
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ وَ بِهِ نَسْتَعِينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِيَن Kâinatın lisan-ı halini lisan-ı kale tercüme eden Bismillah’ın tefsiri içindeki intisap sırrı 22- Bismillah’taki B; insanın kalbindeki iman cevherinin, her an Allah’a iman ile intisabın devamlılığına bağlı olarak parladığını da tahattur ettirir. O parlaklığın devamı ise intisabın devamıyla mümkündür. İşte bu sırdan dolayı Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan: “Ey iman edenler iman ediniz” der. Bu ayet-i kerime imanın devamlı tazelenmesine işaret eder. Eğer bu intisap kesilse kalbin içi küfür karanlığına düşer. Ayineden ışığın kesilmesiyle karanlığa boğulması gibi. 23- Daire-i vücub: Bütün kâinatın hadsiz derecede haricinde ve fevkinde, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi, mekândan münezzeh ve kusurdan mukaddes olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücud’a bir unvan (isim) olarak kullanılır. 24- Daire-i mümkinat: Daire-i ilm-i ezeliyenin içindeki hadsiz ihtimal yollarından ibarettir. Yaratılanlar vukuattır. Yaratılma ihtimali olanlar ise imkânattır. 25- Cenab-ı Hakk’ın irade ve kudretinin tercih ve taalluku olmadan hiçbir şey ilim dairesinden şahadet âlemine çıkamaz. O ezeli ilmin içinden irade-i İlahiye her şeyi bir model olarak seçer ve Levh-i Mahfuz’a yazar. 26- Sonra eşyanın teşekkülat programları bulutlardan süzülen birer yağmur damlaları gibi, melaikelere yüklenerek tohumlar, çekirdekler, yumurtalar, nutfeler ve tomurcuklar içerisine birer yazılım olarak kaydedilir. 27- Sonra kudret-i İlahiye tohumlar ve çekirdeklerin içerisindeki programlara göre zerratı hikmetle istihdam ederek vücud-u eşyayı inşa eder. Âlem-i gaybdan âlem-i şehadete çıkarır, gözlere gösterir. 28- Aynen öyle de insanın amellerinin yaratılmasında da irade-i Ezeliye, insanın irade-i cüz’iyesini bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani irade ve kudret-i İlahiye insanın iradesinin meylinden sonra istediği şeye taalluk eder, yaratır. Şimdi Lafzullah Kelimesine Bakalım. 29- Lafzullah; Bütün sıfat-ı kemaliyeyi câmî bir sadeftir. 30- Lafzullah, güneş gibidir. 31- Güneş: Bizâtihi ışık, ziya, hararet, elvan-ı seb’a (yedi renk) ve cazibenin memba-ı ve masdarıdır. 32- Güneş: Her şeyi gösterir. 33- Güneş: Her şeyde yine kendisini gösterir. 34- Güneş: Kendisini göstermek için başka güneşlere ihtiyaç bırakmaz. Daire-i Vücubu Bu Kaide-i Külliye İle Mütalaa Edelim 35- Allah, bütün kâmil sıfatların bizatihi sahibidir. Onun kemali başka bir kemalden gelmemiştir. 36- Allah’ın kemalatı sonsuzdur. Sonsuz kemalatta noksanlık olmadığı için o zatın kendisinde kemale müteveccih bir faaliyet olmaz. 37- Fakat mahlûkattaki faaliyet bir kemale müteveccihtir. Onun için faaliyet sadece mahlûkat âlemindedir. 38- İşte bu sırdan dolayı her şeyi ademden (yokluktan) varlık âlemine çıkaran sadece Allah’tır. 39- Her şeyi kendi kemal ve cemalini görmek ve göstermek sırrıyla yaratmıştır. 40- Allah kendi kemal ve cemalini göstermek için hiçbir yardımcıya muhtaç değildir. Aşağıdaki iki hadis-i şerif bu hakikati ferman eder: “Sadece Allah vardı, beraberinde başka hiç bir şey yoktu” hadisi ile beyan buyurmuştur. (Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed'u'l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946) “Gizli bir hazineydim bilinmek istedim âlemi yarattım.” Cenab-ı Hak bizzat kendi kemal ve cemalini sever. Mahlûkatı yaratmış ki, o mahlûkatın mahiyet ayinesinde gizli kemal ve cemalini görmek ve zişuurlara göstermek ister. Hatta o mahlûk, kemal ve cemaline ne kadar parlak ayinedarlık yapıyorsa, onu o kadar çok sever. Peygamber Efendimiz, Allah’ın zati sıfatları hariç bütün sıfatlarını tezahür ettirmiştir. İşte bu sırdan dolayı Allah Teâlâ, Peygamber Efendimize (asm) ‘Habibim!’ demiştir. Şimdi sıfat-ı kemaliyeyi birer birer anlamaya çalışalım. Sıfat-ı Kemaliye Üçtür: Birincisi: Zatî Sıfatlar İkincisi: Sübutî Sıfatlar Üçüncüsü: Fiilî İsimlerdir 41- Esma-yı İlahiye nedir? Esma-yı İlahiye, Kemalat-ı İlahiye’nin ünvanlarıdır. 42- Kemalat: Fazilet, olgunluk, iyilik, ahlak ve huy güzelliğidir. Bu mananın hepsi soyut kavramlardır. Üzerinde düşünülecek müşahhas bir mana zihne gelmiyor. Öyle ise kemalat kelimesinin manasını müşahhas bir misal ile akla takrip etmeye (yakınlaştırmaya) çalışalım. 43- Mesela, bir mısır tohumunun içinde gizli yazılım suretinde bir teşekkülat programı çizilmiştir. Toprak içindeki zerrat orduları, tohumun içine yazılı olan projeye göre hikmet ve kudretin düsturlarıyla sevk edilerek, ağaç, o çekirdek kapısından varlık ve şehadet âlemine çıkarılır. 44- İşte bir tohumun içinde saklı olan istidadın gelişmesi, ağaç olması ve meyve vermesi, kemale ermesidir. Müşahhas şeylerdeki kemalat böyle anlaşılır. 45- Aynen bu misal gibi, insanın mahiyetine her bir Esma-yı İlahiye’ye ait hadsiz istidat tohumları yerleştirilmiştir. Bu istidatlar ilim ve dua vasıtasıyla sünnet-i seniyye perdesi altında inkişaf ederek kemale erer. Böylece o şahıs, insan-ı kâmil olur.

“Bu zamanda, lillâhilhamd, Sünnet-i Seniyye dairesinde kemâl-i imanı kazanan Risale-i Nur şakirtleri evliyaların, mürşidlerin nazar-ı dikkatini celb edecek vaziyeti aldığından, her zaman bulunan hakikî mürşidler, her halde bu zamanda Risale-i Nur şakirtlerine müşteri olurlar. Birisini elde etse, yirmi mürid kadar kıymet verirler.” Ölçü: İmani meseleler, perdeli olduğundan bir defa okumak yeterli olmaz. O hakikatler okundukça perdeler açılır. Sırlar keşfolur. İman, tahkiki hale gelir. İmanın nihayetsiz mertebelerinde terakki (yükselme) başlar. Bu da bitmez tükenmez bir şevki, doymak bilmez bir zevki, ulvi bir hazzı, son bulmaz bir iştah ve iştiyakı netice verir. Ölçü: Risale-i Nurlardan istifadenin bir merdivenin basamakları gibi mertebeleri vardır. Bu mertebeleri Risale okumalarından edindiğimiz kanaatle “8 T” ile şöyle sıralayabiliriz: Taallüm, tenevvür, tekemmül, telezzüz, tefeyyüz, tagaddi, tahalluk ve terakki. Yukarıda izah edildiği vecihle Risale-i Nurları okumak, manalarını tefekkür etmek, ehil olan insanlarla müzakere ve münazara yapmak, tahkik ve tedkik ile iman hakikatlerini akıl, kalp ve ruhuna nakşetmek taallüm mertebesidir. Nur talebesi bu faaliyetler neticesinde ilim sahibi olur. Üstad Bediüzzaman Hazretleri: “Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim hakkatli bir âlimi olabilir.”5 cümlesiyle bu mertebeye işaret ediyor. Tenevvür mertebesi, insanın iç âlemini ilimle beslemesidir. Bu suretle aklın, kalbin, ruhun, hissiyatın ve latifelerin hakikat nurlarıyla nurlanmasıdır. Nur talebelerinin bunu bir hocadan ders alarak değil de kendi kendine çalışarak elde etmesi bu asırda Risale-i Nurlara has bir özelliktir. Üstad Bediüzzaman bu hususa şöyle işaret etmekte: “Aynen öyle de, manevi bir elektrik olan Resâilü’n-Nûr dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstâdlardan taallüm edilmeye ve müderrisinin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan, herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir. Kendi kendine istifade eder. Muhakkik bir âlim olur.”6 Tekemmül mertebesi, taallüm ve tenevvür ameliyesinin sonucunda insanda meydana gelen maddi/manevi olgunluktur. Bu mertebede Nur talebeleri imanda, ihlâsta, ibadette, takvada ve sünnet-i seniyenin ittibaında ciddi mesafe kat ederler. Şahsi ve sosyal hayatta bu mertebenin tezahürleri görünmeye başlar. Kur’an ve iman hizmetlerinde ciddiyet, sadakat, sebat, metanet, gayret, himmet ve hamiyet ziyadeleşir. Her bir Nur talebesi, bu mertebede Kur’an namına vazifedar olduğunun idrakiyle yaşar. Kalben, kâlen ve hâlen bu istikamette hayatını tanzim eder. Hazret-i Üstad bu mertebeye vasıl olan Nur şakirtlerini şöyle vasf ediyor: “Risale-i Nur’un hakikî şakirtleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebâirdeki takvâlarında, Kur’ân hesabına vazifedar sayılırlar.”7 Telezzüz mertebesi, diğer mertebelerden hâsıl olan manevi zevk ve lezzettir. Bu mertebede Nur talebesi itikatta, ibadette, takvada ve ittiba-ı sünnette manen lezzete gark olur. Nurların meşguliyetinin lezzetini hiçbir şeye değişmez. Bir gün bile iman hakikatlerinden ayrı kalamaz hale gelir. Risale-i Nurun kahraman bir şakirdi olan Sabri ağabey bu mertebeyi şu cümleleriyle özetliyor: “Sözler sayesinde şu bir seneyi mütecaviz bir müddetten beri şevkle taallüm, inayetle tefeyyüz, tergible tenevvür, hâhişle telezzüz, işaretle tahallûk, tedriçle tekemmül tarikinde ilerlemeye sâî bulunduğum bu muayyen müddetin bir gününe, sabıkan geçirmiş olduğum umum hayatımın bile mukabil olamayacağı kanaatindeyim.”8 Tefeyyüz mertebesindeki bir talebe; Risale-i Nurları okumaktan, yazmaktan, mütalaa ve müzakereden manen feyiz alır. Bu feyz, onu manen Nurların müştak bir talibi kılar. Hadsiz bir ihtiyaç ve iştiyakla Risale-i Nurlarla meşgul eder. Her bir risale tefeyyüz mertebesindeki şakirt için apayrı bir feyiz menbaıdır. Bir risaleyi diğerine tercih edemez hale gelir. Risale-i Nurdan tefeyyüz etmek insanın hayatını nasıl değiştireceğini Hüsrev Efendi şöyle anlatıyor: “Sözlerinizin yani risalelerinizin her biri birer derya-yı azimdir. Sözlerinizden çok feyz alıyorum. O kadar ki, okudukça tekrar etmeyi istiyorum. Ve tekrarında duyduğum İlahi bir zevki tarif edemeyeceğim. Bugün sözlerinizden değil hepsini, bir tanesini alan insaf ile okusa, hakkı teslime ve münkir ise gittiği yolu terke, fasık ise tevbeye mecbur olacağına katiyen ümit varım.”9 Re’fet bey de bu mertebedeki hissiyatını şöyle ifade etmektedir: “Artık sözünüzün hiçbirini diğerine tercih edemiyorum. Zira birine mühim derken, diğeri daha mühim ve bir diğeri daha ehem olarak kendini gösteriyor.”10 Tagaddi mertebesi, Nur talebesinin Risale-i Nurlardan mükkemmelen maddi/manevi gıda almasıdır. Bu mertebedeki şakirde Risale-i Nurlar maddi/manevi ilaç gibi tesir eder. Üstad Hazretleri bu mertebeyi şöyle ifade ediyor: “Hem onun mektubunda Risale-i Nurun okuması Hüsrev’in hastalığına ilaç olduğu gibi, pek çok defalar da hatta geçen müthiş hastalığımda gelen doktora okudum. Hem ona, hem bana ilaç olduğunu gördük. Evet, manevi deva olduğu gibi bazen maddi ilaç da oluyor.”11 Devam edecek Kaynaklar: 5- Lemalar, s. 175, Altınbaşak Neşriyat6- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 63, Altınbaşak Neşriyat7- Kastamonu Lahikası, s. 235, Altınbaşak Neşriyat8- Barla Lahikası, s. 31, Altınbaşak Neşriyat9- Barla Lahikası, s. 41, Altınbaşak Neşriyat10- Barla Lahikası, s. 81, Altınbaşak Neşriyat11- Kastamonu Lahikası, s. 142, Altınbaşak Neşriyat

Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : 33. Mektup, 33. Söz, Pencereler RisalesiRisalenin Telif Tarihi : Tahmini 1929Dili : TürkçeMüellif Yanındaki Değeri : Bu risale;1. Küfr-ü mutlakın ve mütemerrid dalaletin inadını kıracak ve parçalayacak Kur’an hakikatlerini içermektedir. 2. İmanı olmayanı imana getirebilecek burhanlara sahiptir.3. Zayıf imanları kuvvetlendirir.4. Kuvvetli imanı tahkiki hale döndürür.5. Tahkiki imanı marifetullahta ilerletir.6. İnsanın akıl, hayal, kalp, ruh, vicdan gibi tüm duygularını tatmin eder.7. Yaklaşık 53 ayetin tefsiridir. 8. Tevafuklu bir risaledir. Konusu : Allah’a iman ve Marifetullah hakkındadır.Risalenin Metodu : Bu risalede davayı ispat etmede şu deliller kullanılmıştır;• Burhan-ı İnnî• Burhan-ı Limmî• Burhan-ı Temanu’ Delili• Gaye ve Nizam Delili• Hudus delili• İcmâ• İmkân delili• İnayet/Hikmet/İtkan Delili• Meşhudat-ı Âlemle İstidlal• Muhalif Fikrin Batıl Sonuçlarını Gösterme• Naklî deliller• Otoriter Şahsiyetleri Delil Gösterme• Temsil PENCERE: Dünyaya gelip giden varlıkların tedbirlerindeki intizam ve nizam bir hikmeti içermektedir. Bu hikmette bir inayet, inayette kuşatıcı bir taltif ve ihsan, taltifte ve ihsanda ise rızıklandırma ve terbiye görünmektedir. Hikmet, kast ve iradeyi göstermektedir. İnayet ise hikmeti içermektedir. Rahmet ise inayet ve hikmeti içinde bulundurmaktadır. Rızık verme ise rahmet, inayet, hikmeti kapsamaktadır. Bu hal ise Hakîm, Kerim, Rezzak olan Vacibü’l-Vücudun vahdetini ve rububiyetini göstermektedir. Bu vaziyeti serseri tesadüf, kör kuvvet, sağır tabiat, aciz, cahil sebeplerle açıklamak mümkün değildir. PENCERE: Varlıkların yaratılışlarında görülen; - Dağınıklığı gerektiren sonsuz bolluk, ahenk ve düzen içinde - Ölçüsüzlüğü ve kabalığı gerektiren yaratılıştaki sürat, tam bir ahenk içinde - Değersizliği ve çirkinliği sonuç veren çokluk, harika bir sanat içinde - Sanatsızlığı ve basitliği gerektiren kolaylık, ihtimam ve sanat içinde - Farklılık ve zıtlıkları gerektiren uzaklık, tam bir ittifak içinde - Karışıklığı gerektiren bir arada bulunma, tam bir ayrışma içinde - Değersizliği gerektiren bolluk, tam bir nitelik ve değerlilik içinde bulunmaktadır. Bu hal ise Kadîr-i zülcelalin, Hakîm-i Zülkemalin, Rahim-i Zülcemalin vücub-u vücudunu, kudretinin kusursuz olduğuna ve rububiyetin cemalini, vahdaniyetini ve ehadiyetini göstermektedir. PENCERE: Bir eser, özellikle yenilenen güzel bir eser bir fiili gerektirir. Hikmetli ve düzenli fiiller ise isim ve sıfatlarıyla beraber bir fâili gösterir. Bu sıfatlar ise şuunat-ı zatiyeyi / kabiliyet-i zatiyeyi gerektirir. Bu ise mükemmel bir zatı gösterir. PENCERE: Yüce Allah göğü yıldızlar, güneşler ve ay ile, atmosferi yağmur, şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü ile, zemini hayvanlar ve bitkilerle, bitkileri ise yaprak, çiçek ve meyveler ile, çiçek ve meyveleri ise tohumcuklar ile kendisini tesbih ve zikrettirmektedir. Evet, bunlarda görünen nizam hikmeti, ölçüler ise ilmi, sanatlı nakışları ve mahareti göstermektedir. O nakışlı sanat ise ziynet içinde görünmektedir. Bu hal ise lütuf ve kereme işaret etmektedir. O ziynet yani güzel süsler ise rahmet ve ihsanı gösteren güzel kokular içindedir. İşte tüm şu haller Sâni-i Zülcemalin isimlerinin tanıttırılıp sevdirilmesini istemektedir. PENCERE: En küçükten en büyük varlıklara kadar her şeyde güzel bir sanat ve tam bir hikmet görünmektedir. - Işık/aydınlık dahi Sâni-i Hakîm tarafından varlıkları ilan ve teşhir etmek üzere yaratılmıştır. - Rüzgârlar sağladıkları faydalar ve iş gördüğü görevleriyle, - Çaylar, ırmaklar sağladıkları faydaları ve dağlarda ihtiyaçları gidermek için depolanmalarıyla, - Taşlar, madenler ve cevherler güzellikleri, yararlı özellikleri ve ihtiyaçları gidermeleriyle, - Çiçekler ve meyveler güzellikleri, kokuları, tatları ve renkleriyle, - Kuşlar cıvıldaşmalarıyla, - Bulutlar hayat suyunu vermesiyle ve gök gürlemesi ve şimşekler, - Gök cisimlerinin ve ayın hareketleri ve dünya ile olan münasebeti bir Kadîr-i Rahimi göstermektedir. PENCERE: Güneş ve güneş sisteminde bulunan on iki gezegenin - Farklı büyüklükleri, - Birbirine olan uzaklıkları, - Hareketleri ve bu hareketlerin sonuçları, - Bunlarda görünen kusursuz düzen, hikmet - Son derece hassas ölçü ile kendi eksenleri etrafındaki dönüşleri ve güneşe çekim yasasıyla bağlanmaları ilahi kudretin azametini ve yüce Allah’ın büyüklüğünü göstermektedir. PENCERE: Dünyanın varlıklar için yaşama uygun hale getirilmesi, dünyanın güneş etrafında dönmesiyle meydana gelen tüm sonuçlar, dağların sağladığı faydalar, Kadir-i Mutlak ve Hakîm-i Rahîm’in vücub-u vücudunu ve vahdetini göstermektedir. Hem dünyadaki acayip sanatlar, unsurlar, nehirler, çaylar, denizler, ırmaklar, tepeler kendine uygun canlılara birer mesken olması ve canlılar için nakil vasıtası haline getirilmeleri ve bu yerlerin kendilerine mahsus canlılarla şenlendirilmesi hem bu yerleri canlılarla doldurup boşaltmak bir Kadir-i Zülcelal ve bir Hakîm-i Zülkemalin vücub-u vücuduna ve vahdetine yüz binler diller ile şehadet etmektedir. Devam Edecek…

Çanakkale bir savaştan daha fazlasıydı. Bir çağı açıp diğer çağı kapatmış olmasa da bütün dengeleri alt üst etmişti Çanakkale. Muhalif devletlerin niyetleri kursaklarında kalmış, emellerini ertelemek durumunda kalmışlardı. Aynı zamanda Hilafetin kapısı Çanakkale’den geçiyor olması, ters bir durumda bütün âlem-i İslam’ı zora sokacak bir durumdu. Çanakkale bir savaştan çok okuldu. Yüzbaşı Hilmi’nin notlarından okuduğumuza göre, en zor şartlar altında da olsa, eksik olanla tam bir iş yapılamıyordu. Yani askeri eğitim kadar, imani ve İslami bir eğitim de aynı zamanda cephede devam ediyordu. Son dönemlerde başta namaz olarak ibadetlerde gevşekliğin varlığı her türlü zayıflığı da taşımıştı içimize. Ne zaman ki namaz ve sair ibadetlerini yapmaya başladı asker, bundan sonra dengeler değişti. Seyyid’in fevkalbeşer ateşlediği toplar, düşmanı can evinden vurdu! Ve Çanakkale dünyaya şöyle sesleniyordu: İMAN VARSA İMKÂN VARDIR. “İSTİKBAL İNKILABATI İÇİNDE EN GÜR SADA –siz istemeseniz de- İSLAM’IN SADASI OLACAKTIR.” DİKKAT! Çanakkale Muharebesine para göndermek için yavrusunu hizmetkâr olsun diye para karşılığı konağa veren Pakistanlı anne, “Neden böyle yaptın?” diye soran konak sahibine şöyle diyordu: “Şimdi sen diyorsun ki; Çanakkale’ye gönderilecek bir silah için koklamaya doyamadığın yavrunu niye sattın, öylemi? Osmanlı zayıf düştüğünden beridir, yanı başımıza kadar gelen İngilizlerin yaptığı zulümler ortada. Bu gün Muhammed İkbal dedi ki; ‘Eğer Osmanlının son kalesi olan Çanakkale de geçilirse, Hilafet kalmaz ve iyi bilin ki sıra sizdedir.’ Eğer İngiliz buraya da gelir, namusumuza el uzanır, bayrak iner, vatan toprağı düşmanın pis çizmeleri altında çiğnenirse, çocuğum olsa ne olur, olmasa ne olur. İşte bu yüzden hiç tereddüt etmeden sattım yavrumu. İngilizlere köle olacağına size hizmetkâr olsun.” Ya şimdi? “Çanakkale müdafaası yapılmış ve kazanılmıştır. Lakin vazife, yalnız askerler ve kumandanlar için bitmiştir. Bizim için bitmemiş, hatta başlamamıştır bile. Herkes bilsin ki, burada kanlarını akıtanlar hep bu tarih, bu namus ve fazilet için öldüler. Onların kan borcunu ödemek lazımdır. Şairler destanlarını yazsınlar, ressamlar levhalarını çizsinler, muharrirler hikâyelerini yazsınlar, sağ kalanlar da rahmet okusunlar…” böyle sesleniyordu, Darülfünun Müderrislerinden İsmail Hakkı Bey. LAKİN bir şey daha var ki O da, şimdiki halin o günkü halden farklı olmadığıdır. Dolayısıyla bilmeliyiz ki bileğimizin gücü, imanımızdandır. Milletimizin gücü bir ve beraber olduğundadır. Ve düşman hala uyanıktır ve ayağımıza dolanıp durmaktadır. Gün, birlik olma ve damarlarımızın bağlandığı kalbe bedel manevi kalbde imanı hissetme zamanıdır. Yoksa her şey için çok geç olabilir, Allah muhafaza.

Pertevniyal Vâlide Câmii Sultan Abdülaziz’in annesi, Pertevniyal Vâlide Sultân tarafından yaptırılmıştır. İnşaatına 1867 senesinde başlanmıştır. Camiin yanı sıra mekteb, türbe ve muvakkithanenin de inşa edilmesiyle bir külliyeye dönüşmüştür. Külliyenin inşaatı 4 senede tamamlanmıştır. Mimarı, Sarkis Balyan’dır. Camiin harimi, 10x10 metre bir kare alt yapıya oturan yüksek kasnaklı bir kubbe ile örtülüdür. Külliye içinde yer alan Pertevniyal Vâlide Sultân’ın türbesi, 1926-1929 yıllarında tramvay yolunun genişletilmesi için sökülüp geriye alınmıştır. Türbe, Prost projesiyle daha da geri çekilmek üzere 1958’de tekrar yıktırılmıştır. Vatan ve Millet caddelerinin açılmasından sonra Aksaray Meydanı’nın yeniden düzenlenmesi sırasında (1968-1969) bugünkü yerine monte edilmiştir. Yine külliyenin bir köşesinde ve camiin karşısında bulunan tamamen mermerden yapılmış olan muvakkithâne, yapı düzenleme çalışmaları esnasında sökülmüş ve bir daha kurulamamıştır. Câmi, son olarak 2007-2011 seneleri arasında restore edilmiştir. Hüsrev Efendi’nin Esaret Hayatı Hüsrev Efendi, Millî Mücadele’ye teğmen rütbesiyle katılmıştır. Batı Cephesine sevk edilmiş ve Yunanlılara karşı cihâd etmiştir. Uzun mücadelelerden sonra, bir çarpışma sırasında atının vurulmasıyla, Manisa yakınlarında, 1920’de esir düşer. Hüsrev Efendi esir edildikten sonra, Yunanistan’a götürülerek Arnavutluk sınırı yakınında Korfu Adasındaki bir esir kampında iki sene esaret hayatı yaşadı. Esaretteyken kendisinden uzun müddet haber alınamayınca şehîd olduğu düşünülmüş ve ailesine maaş bağlanmıştır. Ancak bir müddet sonra Hüsrev Efendi’den gelen telgrafla, evinde büyük bir mutluluk yaşanır. Millî Mücadele’nin zaferle neticelenmesi ile birlikte, Yunanlılarla yapılan esir mübadelesinde Hüsrev Efendi esaretten kurtularak, 1923 senesinde Isparta’ya geri dönmüştür. İnsan Kıyamet Günü Diline Buğz Edecektir Saîd el-Cüreyrî güvendiği bir adamdan rivayetle anlatıyor: “İbn-i Abbâs’ı (ra) gördüm; dilinin bir tarafını tutmuş şöyle diyordu: ‘Yazık sana! Hayırlı şeyler konuş ki kazanasın. Kötü şeyleri konuşmaktan sakınmak için kendini sakınırsan selâmet bulursun.’ O sırada adamın biri gelerek; ‘Ey İbn-i Abbâs (ra)! Niçin dilinin ucundan tutup da böyle sözler söylüyorsun?’ diye sordu. İbn-i Abbâs (ra) şöyle cevap verdi: ‘Bana ulaşan haberlere göre kıyamet günü kul (amel defterinden gördüklerinden ötürü) azalarından en çok diline buğz edecektir.’ (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 1/328) 02 Mart 1883 Mekteb-i Sanâyi-i Nefîse’deEğitim Başladı Sanâyi-i Nefîse Mektebi, Sultan 2. Abdülhamid’in irâdesiyle 1882 senesinde kurulmuştur. Mektebin müdürlüğüne, aynı zamanda Müze-i Hümâyûn (Arkeoloji Müzesi) Müdürü olan Osman Hamdi Bey tayin edilmiştir. Mektebde verilecek derslerle ilgili olarak 1882, 1911 ve 1924’te üç talimatname yayınlanmıştır. Mektebin ismi 1928’de Güzel Sanatlar Akademisi olmuş, 1981 senesinde ise Mimar Sinan Üniversitesine dönüştürülmüştür. Mekteb, başta Ticâret Nezâretine bağlı iken, 1886 senesinde Maârif Nezâretine bağlanmıştır. Mektebin ilk binası, Arkeoloji Müzesinin karşısındaydı. Buradan, önce Cağaloğlu’ndaki Lisan Mektebine, ardından da birkaç bina daha değiştirdikten sonra Fındıklı’daki eski Meclis-i Mebusan binasına taşınmıştır. 28 Mart 1635 Revan Seferi İçin Üsküdar’dan Hareket Sultan 4. Murad, İranlıların Osmanlı hududunu geçip, Osmanlı topraklarına saldırıp yağmalamaları üzerine, sefer emri verdi. Sultan 4. Murad’ın komutasındaki Osmanlı ordusu 28 Mart 1635’de Üsküdar’dan hareket etti. Osmanlı ordusu, 27 Temmuz 1635’de önemli bir Safevi kalesi olan Revan önlerine ulaştı. 28 Temmuz 1635 tarihinde kale kuşatmaya alındı ve Osmanlıların topları, kale surlarını dövdü. Şehirdeki İranlılar ise başlangıçta bütün güçleriyle karşı koymaya çalıştılar ama Osmanlıların yapacağı büyük umumi taarruz öncesi kaleyi teslim edeceklerini Padişaha bildirdiler. 8 Ağustos 1635’de Revan kale muhafızı, kaleyi Sultan 4. Murad'a teslim etti. Böylece 8 günlük kuşatma ile Revan ve civarı ele geçirilmiş oldu. 13 Mart 1800 Koca Mustafa Reşid PaşaDoğdu İstanbul’da dünyaya gelen Mustafa Reşid Paşa, ilk eğitimini babasından almış ve bir müddet de medrese tahsili görmüştür. Babasının vefatının ardından, Sadrazamlık da yapmış olan dayısı Ispartalı Seyyid Ali Paşa’nın yanında özel eğitim almıştır. Birçok devlet görevinde bulunduktan sonra Paris ve Londra Büyükelçiliği ile Hâriciye Nâzırlığında bulunmuştur. 1 Temmuz 1839’da tahta çıkan Sultan Abdülmecid’i, Tanzimat Fermanının ilan edilmesi hususunda ikna etmiştir. 3 Kasım 1839’da Gülhane’de Tanzimat Fermanını okuyan kişidir. Sultan Abdülmecid döneminde toplam 7 sene sadrazamlık yapmıştır. 7 Ocak 1857’de İstanbul’da vefat etmiştir.

