinin kendisi olduğunu sanır. Hâlbuki diğer insanların dertlerini dinledi­ğinde, kendi derdinin hiç hükmünde ol­du­ğunu görür. Buradaki espri şudur: Kar­şımızdaki insanın derdine merhem olmak için, onun derdini çözmek niyetiyle değil de ve fakat onu dinlemek, derdini paylaşmak, mümkünse aynı duyguları hissedebilmek, o insan için en mühim bir tesellidir. Çünkü o üzüntüyü yaşayan ve dertlenen de bizim gibi bir insandır. Onun için doktordan önce dost bir insan olmak ve dostça davranmak gerekir. “İnsanın mayası insandır” sözü bu noktada çok anlamlıdır. *** İnsanoğlu, çoğu kez müspet (olumlu) duy­guları kendinden bildiği halde, menfi (olum­suz) duyguları karşısındaki insana mal eder. Me­sela; ben sevdim, ben âşık oldum, ben kazandım diyebiliyor. Hâlbuki olumsuz duyguları yaşamaya gelince; şu insan beni kızdırdı, şu insan beni üzdü, şu insan be­ni kırdı diyebiliyor. Oysaki olumlu veya olumsuz duyguların hepsini biz yaşıyoruz. “Üzerimizde yaşadığımız - yaşattığımız duy­gu­ların so­rum­luluğunu başka insan­lara ata­mayız. Eğer bu duyguların sorumluluğunu kendimiz alırsak, meseleyi çözmemiz çok ko­laylaşacaktır. Beni kızdırdı yerine ben kız­dım dersek, neden kızdığımızı kendimizde sorgulayabiliriz. Çünkü kızma duygusunun muhatabı kendi şahsımızdır. Yoksa her kız­dığımızda muhatabını bulup beni neden kız­dırdın veya neden üzdün demenin bir çözüm yolu olmadığı aşikârdır. Üzerimizde yaşanan tüm duyguların sorumluluğunu biz üzerimize alabilmeliyiz. Çünkü bu duygular bizim üzerimizde yaşanıyor. Böylece zayıf tarafımızı keşfeder ve gerekli önlemleri ala­rak olumsuz davranışlara sebep olacak hare­ketlerin önüne geçebiliriz. *** Sıla-yı rahimde rahmet ve bereket ve sıhhat vardır (hadis-i şerif). Canımız bir değişiklik istediğinde yeni yerler görmeyi arzu ederiz. Fakat nedense gittiğimiz yeni yerlerde pek fazla kalamayız. O yerler dünyanın en güzel yerleri de olsa çabuk sıkılırız. Diyelim ki çok güzel bir manzaraya, yüksek bir tepeden me­sela bir denize doğru bakıyoruz. En fazla 10-15 dakika sonra o çok güzel görünen manzaradan bile sıkılırız. Çünkü o güzel manzara belli bir müddet geçince, bizim için duvara asılı bir tablo hükmünü alır. Hâlbuki çocukluğumuzun, gençliğimizin geçtiği yerler, çok güzel manzaralı olmasa da, o mekânlardan sıkılmayız. Çünkü bizi oralara çeken, bağlayan anılarımız, hatıra­larımız vardır. O eski günlerden geriye kal­mış kuru bir ağaç, bir taş, bir toprak tepe bile bizim için çok anlamlıdır. Onları sanki bizimle konuşuyor zannederiz. Onların bize bir nevi hoş geldin, nerelerde kaldın, özle­dik seni dediklerini duyar gibi oluruz. Bir de buna, orada bıraktığımız sevdiklerimizin, eş, dost, akraba, komşu ve arkadaşlarımızın olduğunu düşünürsek, ne kadar lezzet aldı­ğımızı ancak o an hissedebilir ve anlarız. Eskilerden bir ağabeyimiz, benim deniz kı­yısında olan, çocukluğumu ve gençliğimi ge­çirdiğim şirin kasabamı överek anlattığı­mı duyunca şöyle dedi: Arkadaş, herkesin memleketi kendine güzeldir. Mesela benim kasabam, Anadolu’nun ortasında, denizi yok, ırmağı yok hatta pek yeşilliği de yoktur. Buna ilaveten sert esen rüzgârı da boldur. Ve o rüzgâr estiğinde, gözümüze ve ağzımıza savurduğu tozu da meşhurdur. Bilir misin, işte ben o tozu toprağı özledim, dedi. Bunu anlatırken gözlerinden yaş geliyordu. Hasret ve gurbetin bu denli hisli anlatımını ilk kez gördüm. Yine gurbete gelin giden bir abla­mız kendisini ziyarete gelen hemşerisi ve ak­ra­ba­sı bir büyüğüne/teyzesine memleketini çok özlediğini söylemiş. O teyze de teselli ol­sun diye, “Neyini özledin kızım, şimdi bi­zim oralarda yağmurlar, çiseler başladı, dı­şarıya bile çıkılmıyor” demiş. Gurbetteki ge­lin ab­lamız da ağlayarak “Teyzeciğim, işte ben de en çok o yağmuru ve çiseyi özledim” de­­miş. Teyzemiz de bu durum karşısında yut­kunarak hiç cevap verememiş. 20-25 yıl kadar önceydi; bir TV prog­ramında, Kuzey Afrika ülkelerinden birinde, muhtemelen Fas olabilir, o ülkenin devlet başkanının askeri yaveri İstanbullu bir kız­la evlenmiş. İstanbullu gelin hanım, eşi as­keri yaverle, kendisine tahsis edilen deniz kıyısında muazzam bir villada yaşıyorlardı. Ülkeye röportaj için giden bir programcı, askeri yaverin İstanbullu eşiyle röportaj yapmıştı. Buradan anladığımız kadarıyla, süper imkânlarla teçhiz edilmiş bir hayat sürüyorlardı. Söyleşinin sonunda TV prog­ramcısı yaverin İstanbullu eşine bir so­ru sordu. “Ülkemizin (Türkiye’nin) en çok neyini özlediniz?” dedi. Kadıncağız ağla­ya­rak ve güçlükle konuşarak şu cevabı ver­di: “HER ŞEYİNİ!” İnsanoğlu içinde bulun­duğu nimetlerin kıymetini, ondan uzak­laşınca anlıyor. Belki de gurbetin bir güzel tarafı da budur. *** İnsan ruhunun en huzurlu anları, mütevazı ortamların olduğu yerlerdir. Yani müm­­kün mertebe sadelik ve alçakgönüllülüktedir. Evi­­­­mizin duvarlarını süsleyen tablolara bir ba­­­kalım. Duvara asılı tablolar arasında hiç rezidans ve gökdelen resimleri gördünüz mü? Duvarlarımıza hep topraktan, kerpiçten veya ahşaptan yapılmış mütevazı görünüm­lü Anadolu köy evlerinin resimlerini asarız. Çünkü ruhumuzu huzura götüren unsur, mütevazı hayat tarzının sürdürüldüğü me­kân­lardır. Yine aynı şekilde, denizlerdeki de­mir-çelikten mamul transatlantik resim­lerinin yerine, Trabzon çektirmesi (çapar) denilen ahşaptan yapılmış eski deniz vası­talarını görmeyi arzu ederiz. Çok lüks ve pahalı yatlar, kotralar yerine, yakamozlarda sallanan küçük balıkçı sandallarını görmeyi tercih ederiz. Köy resimlerindeki kavak ağaç­larını, plajları süsleyen palmiyelerin ye­rinde göremezsiniz. Çünkü kavak ağaçları köy hayatını hatırlatır. Palmiyeler ise lüks ve zengin yaşamın sembolüdür. İnsanlar ne­dense hep sade, mütevazı Anadolu köy hayatına imrenir. Hep bu hayat tarzını ister. Fakat iş uygulamaya, yaşamaya ge­lince kendisini bin bir mali zorluklara so­karak mutlu olamayacağı sitelere, rezi­danslara mahkûm eder. Ayaklarını, bahçe­li köy evlerinde istediği an kolayca top­rağa değdirebilirken, rezidanslarda ve gökde­len­lerde bu imkân için asansörlerden vize almak zorundadır. Hepimizin özlediği bağ-bahçelerde, köy tar­lalarında sebze ve meyvelerin tabi haline hayran kalırız. Hâlbuki seralar bizim o kadar dikkatimizi çekmez. Bir taze fasulye bitkisinin, yanı başındaki mısır bitkisiyle sarmaş dolaş olmuş halini ne kadar sıcak buluruz. Deniz kıyılarında, dalgaların insan eli değmemiş sahildeki toprakla, kumlarla haşir neşir olmuş hali ne kadar huzur ve­ricidir. İnsanoğlu topraktan yaratıldığı için, ana maddesi olan topraktan uzaklaştığı öl­çüde huzursuz olur. Ona yaklaştıkça hat­ta birlikte olduğu müddetçe mutlu ve hu­zurludur. Onun için “toprak ana” denir. Üzerinde arzu ettiğimiz gibi yaşayamadığı­mız toprağı, kendimizi kandırırcasına sak­sılara sokar, çiçek yetiştirir, kendimizi böyle avuturuz. İnsan için başarılı olmak, mutlu olmak, zengin olmak bir beis değildir. Ama kişinin hedefi, sadece bunlar olursa, başta teknoloji olmak üzere sebeplerin mahkûmu, esiri ve hatta kölesi olur. Bütün zamanını ve imkânlarını bu üç şey için seferber eder ve hayatını da heder eder. Diyelim ki böyle bir insan, çok çalışarak hayatta hem başarılı oldu, hem zengin oldu, kendine göre de mutlu oldu. Nihai hedefinin bunlar olmadığını bu üç şeye kavuşunca anlar ama hayat tükenmiş­tir. Bunun farkına vardığında ise, yeni bir hamle yapacak ne takati vardır ne de yeni bir hedef bulabilir. Şöyle geriye dönüp