
Müülakat: Cemal TOKGÖZ Ahşap UstasıMülakatı Yapan: Metin UÇAR Cemal Usta, Bursa Nilüfer’de Küçük Sanayide bir dükkân sahibi. Lezzet bizzat işin, çalışmanın, sa’yin içindedir anlayışıyla iş yapan nadir sanatkârlardan. Derdi, para pul değil. Kendini işine vermiş. Zorluklarını bilerek, fakat mesleğin kendisiyle kaybolup gitmesinden de endişe ederek çalışıyor. Bursa’da namlı bir usta. Merak ettik kendisini ve mesleğin hal ve geleceğini. Kapısını çaldık; sorduk dinledik. Kendinizi tanıtır mısınız? İsmim Cemal Tokgöz. Benim işim ahşap işi. Şimdiki gençlere zor geliyor Zorluklarına katlanmadıkları için bu işi yapmıyorlar. Sabır lazım. Bir de şimdi sunta, mdf falan çıktı. Al yapıştır, bitti. Şimdi ağaç işine kimse yanaşmıyor. Çünkü hem pahalı iş, hem de zahmetli. Herkes mobilya yapıyor. Suntadan, mdfden yapıyor. Kes kes yapıştır. Bizim yaptığımız işe bakılırsa artık bunu da yüzeysel yapıyorlar. Bakın bu örnek bu tek parça değil. Bunu kimse böyle yapmaz. Verir makineye tık tık olur. Bizim işte mesela bakın bu 12 parça hepsi bir araya geliyor. Bu mesleğe gençleri özendirmek için ne yapmamız lazım? Valla gelen çırak oluyor ama çok durmuyorlar. Hiçbiri yanaşmıyor. Gidiyorlar. Bir de bu işin para kısmı var. Şimdi bu işleri artık programla, bilgisayarla yapıyorlar. İşin püf noktası geometrik şekiller. Bu motif desenin derecelerini kendin bulup kendin çiziyorsun. Bakın bu formu bilgisayar yapamaz; bunu sen kendi kafana göre yapıyorsun. Bunun diğer parçasını da buna göre yapıyorsun. Bak bunda çivi falan yok. Ağırlıklı olarak ne çalışıyorsunuz? Ağırlık olarak hep ahşap çalışıyorum. Mesela ofis yaptım, tamamen ahşap. Masasına sandalyesine kadar… İşte bu benim çalışmam dediğiniz bir çalışma var mı? Zaten benim dostlarım da diyor, en iyi yaptığım iş camiye yaptığın iş. Küçük Sanayiinin Camisinin ahşap kısımlarını ben yaptım tamamen. Hiçbirisinde çivi kullanmadım. Tarihte yapılanlarla boy ölçüşemem, fakat Cumhuriyetten sonra bunun üstüne yoktur. Bunu iddia edebilirim. Ne var ki insanlar anlamıyor. Halbuki burası sanayi, burada herkes meslek sahibi. Demem o ki sen istediğin kadar sanatını konuştur, çok da fark etmiyor. Bizim işlerin handikabı uzun süreli olması. Ben kimseye zaman vermiyorum. İş bittiğinde biter. Bu yaptığınız işlerde gençler bakmıyor diyoruz ama belli olmaz. Sizin yaptığınız işin asıl dinamiği yani bu işin altında yatan, sizi çalışmaya ve bu işte sebat etmeye sebep olan nedir? Benim Allah'tan tek dileğim, bu dükkânda canımı alsın. Ben devam edebildiğim kadar buradayım. Niye? Bağlıyım ben. Bir şey yaptığın zaman, böyle kendini verdiğin zaman hafifliyorsun bir kere. O sana yetiyor işte. Milletler sanatlarıyla kültürleriyle yaşarlar. Bir taraftan da sanatkâr ve bu işleri yapanlarıyla yaşıyorlar. Bu işin devam ettireni olması lazım ki arkadan gelenlere yol açması gerekiyor. Bu sanata meyili olan insanlar sanattan ziyade paraya bakıyorlar. Bana gelip diyorlar “Hala mı ya sen bu işi mi yapıyorsun?” Ama şimdi 500 sene geçsin “Bunu kim yaptı?” diye sorsalar Cemal Usta diyecekler. Neden sanat yaşar. Hele gündelik değil de hakikaten sanat ve kalite ile yapılan işler uzun ömürlü olurlar. Bu işte paraya bakmayacaksın, sanata