Çanakkale Savaşı sadece Osmanlıyı değil, tüm dünyayı etkileyen bir hadisedir. Hilafetin kapısı olması sebebiyle tüm İslam dünyasını etkilediği gibi, sömürge ülkelerini de ciddi manada etkilemiştir. Çanakkale dediğimizde aklınıza neler geliyor diye sorsak; hepimizin aklına gelen, Çanakkale’nin boğazı, denizi, suyu, havası gibi güzellikleri midir? Ya da Çanakkale’de tüm dünyaya karşı verilen müthiş mücadele mi? Tabi ki bu soruyu sorduğumuz kişilerin birçoğunun aklına gelen şey, Çanakkale Savaşı ve Çanakkale’de verilen ve ‘hasta adam’ ayaklanmış dedirtecek derecede şiddetli olan mücadeledir. Biz bu yazımızda Çanakkale Savaşı’nın tarihi akışından, stratejisinden ya da sayısal verilerinden çok bahsetmeyeceğiz. Ancak anlatacaklarımıza temel olması açısından savaşın tarihinden bir miktar bahsetmemiz gerekmektedir. Çanakkale, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın savaştığı sekiz cepheden birisidir. Ancak tek bir cephe olmasına rağmen Çanakkale boğazının stratejik konumu, İstanbul’a açılan bir kapı olması ve kesin bir zafer ile sonuçlanması hasebiyle, gayet ehemmiyet kesbetmiş bir cephedir. Çanakkale savaşının genel tarihi kronolojisi şu şekildedir: 19 Şubat 1915’de itilaf devletleri tarafından deniz harekâtı başlatılmış, 18 Mart 1915’te ise itilaf donanmasının Çanakkale Boğazı’nı terk etmesi ile son bulmuştur. Daha sonra 25 Nisan 1915’te kara harekâtı başlamıştır. Bu harekât 9 Ocak 1916’da müttefik kuvvetlerin hezimete uğrayıp Gelibolu Yarımadası’nı tahliye etmesiyle sona ermiştir.1 Yazımızda, savaşın gerçekleştiği 1915-1916 yıllarına gidip Çanakkale savaşının dünyadaki etkilerine, -tüm hizmetleri temsilen- ferdi bazı kahramanlıklara ve savaştaki şedid hadisattan bir kısmına göz atacağız. Birinci Cihan Harbinde Dünyada Çanakkale Çanakkale Savaşı sadece Osmanlıyı değil, tüm dünyayı etkileyen bir hadisedir. Hilafetin kapısı olması sebebiyle tüm İslam dünyasını etkilediği gibi, sömürge ülkelerini de ciddi manada etkilemiştir. İngiltere’de Çanakkale Savaşı Çanakkale’de alınan yenilgi itilaf devletlerinde tartışmalar doğurmuş, bu tartışmaların neticesinde İngiliz hükümeti düşmüş, harekâtın banisi olan Churchill’in yıldızı sönmüş, kendi ifadesiyle, Çanakkale’deki Türk zaferi, Churchill’in siyasi hayatına ikinci dünya savaşına kadar ipotek koymuştur.2 Dedi Hz. Muhammed (sav) cihan bahçesinden bana bir koku gibi yaklaştınsöyle bana ne gibi bir hediye getirdin?Dedim: ya Muhammed (sav)! Dünyada yok rahatlıkbütün özlemlerimden umudu kestim artıkvarlık bahçesinde binlerce gül lale var ama ne renk ne koku... hepsi de vefasızdıryalnız bir şey getirdim; kutlanmıştır tekbirlerlebir şişe kan ki eşi yoktur: namusudur, vicdanıdırbuyurun, bu Çanakkale şehidinin kanıdır. Pakistan ve Çanakkale Çanakkale’de savaşın en kızgın anlarının yaşandığı sıralarda, Pakistan’ın Lahor kentinde, halkın büyük teveccüh gösterdiği bir miting düzenlenir. Amaç Çanakkale’ye yardım ve gönüllü toplamaktır. Meydanlara serilen yardım sergilerine, kulaklarındaki küpelerini, parmaklarındaki alyansları, evdeki eşyalarını satarak elde ettikleri paraları atarlar Pakistanlılar. Muhammed İKBAL çıkar kürsüye ve birkaç gün önce gördüğü rüyayı anlatır. O gün tarihe mal olacak şu şiiri de okur halka hitaben; Bütün bunların hepsi bir yana, bir olay daha yaşanır o gün. Yürekleri parçalayan, işte iman bu dedirten olay şöyledir: Mitinge kucağında yeni doğmuş bebeği ile katılan bir anne, yeni dul kalmış ve verecek hiçbir şeyi de yoktur. Fakat birden hızlı ve emin adımlarla uzaklaşır oradan. Nihayetinde zengin bir efendinin konağının önünde durur. Kapıyı çalar ve evin efendisine, bebeğini hizmetkâr olarak satmak istediğini söyler. Israrı sonucunda efendi çocuğu alır. Parayı verir ve kadını takip etmelerini emreder hizmetkârlarına. Miting meydanına kadar takip ederler kadını. Çocuğunu satarak elde ettiği parayı kuruşuna kadar meydandaki sergiye bırakır kadın. Hizmetkârlar efendiye anlatırlar olayı. Şaşkınlık içerisinde kalan efendi, bulup getirin o kadını der. Bulur, huzuruna getirirler kadını. Efendi, “Sen söylemedin ama ben seni takip ettirdim ve paranı Çanakkale’ye gönderilmek üzere bağışladığını öğrendim. Bunu niçin yaptığını bana anlatmak zorundasın” der. Kadın, efendiye dönerek, “Şimdi sen diyorsun ki; Çanakkale’ye gönderilecek bir silah için koklamaya doyamadığın yavrunu niye sattın, öylemi? Osmanlı zayıf düştüğünden beridir, yanı başımıza kadar gelen İngilizlerin yaptığı zulümler ortada. Bu gün Muhammed İkbal dedi ki; ‘Eğer Osmanlının son kalesi olan Çanakkale’de geçilirse, Hilafet kalmaz ve iyi bilin ki sıra sizdedir.’ Eğer İngiliz buraya da gelir, namusumuza el uzanır, bayrak iner, vatan toprağı düşmanın pis çizmeleri altında çiğnenirse, çocuğum olsa ne olur, olmasa ne olur. İşte bu yüzden hiç tereddüt etmeden sattım yavrumu. İngilizlere köle olacağına size hizmetkâr olsun.” Bu sözler üzerine duygulanan efendi, hizmetkârlarına derhal çocuğu kadına geri vermelerini emreder. Ardından yüklü bir miktar daha parayı miting meydanına gönderir.3 Hindistanlı ve Senegalli Askerler İtilâf ordusunda Çanakkale’ye Türklerle savaş için getirilmiş, sayıları az da olsa, Kuzey Afrika Müslümanlarından da askerler vardı. Bunlar Sudanlı, Senegalli, Faslı gibi Fransız sömürgelerinden zorla getirilmiş askerlerdi. Senegalli Müslüman bir asker ifadesinde: “… Ben Senegalliyim ve babamın adı Muhammed’dir. Fransızlar, bizi memleketimizden zorla toplayıp kopararak buraya getirdiler ve hemen savaşa sürdüler. Biz Müslümanlarla savaştığımızı bilmiyorduk. Ülkemizle ilgisi olmayan bu topraklarda savaşmak istemiyoruz. Bize, Türklerin esirleri kestiklerini söylediler. Bundan dolayı teslim olmaktan kaçınıyorduk.”4 Ayrıca İngilizler, “Halife’nin Almanlar ve İttihatçılar tarafından esir alındığını ve onun kurtarılması için savaştıklarını” söyleyerek kandırdıkları on binlerce Hintli Müslümanı Çanakkale’ye göndermişlerdir.5 Senegalli tarihçi ve aynı zamanda Silahlı Kuvvetler Arşiv ve Tarihsel Miras Müdürlüğü’nün teknik müşaviri Mamadou Kone de, söz konusu savaşa ilişkin anıların yıllardır bilindiğini ve anlatıldığını söyledi. Mesela, “Senegal askerleri oraya vardığında ezan sesini duyduklarında Müslüman bir topluluğa karşı savaşacaklarını anlamışlar. Önemli bir kısmı savaşmayı kabul etmemiş, direnmiş ve ölümle cezalandırılmış” diyen Kone, 8 bin Senegal askerinin Anadolu’nun kucağında yattığını dile getirdi.6 Nusrat Mayın Gemisi Nusrat Mayın Gemisi, 3 Eylül 1914’te Çanakkale’ye gelmişti. Almanya’da özel şekilde mayın dökme gemisi olarak inşa edilmiş bu tekne, dar alanlarda kolayca manevra yapabiliyor ve az su çektiğinden mayın alanları üzerinde güvenle dolaşabiliyordu. 6 Mart gecesi Cevat Bey, mayın grup komutanı Hafız Nazmi Bey’e “Oğlum” diyordu. “Sana çok önemli bir görev veriyorum. Vatanın selameti bu görevin başarıyla yerine getirilmesine bağlıdır. Yarın akşam, Nusrat’la son 26 mayını şu gördüğün Erenköy mevkiinde kıyıya paralel olarak dökeceksin. Düşman hareketinizi seçer, size saldırıya kalkışırsa, kıyı toplarımız önceden aldıkları talimata uygun olarak hareket edecek ve sizi himaye ateşiyle koruyacaklar. Kendinizi göstermemeye çaba harcayın. Allah yardımcınız olsun.” Düşman zırhlıları boğaza grup grup giriyor ve görevini tamamlayan grup ikmal yapmak için geriye dönerken arkadaki grupların yollarını kesmemek için boğazın en geniş yerlerinden biri olan Erenköy mevkiinde manevra yapıyordu. İşte mayınlar da bu manevra sahasına kıyıya paralel, ancak manevra hattına dik olarak yerleştirilecekti. Nazmi Bey, ertesi gün Nusrat Mayın Gemisi komutanlığı yapacak olan Tophaneli Yüzbaşı Hakkı’yı buldu. İki gün önce kalp krizi geçiren Nusrat’ın genç komutanı Yüzbaşı Hakkı Bey, savaşın ve ülkenin sorumluluğunu omuzlarında duyarak görevi kabul etti. 7 Mart’ı 8’e bağlayan gece yarısı Nusrat demir alarak Çanakkale’den uzaklaştı. Bütün ışıklarını söndürüp kıvılcım atmasın diye ocaklarını bastırmış, maskeli ışıklar altında hedefine doğru ilerliyordu. Gemi, daha önce döşenen mayın hatlarından geçiyor ve Erenköy mevkiine giriyordu. Teker teker sessizce elinde kalan son 26 eski tip mayını suya bırakmaya başladı. Birkaç dakika sonra tüm mayınlar dökülmüştü. Makinalar tekrar en yüksek devirde çalıştırılmıştı. Şimdi en az görevin kendisi kadar tehlikeli olan geri dönüş yolculuğu başlamıştı. Daha önceki dökülen mayınlar ve düşman devriye gemileri, Nusrat’ın yolu üzerinde kol geziyordu. Bir an için Nusrat’ın çok yakınında bir karaltı ortaya çıktı. Düşman gemisi olmalıydı bu. Projektörle taramaya başlamışlardı. Projektör ışığı az öteden, hızla, üzerlerine doğru, denizi tarayarak geliyordu. Projektör ışığı, Nusrat’ a çok yaklaştığı bir sırada, Türk kıyılarında yanan bir projektör birkaç saniye içinde, düşman projektörünü deniz üstünde yakaladı. İki projektör şimdi göz gözeydiler. Düşman projektörü, kurtulmak için yoğun çaba harcıyor, bir türlü başaramıyordu. Nusrat, bu bazen üstünde, bazen yanında süren ışık çarpışmasının altından sessizce sıyrıldı. Çanakkale yönünde yol almaya başladı. Tehlike geçmiş, verilen görev büyük bir başarıyla yapılmıştı. Ancak Yüzbaşı Hakkı Bey’in kalbi bu heyecana dayanamamış ve dönüş yolunda şehit olmuştur.7 Mecidiye Tabyası, Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey ve Seyit Onbaşı Seyit Onbaşı, Mecidiye Tabyasında vazifeli bir askerdir. Çanakkale Deniz savaşlarında büyük faydalar göstermiştir. Gelin, 18 Mart tarihinde Mecidiye Tabyasında neler yaşandığını kendisinden dinleyelim. “Ben Kilidülbahir Mecidiyesindeki uzun 24’lüklerin üçüncü topunda idim. Tam saat sekizde Boğaz tarafından doğru bir gümbürtü koptu. Amma bu, evvelkilerine (önceki atışlara) hiç benzemiyordu. Düşman bu sefer çok şiddetli ateş açmıştı. Biz de mukabele ediyorduk. Önce birkaç gülle tepemizden aşarak denize düştü. Sonra önümüzde deniz sularını minareler gibi havaya kaldırdı. Bir aralık toz duman içinde kaldık. Ortalık azıcık yatışınca ne oldu ki diye bakındım. 38’lik bir düşman mermisi bizi biraz körlemiş (atış kabiliyetimizi azaltmış). Büyük bir çukur açarak sağa sola zarar yapmıştı. Topun mataforası (mermi kaldırma vinci) kırılmış, ihtiyat (yedek) mermi yolunu bozmuştu. Topumuzda çok şükür bir zarar olmamıştı. Bu sırada Kumandan, bir kırılan matafora koluna, bir de Boğaza doğru bakıyordu. Ben de baktım. Boğaza doğru, ne göreyim, düşman gemileri ağır ağır içeri girmiyor mu? Hemen geriye fırlayarak araba üzerinde duran koca merminin (215 kg) başında boyunlarını bükmüş bakınmakta olan arkadaşları araladım. Bir kere mermiyi kucaklayacak oldum, yağlı olduğundan elimden kaydı. Elimi biraz topraklayarak bir dizimi yere koydum ve mermiyi sırtladım. Kendimi topun ağzında buldum. Merdivenleri ilk defa nasıl çıktığımı hatırlayamıyorum. Gene aşağı atlayarak 2’nci, 3’ncü, 4’ncü mermileri sıra ile taşımaya başladım. 4’üncü mermiyi attıktan biraz sonra idi. Gonca Suyu (Mecidiye tabyasının bulunduğu yamacın sağ arkasındaki tepenin adı) tarassud mevkii iki mermimizin isabetini bildirmişti. Bu haberi de duyduktan sonra bana gülleler (mermiler) ufak bir saman çuvalı kadar yenik (hafif) geliyordu. Bir aralık Kumandan ‘Artık yeter, yoruldun Seyit. Gel bak düşman kaçıyor, diye beni tarassud yerine (top mevziinin hemen önü) çağırdı. Şunu da çıkarayım beyim de (Kumandanım) gelirim, dedim. Ve son gülleyi de çıkardım. Sonra Kumandanımın yanına vardım. Sanki denizin üzeri yanıyordu. Sağda solda iki gemi (Ocean ve İrrisestible olmalı) kara dumanlar, kızıl alevler içinde yana yana batıyordu. Bu sıra biri daha tutuştu (İnfilexsible olmalı). Arkadakiler dönmeye bile vakit bulamadan geri geri giderek boğazdan çıktılar. Benim görebildiğim bu kadardı.”8 Seyit Onbaşı bu kahramanlıktan sonra ödül olarak verilen bir tayini iade etmiş. Hayatının sonuna kadar geçimini ormancılıktan sağlamıştır. Mecidiye Tabyasında yaşanan bu hadisenin arka planındaki manevi gücün nereden kaynaklandığını sorguladığımızda ise; karşımıza Yüzbaşı Mehmet Hilmi Bey çıkmaktadır. Kendisi, Mecidiye Tabyasına geldiği zaman, ilk olarak askerlerin harp talimlerine ehemmiyet verdiği gibi dini eğitimlerine de ehemmiyet vermiştir. Dini derslerin konuları, farzları yerine getirme ve sünnete ittiba etme üzerineydi. Ayrıca askerlere verilen bazı emirler, imani noktadaki hassasiyeti gözler önüne seriyor. İşte o emirlerden bazıları: 1- Bugünden itibaren daima abdestli bulunacak ve harbe abdestli olarak başlanacak. 2- Topların dolması için verilecek kumanda ile her toptan sağındaki bir er nöbete çıkacak. Bu suretle dört er tarafından ezan-ı Muhammedi okunarak birinci doldurma işi yapılacak. 