ba­kınca, onca karmaşık, kavgalı, gürültülü, tabiattan uzak, teknolojinin esiri olmuş, kendinin değil, başkalarının istediği hayatı yaşamış olduğunu görür. Kendisine çok kızar, zengin olup özgür olmak isterken tam tersine kazanmak istediği paranın kö­lesi olmuştur. Parayı kazanmak başka şey, kazandığı parayı biriktirerek onun bekçisi, esiri olmak başka şeydir. *** Bizi dünyaya bağlayan bağlar ne kadar ka­lınsa özgürlüğümüz o kadar kısıtlıdır. Bu bağ inceldiği ve hatta hiç olmadığı an­da gerçek özgürlüğü hissedebiliriz. Açık denizlerde pupa yelken açan bir ufak tek­ne, rıhtımda kalın halatlarla, zincirlerle bağlı tankerlerden çok daha mutludur. Rıh­tıma bağlı koca tanker açık denizlerdeki yelkenliye ne kadar gıpta etse de onun yap­tığını hiçbir zaman yapamayacaktır. Çün­kü onu rıhtıma bağlayan kalın halatlar bu­na izin vermeyecektir. Her nedense biz insan­lar da hep yelkenliye heves etsek de, bir de bakmışız ki rıhtıma bağlı tanker oluvermişiz. Bir banker ile çobanın hali, buna güzel bir misaldir. Çobana milyonlar verseniz, ban­kerin çalıştığı iş hanındaki dört duvar arasında, günde değil sekiz saat, bir-iki saat bile oturamaz. Çünkü özgürlüğünün değerini çok iyi bilir. Onu milyonlara sat­maz. O, her gün çobanlık yaptığı dağ­larda­ki, ovalardaki güneşin doğuşunu ve batışı­nı görür. O yörelerin yağmurunu, rüz­gârı­nı, karını, toprağını, suyunu, ağacını, ko­yun­ları­nı, yaylalarını içinde hisseder. Bunlar onun hayat kaynağıdır ve bunları satın ala­cak para da yoktur. Başkalarının bizim hakkımızdaki düşünce­leri, maalesef bizim olaylara bakış açımı­zı çok etkiliyor. Aslında, bizim özgür dü­şün­ce ve davranışlarımızın diğer insan­ları yönlendirmesi gerekir. Olayları yorum­lar­ken, kişilere ve konjonktüre göre değil, her durumda yapılması gereken davranış biçi­mini ortaya koyabiliriz. Kişinin kendisini kabul ettirmesinin, kendisine saygı duyul­masının yolu da budur. Başkalarının bizim hakkımızdaki düşünce­lerinden, biz sorumlu değiliz. Çevremizdeki insanlarla sağlıklı ve saygın ilişki kurmanın yolu, başkalarının istediği gibi olmak değil, ancak kendimiz olmaktan geçer. Gerçek ki­şilik ve şahsiyet böyle oluşur. Hatta mutlu olmak, insanın kendi olmasından başka bir şey değildir.

Hakkı Anıl KANDAZ 01 Mart
Konu resmiÖzür Dilemesi Gereken Öğrencimi, Yoksa Eğitim Sistemimizin Kendisi midir?
Aile ve Çocuk

Geçen ayki sayıyla başladığımız sorular ve kafa karıştıran cevaplarla ilgili araştırmamın bu ay son bölümünü masaya yatıralım diyorum. İşte buyurun efendim. - Ayetü’l-Kürsi duasını yazınız? - Bilmiyorum. Özür dilerim. (Serkan 8/B sı­nıfı öğrencisi) Çocuklarımızın dini eğitim aldıkları ilk mek­tep kuşkusuz ailedir. Sonrası okullar­da şekillenir. Daha doğrusu şekillenmesi bek­lenir. Bizim değer mefkûremize göre müs­pet ilimler, dini ilimler üzerine bina edi­lir­­se öğrencilerimizde sağlıklı bir ruh yapı­sı­­­nın temeli kavileşir, yoksa kopacak olan en ufak şüphe ve vehim fırtınasında yıkılıp gider. Son on yılda okullarımızda bir öze dönüş yaşansa da yeterli olmadığını yaki­nen müşahede edebiliyoruz. Zira tahrip durmuyor. Tamir ise oldukça güç… Yakın dönemlerde İs­tanbul Emniyet Müdürlüğü ve İl Milli Eğitim Müdürlüğünün ortak­laşa yaptırdıkları bir an­ket­te 32 bin lise öğrencisinin % 45 sigara, % 32 alkol, %9’u ise uyuşturucu kullanmaktadır.1 Tabir-i di­ğerle yaklaşık her iki öğrenciden biri sigara, her üç kişiden biri alkol ve her on kişiden biri ise uyuşturucu kullanmaktadır. Anke­tin her aşamasında görev alan psikiyatri uzmanı yabancı profesör, araştırmanın so­nunda aynen şunu söylemekten kendisini alamaz: “Önleminizi bir an önce alınız. Yoksa du­ru­munuz batı ülkelerinden farklı ol­mayacak.” Durum bu kadar vahim… Yarınımızın teminatı olan çocuklarımız haz mer­kezli bir eğitim anlayışıyla yetiştiri­lir­se şa­yet, ileride çağının burnundan kıl al­dır­ma­­yan idarecileri, öğretmenleri, doktor­ları, mühen­dis­leri olarak karşımıza çıkma ih­ti­malleri pek yük­sek­tir. İhtiyari ya da gay­ri ihtiyari tek gaye ve hedef olarak zihinler­de temellendirilen uscu­luk (akılcılık) fikri insan ruhunu paramparça etmekte, mad­de ve mana cihetiyle özlem duy­duğumuz -eskilerin ifadesiyle- insan-ı kâmil bir neslin yetişmesine engel olmaktadır. Nihilist ve narsist hastalığının kucağına düşmüş olan böyle bir nesil, içinde bulunduğu toplumu bela tünelinin içerisine atmaktan bir an olsun geri durmaz. Çözüm, ne aklı devre dışı bırakmak, ne de aklı tek mihenk taşı yapmak. Çözüm bel­ki de şu cümle de gizli. “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniye­dir. İkisinin im­tizacıyla hakikat tecelli eder. O iki ce­nah ile talebenin himmeti pervaz eder. İfti­rak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”2 Dünyamızı ve küçük ölçekte ülkemizdeki genç­leri de saran sefahat rüzgârından, kim­lik bunalı­mından ancak iman dersiyle kur­tulmamız müm­kün. Bunun yolu da okul sıralarından ge­çer. Maalesef toplumun de­­ğer yargılarını bes­le­yen okullarımız, bu tür sorunların üstesinden gelmek yerine, sı­navlarda daha başarılı olma­nın ve birkaç test daha çözmenin derdinde. Kimse­nin fedakârlıktan, adaletten, arkadaşlıktan, aşk­­tan, vecdden, sevgiden, muhabbetten bah­setti­ği yok. Bugünün medeniyet çarşısında bu gü­zel hasletlerin yeterince satıldığını söylemek ol­duk­ça güç. Gelelim cevabın irdelenmesine… Bir Müs­lü­man ülkede, 8. Sınıf öğrencisi Ayetü’l-Kür­si dua­sını bilmemekte ise, kabahat kim­de aca­ba? Özür dilmesi gereken öğrenci mi? Yok­sa eğitim sistemimizin kendisi midir? Bir okul düşünün ki, senede 180 iş günü açık kalmakta. Bir ilk­öğretim öğrencisi se­kiz yıl okula gittiğine göre, 180 x 8 yıl = 1440 gün eder. Yani tam tamına 1440 gün okula devam eden bir öğrenciye, öğrenmesi hiç de zor olmayan Ayetü’l-Kürsi duasını öğretememişiz. Bakanlığımızın son zamanlardaki çabasıyla, okul­larımızda, Din Kültür ve Ahlak Bilgisi der­si 4. sınıftan itibaren zorunlu dersler arasında yer almayı başarabilmiştir. Yine Kur’an-ı Kerim ve Hazret-i Muhammed’in (sav) hayatı 5. sınıf­tan itibaren seçmeli ders ola­rak okutulmaya başlanmıştır. Oysa Avrupa Birliği ülkelerine bak­tığımızda, bir­çok ülkede, din eğitimi der­si­nin çok da­ha erken yaşlarda başladığını bili­­yo­ruz. Almanya’da3 “Anaokullarının bü­yük bir bölümü kiliseye aittir. Devlete ait ana­okul­­­larında da din eğitimi verilmektedir.” Yine Danimarka’da,4 “Din dersi ilköğretim okullarının 1-9. sınıflarında ‘Hıristiyanlık’, 10. sınıfta ve liselerde ise ‘Din Bilgisi’ adı altında okutulmaktadır.” İngiltere’de ise5 “Din dersleri devletin ilk ve orta dereceli okul­larında dü­zen­li dersler arasında yer alır. Okul­larda güne toplu dua ile başla­mak yasa em­ridir.” Avustur­ya’da, Hollanda’da, Belçika’da, Yunanistan’da ise6 “Din eği­ti­mi ana­okullarından başlar. Sistem ya­pı­sı iti­­bariyle Avrupa ülkelerinden bize tek benzeyen Fransa’da ise, devlet okullarında din dersi yoktur. O halde ülke olarak bize ya­kı­şan, eğitim sistemimizin göbeğine de­ğer yar­gılarımızı yerleştirmektir. İman ders­leri, okula adımını atan bir anaokulu öğ­rencisinden üni­versite öğrencisine kadar her derece ve türde okuyan herkesi kapsayacak şekilde seviyeleri­ne göre düzenlenmelidir. Soru Ayetü’l-Kürsiyle ilgili olunca bu güzel duanın anlamını vermeden bitiremeyiz. “Allah... O’ndan başka İlah yoktur. Diridir, Kaim­dir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Gök­lerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun­dur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaat­te bu­lu­nacak kimdir? O, önlerindekini ve arka­larındakini bilir. (Onlar ise) dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek Yücedir, pek bü­yüktür.’’ (Bakara Suresi, 255) Ve bu dua hakkında bir Hadiste zikredelim: “Yatmadan okuyana Allah Teâlâ tarafından bir koruma verilir, sabaha kadar hiçbir şey­tan yaklaşamaz Her kim, her farz namazın arkasından Ayetü’l-Kürsi’yi okursa, Cenne­te girmekten onu ancak ölüm men eder. Her kim onu yatacağı zaman okursa, Allah Teâlâ ona kendi evi, komşusunun evi ve etraftaki evler hakkında güvence verir.” (Beyhâki) Büyüyeceksin çocuk, acıyla tatlıyla… Dua­larla büyü ama. Dualar senin sığınağın da­­yanağın olsun. Sarıl duaya bir annene sa­rıldığın gibi ve hiç aklından çıkarma dua­ların gücünü… Ve ey çocuk, unutma ki bil­mediğinden duadan dolayı özür dileyecek biri varsa o kesinlikle sen olmamalısın. - Hangi tür kitapları okuyorsunuz? - Bana göre olan kitaplar (Şeyma 4/A sınıfı öğrencisi) - Kalın veya ince kitaplar (Nurcan 4/A sınıfı öğrencisi) - Dört Büyük Kitabın Adını Yazınız. 1- Ansiklopedi 2- Sözlük 3- Kolej Sınav Kitabı 4- Kalın Roman Kitapları (İsimsiz) Tek derdim, eğitim sistemimizde maneviyat eksenli bir eğitim anlayışının gelişmesine katkı sunmak. Çırpınışlarım, haykırışlarım bir sinek vızıltısı kadar dahi olsa bundan asla vazgeçmeyeceğim. Okullarımızda me­ka­nik bir bilgi küpü inşa etmekten öte­ye geçemedik. Soruya verilen cevapların maalesef eğitim sistemimizle örtüştüğünü söyleyebiliriz. Kim bilir çocuklarımızın zi­hinlerinde bilmediğimiz daha kaç kutsal kitap vardır! Sınavları azaltalım yahut da kaldıralım derken, daha birinci sınıftan iti­­baren sınavlara hazırlamak, kurslara gön­­­dermek de neyin nesi? Ortaokullarda ders­­hane yerine ikame edilen destekleme ve ye­tiştirme kursları genelde sınav odaklı bir eğitim vermekte. Sosyal ve kültürel açıdan öğrencilerin gelişim alanlarına hi­tap edecek bir seviyede değil. İlkokullarda da destekleme ve yetiştirme kursları ol­malı. Ancak muhtevası tamamen sosyal, sanatsal, sportif ve kültürel faaliyetleri içe­ren bir program dâhilinde olmalıdır. Çocuk­ları­mı­zın sadece akademik başarılarını dikkate al­mak, diğer yönlerini görmezden gelmek, ne öğrencilerimize ne de eğitim sistemimize bir katkı sunar. Bilakis sorunlu bir neslin zuhur etmesine sebebiyet verir. Minik bedenlere fazla yüklenmiyor mu­­yuz? Biliyorum, bazıları ülke şartları diye­cek. Üre­tim zamanı, çalışma zamanı, reka­bet za­manı, ekmek aslanın ağzında diyerek ortalığı kasıp kavuracak, bir damla suda fırtına koparacaklar. Varsın koparsınlar. Ak­­lı doyurup, ruhsal zekâyı ihmal ettiğimiz za­­man, çocuklarınız, bu kutsal kitaplarla büyüyecek ve bir gün öldüğümüzde çocuk­larımız bu kutsal kitaplarla mezarımızın ba­şında hatim indirecekler! İşte o zaman biz­ler de toplum olarak gönül rahatlığı ile me­zarlarımızda huzur içerisinde uyuyacağız! Bir başka vakit yaptığım araştırmamdan gül­dürücü ve düşündürücü birkaç misal ve­reyim.7 - Üçgen çeşitlerini sayınız? - Eşkenar üçgen, ikizkenar üçgen, üçüz ke­nar üçgen (Ayşe 4/A sınıfı öğrencisi) - Doğal sayılar hangileridir? - Doğal sayılar doğada bulunur. (Eren 5/A sınıfı öğrencisi) - Dikdörtgen nedir? - Dikdörtgen, dörtkenarı olan bir üçgendir. ( Mehmet -Sos/11-A sınıfı öğrencisi) - Kaç çeşit kesir vardır yazınız? - 1. Basit Kesir 2. Zor kesir (Zelal 4/B sınıfı öğrencisi) Matematik, bir disiplinler manzumesi… Man­­tık ve muhakeme yeteneğinin zir­ve nok­tası... Bir düşünme biçimi. Kaçama­ya­ca­ğımız bir sosyal olgu. Tabir-i diğerle, matematiğe hayatın karmakarışık problem­lerini çözen mücessem bir bilim adamı gözüyle de bakılabilir. Ve bütün bunların yanında aklı işleten, akla kapı açan, varlıklar arasında ilişkiler kuran, neden ve niçin ile yanıp tutuşurken madde ve mana cihetiyle de hayatı anlamlandıran bir derstir de ma­tematik. Peki, bizim için bu derece önemli olan bu ders, nasıl oluyor da can sıkıcı, korkutucu bir hale gelebiliyor? Neden ma­tematiği öğrenemiyoruz? Niçin toplum ola­rak matematikten bir Merih kadar uzağız? Evvela bu dersle aramızda soğuk rüzgârların esmeye başlaması, daha ilkokul sıralarında oluşmaya başlar. Daha fazla şeyler öğretelim diye yaş problemleri, havuz problemleri gibi öğrencilerin takatlerini aşacak karışık konuları yedi, sekiz yaşındaki minik beden­lerin sırtına yüklemeye kalktığınızda, çocuk­larımızda matematik fobisinin oluşmasına zemin hazırlamış olursunuz. “Öğrencilerinize neden matematik sizler için bu derece önemli?” diye bir soru yönelt­ti­ğinizde, alacağımız cevap büyük ihtimalle matematiksiz LGS, LYS, YGS ve KPSS gibi daha nice sınav çorbalarında başarılı olunamayacağı gerçeğidir. Bundandır ki, toplumda; “Matematik = sı­nav ya da sınav = matematik” denklemi bü­yük bir yekûn oluşturmaktadır. Durum, ha­liyle sınava endeksli olan bir dersin tam manasıyla öğrenilmemesine sebep olduğu gibi, öğrencilerimizde matematik fobisinin de oluşmasına zemin hazırlar. Oysa bizim ne ilköğretim matematik programlarımızda, ne orta öğretim matematik programlarımızda, ne de Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbi­ye Başkanlığınca onaylanan matematik der­sinin genel amaçları içerisinde öğrencileri LGS, LYS, YGS ve KPSS gibi sınavlara hazırlama gibi bir düşünce söz konusu değildir. Sınavlar bir araçtır sadece… Amaç ola­maz… Birer araç olan sınavlar amaca dö­nüştüğünden, öğrencilerimiz için mate­ma­tik, tıpkı tek kullanımlık bir eldiven gibi işi bitince bir köşeye atılmakta. Matematik sadece sınavlarda var, hayatın içinde yok. Matematik öğrenilmiyor, ezberleniyor, ez­ber­letiliyor. İşte kanıtı; 2000 yılından itibaren üç yılda bir uygulan PİSA (Uluslararası Öğrenci Değerlendir­me Programı) sonuçlarına baktığımızda, du­rumumuz ortada. PİSA, bir yönüyle müf­redattaki kazanımların ne ölçüde ger­çekleşip gerçekleşmediğini ölçmese de öğ­rencilerin temel yeterliliklerini, onların matematikteki bilgi ve becerilerini sınama noktasında bir boy aynası… Elbisemizin uzun ve kısalığını; giydiğimiz gömleğin büyük ve küçüklüğünü görebilmek çoğu zaman mümkün. “Örneğin PİSA 2003’de okuma becerileri testinde öğrencilerin % 36,8’i temel yeterli­lik düzeyinin altında iken, bu oran, PİSA 2012’de % 21,6’ya; fen bilimleri testinde % 38,6’dan, % 26,4; matematik testinde ise % 52,3’den, %42,2’ye inmiştir. Bu sonuçlar tüm alanlarda temel yeterlilik düzeyinin altındaki öğrenci oranlarının azaldığını gös­termekte ise de,8 “PISA 2003, 2006, 2009 ve son olarak 2012’deki sonuçların geneline baktığımızda, Türkiye’nin hem matematik, hem fen bilimleri hem de okuma testlerinde, uluslararası ortalamaların çok altında kalmış olduğu gerçeği hatırımızdan çıkmamalı. Ülkemizde neredeyse on yılı devirmiş olan yapılandırmacı (constructivism) eğitimle bir­­likte artık matematiğin ayaklarının yere sağ­lam basacağını ümit ediyoruz. Davranışçı ekolde matematik için önemli olan, çoğu zaman öğrencilerimizin bilişsel düzeyiydi. Bu nedenle öğretilen programlarda daha çok işlem basamağı üzerinde durulurdu. Öğ­rencilerimize problem diye verdiğimiz soruların başına baktığımızda tünelin so­nunu görebiliyorduk. Öğretilen mate­ma­tik kitaplarında belirli rutin problemler ve çözüm önerileri vardı. Dolayısıyla modası geçmiş müfredatla yetişen bir kafanın dü­şünce üretmesini beklemek safderunluk