bakacaksın. Cemal usta bu işlere âşık, devam ettiriyor. Ne olmalı, birileri bu işlere sahip çıkması lazım yani bu konuda bir tedbir alınması lazım değil mi? Şimdi devlet buna biraz el attı galiba. Bu tip işlerde vergi muaf oldu. Ben 62’den beri devlete vergi veriyorum. Şimdi verginin kaldırılması elbette iyi oldu. Belediyeler meslek kursları adı altında eğitimler veriyorlar. Sanat ehli birileri var deyip gerek okullar, gerekse bu tarz kurumlar veya özel teşekküller bu işlerin devamını sağlayacak çalışmalar yapsalar iyi olmaz mı? Yok göremiyorlar, diyemiyorlar. Bir ara Üftade Camiinin tamirini yapıyorlar. Sonra götüremiyorlar. Ondan sonra bana geldiler, ben yapamam falan. Sonra orda inşaat kalfası Ali Bey; Cemal Usta dedi orda bir yer var, onu sen onarırsın dedi. Ben de tamam olur, dedim. Sonra kamyon geldi, üstünde koskoca kubbe; kubbeden baktığın zaman yıldızlar görünüyor. O kubbeyi bana getirdiler; öyle geldi yani. Üstümde kaldı. Tarihi eser, tehlikeli bir şey. Yani bir şey olsa yandın. Ben onu onardım. Burada aylarca onardım. Ondan sonra götürdüler. Hatta bizim mimar vardı. Adnan Bey, o geldi. Ver şu ellerini öpeyim, dedi. İşte bu böyle olur. Böyle onarılır, dedi. Biz bir gidip görelim dedik, hattatı getirmişler masmavi yapmışlar her tarafını, nerede kaldı tamir, nerede kaldı tarih. Tarihi uçurdular. Ne arayan oldu ne soran, o kubbe gökten düştü sanki oraya. Yani bu işlerin ve yapanların kıymeti çok da bilinmiyor. Kündekarilik kayboluyormuş, kimin umurunda Allah aşkına! Bu işte sabır çok önemli Yılmak yok. Benim babam da bu işten yılmazdı. Yılmayan bir adamdı. Ben 60 yaşlarındayken eve gittim; babam evdeydi. Ne oldu Cemal Usta yoruldu mu, dedi. Yoruldum baba, dedim. Ben bunu derken 60 yaşındaydım. Yoruldun ha, dedi. Ben dedi, 74 yaşındayken iskelede çalışıyordum. Ya bizim baba da öyleydi. Yorulmak yok. Benim arkadaşım var, geceli gündüzlü hala bu işi mi yapıyorsun, bırak artık kenara geç, dinlen, diyor. Yahu kardeşim, ben senden para mı istiyorum, rahat bırak beni. Benim işim bu. Kendimi rahat hissettiğim, adadığım… Tarihi açıdan bir pencere açılıyor. Bunu da yaşatan bir tarafı var. Bu önemli. Sadece tarihte mi kalacak bu yapılan şeyler. Günümüzde kimse yok mu? Devam ettirenler olmayacak mı? Bir sanatkârdan duymuştum, şöyle anlatıyor. Çocuğunu getirdi, eti de benim kemiği de benim, diyormuş. Eskiden tam tersini söylerlerdi. Eti de senin, kemiği de… Adam geldi kaç para vereceksin, diye soruyor; önce parayı soruyor. Sanatı kapma derdi yok. Bu işin devam etmesi için yönlendirme olması gerekiyor. Bu işe Kültür Bakanlığı mı, Belediyeler mi olur, başka kurum mu olur biraz da bu işlere sahip çıkması lazım. Sanatkârlara sahip çıkılmalı. Milletler sanatıyla, sanatkârıyla var olurlar. Eserler ortada. Bu biraz da takdir-i İlahi. Kıymetini bilenler elbette olacaktır. Bugün meslek okulları var. Meslek edindirme kursları var. Buralardaki talebelerden bu işlere yönlendirme olmalı. Bizim gibi çekirdekten yetişen ve bu işlere gönülden bağlı insanlara da buralarda alanlar açılmalı. Yoksa bizim yetiştirdiklerimiz sadece para kazanıyor. Sanatı koruma derdinde olan az. Anne babalar da çocuklarına kıyamıyor. Allah sonumuzu hayr etsin.