3- Yeni gelen yedek subay adaylarının medreseden gelen kısmı, lüzum görüldüğünde yüksek sesle tekbir alacaklar. Bir kısmı da Kur’an okuyacaktır. Vazifesini bitiren erler onları izleyeceklerdir. Ateş aralarında ise, bütün batarya sesli tekbire katılacaklardır.9 Ertuğrul Koyu ve Yahya Çavuş Çanakkale’de kara muharebelerinin başladığı 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir’de, İngilizlerin yenilgi yüzü görmemiş meşhur 29’uncu Tümeninin karşısında Bnb. Mahmut Sabri Bey vardır. Bnb. Mahmut Sabri, Alçıtepe’nin düşman eline geçmesini önlemiştir. Ezineli Yahya Çavuş’u bizlere tanıtan da Mahmut Sabri Bey olmuştur. Mahmut Sabri Bey eğer raporunda bu kahraman çavuşa yer vermeseydi, bu destandan mahrum kalacaktık. Bnb. Mahmut Sabri Bey’in yetiştirdiği Yahya Çavuş, beş mangalık takımıyla Ertuğrul Koyu’nu savunan kahramandır. İngiliz donanmasının Yahya Çavuş’un bulunduğu siperlere attığı mermi miktarı 4.650 adettir. Yahya Çavuş; yılmamış, geri çekilmemiş, siperden sipere atlayarak görev yerini terk etmemiştir. İngiliz generali, askerî yazar Aspinal Oglander, 25 Nisan Ertuğrul Koyu harekâtı hakkında izlenimlerini şöyle dile getirir: “Türk savunma düzeni son dakikaya kadar sanki terk edilmiş gibiydi. Fakat River Clyde’in oturmasıyla beraber ve filikalar da kıyıya birkaç yarda (100 yarda yaklaşık 92 metre) kaldığı sırada birden bire bir cehennemdir boşandı. İlk birkaç saniye içinde kıran girmiş gibi zayiata uğratıldı. Filikalardan bazılarının içinde bulunanların hepsi, öldürülmek suretiyle umutsuz bir hâlde suların seyrine kapılmış gidiyordu.” Hava komodoru Bnb. Samson, uçağı ile Ertuğrul Koyu üzerinde dolaştıktan sonra, denizin sahilden 50 metre kadar olan alanının “kandan kıpkırmızı kesilmiş” olduğunu Başkomutanlık Karargâhına bildiriyordu. Binbaşı Mahmut Sabri Bey, yazdığı raporuna bir alçak gönüllülük örneği göstererek ismini yazmamıştır. Raporun hiçbir yerinde “ben” kelimesi yer almaz. Yaptığı tüm faaliyetleri; hep gidildi, görüldü, yapıldı şeklinde aktarmıştır. Bu durum, 1’inci Ordu Müfettişi Fahrettin Bey’in de dikkatini çekmiştir. Fahrettin Altay rapor hakkında şunları söyler: “Bu raporu yazan zat, imzasını koymamıştır. Sonradan yapılan araştırmalardan Binbaşı Mahmut Bey olduğu anlaşılmıştır. Bu muharebeden takriben bir ay kadar sonra kendi yaralı ve tedavide iken hatıra olarak yazmış, Harbiye Nezareti Müsteşarlığına vermiştir. Aslı şimdi Harp Tarihi Encümeninde ve dosyasındadır.”10 Alay Alay, Çanakkale Savaşı’nın başlangıcı olan Anzak Çıkarmasını durdurmak için 15 Nisan 1915 sabahı harekete geçen alayımızdır. 57. Alayın komutanı Hüseyin Avni Bey’dir. 57. Alay, 25 Şubat 1915’te Eceabat’a gelmiştir. Bigalı Köyü’ne geçti. Bu tarihten 24 Nisan 1915 tarihine kadar 57. Alay sürekli eğitime tabi tutuldu ve Bigalı Köyü ve Turşun bölgesinde askeri eğitim ve askeri tatbikatlar yaptı. Alay Bigalı Köyü’ndeki eğitim ve tatbikatlarını sürdürdüğü sırada 5. Ordu tarafından yeri değiştirilmek istendi, fakat düşman kuvvetlere çıkartmaların yapılacağı noktaya en yakın yerlerden biri olmasından dolayı Mustafa Kemal, 57. Alayın Bigalı Köyü’nde kalmasında ısrarcı oldu ve bunda da başarı sağladı. Böylece 57. Alay, Bigalı Köyü’nde kalmıştır. Alay, çatışmalarda mevcudunun üçte ikisini kaybetmiş, savaşın ortasında takviye edilmiştir. 13 Ağustos 1915’te 57. Alay komutanı olan Hüseyin Avni Bey, karargâha düşen bir top mermisiyle şehitlik mertebesine ulaşmıştır. Hüseyin Avni Bey’in yerine atanan Binbaşı Hayri Bey, alayı Keşan bölgesinde konuşlandırmış ve alay, eksikleri giderildikten sonra 19. Tümenle birlikte 15. Kolordu bünyesinde Galiçya Cephesi’ne gönderilmiştir. Alay, Galiçya Cephesi’nde büyük yararlılıklar göstermiş. Galiçya cephesindeki savaş sona erince bu sefer Alay, Sina ve Filistin Cephesi’ne yollanmıştır. Burada da çok faydalı olmasına rağmen, İngilizler tarafından çembere alındığı için, mevcudu iki gün içerisinde sadece 260’a düşmüştür. Megiddo Muharebesi sırasında ise 57. Alayın kalan mevcudu esir edilmiştir. Bu kahramanların anısına, o günden beri, Türk ordusunda 57. Alay bulunmamaktadır. 57. Alay, dünya üzerinde en çok madalya sahibi olan alay olduğu için, dünyanın en kahraman alayı olarak nitelendirilmektedir.11 Alayın Bayram Namazı Çanakkale Harbi’nin devam ettiği günlerde, bir Ramazan Bayramı arifesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa, 9’uncu Tümen’in genç imamını çağırarak mahzun bir şekilde istemeye istemeye şunları söyledi: Hafız, yarın Ramazan Bayramı! Asker toplu bayram namazı kılmak istiyor. Ne dediysem vaz geçiremedim. Ancak böyle bir şey pek tehlikeli. Yani senin anlayacağın, düşmanın arayıp da bulmayacağı toplu bir imha fırsatı olur. Münasip bir dille bunu erata sen anlatıver! İmam Efendi, Paşa’nın yanından henüz ayrılmıştı ki, karşısına nur yüzlü bir zat çıktı ve: “Evladım! Sakın ha askerlere bir şey söyleme! Gün ola hayır ola; Allah Teâlâ, nasıl dilerse öyle olur” dedi. Ertesi sabah, gökten bulutlar indi ve mümin askerlerin üzerini kapladı. Onları dürbünle gözetleyen düşman kuvvetleri, artık bembeyaz bulutlardan başka bir şey göremez oldu. O sabah bambaşka bir manevi heyecan içinde kılınan bayram namazında alınan gür tekbirler, dalga dalga etrafa yayılıyor, semaya yükseliyordu. Nur yüzlü zat, Fetih Suresinden bir kısım ayetleri tilavet ederken, Müslüman Türk askerlerinin gönüllerinden taşan kelime-i tevhid sesleri, birer imam sayhası halinde düşman saflarından bile duyuluyordu.12 Keşf-i Çanakkale Çanakkale Savaşında bazı hadiselerde abartılı anlatım olduğu düşünülmektedir. Bu, tamamen Çanakkale Savaşlarının tam anlamıyla bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki Çanakkale Savaşında yaşanan hadisat, yıllardır kullandığımız bazı deyimlere mecaz anlamlarını kaybettirmiştir. Mesela öylesine söylenildiği sanılan bir türkü, aslında tamamen gerçekleri ifade etmektedir. Bu olaylardan bir kısmını başlıklar altında anlamaya çalışacağız. Diri Diri Toprağa Gömülenler Tabya: Bir bölgeyi savunmak için yapılan ve silahlarla güçlendirilen yapılardır. Gelibolu Yarımadasında sahil boyunca birçok tabya bulunmaktadır. Bu tabyaların güçlendirilmesi için üzerleri toprakla örtülür. Ancak yığılan bu toprak, tabya isabet aldığında askerlerimizi diri diri gömen birer mezar olmaktadır. Yani Çanakkale türküsünde geçen “Ölmeden mezara koydular beni” ifadesi, bir cihetiyle bu olayı anlatmaktadır. Sargı Yerleri ve Ameliyatlar Çanakkale Savaşlarında cephe içinde yaralanan askerlerimizin ilk tedavileri, hemen cephe gerisinde kurulan seyyar hastanelerde yapılırdı. Buralarda ağır yaralı askerlerimiz, elde bulunan imkânlar ile tedavi edilirlerdi. Ancak tıbbi malzeme taşıyan gemilerimizin vurulması sebebiyle, yeterli miktarda tıbbi malzeme bulunmadığından dolayı, yapılan cerrahi müdahaleler narkozsuz gerçekleştirilmekteydi. Narkoz olmadığından dolayı bu ameliyatlar, askerin acıya dayanması için dişleri arasına ağaca sarılı bir keçe (narkoz takozu) konarak yapılırdı. Yapılan bu ameliyatlar, çoğunlukla şehadet ile sonuçlanırdı. Hatta ameliyat sonrası askerin dişlerinin narkoz takozunda kaldığı dahi görülürdü. “Dişini tırnağına takmak” deyimi, onlarla yeni bir anlam kazanmıştı. Yeraltı Savaşları Çanakkale’de denizde, siperlerde, havada savaşlar yapıldığı gibi yer altında da mücadele devam etmekteydi. Siperler arasında lağım tünellerinin kazılması neticesinde yeni bir savaş alanı ortaya çıkmıştı. Bu tünellerin karşılıklı olarak patlatılmasıyla siperler yerle bir oluyordu. Mehmet Akif’in şu dizeleri bu olayı açıkça anlatmaktadır: Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam, Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak. Kala-i Sultani ve Patlamayan Mermi Çanakkale Savaşları’nda, İngiliz donanmasına ait Queen Elizabeth gemisinden atılan yaklaşık yarım ton ağırlığındaki top mermisi, tarihi Çimenlik Kalesi’nin (Kala-i Sultani), sur duvarını deldiği bölümünde 98 yıldır sergileniyor. İngiliz gemisinden 18 Mart 1915’te atılan 1,65 metre uzunluk ve 492 kilogram ağırlığındaki top mermisi, Anadolu tarafında 1461-1462 yıllarında savunma amaçlı inşa edilen Çimenlik Kalesi’nin duvarını deldi, ancak iki metre ilerlemesine rağmen patlamadı. Daha sonra patlayıcı düzeneği devre dışı bırakılan mermi, bulunduğu yerde sergilenmeye başlandı. Savaşın büyüklüğünü gösteren en büyük delillerinden biri olan merminin, duvarını deldiği Çimenlik Kalesi ise, kurulduğu günden itibaren sürekli askeri üs ve merkez konumunda yer aldı.13 Çanakkale Savaşı İçin Kim Ne Dedi? < “Türkleri Allahlarından ayırabilmek için daha başka ne yapılabilir ki? Biz Türklerle değil onların Allahları ile harp ettik!” General Hamilton14 < “Biz, Çanakkale yarımadasından Türklerle savaşarak ve binlerce insanımızı kaybederek kahraman Türk milletine ve onun eşsiz vatan sevgisine duyduğumuz büyük takdir ve hayranlıkla ayrıldık.” Avustralya Genel Valisi Lord Casey < “Çanakkale’yi bir asker olarak anlatmak imkânsızdır. Çelikten, manevi kudretten, vatan aşkından bir insan yapısı ne demektir? Bu sualin cevabı, işte bu gösterişsiz, mütevekkil ve sessiz, Anadolu çocuğunun kendisiydi.” Mareşal Otto Liman Von Sanders < “İnanmak istemiyorum. Fakat gerçek. Türk savunması önünde müttefikler armadası mağlup olmuştur.” İngiltere Bahriye Nazırı ve Başbakanı Winston Churchill < Evet, insan ruhunu yenmek mümkün olmuyor. Dünyada hiçbir ordu bu kadar sürekli ayakta kalamaz. Çok mükemmel komuta edilen ve cesaretle dövüşen Türk ordusuna karşı savaşıyoruz.” İngiliz General Sir Hamilton < “Çanakkale müdafaası yapılmış ve kazanılmıştır. Lakin vazife, yalnız askerler ve kumandanlar için bitmiştir. Bizim için bitmemiş, hatta başlamamıştır bile. Herkes bilsin ki, burada kanlarını akıtanlar hep bu tarih, bu namus ve fazilet için öldüler. Onların kan borcunu ödemek lazımdır. Şairler destanlarını yazsınlar, ressamlar levhalarını çizsinler, muharrirler hikâyelerini yazsınlar, sağ kalanlar da rahmet okusunlar…” Darülfünun Müderrislerinden İsmail Hakkı Bey15

Ey hâlleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren büyük Allah’ım! Bizi en güzel hâle çevir! Bize iyi hâller ihsan eyle! Bir uyanış, ayağa kalkış, diriliş çaresi arar da durur hak ve hakikate susamışlar İşte Sünnet-i Seniyye… Ab-ı hayat kaynağı… Asrı saadette ve sonraki asırlarda coşkunluğunu bir nebze dahi yitirmemiş, cennet pınarlarının dünyadaki menbaı… Hayata tutunmaya çalışan ışıksız gözlerin feri… Arayış içinde olanların menzili… Sığınılacak en güvenilir liman… … Sünnet-i Seniyye *** Allah için yaşamanın sırrına ererek “livechillah”ı anlamak, muhabbet başta olmak üzere tüm hissî sermayeyi onun için sarf edebilmektir, Sünnet-i Seniyye. “Gel” denildiğinde Bişr olup yalınayak yollara düşmek, ama gerektiğinde çöller aşıp kapıya varsa da Veysel olup dönebilmektir, Sünnet-i Seniyye. Cennet meyveleriyle çocuklaşabilmek, şehadet parmağını kavrayan günahsızın yön tayiniyle Resulün (asm) terbiyesinden geçebilmektir, Sünnet-i Seniyye. Bilalî sadâların semayı inlettiği göç davulunu dört gözle beklemek, ubudiyete koşup hem dünyadan hem serden geçebilmektir, Sünnet-i Seniyye. Hakkın tecelligâhı olan gönül sarayında Habibullahı (asm) edeble misafir edebilmektir, Sünnet-i Seniyye. Ashab misal Kumandan-ı Azamın (asm) huzurunda titrek bir yaprak gibi vazife heyecanıyla hazırolda bekleyebilmektir, Sünnet-i Seniyye. Edeb = Salavat diyerek dil ve gönül dengesini kurabilmek, dilin sertliğini ve gönlün katılığını salat ü selamla kırabilmektir, Sünnet-i Seniyye. Aklın ve hislerin Allah resulünün önüne geçmemesidir, Sünnet-i Seniyye. Rahmetin gadabın önüne geçmesinin yani şefkatin kendisidir, Sünnet-i Seniyye. Gecemizi gündüze, kışımızı bahara çeviren bir nurani büyük inkılabdır, Sünneti Seniyye. O’nun (asm) gözü ve iman gözlüğüyle kâinata bakabilmek, halifeyi ruyı zemin makamına yükselebilmektir, Sünnet-i Seniyye. “Uhuvvet sırrı”yla kardeş olmak, “El mer’ü” hakikatiyle bayram sevinci yaşamaktır, Sünnet-i Seniyye. Hâllerin en güzeli, Resûlullahın haliyle hâllenebilmektir, Sünnet-i Seniyye. Daha dünyada iken bir inayetle kevseri yudumlamak, şefaate nail olmaktır, Sünnet-i Seniyye. *** O’nunla (asm) olmak Sünnet-i Seniyyesine sarılmakla olur. Sünnet-i Seniyyesine sarılmak O’nun (asm) gözüyle O’nun (asm) nurani gözlüğüyle âleme nazar etmektir. İşte o zaman, âlemlerdeki korkunç çehre değişecek, zifiri karanlıklar dağılacak; her bir taraf nurlanıp hayatlanacaktır. Âlemlere rahmet yağacaktır. İşte o zaman, varlıklar yabancı ve düşman görünmeyecek, “Madem o var her şey var.” hakikatiyle her şey ahbab ve dost olacaktır. İşte o zaman, her şeydeki zeval ve firak perdesi aralanacak, hayvandan daha aşağı mertebeye düşen insanlık meleklerin üstünde bir makama çıkacaktır. İşte o zaman, âlem tesadüf oyuncağı olmaktan kurtulacak, Cenab-ı Hakkın esma-yı ilahisinin ayinesi olacaktır. Ve… O’nun (asm) Sünnet-i Seniyyesine ittiba ile Nûr ismi tecelli edecek, büyük ve küçük kâinat nurlanacaktır. *** Yâ İlâhenâ! Kalblerin tabibi ve devası, bedenlerin âfiyeti ve şifası, gözlerin nuru ve ziyası olan Efendimiz Muhammed’e (asm) ve O’nun bütün mübarek nesline, ehl-i beytine ve ashabına salât ü selâm eyle… Amin.