olurdu. Oysa 2004–2005 yılından itibaren, diğer derslerle birlikte, yenilenen matematik prog­ramımızda, problem çözme, tahmin et­me, desen verme, akıl yürütme, araştırma ve karar verme gibi daha pek çok beceri­lerin ön plana çıktığını görebilmekteyiz. Program, öğrencilerimizin sadece biliş­sel gelişim alanlarını değil, duyuşsal ve devinimsel (psiko-motor) gelişim alanları­nın da gelişmesini öngörüyor. Yeter ki programa uygun hareket edilsin. Ayrıca matematikte öğrendiğimiz bilgilerin gün­lük ya­şamda kullanılması da son derece önemlidir. Kariyer bilinci, insan hakları ve vatandaşlık, rehberlik ve psikolojik danış­ma gibi ara disiplinlerle de ilişkilendirilme­si, yeni müfredattaki matematiğin hayattan kopmadığını gösteren önemli ipuçları sayı­lır. Yeter ki eğitimcilerimiz davranışçı ekol anlayışından uzak durup yapılandırmacı eğitim modelini özümsesinler. Şimdi yazımızı destekler mahiyette “Mate­matiği neden sevmiyoruz, nasıl severiz?” ad­lı eğitimci İsmail Kadıoğlu’nun söyledikleri­ne bir bölümüne bakalım.9 “Matematiği sevmek zorunda mıyız, ma­te­matik insanlara ne kazandırır ve neler öğretir? Matematik nedir neye yarar: Matematik, Ah­­met’in dersten çıkınca, dost doğru hata­sız bir şekilde evine gitmesine yarar. Mate­ma­tik, yolda giderken, belediyenin açık bı­rak­tı­ğı çukura düşmemeyi öğretir. Mate­ma­tik, yolda yürürken, bir yerlere, elektrik dire­ğine çarpmamayı öğretir. Matematik, kom­şumuz karı-koca arası kavgalı hal­dey­­ken onları nasıl barıştırılacağını öğre­tir. Ma­­tematiği iyi olan kişi, onların prob­lem­leri­nin nasıl kolay çözülmesi ge­rektiğini bi­lir. Matematik problem çözme­yi öğretir. Ma­tematik düşünmeyi öğretir. Hem de doğru düşünmeyi öğretir. Her insan ma­te­matiksel düşünmeye sahip olma­lı, her prob­­lem çözmede matematikçe dü­şünmeye sahip olmalı. Prof. Dr. Davis, anaokulu öğrencilerine sormuş, “6 tane kurabiyen var, arkadaşınla nasıl paylaşırdın?” Çocuk adil davranmış “3 ona, 3 bana” demiş. “Peki, başka nasıl paylaşırdın?” diye sormuş. “4 bana, 2 ona.” “Başka?” “6 bana, sıfır ona.” “Başka?” Ku­ra­biyenin bir tanesini bölmüş, “yarım ona, 5,5 bana” demiş. Bu cevap çok ilginç değil mi? Çocuğa sunulan bu hareket, ona fırsat vermektedir. Başka çözüm yol­ları bulabileceği düşüncesi verildiğinde ço­cuk kendi yöntemleriyle problemi çöze­biliyor. “Sen ne düşünüyorsun?” “Baş­ka farklı çözüm var mı?” şeklindeki soru­larla, çocukların farklı düşünce ortaya koymalarına fırsat vermeliyiz. Tabi bu tür davranışlar, okula gitmeden, aile içinde başlamak üzere, ilköğretim ağırlıklı ve lise­de de bu şekilde davranıp, matematiğin zor olmadığını, yapılabilirliğini gösterip, ço­cuğa sevdirmeliyiz. İşte o zaman, mate­matik dersi, konuları biriktirmeden, gün­lük çalışarak sevilebilir. Matematik dersi­nin sevilmemesinin neden­lerinden biri, kla­sik anlayışla öğretilmeye çalışılmasıdır. Oyun­lar ve ilgisini çeken sorular sorarak sev­direbiliriz. Kavramları, soyuttan somuta dönüştürerek. Çocukların birbirleriyle ko­nuş­malarına fırsat vererek sevdiririz. Se­vil­mek zorunda ve durumunda olan bu ders neden sevilmez: Çocuklar sayılarla geç kar­şılaşıyorlarsa… Sayısal so­nuçlar ken­dilerini iyi hissettirmiyorsa…”  Bütün bu güzel gelişmelerin yanında asıl önemlisi, öğrencilerimize matema­ti­ği sev­direrek öğretecek olan öğretmenlerimizdir. “Eğitici bir matematik dersi; öğrenciyi sı­raların üzerinde oturtarak dinleten bir ders değildir. Öğrencinin eline şerit metreyi ve­rip sınıfta, okulun bahçesinde uzaklıkları ölçtüren; gözlemler, mukayeseler yaptıran bir derstir. Coğrafya dersi yere ve göğe ait incelemeler yaptıran ayaklı ve canlı bir derstir. Kısacası tüm dersler, sınıfın dışına taşan gezici, dolaşıcı, arayıcı, inceleyici, gözleyici olmak zorundadır.”10 Daha, yapılandırmacı eğitimin esamesi bi­le yokken bizim içimizden çıkmış bir eğitim­cimizin 100 yıl önce söylediği bu söz çok önemlidir. Yabana atılmamalıdır. Her şeyi dışarıda arayan, kendi insanın ne­ler yapa­bileceğini göremeyen, sadece Batı göz­lüğü takarak hayata bakanların kulak­ları çınlasın! Kaynaklar: 1- http://www.esnafbulteni.com/haber/yesilaydan-uyusturucu-bagimliligini-onleme-calistayi/555/2- Bediüzzaman, Said Nursi, Münazarat3- Fazlı Arabacı, “Avrupa (Almanya, İngiltere, Hollanda, Fransa, Belçika)’da Din Öğretimi”, Cumhuriyetin 75. Yılında Türkiye’de Din Eğitimi ve Öğretimi, Türk Yurdu yayınları, Ankara,1999, s. 784- M.E.B. , Avrupa Birliği Üye Ülkelerinin Eğitim Sistemleri, s. 79-1035- John Shepherd, “İngiliz Eğitiminin Kişilik Gelişimine Katkısı”, Uluslararası Din Eğitimi Sempozyumu, s. 886- M.E.B. Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü, Avrupa Birliği Üye Ülkelerinin Eğitim Sistemleri, Ankara, 1996, s. 667- İlmen, Necati, Kırk Yamalı Bohça, Çizgi Yayınları, 2012, s. 938- Star Açık Görüş, 15 Aralık 20139- http://www.anamursedir.com/yazar.asp- İsmail Kadıoğlu.10- Hakkı Baltacıoğlu İsmail, Talim Terbiye, “İnkılâp” Yıl, 191

Necati İLMEN 01 Mart
Konu resmiYanı Başımızdaki En Büyük Hazineyi Gizleyen Perde "Ülfet"
Risale-i Nur

Çevremizdeki her bir varlık harikulade birer kudret mucizesi olduğu halde, çoğu zaman ülfet (alışılmışlık) sebebiyle, üzerinde dikkatlice düşünüp ehemmiyet veremiyoruz. Bu halimiz ile aslında büyük bir ilim ve hikmet hazinesinden mahrum kalıyoruz. İşte tam bu noktada Kur’ân, büyük bir hazineyi bizlere keşfettiriyor. Birçok ayetiyle varlıkların üstündeki sıradanlık ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıyor. Bizim için artık sıradan olmuş ve neredeyse her gün defalarca karşılaştığımız birçok varlığı tefekkürümüze sunarak üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Her şeyde Rabbimizi gösterecek, O’nun varlığını ve vahdetini bildirecek pencereler açıyor. Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Âyet­­ler, necimler (yıldızlar) gibi ül­­fet perdesini deler atar. İnsanın ku­­la­ğından tutar, başını eğdirir. O ül­fetin altındaki havariku’l-âdât (sürekli ger­çekleşen harika) mu’cizeleri o âdiyat (sı­ra­danlık) içerisinde gösterir.”1 Mesela Gasiye Suresinde arka arkaya şu ayet­ler sıralanır. “(Onlar) deveye bakmı­yor­­lar mı, nasıl yaratılmış? Ve göğe (bak­mı­yorlar mı), nasıl yükseltilmiş? Ve dağ­lara (bakmıyorlar mı), nasıl dikilmiş? Ve yere (bakmıyorlar mı), nasıl yayılıp dö­şenmiş?”2 Dikkat edilirse zikredilen bu varlıklar ve fiiller o zamandaki insanların her gün iç içe olduğu şeyler idi. Günlük yaşantılarında kendisinden birçok fayda sağladıkları, gözlerinin önünde en çok bu­lunan devenin harika yaratılışına karşı ka­yıtsız kalmışlardı. Gözler sanatı gördüğü hal­de, basiretin sanatkârı gör(e)mediği bir durumdaydılar. Kur’ân, devenin şahsında insanın etra­fında­ki bütün varlıklar üstündeki sıradan­lık ve ül­fet perdesini keskin beyanatıyla yırttı. “Artık ey basîret sâhibleri! İbret alın!”3 gibi birçok ayetleriyle ibret almaya, düşünmeye sevk etti. Her bir hadisenin altında gizlen­miş olan hakikatleri gösterip kainatı doldu­ran bir ilim ve hikmet hazinesinin kapısını açtı. Allah’ı tanıma ilmi olan Marifetullah­ta tükenmez bir serveti ihsan etti. Kur’ân, ihsan ettiği hidayet nuru ile kalp­lerindeki pası sildi. Sahabeler, Kur’ân’dan aldıkları ders ile her şeyden ders alır bir su­rete girdiler. Zihinleri, akılları, kalpleri ve bütün kuvvetleriyle yerlerin ve göklerin Rab­bini tanımaya, anlamaya müteveccih bir hale geldiler. Adeta her bir şey, sahabelere