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akıl sahipleri için (Allah’ın varlığına ve birliğine dair) deliller vardır.” (Âl-i İmran, 190) Dünyamız Güneş sisteminin üçüncü gezegenidir. Ve hayatın olduğu tek gezegendir. Dünya üzerinde hayatın var olması ve devam edebilmesi için o kadar çok şartlar ve dengeler vardır ki, bütün bu şartların ve dengelerin tesadüfî olarak bir araya gelmesi mümkün değildir. Bu şartlar ve dengeler ancak ilim, irade ve sonsuz bir kudret sahibi olan, dünyada yaşayan bitki, hayvan ve insanlara şefkat eden bir Zât tarafından bir araya getirebilir. Bunların bir kısmı üzerinde duralım. Dünyanın Güneşe Olan Uzaklığı Dünyanın Güneşe olan uzaklığı ortalama 150 milyon km’dir. Bu uzaklık ideal bir uzaklıktır. Çünkü bu uzaklık sayesinde canlıların yaşamasına uygun ılıman, hoş bir iklim sağlanmıştır. Bu ılıman iklim yüzyıllar boyunca muhafaza edilmiş, sıcaklık hayata zararlı olacak derecede ne çok fazla, ne de çok az olmuştur. Eğer dünyamız Güneşe şimdiki mesafeden daha yakın olsaydı sıcaktan kavrulurduk. Eğer bir miktar fazla uzakta olsaydık o zamanda soğuktan donardık. Güneş enerjisi şu andaki durumdan % 10 kadar daha az gelseydi, her taraf metrelerce kalınlıkta buzlarla dolu olacak ve hayat bitecekti.1 Dünyanın Büyüklük ve Küçüklüğü Dünyanın büyüklüğü de hayatın var olması için ideal büyüklüktür. Çünkü eğer dünya şimdiki halinden biraz daha küçük olsaydı çekim kuvveti azalacak atmosferin bir kısmını tutamayacaktı. Bu ise hayatı tehlikeye sokacaktı. Eğer büyük olsaydı atmosferin biraz daha kalın olmasına sebep olacaktı. Bu ise dünyaya ihtiyacı kadar ışının gelmesini önleyecekti.2 Bu hal de hayatı tehlikeye sokacaktı. Dünyanın Dönüş Hızı Dünyanın Güneş etrafındaki hızı ortalama saniyede 30 km,3 kendi etrafındaki hızı ise saatte 1670 km’dir. Eğer bu hız 1670 değil de, 200 km olsaydı, gündüz ve gece şimdi olduğundan on kat daha uzun olacak, öyle olunca da, yaz aylarında gündüz ısının çokluğundan bitkiler kavrulacak, uzun gecelerde havaların soğumasıyla dünyadakiler donup mahvolacaklardı.4 Dünyanın Meyilli Dönüşü Dünyanın kendi etrafında 23 derecelik bir meyille dönmesi de önemli bir ısı faktörüdür. Bu meyil sayesinde, mevsimler oluşur. Eğer Dünya’ya böyle bir meyil verilmeseydi, mevsimler olmaz ve okyanustan yükselen buharlar kuzeye ve güneye akın ederler, kıtaları birer buz parçası yaparlardı.5 Atmosferdeki Gazlar Atmosfer, dünyamızın etrafını saran gaz tabakasına verilen isimdir. Atmosferi oluşturan gazlarda pek çok hayatî dengeler müşahede edilir. Bu dengelerden yalnızca birinin bozulması hayatı tehlikeye sokar. Atmosferde % 77 azot, % 21 oksijen ve % 2 oranında da