Bizi dünyaya bağlayan bağlar ne kadar kalınsa özgürlüğümüz o kadar kısıtlıdır. Bu bağ inceldiği ve hatta hiç olmadığı anda gerçek özgürlüğü hissedebiliriz. Açık denizlerde pupa yelken açan bir ufak tekne, rıhtımda kalın halatlarla, zincirlerle bağlı tankerlerden çok daha mutludur. Hayırlı bir işin muzır manileri çoktur.” En hayırlı iş boş durmamak, hareket halinde olmaktır. Çünkü şeytanın en sinsi hilesi ve vesvesesi “rahatlık ve dinlenme” gizli perdesi arkasından insanlara tembelliği aşılamaktır. Hâlbuki insan “hareket etmek” kabiliyeti ve hasletiyle yaratılmıştır. İnsan hareket etme durumunda, sadece fiziksel olarak, değil aynı zamanda zihinsel ve ruhsal olarak da harekete geçmiş ve yenilenmiştir. Burada yapılacak ilk şey, çevreyi gözlemleme duyusuyla, içinde bulunulan sabitlikten, hareketsizlikten hemen sıyrılarak, dışarıya çıkabilmektir. Yoksa yüksek teknolojik iletişim aygıtlarının (TV, internet, bilgisayar vs.) tutsağı olarak, bu sentezlemeden tamamen mahrum kalabilir. Özgür insan odur ki, yürümeye karar verdiğinde bunu hemen uygulayan kişidir. Evden dışarıya çıkabilmek, televizyonun ve internetin tutsaklığından kurtulmak, aslında küçümsenemeyecek önemli bir aşamayı gerçekleştirmektir. Bunun bir adım ötesi, bulunduğumuz ortamı, çevreyi hızla terk etmektir. Bir adım ötesi de, otobüs terminaline giderek, başka bir şehre seyahat edebilmektir. Çok basit ve uygulanabilir gibi görünen bu durum, aslında çok sıra dışı bir hareket tarzıdır. Yani istisnai bir durumdur. İnsan bunu ancak hayal eder, ama gerçekleştiremez. Ya da yarı yoldan geri döner. O zaman anlarız ki bizi engelleyen şeyler aslında dış etkenler değil, içimizdeki yapamam, beceremem, değişiklikler beni olumsuz etkiler gibi duygularımızdır. Oysa insanı geliştiren en önemli husus, değişiklik konusunda verdiği kararları uygulayabilmektir. Biz insanlar, düşündüklerimizi, hayallerimizi gerçekleştirmekteki en büyük engellerin maddi ve manevi sebepler olduğunu bahane ederiz. Hâlbuki hareket hürriyetinin önündeki en büyük engeller, bizim zihnimize yerleştirdiğimiz prangalardır. Onları oraya biz koyduk. Bir başkası koysaydı çıkarmak kolaydı. Ancak, kendi elimizle yerleştirdiğimiz prangalardan kurtulmak, o kadar kolay ve basit olmuyor. Çünkü zihnimize o prangaları koyarken, hangi gerekçeyle koyduysak, kendimizi o gerekçeye uygun bir hayat tarzına da hazırlıyor, alıştırıyor ve yaşatıyoruz. O prangalar da orada paslanıyor ve güçleniyor. Günübirlik veya kısa süreli seyahatlerde gittiğimiz şehrin bize ne kadar farklı ve güzel geldiğini hissederiz. Aslında bu güzellikler, prangalardan kurtulmanın farkındalığından başka bir şey değildir. “Seyahat edin sıhhat bulursunuz” hadis-i şerifi bize bu konuda önemli bir uyarıda bulunmaktadır. Sıhhat kelimesi, burada insanın hücrelerinin yenilenmesine, gençleşmesine işaret etmektedir. Üstelik seyahat eden insan bir şeyi aştığını, yeni bir şeyi keşfettiğinin farkına hemen varır. Özellikle günümüzdeki sanal ortamlardan kurtulmak, apayrı bir güzellik ve tercih sebebidir. Hayatımızı yaşarken, rahat saikiyle, dinlenme düşüncesiyle güzel imkânlarla bir köşeye mıhlanmak, aslında kendimizi mahkûm etmektir. Ne mutlu o insana ki pahalı yüksek teknolojik cihazlarla teçhiz edilmiş aygıtlardan mahrumdur. Ama o mahrumiyet, aslında ona özgürlüğün ve hareketin yolunu açmıştır. Bu yönüyle başta TV, bilgisayar ve internet bizim zihnimizdeki prangaların maddi-fiziksel uygulamaları ve uzantılarıdır. Anahtar ise onlardan uzaklaşarak yürümek, gezmek, mekân değiştirmektir. *** İnsanın fıtratında hep kendi nefsinin övülmesi yatar. Oysaki bunu isteyen, insandaki nefistir. Övülmek istenenle övünen aslında aynıdır, yani nefistir. İkisi bir tek ve aynı varlık oluğu için, insanın bu tuzaktan kurtulması bazen çok zordur. Nefsin çok daha büyük bir hilesi ise; su-i zan yoluyla hayalet düşmanlar üretmektir. Su-i zanda öyle korkunç girdaplar vardır ki, insan bir kere bu tuzağa düşmeye görsün. Karşısındaki masum insanı düşman yaptığı gibi, gerçekte o insan düşman bile olsa, su-i zan yoluyla verilen zarar kadar zarar veremez. Çünkü su-i zan yoluyla üretilen evham, kin ve haset, hırs ve nefret insanın bizatihi kendi şahsından geliyor. Ve o yol ile gelen olumsuz duyguları kendi ürettiği için gidermekte çaresiz kalıyor. Çünkü insanın nefsi kendisini herkesten iyi bilir. Zayıf noktalarını en iyi nefsi bilir. Hâlbuki zarar dışarıdaki düşmandan gelse tedbirini kolayca alabilir. Onun için atalarımız “Şüyuu vukuundan beterdir” demişlerdir. Bu da stresin kaynağını oluşturmaktadır. Bu durumdan kurtulmanın çaresi ise; tereddütsüz ve hiç düşünmeden su-i zannı terk etmektir. Çünkü insanın kendi nefsinin haset ve evhamın ilacı yoktur. Ancak çok endişe edilen bir durum var ise, bu durumda hemen hüsnü zan ile konuyu muhatabına açmak ve paylaşmakta büyük yarar vardır. Yoksa insan, için için kendini yer bitirir. Zaten insanın ömrü boyunca biriktirdiği en kötü sermaye yükü, haset ve kindir. Bu yükü sırtında, içinde kor ateş bulunan bir çuvalı taşır gibi taşımıştır. Zararın neresinden dönülse kârdır, ama bugüne kadar bu yükü boşuna mı taşıdım ahmaklığı ile bu iğrenç yükü taşımaya devam eder. Asıl hürriyetin bu yükten kurtulmakla kazanılacağını anladığı anda devreye “affetme büyüklüğü” duygusu girer. Zaten kin ve hasedin tek ve en tesirli ilacı da affetmektir. Aslında hürriyetin anahtarının adı, affetmektir. Köle azat etmekle bir insanı özgürlüğüne kavuşturmuş oluruz. Bundan daha zoru ise, bir başkasını affetmemizdir. Böylece kinimizden kurtulmuş ve aslında kendimizi azat etmiş oluruz. *** Hayatın düsturu: İnsanları sevmek ve insanlara güvenmektir. İstisnai olaylara karşı da tedbirini alabilmektir. İçtimai hayatın en önemli unsuru, beşeri münasebetlerdir (insani ilişkiler). Beşeri münasebetlerin de en önemli unsuru; mütevazı olmak, anlayış göstermek ve insanları dinlemektir. Bunun yolu da, insanın dünyasının sadece kendisinden ibaret olmadığını bilmesidir. Bu şu demektir: Dertli insan, dünyanın tek dertli kişisinin kendisi olduğunu sanır. Hâlbuki diğer insanların dertlerini dinlediğinde, kendi derdinin hiç hükmünde olduğunu görür. Buradaki espri şudur: Karşımızdaki insanın derdine merhem olmak için, onun derdini çözmek niyetiyle değil de ve fakat onu dinlemek, derdini paylaşmak, mümkünse aynı duyguları hissedebilmek, o insan için en mühim bir tesellidir. Çünkü o üzüntüyü yaşayan ve dertlenen de bizim gibi bir insandır. Onun için doktordan önce dost bir insan olmak ve dostça davranmak gerekir. “İnsanın mayası insandır” sözü bu noktada çok anlamlıdır. *** İnsanoğlu, çoğu kez müspet (olumlu) duyguları kendinden bildiği halde, menfi (olumsuz) duyguları karşısındaki insana mal eder. Mesela; ben sevdim, ben âşık oldum, ben kazandım diyebiliyor. Hâlbuki olumsuz duyguları yaşamaya gelince; şu insan beni kızdırdı, şu insan beni üzdü, şu insan beni kırdı diyebiliyor. Oysaki olumlu veya olumsuz duyguların hepsini biz yaşıyoruz. “Üzerimizde yaşadığımız - yaşattığımız duyguların sorumluluğunu başka insanlara atamayız. Eğer bu duyguların sorumluluğunu kendimiz alırsak, meseleyi çözmemiz çok kolaylaşacaktır. Beni kızdırdı yerine ben kızdım dersek, neden kızdığımızı kendimizde sorgulayabiliriz. Çünkü kızma duygusunun muhatabı kendi şahsımızdır. Yoksa her kızdığımızda muhatabını bulup beni neden kızdırdın veya neden üzdün demenin bir çözüm yolu olmadığı aşikârdır. Üzerimizde yaşanan tüm duyguların sorumluluğunu biz üzerimize alabilmeliyiz. Çünkü bu duygular bizim üzerimizde yaşanıyor. Böylece zayıf tarafımızı keşfeder ve gerekli önlemleri alarak olumsuz davranışlara sebep olacak hareketlerin önüne geçebiliriz. *** Sıla-yı rahimde rahmet ve bereket ve sıhhat vardır (hadis-i şerif). Canımız bir değişiklik istediğinde yeni yerler görmeyi arzu ederiz. Fakat nedense gittiğimiz yeni yerlerde pek fazla kalamayız. O yerler dünyanın en güzel yerleri de olsa çabuk sıkılırız. Diyelim ki çok güzel bir manzaraya, yüksek bir tepeden mesela bir denize doğru bakıyoruz. En fazla 10-15 dakika sonra o çok güzel görünen manzaradan bile sıkılırız. Çünkü o güzel manzara belli bir müddet geçince, bizim için duvara asılı bir tablo hükmünü alır. Hâlbuki çocukluğumuzun, gençliğimizin geçtiği yerler, çok güzel manzaralı olmasa da, o mekânlardan sıkılmayız. Çünkü bizi oralara çeken, bağlayan anılarımız, hatıralarımız vardır. O eski günlerden geriye kalmış kuru bir ağaç, bir taş, bir toprak tepe bile bizim için çok anlamlıdır. Onları sanki bizimle konuşuyor zannederiz. Onların bize bir nevi hoş geldin, nerelerde kaldın, özledik seni dediklerini duyar gibi oluruz. Bir de buna, orada bıraktığımız sevdiklerimizin, eş, dost, akraba, komşu ve arkadaşlarımızın olduğunu düşünürsek, ne kadar lezzet aldığımızı ancak o an hissedebilir ve anlarız. Eskilerden bir ağabeyimiz, benim deniz kıyısında olan, çocukluğumu ve gençliğimi geçirdiğim şirin kasabamı överek anlattığımı duyunca şöyle dedi: Arkadaş, herkesin memleketi kendine güzeldir. Mesela benim kasabam, Anadolu’nun ortasında, denizi yok, ırmağı yok hatta pek yeşilliği de yoktur. Buna ilaveten sert esen rüzgârı da boldur. Ve o rüzgâr estiğinde, gözümüze ve ağzımıza savurduğu tozu da meşhurdur. Bilir misin, işte ben o tozu toprağı özledim, dedi. Bunu anlatırken gözlerinden yaş geliyordu. Hasret ve gurbetin bu denli hisli anlatımını ilk kez gördüm. Yine gurbete gelin giden bir ablamız kendisini ziyarete gelen hemşerisi ve akrabası bir büyüğüne/teyzesine memleketini çok özlediğini söylemiş. O teyze de teselli olsun diye, “Neyini özledin kızım, şimdi bizim oralarda yağmurlar, çiseler başladı, dışarıya bile çıkılmıyor” demiş. Gurbetteki gelin ablamız da ağlayarak “Teyzeciğim, işte ben de en çok o yağmuru ve çiseyi özledim” demiş. Teyzemiz de bu durum karşısında yutkunarak hiç cevap verememiş. 20-25 yıl kadar önceydi; bir TV programında, Kuzey Afrika ülkelerinden birinde, muhtemelen Fas olabilir, o ülkenin devlet başkanının askeri yaveri İstanbullu bir kızla evlenmiş. İstanbullu gelin hanım, eşi askeri yaverle, kendisine tahsis edilen deniz kıyısında muazzam bir villada yaşıyorlardı. Ülkeye röportaj için giden bir programcı, askeri yaverin İstanbullu eşiyle röportaj yapmıştı. Buradan anladığımız kadarıyla, süper imkânlarla teçhiz edilmiş bir hayat sürüyorlardı. Söyleşinin sonunda TV programcısı yaverin İstanbullu eşine bir soru sordu. “Ülkemizin (Türkiye’nin) en çok neyini özlediniz?” dedi. Kadıncağız ağlayarak ve güçlükle konuşarak şu cevabı verdi: “HER ŞEYİNİ!” İnsanoğlu içinde bulunduğu nimetlerin kıymetini, ondan uzaklaşınca anlıyor. Belki de gurbetin bir güzel tarafı da budur. *** İnsan ruhunun en huzurlu anları, mütevazı ortamların olduğu yerlerdir. Yani mümkün mertebe sadelik ve alçakgönüllülüktedir. Evimizin duvarlarını süsleyen tablolara bir bakalım. Duvara asılı tablolar arasında hiç rezidans ve gökdelen resimleri gördünüz mü? Duvarlarımıza hep topraktan, kerpiçten veya ahşaptan yapılmış mütevazı görünümlü Anadolu köy evlerinin resimlerini asarız. Çünkü ruhumuzu huzura götüren unsur, mütevazı hayat tarzının sürdürüldüğü mekânlardır. Yine aynı şekilde, denizlerdeki demir-çelikten mamul transatlantik resimlerinin yerine, Trabzon çektirmesi (çapar) denilen ahşaptan yapılmış eski deniz vasıtalarını görmeyi arzu ederiz. Çok lüks ve pahalı yatlar, kotralar yerine, yakamozlarda sallanan küçük balıkçı sandallarını görmeyi tercih ederiz. Köy resimlerindeki kavak ağaçlarını, plajları süsleyen palmiyelerin yerinde göremezsiniz. Çünkü kavak ağaçları köy hayatını hatırlatır. Palmiyeler ise lüks ve zengin yaşamın sembolüdür. İnsanlar nedense hep sade, mütevazı Anadolu köy hayatına imrenir. Hep bu hayat tarzını ister. Fakat iş uygulamaya, yaşamaya gelince kendisini bin bir mali zorluklara sokarak mutlu olamayacağı sitelere, rezidanslara mahkûm eder. Ayaklarını, bahçeli köy evlerinde istediği an kolayca toprağa değdirebilirken, rezidanslarda ve gökdelenlerde bu imkân için asansörlerden vize almak zorundadır. Hepimizin özlediği bağ-bahçelerde, köy tarlalarında sebze ve meyvelerin tabi haline hayran kalırız. Hâlbuki seralar bizim o kadar dikkatimizi çekmez. Bir taze fasulye bitkisinin, yanı başındaki mısır bitkisiyle sarmaş dolaş olmuş halini ne kadar sıcak buluruz. Deniz kıyılarında, dalgaların insan eli değmemiş sahildeki toprakla, kumlarla haşir neşir olmuş hali ne kadar huzur vericidir. İnsanoğlu topraktan yaratıldığı için, ana maddesi olan topraktan uzaklaştığı ölçüde huzursuz olur. Ona yaklaştıkça hatta birlikte olduğu müddetçe mutlu ve huzurludur. Onun için “toprak ana” denir. Üzerinde arzu ettiğimiz gibi yaşayamadığımız toprağı, kendimizi kandırırcasına saksılara sokar, çiçek yetiştirir, kendimizi böyle avuturuz. İnsan için başarılı olmak, mutlu olmak, zengin olmak bir beis değildir. Ama kişinin hedefi, sadece bunlar olursa, başta teknoloji olmak üzere sebeplerin mahkûmu, esiri ve hatta kölesi olur. Bütün zamanını ve imkânlarını bu üç şey için seferber eder ve hayatını da heder eder. Diyelim ki böyle bir insan, çok çalışarak hayatta hem başarılı oldu, hem zengin oldu, kendine göre de mutlu oldu. Nihai hedefinin bunlar olmadığını bu üç şeye kavuşunca anlar ama hayat tükenmiştir. Bunun farkına vardığında ise, yeni bir hamle yapacak ne takati vardır ne de yeni bir hedef bulabilir. Şöyle geriye dönüp bakınca, onca karmaşık, kavgalı, gürültülü, tabiattan uzak, teknolojinin esiri olmuş, kendinin değil, başkalarının istediği hayatı yaşamış olduğunu görür. Kendisine çok kızar, zengin olup özgür olmak isterken tam tersine kazanmak istediği paranın kölesi olmuştur. Parayı kazanmak başka şey, kazandığı parayı biriktirerek onun bekçisi, esiri olmak başka şeydir. *** Bizi dünyaya bağlayan bağlar ne kadar kalınsa özgürlüğümüz o kadar kısıtlıdır. Bu bağ inceldiği ve hatta hiç olmadığı anda gerçek özgürlüğü hissedebiliriz. Açık denizlerde pupa yelken açan bir ufak tekne, rıhtımda kalın halatlarla, zincirlerle bağlı tankerlerden çok daha mutludur. Rıhtıma bağlı koca tanker açık denizlerdeki yelkenliye ne kadar gıpta etse de onun yaptığını hiçbir zaman yapamayacaktır. Çünkü onu rıhtıma bağlayan kalın halatlar buna izin vermeyecektir. Her nedense biz insanlar da hep yelkenliye heves etsek de, bir de bakmışız ki rıhtıma bağlı tanker oluvermişiz. Bir banker ile çobanın hali, buna güzel bir misaldir. Çobana milyonlar verseniz, bankerin çalıştığı iş hanındaki dört duvar arasında, günde değil sekiz saat, bir-iki saat bile oturamaz. Çünkü özgürlüğünün değerini çok iyi bilir. Onu milyonlara satmaz. O, her gün çobanlık yaptığı dağlardaki, ovalardaki güneşin doğuşunu ve batışını görür. O yörelerin yağmurunu, rüzgârını, karını, toprağını, suyunu, ağacını, koyunlarını, yaylalarını içinde hisseder. Bunlar onun hayat kaynağıdır ve bunları satın alacak para da yoktur. Başkalarının bizim hakkımızdaki düşünceleri, maalesef bizim olaylara bakış açımızı çok etkiliyor. Aslında, bizim özgür düşünce ve davranışlarımızın diğer insanları yönlendirmesi gerekir. Olayları yorumlarken, kişilere ve konjonktüre göre değil, her durumda yapılması gereken davranış biçimini ortaya koyabiliriz. Kişinin kendisini kabul ettirmesinin, kendisine saygı duyulmasının yolu da budur. Başkalarının bizim hakkımızdaki düşüncelerinden, biz sorumlu değiliz. Çevremizdeki insanlarla sağlıklı ve saygın ilişki kurmanın yolu, başkalarının istediği gibi olmak değil, ancak kendimiz olmaktan geçer. Gerçek kişilik ve şahsiyet böyle oluşur. Hatta mutlu olmak, insanın kendi olmasından başka bir şey değildir.