bir muallim hükmüne geçti. Ve Rabbimizin şu iltifatına mazhar oldular. “Onlar ki, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine (yatar) iken Allah’ı zikrederler ve gökler ile yerin yaratılışı hakkında (derin derin) düşünürler. (Ve şöy­le dua ederler:) “Rabbimiz! (sen) bun­ları boş yere yaratmadın; sen (bundan) münezzehsin, artık bizi ateşin azabından muhafaza eyle!”4 Bizler de her gün belki de her an bir­çok sanat harikaları ve mucizelerle karşıla­şıyo­ruz. Fakat ne gariptir ki ibret alınacak ve bize Rabbimizi tanıttıracak birer kudret mucizesi, sanat harikası olan bu şeylerin üzerine sıradanlık ve alışılmışlık perdesini örtüyoruz. Kalın bir gaflet perdesini üzeri­mize çekiyoruz. Etrafımızda bulunan Al­lah’ın hârika eserlerini göremez hale gele­biliyoruz. Bu durum ile büyük bir hazine­den, yani yaratılışımızın en büyük gayesi ve en yüce neticesi olan marifetullahtan, Allah’ı tanımaktan mahrum kalıyoruz. Hayatımızda her gün iç içe olduğumuz bir kısım olaylarla ilk defa karşılaşsaydık, belki de hayretimizden parmaklarımızı ısı­racaktık. Mesela, güneşin doğuşunu ömrü­müzde sadece bir defa görecek olsaydık ne yapardık? Muhtemelen insanların çoğu o gece sabaha kadar uyumaz, güneşin do­ğuşunu büyük bir heyecanla beklerdi. En kaliteli video ve kameralar ile bu anı kay­detmek isterdik. Ertesi gün bu olay tüm medyada, manşetlerde birinci sıradaki ha­ber olacaktı. Fakat ülfet perdesi ile yer­­yü­­zü­nü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçek­lerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdârı olan nazenin güneşi5 göremez hale geliyoruz. Garip olan şu ki en harika bir kudret mu­cizesi ve tüm uzuvları yerli yerinde olan ye­ni doğmuş bir bebeği gördüğümüzde bile sı­ra­danlık damgasını vurup lakayt kalıyoruz. Fakat ne zaman intizamdan düşmüş, kemali değil eksikliği gösteren üç ayaklı yahut iki başlı bir insan ile karşılaştığımızda hayret edip tüm medya ile şaşkın bir gürültü çı­karıyoruz. Ve daha her gün belki de her an iç içe ol­duğumuz, sürekli karşılaştığımız ve yaşa­dığımız görmek, işitmek, konuşmak, yü­rü­mek gibi fiillerimiz, çevremizde gör­dü­ğümüz her bir canlı, karşılaştığımız her bir olay ibret alınacak, hayret edilecek hari­kalarla dolu. Adeta her birimiz harikalar diyarında yaşıyoruz. Aslında bu dünyaya gönderilmemiz de bu harika kudret mucizelerini hayret ile izler­ken bunların sahibini, şu muhteşem mem­leketin sultanını tanımak ve bilmek değil midir? Allah’ı tanımak için ne Bâbil Kulesi yapmaya ihtiyacımız var ne de Firavunun yaptığı gibi yüksek bir kule inşa etmeye. Sadece basiretimizi kapatan ülfet perdesini atmak yeterli. “Haydi gözü(nü) çevir (de bir bak)!”6 emrine imtisal ile etrafımızı keş­fedip marifetullahta tükenmez ilim ve hik­met hazinelerini bulabiliriz. İşte Kur’an-ı Kerim’in bizlere ilim, hikmet ve marifet-i İlahiye cihetiyle ihsan ettiği tükenmez bir servet ve zenginlik. Adeta her bir varlık hikmetli ve harika va­ziyetleri ile baş aşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor. “Başını kaldır, ken­dini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir zatın harika işlerine bak! Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazi­feler peşinde koşturuyorlar. Bir Müdeb­bir-i Hakîm tarafından istihdam olunu­yorlar” diye ihtar ediyor.7 Ülfetten kurtulan bir insan aynı zaman­da, sahip olduğu nimetlerin farkına varır. Şü­kür kapısını açar. Mutluluğun sırrını yaka­lar. İn­sanların çoğunun mutlu olamaması­nın sebebi elindeki nimetleri unutmasıdır. Elinde­kileri unutup, sahip olamadıklarını dü­şü­nen bir insan mutlu olamaz. Daima huzursuzluk ile hayatından şikâyet eder. Hâlbuki insan Rabbinin kendisine ikram ettiklerini düşünürse kâinatı dolduran sı­nır­sız nimetlere mazhar olduğunu fark eder. “Allah’ın nimetini sayacak olsanız, onu sayamazsınız.”8 Bu ayet dünyadaki bütün insanlar için geçerlidir. Dünyanın en zengin ve sağlıklı insanı, üzerindeki ni­metleri saymakla bitiremeyeceği gibi en çok musibetlere, belalara ve hastalıklara ma­ruz kalan bir insan da kendisine verilen ni­metleri saymakla bitiremez. Sahip olduğumuz bir nimetin herkeste bu­lunması o nimetin değersiz olduğunu gös­termez. Veya bizde sürekli bulunması değer­den düşürmez. Mesela göz nimetinin bü­tün hayvanlarda da bulunması, bizim göze olan ihtiyacımızın şiddetini hafifletmez. Gö­zü kıymetten düşürmez. Göz bütün canlılar içe­ri­sinde sadece bizde bulunduğunda ne ka­dar kıymetli ise şu anda da o kadar kıy­metlidir. Ülfet perdesini yırtıp, tefekkür mesleğinde yol almanın elbette birçok kazanımları ola­caktır: Her şeyde Yaradanını bulan bir insan. Her yerde Rabbinin huzurunda olduğu idrakini kazanan bir kul. Resûlüllah (asm)’ın ifadesiyle imanın en mükemmeli bir makam. Nerede olursan ol. Rabbinin senin ile beraber olduğunu bilmen.9 Ve beraberinde binlerce ikram, ihlasa muvaf­fakiyet, günahlardan çekinmekte kuvvet, bazen bir saati bir sene nafile ibadetten hayırlı olan tefekkürî bir ibadet… Elbette ki ülfetin insana verilmesinin bü­yük hikmetleri de var. Sıkıntılara maruz kalan bir insanın hayata tekrar bağlanması, yeni hayat şartlarına ayak uydurması, ya­bancılık çekilen şeylere alışabilmek, yeni ortamlara uyum sağlayabilmek gibi birçok güzelliklerde ülfet ile elde edilir. Mesele her şeyde olduğu gibi ülfeti de yerli yerinde kul­lanabilmek. Ülfeti gafletin bir sebebi yap­mak değil, dünya ve ahiret hayatı için ilahî bir nimet olarak kullanabilmek. Kaynaklar: 1- Mesnevi-i Nuriye, 188 (Osmanlıca Nüsha)2- Gasiye, 17-203- Haşir, 24- Âl-i İmran, 1915- Sözler, 243 (Osmanlıca Nüsha)6- Mülk, 37- Asa-yı Musa,8- İbrahim, 349- Heysemî, I, 60 (hadisten alıntı)

Osman SONSAK 01 Mart
Konu resmiBediüzzaman Said Nursi (ra) ve Davası (v. 23 Mart 1960)
Risale-i Nur

Bediüzzaman Hazretleri’nin İstanbul’a gelişi, yıllardır görüşmediği pek çok eski dost ve ahbabları ile ve âlim ve hocalardan eski arkadaşlarıyla görüşmesine vesile oldu. Onlardan birisi de Sebilürreşad Mecmuası’nın sahibi Eşref Edip Fergan idi. Bediüzzaman Hazretleri ile çok eskilere da­yanan dostlukları vardı. Sebilürreşad’ın el­linci yılı münasebetiyle Eşref Edib’e yaz­dığı bir tebrik mektubunda Hazret-i Üs­tad; “Aziz, muhterem, sıddık, envâr-ı İs­lâmiyeyi elli seneden beri neşreden, ha­kaik-i İslâmiyeyi ehl-i dalâlete karşı mü­dafaa eden ve elli seneden beri benim mad­dî mânevî bir hakiki kardeşim ve meslektaşım, Eşref Edip!”1 diye hitab et­miştir. İstanbul’da mahkeme safahatı de­vam ederken Üstad Hazretleri’ni ziyarete ge­­len Eşref Edip kendisiyle şu uzun müla­ka­tı gerçekleştirerek Sebilürreşad dergisinde neşreder: “Uzun bir ayrılıktan sonra; belki yirmi ye­di, yirmi sekiz sene oldu Üstad’ı görmeyeli. Onu görmek, mübarek simasını doya doya seyretmek için her zaman gidip ziyaret et­mek istediğim halde meşguliyetten bir türlü vakit bulamadım. Fakat o kalblerde yaşadığı için, manevi varlığı ile daima beraberdik. Bu, gönüllerdeki iştiyakı bir dereceye ka­dar tatmin etmez miydi? Kendisini görüp kucaklaştığımız zaman, onun nuranî sima­sının verdiği zevk, maddî hasretin de ne kadar büyük olduğunu gösterdi. Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O za­manlar hemen her gün idarehaneye ge­lir; Mehmed Âkifler, Naimler, Feridler, İz­mirlilerle (İzmirli İsmail Hakkı) birlikte saatlerce tatlı tatlı sohbetlerde bulunur­duk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yük­sek ilmî meselelerden konuşur, onun ko­­nuş­ma­sındaki kahramanlık bizi de heyecan­landırırdı. Harikulâde fıtrî bir zekâ, ilâhî bir mevhibe. En zor meselelerde, zekâsının kudret ve azameti kendisini gösterir. Daima işleyen ve düşünen bir kafa. Nakillerle pek meşgul değil. Onun rehberi yalnız Kur’ân. Bütün feyiz ve zekâ kaynağı bu. Bütün o lem’alar, doğrudan doğruya bu kaynaktan nebean ediyor. Bir müçtehid, bir imam kadar rey sahibi. Kalbi bir Sahabî kadar imanla dolu. Ruhunda Ömer’in şehameti var. Yirminci Asırda Devr-i Saadeti nefsinde yaşatan bir mü’min, bütün hedefi iman ve Kur’ân. İslamın ana gayesi olan “Tevhid” ve “Allaha İman” esası, onun ve Risale-i Nur’un en büyük umdesidir. Devr-i Saadette, Müslü­manlığın ilk kuruluş zamanlarında olsaydı, Hazreti Peygamber, Kâbe’deki putların par­çalanması vazifesini ona verirdi. Şirk’e ve putperestliğe o derece düşmandır. Mücahede ile gönüllerde iman ve Kur’ân ha­kikatlerini yerleştirmek için geçen uzun, bir asra yakın bir ömür. Fazilet ve kah­ra­man­lıkla geçen bir ömür. Harb meydanlarında, mücahidlerin önünde, kılınç elinde, dimdik ayakta düşmana saldıran bir kahraman. Esâ­rette, düşman kumandanına karşı koyan bir kahraman. İdam sehpasında, düşman ku­mandanını düşündüren, insafa getiren bir kahraman... Millet ve memleket için canını vermekten zerre kadar çekinmeyen bir fedai. Fitne­nin, bozgunculuğun en müthiş düşmanı. Milletin menfaati için, her türlü zulme, iş­ken­ceye tahammül ediyor. Ona zulme­den­lere beddua bile etmez. Onu zindanlara atanlara, ancak hayır ve iman temenni eder. Gaye uğrunda ölüm, onun için basit bir şeydir. Kendisi bir çanak çorba, bir bardak su, bir lokma ekmekle beslenir. Elbisesi pek basit ve fakiranedir. Beyaz Amerikan bezinden pa­muklu bir hırka. Çamaşırını kirlenmeden değiştirir ve temizletir. Temizliğe fevkalâde itina eder. Kâğıt parayı tutmaz ve üstünde taşımaz. Mal-mülk namına dünyada hiçbir şeyi yok. Kendi için yaşamaz, toplum için yaşar. Yapısı ufak tefektir, fakat heybetlidir, haş­met­lidir. Gözleri birer şems-i tâban gibi nur saçar. Bakışları şahanedir. Maddeten, bel­ki dünyanın en fakir adamıdır; fakat ma­neviyat âleminin sultanıdır. Seksen küsûr senenin elemleri yüzünde bir buruşuk yapamamış, yalnız saçlarını ağart­mıştır. Rengi, pembe beyazdır. Sa­kalı yok­tur. Bir delikanlı kadar zindedir. Halim ve selimdir. Fakat he­yecana geldiği za­man bir arslan tav­rı alır, iki dizi­nin üstüne doğ­rulur, bir sul­tan gibi ko­nuşur. En sevmediği şey siyasettir. 35 senedir bir gazeteyi eline almış değildir. Dünya işleri ile alâkasını kesmiştir. Akşam namazından sonra ertesi gün öğleye kadar kimseyi ka­bul etmez, ibadetle meşgul olur. Pek az uyur. Talebelerini de siyasetten şiddetle men­eder. Memleketin her tarafında 600 bini geçen, belki bir milyonu bulan talebe­leri memleketin en faziletli evlâtlarıdır.           Üni­ver­sitenin muhtelif fakültelerinde müs­bet ilimler tahsil eden şâkirdleri pek çoktur, yüz­lercedir, binlercedir. Hiçbir Nur Talebesi yok­tur ki, sınıfının en faziletlisi, en çalışkanı ol­masın. Memleketin her tarafında bulunan bu yüz binlerce Risale-i Nur Talebesi’nden hiç­birinin, hiçbir yerde âsayişi ihlal eden hiç­bir hareketi, hiçbir vakası yoktur. Her Nur Talebesi, hükümetin nizam ve in­tizamın tabiî birer muhâfızıdır; asayişin manevi bekçisidir. İstanbul seyahatinden muztarip olup olma­dığını sordum: – Bana ızdırab veren, dedi, yalnız İslam’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden teh­likeler hariçten gelirdi; onun için mu­ka­vemet (karşı koymak) kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Kor­karım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz, çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en bü­yük hasmını dost zanneder. Cemiyetin (toplumun) basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yok­sa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yok­tur. Keşke bunun bin misli meşakkate ma­ruz kalsam da iman kalesinin istikbali (ge­leceği) selamette olsa! – Yüzbinlerce imanlı talebeleriniz size âtî (gelecek) için ümit ve teselli vermiyor mu? – Evet, büsbütün ümitsiz değilim. Dünya, büyük bir manevi buhran geçiriyor. Ma­nevi temelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taûn felâketi gittikçe yeryüzüne dağı­lıyor. Bu müthiş sârî illete (bulaşıcı has­talığa) karşı İslâm cemiyeti ne gibi ça­relerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş (bozulmuş), bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemi­yeti­nin ter ü taze (taptaze) iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş (toplamış) bulunuyorum. Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut an­la­mak istemiyorlar. Beni, sko­lâs­tik2 ba­taklığı içinde saplanmış bir medrese ho­cası zannediyorlar. Ben, bütün müs­bet ilimlerle, asr-ı hazır (asrımız) fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin mes’eleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler te’lif eyledim. Fakat ben, öyle mantık oyunları bilmi­yorum. Felsefe düzenbazlıklarına da ku­lak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını te­rennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın te­sis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün cemiyet yoktur. Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ di­yorlar. Farkında değilim. Karşımda müt­hiş bir yangın var. Alevleri göklere yükse­li­yor. İçinde evladım yanıyor, imanım tu­tuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de aya­ğım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler! Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hod­gâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyo­rum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkeme­lerinde geçti. Çekmediğim cefa, görme­diğim eza kalmadı. Divan-ı harblerde, bir câni gibi muamele gördüm; bir ser­seri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında ay­lar­ca ihtilâttan menedildim. Defalarca ze­hirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bu­gün Said topraklar altında çürümüş gitmişti. Benim fıtratım (yaradılışım), zillet ve ha­ka­rete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye (İslam’ın izzet ve kahramanlığı) beni bu halde bulunmaktan şiddetle meneder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zâlim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezel­lül etmem (alçalmam). Zulmünü, hunharlı­ğını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. -Nitekim öyle oldu- Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicda­nı zulümkârlığa dayanabilseydi Said bugün asıl­­mış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı. İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Ce­miyetin imanı, saadet ve selameti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin -adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade- imanını kurtarmağa vesile oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamdolsun. Sonra, ben cemiyetin iman selameti yo­lunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem kor­kusu. Cemiyetin, yalnız yirmi milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin3 imanı namı­na bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalır­sa cenneti de istemem; orası da bana zin­dan olur. Milletimizin imanını selamet­­te görürsem, cehennemin alevleri içinde yan­maya razıyım. Çünkü vücudum ya­narken, gönlüm gül-gülistan olur. Hazret coşmuştu. Bir yanardağ gibi lâvlar saçıyordu. Bir fırtına gibi gönül denizini dalgalandırıyordu. Bir şelâle gibi haşmetli zemzemlerle ruhun en derin noktalarına çarpıyordu. Çok heyecanlanmıştı. Millet kürsüsünde coşmuş bir hatib gibi devam ediyor, sözünün kesilmesini istemiyordu. Yorulduğunu hissettim. Bu heyecanlı bahsi değiştireyim, dedim. – Mahkemede sıkıldınız mı? diye sordum. Dinî tedrisata (eğitime), kadınlarımızın, muh­­terem hemşirelerimizin terbiye-i İslâ­miye dairesinde iffet ve şereflerini muhafa­za etmelerine taraftar olmanın bir suç olduğu­na dair kanunlarda bir madde var mı? “Kalbe gelen hakikat” gibi tâbirleri de şahsî nüfuz temini maksadına delil göstermelerinin mâ­nâsını da bu ilimle, hukukla meşgul do­çentlerden sorarım. Üstadla görüşmemiz çok uzamıştı. Mü­sâa­de alıp ayrıldığım zaman vakit hayli geç­­miş­­ti. 1952 Eşref Edib”4 Kaynaklar: 1- Son Şahitler, c. 1, s. 1712- Orta çağda, papazların dînî görüşlerinin baskısı altında yapılan eğitim usulü.3- Sebilürreşad Dergisi, C. 5, sayı 119, s. 3024- Tarihçe-i Hayat, s. 626