diğer gazlar vardır.6 Bilindiği gibi oksijen yanıcı bir maddedir. Eğer oksijen % 21 oranında değil de, biraz daha fazla olsaydı, ocağı yakmak için kibrit çakıldığında bir yangın çıkabilirdi. Ya da biraz daha az olsaydı, boğazımıza bir ip geçirilmiş gibi nefessiz kalırdık. Atmosfer ve Sıcaklık Dünyada mutedil bir ısının olmasında dünyamızın etrafını saran atmosferin büyük bir rolü vardır. Atmosfer sayesinde aşırı sıcaklık ve soğukluk önlenmiş, canlıların yaşayabileceği uygun bir hale getirilmiştir. Atmosfer olmasaydı gündüzleri sıcaklık 110 dereceye çıkar, geceleri de soğukluk -184 dereceye düşerdi.7 Atmosferimiz Güneşten bize gelen ısının bir kısmını uzaya yansıtır, bir kısmı havaya yayılır, bir kısmı ise toprak tabakası tarafından yansıtılır. Bize gelen ısı ¼ civarında bize yetecek kadar bir ısıdır. Bu ısının azalması veya çoğalması dünyadaki hayat için bir felaket demektir. Bu çok az ısı ise, Dünya enerjisinin % 98’ini oluşturmaktadır. Ozon Tabakası Güneşten gelen ısının azaltılmasında atmosferin 20 ile 50 km’leri arasındaki Ozon tabakasının büyük bir rolü vardır. Ozon tabakası Güneşten gelen zehirli mor ötesi ışınları önler, faydalı ışınları gönderir. Eğer ozon tabakası şimdikinden biraz daha fazla olsaydı, insanlara faydalı olan Güneş ışınlarının dünyaya gelmesini önleyecek ve insan hayatı tehlikeye girecekti. Eğer Ozon şimdikinden daha az olsaydı, zararlı olan Güneş ışınları dünyaya gelecek ve hayat yine tehlikeye girecekti. Ozon tabakası sayesinde Güneşten ancak faydalı kısmı gelmekte, zararlı olanlar tutulmaktadır.8 Oksijen ve Karbondioksit Oranı Atmosferdeki oksijen ve karbondioksit oranında da bir denge oluşturulmuştur. Biz nefes esnasında oksijen alır ve bunu karbondioksite dönüştürürüz. Yüzyıllarca insan ve hayvanların nefes almaları sonucunda oksijenin bütünüyle bitmesi gerekirdi. Hâlbuki hiçte öyle olmamıştır. Çünkü bitkilerde fotosentez yoluyla karbondioksiti oksijene dönüştürürler. Böylelikle havadaki oksijen oranı daima muhafaza edilir. Havadaki Karbondioksit Oranı Havaya yeterli miktarda serpiştirilmiş karbondioksit oranının da ısının dengelenmesinde büyük bir rolü vardır. Çünkü havadaki karbondioksit ve su buharı molekülleri, yüksek ısı tutma kapasiteleriyle, gündüzleri Güneş'ten gelen ışınların bir kısmını emer. Gece olup da Güneş ışığını çekince, hava molekülleri tarafından emilen ısı, bitki seralarında olduğu gibi korunur ve soğuk uzay boşluğuna bırakılmaz. Bu haliyle hava tabakası, gündüz Dünya'yı Güneş'in ışınlarından koruyan bir perde; geceleri ise, sıcaklığı saklayan bir battaniye gibidir. Ay böyle bir koruyucu tavandan mahrum bulunduğu için, gündüz sıcaktan