Geçen ayki sayıyla başladığımız sorular ve kafa karıştıran cevaplarla ilgili araştırmamın bu ay son bölümünü masaya yatıralım diyorum. İşte buyurun efendim. - Ayetü’l-Kürsi duasını yazınız? - Bilmiyorum. Özür dilerim. (Serkan 8/B sınıfı öğrencisi) Çocuklarımızın dini eğitim aldıkları ilk mektep kuşkusuz ailedir. Sonrası okullarda şekillenir. Daha doğrusu şekillenmesi beklenir. Bizim değer mefkûremize göre müspet ilimler, dini ilimler üzerine bina edilirse öğrencilerimizde sağlıklı bir ruh yapısının temeli kavileşir, yoksa kopacak olan en ufak şüphe ve vehim fırtınasında yıkılıp gider. Son on yılda okullarımızda bir öze dönüş yaşansa da yeterli olmadığını yakinen müşahede edebiliyoruz. Zira tahrip durmuyor. Tamir ise oldukça güç… Yakın dönemlerde İstanbul Emniyet Müdürlüğü ve İl Milli Eğitim Müdürlüğünün ortaklaşa yaptırdıkları bir ankette 32 bin lise öğrencisinin % 45 sigara, % 32 alkol, %9’u ise uyuşturucu kullanmaktadır.1 Tabir-i diğerle yaklaşık her iki öğrenciden biri sigara, her üç kişiden biri alkol ve her on kişiden biri ise uyuşturucu kullanmaktadır. Anketin her aşamasında görev alan psikiyatri uzmanı yabancı profesör, araştırmanın sonunda aynen şunu söylemekten kendisini alamaz: “Önleminizi bir an önce alınız. Yoksa durumunuz batı ülkelerinden farklı olmayacak.” Durum bu kadar vahim… Yarınımızın teminatı olan çocuklarımız haz merkezli bir eğitim anlayışıyla yetiştirilirse şayet, ileride çağının burnundan kıl aldırmayan idarecileri, öğretmenleri, doktorları, mühendisleri olarak karşımıza çıkma ihtimalleri pek yüksektir. İhtiyari ya da gayri ihtiyari tek gaye ve hedef olarak zihinlerde temellendirilen usculuk (akılcılık) fikri insan ruhunu paramparça etmekte, madde ve mana cihetiyle özlem duyduğumuz -eskilerin ifadesiyle- insan-ı kâmil bir neslin yetişmesine engel olmaktadır. Nihilist ve narsist hastalığının kucağına düşmüş olan böyle bir nesil, içinde bulunduğu toplumu bela tünelinin içerisine atmaktan bir an olsun geri durmaz. Çözüm, ne aklı devre dışı bırakmak, ne de aklı tek mihenk taşı yapmak. Çözüm belki de şu cümle de gizli. “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”2 Dünyamızı ve küçük ölçekte ülkemizdeki gençleri de saran sefahat rüzgârından, kimlik bunalımından ancak iman dersiyle kurtulmamız mümkün. Bunun yolu da okul sıralarından geçer. Maalesef toplumun değer yargılarını besleyen okullarımız, bu tür sorunların üstesinden gelmek yerine, sınavlarda daha başarılı olmanın ve birkaç test daha çözmenin derdinde. Kimsenin fedakârlıktan, adaletten, arkadaşlıktan, aşktan, vecdden, sevgiden, muhabbetten bahsettiği yok. Bugünün medeniyet çarşısında bu güzel hasletlerin yeterince satıldığını söylemek oldukça güç. Gelelim cevabın irdelenmesine… Bir Müslüman ülkede, 8. Sınıf öğrencisi Ayetü’l-Kürsi duasını bilmemekte ise, kabahat kimde acaba? Özür dilmesi gereken öğrenci mi? Yoksa eğitim sistemimizin kendisi midir? Bir okul düşünün ki, senede 180 iş günü açık kalmakta. Bir ilköğretim öğrencisi sekiz yıl okula gittiğine göre, 180 x 8 yıl = 1440 gün eder. Yani tam tamına 1440 gün okula devam eden bir öğrenciye, öğrenmesi hiç de zor olmayan Ayetü’l-Kürsi duasını öğretememişiz. Bakanlığımızın son zamanlardaki çabasıyla, okullarımızda, Din Kültür ve Ahlak Bilgisi dersi 4. sınıftan itibaren zorunlu dersler arasında yer almayı başarabilmiştir. Yine Kur’an-ı Kerim ve Hazret-i Muhammed’in (sav) hayatı 5. sınıftan itibaren seçmeli ders olarak okutulmaya başlanmıştır. Oysa Avrupa Birliği ülkelerine baktığımızda, birçok ülkede, din eğitimi dersinin çok daha erken yaşlarda başladığını biliyoruz. Almanya’da3 “Anaokullarının büyük bir bölümü kiliseye aittir. Devlete ait anaokullarında da din eğitimi verilmektedir.” Yine Danimarka’da,4 “Din dersi ilköğretim okullarının 1-9. sınıflarında ‘Hıristiyanlık’, 10. sınıfta ve liselerde ise ‘Din Bilgisi’ adı altında okutulmaktadır.” İngiltere’de ise5 “Din dersleri devletin ilk ve orta dereceli okullarında düzenli dersler arasında yer alır. Okullarda güne toplu dua ile başlamak yasa emridir.” Avusturya’da, Hollanda’da, Belçika’da, Yunanistan’da ise6 “Din eğitimi anaokullarından başlar. Sistem yapısı itibariyle Avrupa ülkelerinden bize tek benzeyen Fransa’da ise, devlet okullarında din dersi yoktur. O halde ülke olarak bize yakışan, eğitim sistemimizin göbeğine değer yargılarımızı yerleştirmektir. İman dersleri, okula adımını atan bir anaokulu öğrencisinden üniversite öğrencisine kadar her derece ve türde okuyan herkesi kapsayacak şekilde seviyelerine göre düzenlenmelidir. Soru Ayetü’l-Kürsiyle ilgili olunca bu güzel duanın anlamını vermeden bitiremeyiz. “Allah... O’ndan başka İlah yoktur. Diridir, Kaimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek Yücedir, pek büyüktür.’’ (Bakara Suresi, 255) Ve bu dua hakkında bir Hadiste zikredelim: “Yatmadan okuyana Allah Teâlâ tarafından bir koruma verilir, sabaha kadar hiçbir şeytan yaklaşamaz Her kim, her farz namazın arkasından Ayetü’l-Kürsi’yi okursa, Cennete girmekten onu ancak ölüm men eder. Her kim onu yatacağı zaman okursa, Allah Teâlâ ona kendi evi, komşusunun evi ve etraftaki evler hakkında güvence verir.” (Beyhâki) Büyüyeceksin çocuk, acıyla tatlıyla… Dualarla büyü ama. Dualar senin sığınağın dayanağın olsun. Sarıl duaya bir annene sarıldığın gibi ve hiç aklından çıkarma duaların gücünü… Ve ey çocuk, unutma ki bilmediğinden duadan dolayı özür dileyecek biri varsa o kesinlikle sen olmamalısın. - Hangi tür kitapları okuyorsunuz? - Bana göre olan kitaplar (Şeyma 4/A sınıfı öğrencisi) - Kalın veya ince kitaplar (Nurcan 4/A sınıfı öğrencisi) - Dört Büyük Kitabın Adını Yazınız. 1- Ansiklopedi 2- Sözlük 3- Kolej Sınav Kitabı 4- Kalın Roman Kitapları (İsimsiz) Tek derdim, eğitim sistemimizde maneviyat eksenli bir eğitim anlayışının gelişmesine katkı sunmak. Çırpınışlarım, haykırışlarım bir sinek vızıltısı kadar dahi olsa bundan asla vazgeçmeyeceğim. Okullarımızda mekanik bir bilgi küpü inşa etmekten öteye geçemedik. Soruya verilen cevapların maalesef eğitim sistemimizle örtüştüğünü söyleyebiliriz. Kim bilir çocuklarımızın zihinlerinde bilmediğimiz daha kaç kutsal kitap vardır! Sınavları azaltalım yahut da kaldıralım derken, daha birinci sınıftan itibaren sınavlara hazırlamak, kurslara göndermek de neyin nesi? Ortaokullarda dershane yerine ikame edilen destekleme ve yetiştirme kursları genelde sınav odaklı bir eğitim vermekte. Sosyal ve kültürel açıdan öğrencilerin gelişim alanlarına hitap edecek bir seviyede değil. İlkokullarda da destekleme ve yetiştirme kursları olmalı. Ancak muhtevası tamamen sosyal, sanatsal, sportif ve kültürel faaliyetleri içeren bir program dâhilinde olmalıdır. Çocuklarımızın sadece akademik başarılarını dikkate almak, diğer yönlerini görmezden gelmek, ne öğrencilerimize ne de eğitim sistemimize bir katkı sunar. Bilakis sorunlu bir neslin zuhur etmesine sebebiyet verir. Minik bedenlere fazla yüklenmiyor muyuz? Biliyorum, bazıları ülke şartları diyecek. Üretim zamanı, çalışma zamanı, rekabet zamanı, ekmek aslanın ağzında diyerek ortalığı kasıp kavuracak, bir damla suda fırtına koparacaklar. Varsın koparsınlar. Aklı doyurup, ruhsal zekâyı ihmal ettiğimiz zaman, çocuklarınız, bu kutsal kitaplarla büyüyecek ve bir gün öldüğümüzde çocuklarımız bu kutsal kitaplarla mezarımızın başında hatim indirecekler! İşte o zaman bizler de toplum olarak gönül rahatlığı ile mezarlarımızda huzur içerisinde uyuyacağız! Bir başka vakit yaptığım araştırmamdan güldürücü ve düşündürücü birkaç misal vereyim.7 - Üçgen çeşitlerini sayınız? - Eşkenar üçgen, ikizkenar üçgen, üçüz kenar üçgen (Ayşe 4/A sınıfı öğrencisi) - Doğal sayılar hangileridir? - Doğal sayılar doğada bulunur. (Eren 5/A sınıfı öğrencisi) - Dikdörtgen nedir? - Dikdörtgen, dörtkenarı olan bir üçgendir. ( Mehmet -Sos/11-A sınıfı öğrencisi) - Kaç çeşit kesir vardır yazınız? - 1. Basit Kesir 2. Zor kesir (Zelal 4/B sınıfı öğrencisi) Matematik, bir disiplinler manzumesi… Mantık ve muhakeme yeteneğinin zirve noktası... Bir düşünme biçimi. Kaçamayacağımız bir sosyal olgu. Tabir-i diğerle, matematiğe hayatın karmakarışık problemlerini çözen mücessem bir bilim adamı gözüyle de bakılabilir. Ve bütün bunların yanında aklı işleten, akla kapı açan, varlıklar arasında ilişkiler kuran, neden ve niçin ile yanıp tutuşurken madde ve mana cihetiyle de hayatı anlamlandıran bir derstir de matematik. Peki, bizim için bu derece önemli olan bu ders, nasıl oluyor da can sıkıcı, korkutucu bir hale gelebiliyor? Neden matematiği öğrenemiyoruz? Niçin toplum olarak matematikten bir Merih kadar uzağız? Evvela bu dersle aramızda soğuk rüzgârların esmeye başlaması, daha ilkokul sıralarında oluşmaya başlar. Daha fazla şeyler öğretelim diye yaş problemleri, havuz problemleri gibi öğrencilerin takatlerini aşacak karışık konuları yedi, sekiz yaşındaki minik bedenlerin sırtına yüklemeye kalktığınızda, çocuklarımızda matematik fobisinin oluşmasına zemin hazırlamış olursunuz. “Öğrencilerinize neden matematik sizler için bu derece önemli?” diye bir soru yönelttiğinizde, alacağımız cevap büyük ihtimalle matematiksiz LGS, LYS, YGS ve KPSS gibi daha nice sınav çorbalarında başarılı olunamayacağı gerçeğidir. Bundandır ki, toplumda; “Matematik = sınav ya da sınav = matematik” denklemi büyük bir yekûn oluşturmaktadır. Durum, haliyle sınava endeksli olan bir dersin tam manasıyla öğrenilmemesine sebep olduğu gibi, öğrencilerimizde matematik fobisinin de oluşmasına zemin hazırlar. Oysa bizim ne ilköğretim matematik programlarımızda, ne orta öğretim matematik programlarımızda, ne de Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Başkanlığınca onaylanan matematik dersinin genel amaçları içerisinde öğrencileri LGS, LYS, YGS ve KPSS gibi sınavlara hazırlama gibi bir düşünce söz konusu değildir. Sınavlar bir araçtır sadece… Amaç olamaz… Birer araç olan sınavlar amaca dönüştüğünden, öğrencilerimiz için matematik, tıpkı tek kullanımlık bir eldiven gibi işi bitince bir köşeye atılmakta. Matematik sadece sınavlarda var, hayatın içinde yok. Matematik öğrenilmiyor, ezberleniyor, ezberletiliyor. İşte kanıtı; 2000 yılından itibaren üç yılda bir uygulan PİSA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) sonuçlarına baktığımızda, durumumuz ortada. PİSA, bir yönüyle müfredattaki kazanımların ne ölçüde gerçekleşip gerçekleşmediğini ölçmese de öğrencilerin temel yeterliliklerini, onların matematikteki bilgi ve becerilerini sınama noktasında bir boy aynası… Elbisemizin uzun ve kısalığını; giydiğimiz gömleğin büyük ve küçüklüğünü görebilmek çoğu zaman mümkün. “Örneğin PİSA 2003’de okuma becerileri testinde öğrencilerin % 36,8’i temel yeterlilik düzeyinin altında iken, bu oran, PİSA 2012’de % 21,6’ya; fen bilimleri testinde % 38,6’dan, % 26,4; matematik testinde ise % 52,3’den, %42,2’ye inmiştir. Bu sonuçlar tüm alanlarda temel yeterlilik düzeyinin altındaki öğrenci oranlarının azaldığını göstermekte ise de,8 “PISA 2003, 2006, 2009 ve son olarak 2012’deki sonuçların geneline baktığımızda, Türkiye’nin hem matematik, hem fen bilimleri hem de okuma testlerinde, uluslararası ortalamaların çok altında kalmış olduğu gerçeği hatırımızdan çıkmamalı. Ülkemizde neredeyse on yılı devirmiş olan yapılandırmacı (constructivism) eğitimle birlikte artık matematiğin ayaklarının yere sağlam basacağını ümit ediyoruz. Davranışçı ekolde matematik için önemli olan, çoğu zaman öğrencilerimizin bilişsel düzeyiydi. Bu nedenle öğretilen programlarda daha çok işlem basamağı üzerinde durulurdu. Öğrencilerimize problem diye verdiğimiz soruların başına baktığımızda tünelin sonunu görebiliyorduk. Öğretilen matematik kitaplarında belirli rutin problemler ve çözüm önerileri vardı. Dolayısıyla modası geçmiş müfredatla yetişen bir kafanın düşünce üretmesini beklemek safderunluk olurdu. Oysa 2004–2005 yılından itibaren, diğer derslerle birlikte, yenilenen matematik programımızda, problem çözme, tahmin etme, desen verme, akıl yürütme, araştırma ve karar verme gibi daha pek çok becerilerin ön plana çıktığını görebilmekteyiz. Program, öğrencilerimizin sadece bilişsel gelişim alanlarını değil, duyuşsal ve devinimsel (psiko-motor) gelişim alanlarının da gelişmesini öngörüyor. Yeter ki programa uygun hareket edilsin. Ayrıca matematikte öğrendiğimiz bilgilerin günlük yaşamda kullanılması da son derece önemlidir. Kariyer bilinci, insan hakları ve vatandaşlık, rehberlik ve psikolojik danışma gibi ara disiplinlerle de ilişkilendirilmesi, yeni müfredattaki matematiğin hayattan kopmadığını gösteren önemli ipuçları sayılır. Yeter ki eğitimcilerimiz davranışçı ekol anlayışından uzak durup yapılandırmacı eğitim modelini özümsesinler. Şimdi yazımızı destekler mahiyette “Matematiği neden sevmiyoruz, nasıl severiz?” adlı eğitimci İsmail Kadıoğlu’nun söylediklerine bir bölümüne bakalım.9 “Matematiği sevmek zorunda mıyız, matematik insanlara ne kazandırır ve neler öğretir? Matematik nedir neye yarar: Matematik, Ahmet’in dersten çıkınca, dost doğru hatasız bir şekilde evine gitmesine yarar. Matematik, yolda giderken, belediyenin açık bıraktığı çukura düşmemeyi öğretir. Matematik, yolda yürürken, bir yerlere, elektrik direğine çarpmamayı öğretir. Matematik, komşumuz karı-koca arası kavgalı haldeyken onları nasıl barıştırılacağını öğretir. Matematiği iyi olan kişi, onların problemlerinin nasıl kolay çözülmesi gerektiğini bilir. Matematik problem çözmeyi öğretir. Matematik düşünmeyi öğretir. Hem de doğru düşünmeyi öğretir. Her insan matematiksel düşünmeye sahip olmalı, her problem çözmede matematikçe düşünmeye sahip olmalı. Prof. Dr. Davis, anaokulu öğrencilerine sormuş, “6 tane kurabiyen var, arkadaşınla nasıl paylaşırdın?” Çocuk adil davranmış “3 ona, 3 bana” demiş. “Peki, başka nasıl paylaşırdın?” diye sormuş. “4 bana, 2 ona.” “Başka?” “6 bana, sıfır ona.” “Başka?” Kurabiyenin bir tanesini bölmüş, “yarım ona, 5,5 bana” demiş. Bu cevap çok ilginç değil mi? Çocuğa sunulan bu hareket, ona fırsat vermektedir. Başka çözüm yolları bulabileceği düşüncesi verildiğinde çocuk kendi yöntemleriyle problemi çözebiliyor. “Sen ne düşünüyorsun?” “Başka farklı çözüm var mı?” şeklindeki sorularla, çocukların farklı düşünce ortaya koymalarına fırsat vermeliyiz. Tabi bu tür davranışlar, okula gitmeden, aile içinde başlamak üzere, ilköğretim ağırlıklı ve lisede de bu şekilde davranıp, matematiğin zor olmadığını, yapılabilirliğini gösterip, çocuğa sevdirmeliyiz. İşte o zaman, matematik dersi, konuları biriktirmeden, günlük çalışarak sevilebilir. Matematik dersinin sevilmemesinin nedenlerinden biri, klasik anlayışla öğretilmeye çalışılmasıdır. Oyunlar ve ilgisini çeken sorular sorarak sevdirebiliriz. Kavramları, soyuttan somuta dönüştürerek. Çocukların birbirleriyle konuşmalarına fırsat vererek sevdiririz. Sevilmek zorunda ve durumunda olan bu ders neden sevilmez: Çocuklar sayılarla geç karşılaşıyorlarsa… Sayısal sonuçlar kendilerini iyi hissettirmiyorsa…” Bütün bu güzel gelişmelerin yanında asıl önemlisi, öğrencilerimize matematiği sevdirerek öğretecek olan öğretmenlerimizdir. “Eğitici bir matematik dersi; öğrenciyi sıraların üzerinde oturtarak dinleten bir ders değildir. Öğrencinin eline şerit metreyi verip sınıfta, okulun bahçesinde uzaklıkları ölçtüren; gözlemler, mukayeseler yaptıran bir derstir. Coğrafya dersi yere ve göğe ait incelemeler yaptıran ayaklı ve canlı bir derstir. Kısacası tüm dersler, sınıfın dışına taşan gezici, dolaşıcı, arayıcı, inceleyici, gözleyici olmak zorundadır.”10 Daha, yapılandırmacı eğitimin esamesi bile yokken bizim içimizden çıkmış bir eğitimcimizin 100 yıl önce söylediği bu söz çok önemlidir. Yabana atılmamalıdır. Her şeyi dışarıda arayan, kendi insanın neler yapabileceğini göremeyen, sadece Batı gözlüğü takarak hayata bakanların kulakları çınlasın! Kaynaklar: 1- http://www.esnafbulteni.com/haber/yesilaydan-uyusturucu-bagimliligini-onleme-calistayi/555/2- Bediüzzaman, Said Nursi, Münazarat3- Fazlı Arabacı, “Avrupa (Almanya, İngiltere, Hollanda, Fransa, Belçika)’da Din Öğretimi”, Cumhuriyetin 75. Yılında Türkiye’de Din Eğitimi ve Öğretimi, Türk Yurdu yayınları, Ankara,1999, s. 784- M.E.B. , Avrupa Birliği Üye Ülkelerinin Eğitim Sistemleri, s. 79-1035- John Shepherd, “İngiliz Eğitiminin Kişilik Gelişimine Katkısı”, Uluslararası Din Eğitimi Sempozyumu, s. 886- M.E.B. Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü, Avrupa Birliği Üye Ülkelerinin Eğitim Sistemleri, Ankara, 1996, s. 667- İlmen, Necati, Kırk Yamalı Bohça, Çizgi Yayınları, 2012, s. 938- Star Açık Görüş, 15 Aralık 20139- http://www.anamursedir.com/yazar.asp- İsmail Kadıoğlu.10- Hakkı Baltacıoğlu İsmail, Talim Terbiye, “İnkılâp” Yıl, 191