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmi"Tebeî Nazar, Muhali Mümkün Görür"
Risale-i Nur

Meşhurdur ki, ıydin hilâline bakardı cemâat-i kesîre. Kimse bir şey görmedi. Zavallı bir ihtiyâr yemin etti ki: “Gördüm!” Hâlbuki gördüğü, kirpiğinin tekavvüs etmiş beyaz bir kılı idi. O kıl oldu onun hilâli. O mukavves kıl nerede? Hilâl olmuş kamer nerede? Ger anladın şu remzi, zerrâttaki harekât, kirpik-i aklın olmuş, birer kıl-ı zulmetdâr, kör etmiş maddî gözü. Teşkîl-i cümle envâ‘ fâilini göremez, düşer başına dalâl. O hareket nerede? Nazzâm-ı kevn nerede? Onu ona vehmetmek, muhâl ender muhâl. Yüzeysel, üstünkörü, inceleme ve araştırma yapmayan, yoğunlaşmayan, tüm il­­gisiyle bir şeye yönelmeyen, biz­­zat de­ğil dolaylı değer veren bir düşünce, im­kân­sızı mümkün görür. Bediüzza­man Hazret­leri bu düşüncesine, yaşandığı nak­le­di­len ve Mevlana’nın da alıntıladığı olayı kay­nak göstermeksizin örnek vermektedir. Olay kısaca şöyle anlatılmaktadır: Büyük bir kalabalık Ramazan hilalini görmek için gök­yüzüne bakardı. Kimse hilali görmedi­ği hal­de ihtiyar bir adam “hilali gördüm” dedi. Gerçekte ise ağarmış kaşlarından gözüne doğru inen beyaz bir kılı görmüştü. Elini ıslatıp kaşını düzelttiğinde ise o da artık hilali görmediğini söyledi. Bu olayda insanlar, hilali görmek amacıyla gökyüzüne bakmaktadırlar. Herkesin dü­şün­cesi kastı, amacı, bilinci hilali görmeye kitlenmiştir. Kimse kaşının veya bir saç te­linin göz önüne sarkacağını dolayısıyla o kılı göreceğini aklına dahi getirmemekte­dir. Yani hilali görmeye kitlenen bütün dü­şünceler, bilinçler o göze sarkan bir kılı üs­tünkörü, yüzeysel ve dolaylı olarak gör­mek­tedirler. Bilinçli bir şekilde, ilgiyle kılı görmek için bakmamaktadırlar. Bediüzzaman Hazretleri buradan hareket­le gerçekleşmesi imkânsız olaylara/nesnelere üstünkörü dolaylı olarak bakıldığı takdir­de onların mümkün görüleceğini ifade et­mektedir. Aynen hilal olması imkânsız olan beyaz bir kılın hilal sanılması gibi. Günlük hayatta da birçok defalar bu hata­ya düşen insanlar bulunmaktadır. Sabah işi­ne giderken ayna karşısında üst başını dü­zelten insanlar, aynanın bir kısım küçük lekelerini göremezler. Lakin evin hanımı he­men fark eder ve temizler. Bu iki bakış arasındaki fark, yoğunlaştıkları noktaların farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Biri­si üstüne başına dikkat ederken aynaya üs­tünkörü bakar temiz sanır. Diğeri aynaya bakar tüm lekeleri görür ve temizler. Evet, insan bir noktaya yoğunlaştığında çoğu za­man başka yerlere üstünkörü ve yüzeysel bakmaktadır. Kasten ve bizzat ilgiyle bak­ma­­dığı fakat gözüne çarpan alanlardaki ger­çekleri ise görmemekte veya yanlış değer­lendirmektedir. Hz. Üstad, insanların günlük yaşamda düş­tüğü bu hatanın inanç boyutunda da gö­rül­düğünü ve insanları birçok manevi teh­likelere sürüklediğini ifade etmektedir. Var­oluş sırrını anlamaya çalışan insanoğlu her şeyi yaratanın kim olduğunu tarih boyunca sorgulaya gelmiştir. Bu konuda sayısız ki­tap­lar yazmıştır. Araştırmalar yapmıştır. Özel­­­likle son dönemde, atomların dizili­min­den varlıkların meydana geldiği zannı­na ka­­pıl­­mışlardır. İnsanlar, her bir varlığın ve tür­lerin oluşumunu atomların tesadüfen di­zilimden ibaret sanmışlardır. Çünkü bu âlem ve içindekiler için bir fâil, özne, ya­ra­tıcı, ilah aramaktadırlar. Bu kasıtla etraf­ları­na bakmaktadırlar. Yoğunlaştıkları, yö­nel­­dikleri, aradıkları, dikkat kesildikleri nok­­­ta âlem sarayının mucidini ve yaratanını bul­maktır. Bu arayış içinde iken atomlara rast geldiler. Atomların her şeyle olan mü­na­sebetini gördüler. Âleme bir fâil arama kastı ile meydana çıkıp atoma rast gelince her şeyin atomlar tarafından yapıldığı zannına kapıldılar. Bir ilah yerine atomlar sa­yı­sınca ilahları kabul etmek zorunda kaldılar. İnsan kaşındaki bir kılın göz önüne gelerek onu hilal sanıp aldanması gibi atomlar da akıl gözünün önüne gelip aklın yanılmasına sebep olmuştur. Basireti kapatmıştır. Gözü perdeleyen en küçük bir şey nasıl ki gerçeği görmemizi engelliyorsa akıl gözünün önün­de­ki küçük bir engel de gerçeği görmemizi engellemektedir. Eğer insanlar atomların, yüce Allah’ın sahip olduğu tüm sıfatlara ve isimlere sahip olup olmadıklarına bakabilselerdi bu hataya düş­mezlerdi. Âlemi kusursuz bir düzen içinde yaratan Allah nerede? Atomların ilah olması nerede? Demek ki insan acele etmemelidir. Düşünmelidir. Verdiği hüküm hakkında yo­ğunlaşmalıdır. Altın arayan bir insanın üs­tünkörü olarak gördüğü aptal altınını eline alıp “altın buldum” demesine benze­memelidir. “Kur’ân âyîne ister, vekil istemez” Ümmetteki cumhuru, hem avâmın umumu, burhândan ziyâde me’hazdeki kudsiyet şevk-i itâat verir, sevk eder imtisâle. Şerîat, yüzde doksanı müsellemât-ı şer‘î, zarûriyât-ı dînî birer elmas sütundur. İc­tihâdî, hilâfî, fer‘î olan mesâil, yüzde an­cak on olur. Doksan elmas sütunu, on al­tı­­nın sâhibi kesesine koyamaz. Ona tâ­bi‘ kılamaz. Elmasların ma‘deni Kur’ân ve hem hadîstir. Onun malı, oradan her zaman is­temeli. Kitaplar, ictihâdlar Kur’ân’ın aynası, yahud dürbünü olmalı. Gölge, vekil istemez o şems-i mu‘ciz-beyân. Müslüman halkın inançlarını güçlendirip onları dindar bir hayata teşvik edecek ve Müslümanların dindeki gevşekliğini, ihma­lini ortadan kaldıracak en etkili yol delil göstermekten çok kutsallık düşüncesidir. İtaat ettikleri emirlerin kudsiyetini/yüce­li­ği­ni bilmek veya işitmek onlar üzerinde son de­rece etkilidir. Hz. Üstad birer elmas sü­tun değerinde olan dinin temel esasları­nın ve açık hükümlerinin (zaruriyat) şeriatın yüz­de doksanını oluşturduğunu ve bunların ana kaynağının Kur’an-ı Kerim ve onun tef­siri olan Hadis-i Şerifler olduğunu ifade etmektedir. Dinin bu zaruriyat meselelerini ifade ederken de Kur’an-ı Kerimi ve Hadis-i Şerifleri öne sürmek gerekmektedir. Altın değerinde olan ictihadî konuların ise şe­riatın yüzde onunu teşkil ettiğini beyan et­mektedir. Yüzde on olan ictihadî konuları zaruriyata öncelemek doğru değildir. Devam edecek

Muhlis KÖRPE 01 Mart
Konu resmiEdirne Dârüşşifası
Tarih

Osmanlı’daki kullanımı ile Dârüşşifalar en basit anlamıyla, halka sağlık hizmetlerinin sunulduğu yerler olarak tarif edilebilir. Anadolu'da "Dârüşşifa" adından başka "Şifahane", "Mâristan", "Bîmaristan", "Dârüssıhha", "Dârülâfiye", "Me'menülistirahe", "Dârüttıb" isimleri verilmiştir. Dârüşşifa adı altında toplanan bu ya­pılar emin ve güven verici kad­ro­lara sahip, sağlık açısından güvenile­­cek kuruluşlar olmuşlardır. Bu sağ­lık kuru­luş­larında din, dil ve ırk far­kı gözetilmeden halka sağlık hizmeti sunulmuştur. Bu ku­ruluşlarda görevlendirilecek hekimlerin tıp ilmine vâkıf ve cerrahide mahir olması şar­tı her devirde geçerli olmuştur. Hastalara psikolojik tedavi metotları (müzik, su sesi ve güzel kokuyla tedavi) uygulanmış, hatta bu durum vakfiyelerinde de belirtilmiştir. Sağlık kuruluşlarının önemli diğer bir gö­revi ise tedaviyi gerçekleştirecek ilaçların buralarda imâl edilmesidir. Bu ilaçlar Vâ­kıf'ın koyduğu şartlar çerçevesinde hastaya ve­ril­miştir. Dârüşşifaların ana gaye­lerin­den di­ğe­ri ise, tıp eği­­ti­minin burada yapılma­sıydı. Za­manında kul­lanı­lan eğitim metodunun us­­­ta-çı­rak şek­­linde olma­sı, bu kuruluşların mü­es­­sese­­leş­­miş olmasına rağ­men mü­der­rislerin (ho­­ca) icazetli (diploma, mes­­le­kî belge) olma şar­tı aran­mak­taydı. İlk defa medrese eğitimi­nin Selçuklu veziri Nizâ­mül­mülk tarafından dü­zen­li bir şekle konul­ması ve çok sayıda medresenin adına inşa edilmiş olması, eğitimde devletin des­teğini göstermektedir. Bu medreselerde İs­lâmî bilimler gibi fen ilimlerine de yer ve­rildiğini, tıp, matematik, astronomi gibi derslerin okutulduğunu öğreniyoruz. Anadolu'da inşa edilen Selçuklu ve Osman­lı dönemi Dârüşşifalarının Nizamiye medre­se­lerinin bilimsel hiyerarşisini aratmayan bir şekilde işlevlerini sürdürdükleri de bi­lin­mektedir. Ayrıca Evliya Çelebi, Seya­hat­­name'de Dârüşşifalarla ilgili geniş bilgi ver­mektedir. Osmanlı döneminin devraldı­ğı Dârüşşifa yapılarının işlevlerini aynen sür­­dür­melerini sağladığı, tıp eğitimini ve sağlık hizmetlerini bir sosyal yardım anlayışı olarak başından sonuna kadar götürdüğü de bilinmektedir. Vakfiyelerde belirlenen müş­terek özelliklerden biri devletin katkısı olmaksızın, vakıf gelirleriyle işleyen Os­manlı Dârüşşifalarında, hastaların iyileş­me­si için gerekli olan hiçbir masraftan kaçınıl­madığının anlaşılmasıdır. Bir taraftan sürek­li hastaların yataklı tedavisi yapılmış, öte yandan belli günlerde poliklinik yapılarak hastalara gerekli olan ilaçlar karşılıksız ola­rak, Dârüşşifaların eczacıları tarafından ha­zır­lanan macun, şurup, hubab (hap, draje) şeklinde verilmiştir. Bu Dârüşşifaların va­kıf gelirleri oranında günlük ilâç ve mut­fak masrafı tahsis edilmiştir. Osmanlı dö­neminde yalnız Anadolu değil, diğer sınır­lar içindeki şehirlerde de Dârüşşifalar inşa edilmiş ve bunlara vakıflar tahsis edilmişti. Edirne II. Bayezid Dârüşşifası'nın kurucu­su Fatih Sultan Mehmed'in oğlu ve XII. Os­manlı Padişahı II. Bâyezid'dir. Temeli 1484 yılında atılmış ve dört yıl gibi kısa sü­rede, 1488 yılında tamamlanarak hizme­te açılmıştır. Dârüşşifa'nın kuruluşundaki ana gaye, ikinci başkent Edirne'yi bir Dâ­rüşşifaya (hastane) kavuşturmak, aynı za­manda İstanbul'daki Fatih külliyesinden sonra Edirne’de de bir külliye kurma ih­ti­yacı oluşudur. Bu külliyede ana yapı Dârüş­şifa’dır. Dârüşşifa’da hekim yetiştirile­bilme­si için dönemin temel bilimlerini öğreten birde Medrese-i Etıbbâ yani tıp med­re­sesi kurulmuştur. Teorik ve pratik yön­den birbirinin tamamlayıcısı olan bu iki üni­tenin günümüzdeki karşılığı Tıp Fa­kül­te­si’dir. Medresede okuyan öğrenciler, Dâ­rüş­şifa’daki uzman hekimler yanında yetiş­mek­tedirler. Çok kubbeli yapısı ile dikkat çe­ken bu binalar topluluğunun mimarı ise Mi­mar Hayrettin'dir. Sultan II. Bayezid Külliyesi; döneminin en önemli, sağlık, sosyal, eğitim ve dini ku­rum­larından biridir. Külliye, hastane, tıp medresesi, cami, misafirhane, imaret, ha­mam ve köprü gibi çok sayıda birimden oluşur. Çok amaçlı düşünülen bu külliye aynı zamanda dönemin sosyal devlet anla­yışını yansıtır. Külliyenin şifahanesinde has­­ta­lara bakılmış, medresesinde öğrenciler ye­tiş­­tirilmiş, camisinde ibadet edilmiş,  tab­hâ­nesinde misafirler ağırlanmış, aşha­nesinde ise fakir fukara doyurulmuştur. Dârüşşifa, az personelle çok hizmet vermeyi amaçla­yan merkezi bir hastane olması  ve bu alan­daki ihtiyaçlarının ayrıntılı bir şekilde dü­şü­nülerek planlanmış olması açısından dün­yada ilktir, benzerleri batıda ancak 200 yıl sonra yapılmaya başlamıştır. Bu hastanede, musikinin ve su sesinin huzur verici tınıları taş duvarlarda yankılanarak şifaya dönüşür. İbni Sina'dan Farabi'ye; Selçuklulardan Osmanlılara uzanan kök­lü bir müzik terapi anlayışı, fiziksel ve ruhsal has­talıkların tedavisinde başarı ile uygulanır. Evliya Çelebi'nin "Orada öyle bir Dârüşşifa vardır ki; dil ile tarif edilmez, kalem ile yazılmaz" diyerek tanımladığı has­­tanesi, 400 yıl boyunca aralıksız olarak has­talara şifa dağıtır. Edirne Dârüşşifası, ku­ru­luşunda çok yönlü bir hastanedir. İlk yıllar­daki kadrosunda 1 hekimbaşı, 2 hekim, 2 cerrah, 2 göz hekimi ve 2 eczacı bulunur. Bu hastanede görev yapan Hekimbaşılarına vakıf bütçesinden günde 30, diğer hekim­lere ise günde 15'er akçe ödenirdi. Top­lam personel sayısı 21, hastanenin yatak sayısı ise 32'ydi. Bu bölümlerdeki uygu­lama günümüzün eğitim ve uygulama hastane­lerini andırır. Tıp Medresesi'nde eğitim gören öğrenciler aynı zamanda Dârüşşifada usta çırak ilişki­si ile eğitimlerini tamamlarlardı. Evliya Çele­bi, medrese için; "Külliyenin içinde Medre­setü'l Etıbba ve odalarında talebeler vardır ki, her biri daima Eflatun, Sokrat, Filbos, Aristotales, Galen, Pisagor gibi âlimlerden söz eden olgun tabiplerdir. Her biri bir fen­ne yönelip, hekimlik ilminde kıymetli kitaplara değer vererek, âdemoğullarının derdine deva bulmaya çalışırlar."  diye yaz­mış­tır. Külliyenin medresesi, döneminin en önemli tıp okullarından biriydi ve has­taneye hekim yetiştirirdi. Önem derecesi açı­sından Osmanlının üst derecesi sayılan alt­mışlık medreseler arasında yer alırdı. Med­­rese hocası günde 50, yardımcıları 7'şer akçe alır. Öğretim kadrosu dışında 3 yar­dım­cı personel vardır. Talebelerde günde 2'şer akçe almakta idiler. Uzun yıllar dertlilere deva olan bu şifâ yur­du, daha sonraki yıllarda, sadece akıl ve ruh hastalarının tedavi edildiği bir mer­keze dönüşmüştür. Bu hastanenin en bü­yük özelliği tedavide dönemin hekimlik bilgilerinin yanında musiki, su sesi ve gü­zel kokuların kullanılmış olmasıdır. On ki­şiden oluşan hanende ve sazende toplulu­ğu, haftanın üç günü müzik sahnesinde yerini alır, her hastalığa göre farklı makam çalıp söylerlerdi. Örneğin, havale ve felç ra­hatsızlıklarında Rast, sinirli kişilere Irak, baş ağrısı için Rehavi, kalp hastalıkları için Zengule, zihni açıp zekâyı arttır­mak için ise İsfahan makamı çalınırdı. Bu med­­resede okutulan ve birçoğu Sultan II. Ba­yezid tarafından bizzat bağışlanan tıp ki­tapları günümüze kadar ulaşmıştır. Dö­nemin hekimliğini anlatan 37 adet kitap şu an Selimiye El Yazması Eserler Kütüp­hanesi'nde koruma altındadır. Osmanlı-Rus savaşında Edirne’nin işgali üzerine akıl hastaları 1877-1878 yılında İstanbul Toptaşı Bimarhanesi’ne gönderil­di. Savaştan sonra onarılan Edirne Dârüşşi­fası, 23 Kasım 1893 tarihinde yeniden has­ta kabul etmeye başladı. 1915 yılında Dr. Mazhar Osman’ın girişimiyle son akıl has­taları başka hastanelere sevk edilmiş ve 427 senelik bir hastane kapatılmış oldu. Gü­nümüzde ise Trakya Üniversitesi’ne bağlı “Sağlık Müzesi” olarak kullanılmaktadır.

Mustafa YILMAZ 01 Mart