Çevremizdeki her bir varlık harikulade birer kudret mucizesi olduğu halde, çoğu zaman ülfet (alışılmışlık) sebebiyle, üzerinde dikkatlice düşünüp ehemmiyet veremiyoruz. Bu halimiz ile aslında büyük bir ilim ve hikmet hazinesinden mahrum kalıyoruz. İşte tam bu noktada Kur’ân, büyük bir hazineyi bizlere keşfettiriyor. Birçok ayetiyle varlıkların üstündeki sıradanlık ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıyor. Bizim için artık sıradan olmuş ve neredeyse her gün defalarca karşılaştığımız birçok varlığı tefekkürümüze sunarak üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Her şeyde Rabbimizi gösterecek, O’nun varlığını ve vahdetini bildirecek pencereler açıyor. Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Âyetler, necimler (yıldızlar) gibi ülfet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havariku’l-âdât (sürekli gerçekleşen harika) mu’cizeleri o âdiyat (sıradanlık) içerisinde gösterir.”1 Mesela Gasiye Suresinde arka arkaya şu ayetler sıralanır. “(Onlar) deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmış? Ve göğe (bakmıyorlar mı), nasıl yükseltilmiş? Ve dağlara (bakmıyorlar mı), nasıl dikilmiş? Ve yere (bakmıyorlar mı), nasıl yayılıp döşenmiş?”2 Dikkat edilirse zikredilen bu varlıklar ve fiiller o zamandaki insanların her gün iç içe olduğu şeyler idi. Günlük yaşantılarında kendisinden birçok fayda sağladıkları, gözlerinin önünde en çok bulunan devenin harika yaratılışına karşı kayıtsız kalmışlardı. Gözler sanatı gördüğü halde, basiretin sanatkârı gör(e)mediği bir durumdaydılar. Kur’ân, devenin şahsında insanın etrafındaki bütün varlıklar üstündeki sıradanlık ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırttı. “Artık ey basîret sâhibleri! İbret alın!”3 gibi birçok ayetleriyle ibret almaya, düşünmeye sevk etti. Her bir hadisenin altında gizlenmiş olan hakikatleri gösterip kainatı dolduran bir ilim ve hikmet hazinesinin kapısını açtı. Allah’ı tanıma ilmi olan Marifetullahta tükenmez bir serveti ihsan etti. Kur’ân, ihsan ettiği hidayet nuru ile kalplerindeki pası sildi. Sahabeler, Kur’ân’dan aldıkları ders ile her şeyden ders alır bir surete girdiler. Zihinleri, akılları, kalpleri ve bütün kuvvetleriyle yerlerin ve göklerin Rabbini tanımaya, anlamaya müteveccih bir hale geldiler. Adeta her bir şey, sahabelere bir muallim hükmüne geçti. Ve Rabbimizin şu iltifatına mazhar oldular. “Onlar ki, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerine (yatar) iken Allah’ı zikrederler ve gökler ile yerin yaratılışı hakkında (derin derin) düşünürler. (Ve şöyle dua ederler:) “Rabbimiz! (sen) bunları boş yere yaratmadın; sen (bundan) münezzehsin, artık bizi ateşin azabından muhafaza eyle!”4 Bizler de her gün belki de her an birçok sanat harikaları ve mucizelerle karşılaşıyoruz. Fakat ne gariptir ki ibret alınacak ve bize Rabbimizi tanıttıracak birer kudret mucizesi, sanat harikası olan bu şeylerin üzerine sıradanlık ve alışılmışlık perdesini örtüyoruz. Kalın bir gaflet perdesini üzerimize çekiyoruz. Etrafımızda bulunan Allah’ın hârika eserlerini göremez hale gelebiliyoruz. Bu durum ile büyük bir hazineden, yani yaratılışımızın en büyük gayesi ve en yüce neticesi olan marifetullahtan, Allah’ı tanımaktan mahrum kalıyoruz. Hayatımızda her gün iç içe olduğumuz bir kısım olaylarla ilk defa karşılaşsaydık, belki de hayretimizden parmaklarımızı ısıracaktık. Mesela, güneşin doğuşunu ömrümüzde sadece bir defa görecek olsaydık ne yapardık? Muhtemelen insanların çoğu o gece sabaha kadar uyumaz, güneşin doğuşunu büyük bir heyecanla beklerdi. En kaliteli video ve kameralar ile bu anı kaydetmek isterdik. Ertesi gün bu olay tüm medyada, manşetlerde birinci sıradaki haber olacaktı. Fakat ülfet perdesi ile yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdârı olan nazenin güneşi5 göremez hale geliyoruz. Garip olan şu ki en harika bir kudret mucizesi ve tüm uzuvları yerli yerinde olan yeni doğmuş bir bebeği gördüğümüzde bile sıradanlık damgasını vurup lakayt kalıyoruz. Fakat ne zaman intizamdan düşmüş, kemali değil eksikliği gösteren üç ayaklı yahut iki başlı bir insan ile karşılaştığımızda hayret edip tüm medya ile şaşkın bir gürültü çıkarıyoruz. Ve daha her gün belki de her an iç içe olduğumuz, sürekli karşılaştığımız ve yaşadığımız görmek, işitmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerimiz, çevremizde gördüğümüz her bir canlı, karşılaştığımız her bir olay ibret alınacak, hayret edilecek harikalarla dolu. Adeta her birimiz harikalar diyarında yaşıyoruz. Aslında bu dünyaya gönderilmemiz de bu harika kudret mucizelerini hayret ile izlerken bunların sahibini, şu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek değil midir? Allah’ı tanımak için ne Bâbil Kulesi yapmaya ihtiyacımız var ne de Firavunun yaptığı gibi yüksek bir kule inşa etmeye. Sadece basiretimizi kapatan ülfet perdesini atmak yeterli. “Haydi gözü(nü) çevir (de bir bak)!”6 emrine imtisal ile etrafımızı keşfedip marifetullahta tükenmez ilim ve hikmet hazinelerini bulabiliriz. İşte Kur’an-ı Kerim’in bizlere ilim, hikmet ve marifet-i İlahiye cihetiyle ihsan ettiği tükenmez bir servet ve zenginlik. Adeta her bir varlık hikmetli ve harika vaziyetleri ile baş aşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor. “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir zatın harika işlerine bak! Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar” diye ihtar ediyor.7 Ülfetten kurtulan bir insan aynı zamanda, sahip olduğu nimetlerin farkına varır. Şükür kapısını açar. Mutluluğun sırrını yakalar. İnsanların çoğunun mutlu olamamasının sebebi elindeki nimetleri unutmasıdır. Elindekileri unutup, sahip olamadıklarını düşünen bir insan mutlu olamaz. Daima huzursuzluk ile hayatından şikâyet eder. Hâlbuki insan Rabbinin kendisine ikram ettiklerini düşünürse kâinatı dolduran sınırsız nimetlere mazhar olduğunu fark eder. “Allah’ın nimetini sayacak olsanız, onu sayamazsınız.”8 Bu ayet dünyadaki bütün insanlar için geçerlidir. Dünyanın en zengin ve sağlıklı insanı, üzerindeki nimetleri saymakla bitiremeyeceği gibi en çok musibetlere, belalara ve hastalıklara maruz kalan bir insan da kendisine verilen nimetleri saymakla bitiremez. Sahip olduğumuz bir nimetin herkeste bulunması o nimetin değersiz olduğunu göstermez. Veya bizde sürekli bulunması değerden düşürmez. Mesela göz nimetinin bütün hayvanlarda da bulunması, bizim göze olan ihtiyacımızın şiddetini hafifletmez. Gözü kıymetten düşürmez. Göz bütün canlılar içerisinde sadece bizde bulunduğunda ne kadar kıymetli ise şu anda da o kadar kıymetlidir. Ülfet perdesini yırtıp, tefekkür mesleğinde yol almanın elbette birçok kazanımları olacaktır: Her şeyde Yaradanını bulan bir insan. Her yerde Rabbinin huzurunda olduğu idrakini kazanan bir kul. Resûlüllah (asm)’ın ifadesiyle imanın en mükemmeli bir makam. Nerede olursan ol. Rabbinin senin ile beraber olduğunu bilmen.9 Ve beraberinde binlerce ikram, ihlasa muvaffakiyet, günahlardan çekinmekte kuvvet, bazen bir saati bir sene nafile ibadetten hayırlı olan tefekkürî bir ibadet… Elbette ki ülfetin insana verilmesinin büyük hikmetleri de var. Sıkıntılara maruz kalan bir insanın hayata tekrar bağlanması, yeni hayat şartlarına ayak uydurması, yabancılık çekilen şeylere alışabilmek, yeni ortamlara uyum sağlayabilmek gibi birçok güzelliklerde ülfet ile elde edilir. Mesele her şeyde olduğu gibi ülfeti de yerli yerinde kullanabilmek. Ülfeti gafletin bir sebebi yapmak değil, dünya ve ahiret hayatı için ilahî bir nimet olarak kullanabilmek. Kaynaklar: 1- Mesnevi-i Nuriye, 188 (Osmanlıca Nüsha)2- Gasiye, 17-203- Haşir, 24- Âl-i İmran, 1915- Sözler, 243 (Osmanlıca Nüsha)6- Mülk, 37- Asa-yı Musa,8- İbrahim, 349- Heysemî, I, 60 (hadisten alıntı)

Bediüzzaman Hazretleri’nin İstanbul’a gelişi, yıllardır görüşmediği pek çok eski dost ve ahbabları ile ve âlim ve hocalardan eski arkadaşlarıyla görüşmesine vesile oldu. Onlardan birisi de Sebilürreşad Mecmuası’nın sahibi Eşref Edip Fergan idi. Bediüzzaman Hazretleri ile çok eskilere dayanan dostlukları vardı. Sebilürreşad’ın ellinci yılı münasebetiyle Eşref Edib’e yazdığı bir tebrik mektubunda Hazret-i Üstad; “Aziz, muhterem, sıddık, envâr-ı İslâmiyeyi elli seneden beri neşreden, hakaik-i İslâmiyeyi ehl-i dalâlete karşı müdafaa eden ve elli seneden beri benim maddî mânevî bir hakiki kardeşim ve meslektaşım, Eşref Edip!”1 diye hitab etmiştir. İstanbul’da mahkeme safahatı devam ederken Üstad Hazretleri’ni ziyarete gelen Eşref Edip kendisiyle şu uzun mülakatı gerçekleştirerek Sebilürreşad dergisinde neşreder: “Uzun bir ayrılıktan sonra; belki yirmi yedi, yirmi sekiz sene oldu Üstad’ı görmeyeli. Onu görmek, mübarek simasını doya doya seyretmek için her zaman gidip ziyaret etmek istediğim halde meşguliyetten bir türlü vakit bulamadım. Fakat o kalblerde yaşadığı için, manevi varlığı ile daima beraberdik. Bu, gönüllerdeki iştiyakı bir dereceye kadar tatmin etmez miydi? Kendisini görüp kucaklaştığımız zaman, onun nuranî simasının verdiği zevk, maddî hasretin de ne kadar büyük olduğunu gösterdi. Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar hemen her gün idarehaneye gelir; Mehmed Âkifler, Naimler, Feridler, İzmirlilerle (İzmirli İsmail Hakkı) birlikte saatlerce tatlı tatlı sohbetlerde bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur, onun konuşmasındaki kahramanlık bizi de heyecanlandırırdı. Harikulâde fıtrî bir zekâ, ilâhî bir mevhibe. En zor meselelerde, zekâsının kudret ve azameti kendisini gösterir. Daima işleyen ve düşünen bir kafa. Nakillerle pek meşgul değil. Onun rehberi yalnız Kur’ân. Bütün feyiz ve zekâ kaynağı bu. Bütün o lem’alar, doğrudan doğruya bu kaynaktan nebean ediyor. Bir müçtehid, bir imam kadar rey sahibi. Kalbi bir Sahabî kadar imanla dolu. Ruhunda Ömer’in şehameti var. Yirminci Asırda Devr-i Saadeti nefsinde yaşatan bir mü’min, bütün hedefi iman ve Kur’ân. İslamın ana gayesi olan “Tevhid” ve “Allaha İman” esası, onun ve Risale-i Nur’un en büyük umdesidir. Devr-i Saadette, Müslümanlığın ilk kuruluş zamanlarında olsaydı, Hazreti Peygamber, Kâbe’deki putların parçalanması vazifesini ona verirdi. Şirk’e ve putperestliğe o derece düşmandır. Mücahede ile gönüllerde iman ve Kur’ân hakikatlerini yerleştirmek için geçen uzun, bir asra yakın bir ömür. Fazilet ve kahramanlıkla geçen bir ömür. Harb meydanlarında, mücahidlerin önünde, kılınç elinde, dimdik ayakta düşmana saldıran bir kahraman. Esârette, düşman kumandanına karşı koyan bir kahraman. İdam sehpasında, düşman kumandanını düşündüren, insafa getiren bir kahraman... Millet ve memleket için canını vermekten zerre kadar çekinmeyen bir fedai. Fitnenin, bozgunculuğun en müthiş düşmanı. Milletin menfaati için, her türlü zulme, işkenceye tahammül ediyor. Ona zulmedenlere beddua bile etmez. Onu zindanlara atanlara, ancak hayır ve iman temenni eder. Gaye uğrunda ölüm, onun için basit bir şeydir. Kendisi bir çanak çorba, bir bardak su, bir lokma ekmekle beslenir. Elbisesi pek basit ve fakiranedir. Beyaz Amerikan bezinden pamuklu bir hırka. Çamaşırını kirlenmeden değiştirir ve temizletir. Temizliğe fevkalâde itina eder. Kâğıt parayı tutmaz ve üstünde taşımaz. Mal-mülk namına dünyada hiçbir şeyi yok. Kendi için yaşamaz, toplum için yaşar. Yapısı ufak tefektir, fakat heybetlidir, haşmetlidir. Gözleri birer şems-i tâban gibi nur saçar. Bakışları şahanedir. Maddeten, belki dünyanın en fakir adamıdır; fakat maneviyat âleminin sultanıdır. Seksen küsûr senenin elemleri yüzünde bir buruşuk yapamamış, yalnız saçlarını ağartmıştır. Rengi, pembe beyazdır. Sakalı yoktur. Bir delikanlı kadar zindedir. Halim ve selimdir. Fakat heyecana geldiği zaman bir arslan tavrı alır, iki dizinin üstüne doğrulur, bir sultan gibi konuşur. En sevmediği şey siyasettir. 35 senedir bir gazeteyi eline almış değildir. Dünya işleri ile alâkasını kesmiştir. Akşam namazından sonra ertesi gün öğleye kadar kimseyi kabul etmez, ibadetle meşgul olur. Pek az uyur. Talebelerini de siyasetten şiddetle meneder. Memleketin her tarafında 600 bini geçen, belki bir milyonu bulan talebeleri memleketin en faziletli evlâtlarıdır. Üniversitenin muhtelif fakültelerinde müsbet ilimler tahsil eden şâkirdleri pek çoktur, yüzlercedir, binlercedir. Hiçbir Nur Talebesi yoktur ki, sınıfının en faziletlisi, en çalışkanı olmasın. Memleketin her tarafında bulunan bu yüz binlerce Risale-i Nur Talebesi’nden hiçbirinin, hiçbir yerde âsayişi ihlal eden hiçbir hareketi, hiçbir vakası yoktur. Her Nur Talebesi, hükümetin nizam ve intizamın tabiî birer muhâfızıdır; asayişin manevi bekçisidir. İstanbul seyahatinden muztarip olup olmadığını sordum: – Bana ızdırab veren, dedi, yalnız İslam’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet (karşı koymak) kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz, çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin (toplumun) basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbali (geleceği) selamette olsa! – Yüzbinlerce imanlı talebeleriniz size âtî (gelecek) için ümit ve teselli vermiyor mu? – Evet, büsbütün ümitsiz değilim. Dünya, büyük bir manevi buhran geçiriyor. Manevi temelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taûn felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî illete (bulaşıcı hastalığa) karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş (bozulmuş), bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze (taptaze) iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş (toplamış) bulunuyorum. Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolâstik2 bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır (asrımız) fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin mes’eleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler te’lif eyledim. Fakat ben, öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün cemiyet yoktur. Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar görüşler! Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harblerde, bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti. Benim fıtratım (yaradılışım), zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye (İslam’ın izzet ve kahramanlığı) beni bu halde bulunmaktan şiddetle meneder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zâlim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem (alçalmam). Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. -Nitekim öyle oldu- Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı. İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selameti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin -adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade- imanını kurtarmağa vesile oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamdolsun. Sonra, ben cemiyetin iman selameti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu. Cemiyetin, yalnız yirmi milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin3 imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur. Hazret coşmuştu. Bir yanardağ gibi lâvlar saçıyordu. Bir fırtına gibi gönül denizini dalgalandırıyordu. Bir şelâle gibi haşmetli zemzemlerle ruhun en derin noktalarına çarpıyordu. Çok heyecanlanmıştı. Millet kürsüsünde coşmuş bir hatib gibi devam ediyor, sözünün kesilmesini istemiyordu. Yorulduğunu hissettim. Bu heyecanlı bahsi değiştireyim, dedim. – Mahkemede sıkıldınız mı? diye sordum. Dinî tedrisata (eğitime), kadınlarımızın, muhterem hemşirelerimizin terbiye-i İslâmiye dairesinde iffet ve şereflerini muhafaza etmelerine taraftar olmanın bir suç olduğuna dair kanunlarda bir madde var mı? “Kalbe gelen hakikat” gibi tâbirleri de şahsî nüfuz temini maksadına delil göstermelerinin mânâsını da bu ilimle, hukukla meşgul doçentlerden sorarım. Üstadla görüşmemiz çok uzamıştı. Müsâade alıp ayrıldığım zaman vakit hayli geçmişti. 1952 Eşref Edib”4 Kaynaklar: 1- Son Şahitler, c. 1, s. 1712- Orta çağda, papazların dînî görüşlerinin baskısı altında yapılan eğitim usulü.3- Sebilürreşad Dergisi, C. 5, sayı 119, s. 3024- Tarihçe-i Hayat, s. 626

Meşhurdur ki, ıydin hilâline bakardı cemâat-i kesîre. Kimse bir şey görmedi. Zavallı bir ihtiyâr yemin etti ki: “Gördüm!” Hâlbuki gördüğü, kirpiğinin tekavvüs etmiş beyaz bir kılı idi. O kıl oldu onun hilâli. O mukavves kıl nerede? Hilâl olmuş kamer nerede? Ger anladın şu remzi, zerrâttaki harekât, kirpik-i aklın olmuş, birer kıl-ı zulmetdâr, kör etmiş maddî gözü. Teşkîl-i cümle envâ‘ fâilini göremez, düşer başına dalâl. O hareket nerede? Nazzâm-ı kevn nerede? Onu ona vehmetmek, muhâl ender muhâl. Yüzeysel, üstünkörü, inceleme ve araştırma yapmayan, yoğunlaşmayan, tüm ilgisiyle bir şeye yönelmeyen, bizzat değil dolaylı değer veren bir düşünce, imkânsızı mümkün görür. Bediüzzaman Hazretleri bu düşüncesine, yaşandığı nakledilen ve Mevlana’nın da alıntıladığı olayı kaynak göstermeksizin örnek vermektedir. Olay kısaca şöyle anlatılmaktadır: Büyük bir kalabalık Ramazan hilalini görmek için gökyüzüne bakardı. Kimse hilali görmediği halde ihtiyar bir adam “hilali gördüm” dedi. Gerçekte ise ağarmış kaşlarından gözüne doğru inen beyaz bir kılı görmüştü. Elini ıslatıp kaşını düzelttiğinde ise o da artık hilali görmediğini söyledi. Bu olayda insanlar, hilali görmek amacıyla gökyüzüne bakmaktadırlar. Herkesin düşüncesi kastı, amacı, bilinci hilali görmeye kitlenmiştir. Kimse kaşının veya bir saç telinin göz önüne sarkacağını dolayısıyla o kılı göreceğini aklına dahi getirmemektedir. Yani hilali görmeye kitlenen bütün düşünceler, bilinçler o göze sarkan bir kılı üstünkörü, yüzeysel ve dolaylı olarak görmektedirler. Bilinçli bir şekilde, ilgiyle kılı görmek için bakmamaktadırlar. Bediüzzaman Hazretleri buradan hareketle gerçekleşmesi imkânsız olaylara/nesnelere üstünkörü dolaylı olarak bakıldığı takdirde onların mümkün görüleceğini ifade etmektedir. Aynen hilal olması imkânsız olan beyaz bir kılın hilal sanılması gibi. Günlük hayatta da birçok defalar bu hataya düşen insanlar bulunmaktadır. Sabah işine giderken ayna karşısında üst başını düzelten insanlar, aynanın bir kısım küçük lekelerini göremezler. Lakin evin hanımı hemen fark eder ve temizler. Bu iki bakış arasındaki fark, yoğunlaştıkları noktaların farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Birisi üstüne başına dikkat ederken aynaya üstünkörü bakar temiz sanır. Diğeri aynaya bakar tüm lekeleri görür ve temizler. Evet, insan bir noktaya yoğunlaştığında çoğu zaman başka yerlere üstünkörü ve yüzeysel bakmaktadır. Kasten ve bizzat ilgiyle bakmadığı fakat gözüne çarpan alanlardaki gerçekleri ise görmemekte veya yanlış değerlendirmektedir. Hz. Üstad, insanların günlük yaşamda düştüğü bu hatanın inanç boyutunda da görüldüğünü ve insanları birçok manevi tehlikelere sürüklediğini ifade etmektedir. Varoluş sırrını anlamaya çalışan insanoğlu her şeyi yaratanın kim olduğunu tarih boyunca sorgulaya gelmiştir. Bu konuda sayısız kitaplar yazmıştır. Araştırmalar yapmıştır. Özellikle son dönemde, atomların diziliminden varlıkların meydana geldiği zannına kapılmışlardır. İnsanlar, her bir varlığın ve türlerin oluşumunu atomların tesadüfen dizilimden ibaret sanmışlardır. Çünkü bu âlem ve içindekiler için bir fâil, özne, yaratıcı, ilah aramaktadırlar. Bu kasıtla etraflarına bakmaktadırlar. Yoğunlaştıkları, yöneldikleri, aradıkları, dikkat kesildikleri nokta âlem sarayının mucidini ve yaratanını bulmaktır. Bu arayış içinde iken atomlara rast geldiler. Atomların her şeyle olan münasebetini gördüler. Âleme bir fâil arama kastı ile meydana çıkıp atoma rast gelince her şeyin atomlar tarafından yapıldığı zannına kapıldılar. Bir ilah yerine atomlar sayısınca ilahları kabul etmek zorunda kaldılar. İnsan kaşındaki bir kılın göz önüne gelerek onu hilal sanıp aldanması gibi atomlar da akıl gözünün önüne gelip aklın yanılmasına sebep olmuştur. Basireti kapatmıştır. Gözü perdeleyen en küçük bir şey nasıl ki gerçeği görmemizi engelliyorsa akıl gözünün önündeki küçük bir engel de gerçeği görmemizi engellemektedir. Eğer insanlar atomların, yüce Allah’ın sahip olduğu tüm sıfatlara ve isimlere sahip olup olmadıklarına bakabilselerdi bu hataya düşmezlerdi. Âlemi kusursuz bir düzen içinde yaratan Allah nerede? Atomların ilah olması nerede? Demek ki insan acele etmemelidir. Düşünmelidir. Verdiği hüküm hakkında yoğunlaşmalıdır. Altın arayan bir insanın üstünkörü olarak gördüğü aptal altınını eline alıp “altın buldum” demesine benzememelidir. “Kur’ân âyîne ister, vekil istemez” Ümmetteki cumhuru, hem avâmın umumu, burhândan ziyâde me’hazdeki kudsiyet şevk-i itâat verir, sevk eder imtisâle. Şerîat, yüzde doksanı müsellemât-ı şer‘î, zarûriyât-ı dînî birer elmas sütundur. İctihâdî, hilâfî, fer‘î olan mesâil, yüzde ancak on olur. Doksan elmas sütunu, on altının sâhibi kesesine koyamaz. Ona tâbi‘ kılamaz. Elmasların ma‘deni Kur’ân ve hem hadîstir. Onun malı, oradan her zaman istemeli. Kitaplar, ictihâdlar Kur’ân’ın aynası, yahud dürbünü olmalı. Gölge, vekil istemez o şems-i mu‘ciz-beyân. Müslüman halkın inançlarını güçlendirip onları dindar bir hayata teşvik edecek ve Müslümanların dindeki gevşekliğini, ihmalini ortadan kaldıracak en etkili yol delil göstermekten çok kutsallık düşüncesidir. İtaat ettikleri emirlerin kudsiyetini/yüceliğini bilmek veya işitmek onlar üzerinde son derece etkilidir. Hz. Üstad birer elmas sütun değerinde olan dinin temel esaslarının ve açık hükümlerinin (zaruriyat) şeriatın yüzde doksanını oluşturduğunu ve bunların ana kaynağının Kur’an-ı Kerim ve onun tefsiri olan Hadis-i Şerifler olduğunu ifade etmektedir. Dinin bu zaruriyat meselelerini ifade ederken de Kur’an-ı Kerimi ve Hadis-i Şerifleri öne sürmek gerekmektedir. Altın değerinde olan ictihadî konuların ise şeriatın yüzde onunu teşkil ettiğini beyan etmektedir. Yüzde on olan ictihadî konuları zaruriyata öncelemek doğru değildir. Devam edecek

Osmanlı’daki kullanımı ile Dârüşşifalar en basit anlamıyla, halka sağlık hizmetlerinin sunulduğu yerler olarak tarif edilebilir. Anadolu'da "Dârüşşifa" adından başka "Şifahane", "Mâristan", "Bîmaristan", "Dârüssıhha", "Dârülâfiye", "Me'menülistirahe", "Dârüttıb" isimleri verilmiştir. Dârüşşifa adı altında toplanan bu yapılar emin ve güven verici kadrolara sahip, sağlık açısından güvenilecek kuruluşlar olmuşlardır. Bu sağlık kuruluşlarında din, dil ve ırk farkı gözetilmeden halka sağlık hizmeti sunulmuştur. Bu kuruluşlarda görevlendirilecek hekimlerin tıp ilmine vâkıf ve cerrahide mahir olması şartı her devirde geçerli olmuştur. Hastalara psikolojik tedavi metotları (müzik, su sesi ve güzel kokuyla tedavi) uygulanmış, hatta bu durum vakfiyelerinde de belirtilmiştir. Sağlık kuruluşlarının önemli diğer bir görevi ise tedaviyi gerçekleştirecek ilaçların buralarda imâl edilmesidir. Bu ilaçlar Vâkıf'ın koyduğu şartlar çerçevesinde hastaya verilmiştir. Dârüşşifaların ana gayelerinden diğeri ise, tıp eğitiminin burada yapılmasıydı. Zamanında kullanılan eğitim metodunun usta-çırak şeklinde olması, bu kuruluşların müesseseleşmiş olmasına rağmen müderrislerin (hoca) icazetli (diploma, meslekî belge) olma şartı aranmaktaydı. İlk defa medrese eğitiminin Selçuklu veziri Nizâmülmülk tarafından düzenli bir şekle konulması ve çok sayıda medresenin adına inşa edilmiş olması, eğitimde devletin desteğini göstermektedir. Bu medreselerde İslâmî bilimler gibi fen ilimlerine de yer verildiğini, tıp, matematik, astronomi gibi derslerin okutulduğunu öğreniyoruz. Anadolu'da inşa edilen Selçuklu ve Osmanlı dönemi Dârüşşifalarının Nizamiye medreselerinin bilimsel hiyerarşisini aratmayan bir şekilde işlevlerini sürdürdükleri de bilinmektedir. Ayrıca Evliya Çelebi, Seyahatname'de Dârüşşifalarla ilgili geniş bilgi vermektedir. Osmanlı döneminin devraldığı Dârüşşifa yapılarının işlevlerini aynen sürdürmelerini sağladığı, tıp eğitimini ve sağlık hizmetlerini bir sosyal yardım anlayışı olarak başından sonuna kadar götürdüğü de bilinmektedir. Vakfiyelerde belirlenen müşterek özelliklerden biri devletin katkısı olmaksızın, vakıf gelirleriyle işleyen Osmanlı Dârüşşifalarında, hastaların iyileşmesi için gerekli olan hiçbir masraftan kaçınılmadığının anlaşılmasıdır. Bir taraftan sürekli hastaların yataklı tedavisi yapılmış, öte yandan belli günlerde poliklinik yapılarak hastalara gerekli olan ilaçlar karşılıksız olarak, Dârüşşifaların eczacıları tarafından hazırlanan macun, şurup, hubab (hap, draje) şeklinde verilmiştir. Bu Dârüşşifaların vakıf gelirleri oranında günlük ilâç ve mutfak masrafı tahsis edilmiştir. Osmanlı döneminde yalnız Anadolu değil, diğer sınırlar içindeki şehirlerde de Dârüşşifalar inşa edilmiş ve bunlara vakıflar tahsis edilmişti. Edirne II. Bayezid Dârüşşifası'nın kurucusu Fatih Sultan Mehmed'in oğlu ve XII. Osmanlı Padişahı II. Bâyezid'dir. Temeli 1484 yılında atılmış ve dört yıl gibi kısa sürede, 1488 yılında tamamlanarak hizmete açılmıştır. Dârüşşifa'nın kuruluşundaki ana gaye, ikinci başkent Edirne'yi bir Dârüşşifaya (hastane) kavuşturmak, aynı zamanda İstanbul'daki Fatih külliyesinden sonra Edirne’de de bir külliye kurma ihtiyacı oluşudur. Bu külliyede ana yapı Dârüşşifa’dır. Dârüşşifa’da hekim yetiştirilebilmesi için dönemin temel bilimlerini öğreten birde Medrese-i Etıbbâ yani tıp medresesi kurulmuştur. Teorik ve pratik yönden birbirinin tamamlayıcısı olan bu iki ünitenin günümüzdeki karşılığı Tıp Fakültesi’dir. Medresede okuyan öğrenciler, Dârüşşifa’daki uzman hekimler yanında yetişmektedirler. Çok kubbeli yapısı ile dikkat çeken bu binalar topluluğunun mimarı ise Mimar Hayrettin'dir. Sultan II. Bayezid Külliyesi; döneminin en önemli, sağlık, sosyal, eğitim ve dini kurumlarından biridir. Külliye, hastane, tıp medresesi, cami, misafirhane, imaret, hamam ve köprü gibi çok sayıda birimden oluşur. Çok amaçlı düşünülen bu külliye aynı zamanda dönemin sosyal devlet anlayışını yansıtır. Külliyenin şifahanesinde hastalara bakılmış, medresesinde öğrenciler yetiştirilmiş, camisinde ibadet edilmiş, tabhânesinde misafirler ağırlanmış, aşhanesinde ise fakir fukara doyurulmuştur. Dârüşşifa, az personelle çok hizmet vermeyi amaçlayan merkezi bir hastane olması ve bu alandaki ihtiyaçlarının ayrıntılı bir şekilde düşünülerek planlanmış olması açısından dünyada ilktir, benzerleri batıda ancak 200 yıl sonra yapılmaya başlamıştır. Bu hastanede, musikinin ve su sesinin huzur verici tınıları taş duvarlarda yankılanarak şifaya dönüşür. İbni Sina'dan Farabi'ye; Selçuklulardan Osmanlılara uzanan köklü bir müzik terapi anlayışı, fiziksel ve ruhsal hastalıkların tedavisinde başarı ile uygulanır. Evliya Çelebi'nin "Orada öyle bir Dârüşşifa vardır ki; dil ile tarif edilmez, kalem ile yazılmaz" diyerek tanımladığı hastanesi, 400 yıl boyunca aralıksız olarak hastalara şifa dağıtır. Edirne Dârüşşifası, kuruluşunda çok yönlü bir hastanedir. İlk yıllardaki kadrosunda 1 hekimbaşı, 2 hekim, 2 cerrah, 2 göz hekimi ve 2 eczacı bulunur. Bu hastanede görev yapan Hekimbaşılarına vakıf bütçesinden günde 30, diğer hekimlere ise günde 15'er akçe ödenirdi. Toplam personel sayısı 21, hastanenin yatak sayısı ise 32'ydi. Bu bölümlerdeki uygulama günümüzün eğitim ve uygulama hastanelerini andırır. Tıp Medresesi'nde eğitim gören öğrenciler aynı zamanda Dârüşşifada usta çırak ilişkisi ile eğitimlerini tamamlarlardı. Evliya Çelebi, medrese için; "Külliyenin içinde Medresetü'l Etıbba ve odalarında talebeler vardır ki, her biri daima Eflatun, Sokrat, Filbos, Aristotales, Galen, Pisagor gibi âlimlerden söz eden olgun tabiplerdir. Her biri bir fenne yönelip, hekimlik ilminde kıymetli kitaplara değer vererek, âdemoğullarının derdine deva bulmaya çalışırlar." diye yazmıştır. Külliyenin medresesi, döneminin en önemli tıp okullarından biriydi ve hastaneye hekim yetiştirirdi. Önem derecesi açısından Osmanlının üst derecesi sayılan altmışlık medreseler arasında yer alırdı. Medrese hocası günde 50, yardımcıları 7'şer akçe alır. Öğretim kadrosu dışında 3 yardımcı personel vardır. Talebelerde günde 2'şer akçe almakta idiler. Uzun yıllar dertlilere deva olan bu şifâ yurdu, daha sonraki yıllarda, sadece akıl ve ruh hastalarının tedavi edildiği bir merkeze dönüşmüştür. Bu hastanenin en büyük özelliği tedavide dönemin hekimlik bilgilerinin yanında musiki, su sesi ve güzel kokuların kullanılmış olmasıdır. On kişiden oluşan hanende ve sazende topluluğu, haftanın üç günü müzik sahnesinde yerini alır, her hastalığa göre farklı makam çalıp söylerlerdi. Örneğin, havale ve felç rahatsızlıklarında Rast, sinirli kişilere Irak, baş ağrısı için Rehavi, kalp hastalıkları için Zengule, zihni açıp zekâyı arttırmak için ise İsfahan makamı çalınırdı. Bu medresede okutulan ve birçoğu Sultan II. Bayezid tarafından bizzat bağışlanan tıp kitapları günümüze kadar ulaşmıştır. Dönemin hekimliğini anlatan 37 adet kitap şu an Selimiye El Yazması Eserler Kütüphanesi'nde koruma altındadır. Osmanlı-Rus savaşında Edirne’nin işgali üzerine akıl hastaları 1877-1878 yılında İstanbul Toptaşı Bimarhanesi’ne gönderildi. Savaştan sonra onarılan Edirne Dârüşşifası, 23 Kasım 1893 tarihinde yeniden hasta kabul etmeye başladı. 1915 yılında Dr. Mazhar Osman’ın girişimiyle son akıl hastaları başka hastanelere sevk edilmiş ve 427 senelik bir hastane kapatılmış oldu. Günümüzde ise Trakya Üniversitesi’ne bağlı “Sağlık Müzesi” olarak kullanılmaktadır.