kavrulurken, gece de dondurucu soğukların tesiri altında kalır.9 Atmosferdeki karbondioksit miktarı iki katına çıkmış olsaydı, dünyanın sıcaklığı ortalama üç derece artacaktı ve kutuplardaki buzlar erimeye başlayacaktı. Eğer miktar azalsaydı dünyanın sıcaklığı azalacak, kutuplardaki buzlar yayılmaya başlayacaktı. Bu yüzden atmosferdeki karbondioksit miktarındaki oranın sabit kalması büyük önem arz etmektedir.10 Okyanuslar ve Isı Okyanuslar da dünyanın ısı dengesini sağlayan unsurlardandır. Ekvator bölgesinde çok ısı alan okyanuslar, akıntılarla bu sıcaklığı başka taraflara taşıyarak, ısının dağıtımını gerçekleştirirler. Bulutlar Aşırı ısınmayı önleyen bir başka unsur da bulutlardır. Sıcaklık arttığında sular da o nispette buharlaşır ve bulutları oluştururlar. Bulutlarda dünyanın aşırı derecede ısınmasını önler, adeta termostat gibi bir vazife icra ederler. Buraya kadar yaptığımız izahlarda gördük ki, hayatın muhafaza edilmesi için Dünyada harika bir düzen kurulmuş ve pek çok yönlerden dengeler tesis edilmiştir. Bunlar içerisinde en mühimi hayata uygun, mutedil ısının olabilmesi için kurulan düzendir. Bu düzen sayesinde yeryüzündeki ısı, yüzyıllarca canlıların yaşamasına uygun miktarda olmuş, hayata zararlı olacak derecede ne çok fazla, ne de çok az olmuştur. Isı dengesini sağlayan unsurlardan yalnızca birisi bozulmuş olsaydı dünyadaki hayat bütünüyle tehlikeye girerdi. Bütün bunların kendiliğinden olması mümkün değildir. Bütün bunlar dünyadaki canlıları bilen, şefkat eden ve gücü her şeye yeten bir Zâtın icraatlarıdır. Kaynaklar: 1- Osman Çakmak, Çekirdekti Kâinat, s. 116.2- Yılmaz Muslu, Yaşayan Gezegen, s. 40.3- Taşkın Tuna, Uzay ve Dünya, s. 84. Dünyanın bu hızı jet uçaklarından kat kat yüksektir. Çünkü jet uçakları saatte 2500 kilometre giderler. Dünya saniyede 30 km gittiğine göre, iki dakikada 3600 km kat eder. Jet uçakları Dünyanın iki dakikada aldığı bu mesafeyi bir saatte bile alamazlar. Saatte 100 km hızla giden bir araba ise bu mesafeyi ancak 36 saatte alabilir. Dünyanın bir saatte kat ettiği mesafe ise, 106. 560 km, bir yılda kat ettiği mesafe ise 936 milyon km’dir.4- Cressy Morrison, İlim İman Etmeyi Gerektirir, (Mütercim: Nureddin Boyacılar) DIB. Ank, 1992, s. 9.5- Cressy Morrison, age., s. 10.6- Saadettin Merdin, age. s. 346. Atmosferdeki azot ve oksijenin birleşmemesi için atmosfere argon ve kripton gazları ilave edilmiştir. Bu gazların atmosfere nasıl intikal ettiği bilinmemektedir. Hatta atmosferin bile nasıl oluştuğu henüz bilinmemektedir.7- Saadettin Merdin, age. s. 346.8- Taşkın Tuna, Etrafımızdaki Hava, s. 58-619- Osman Çakmak, age. s. 121.10- Temel Britannica, c. 10, s. 57.

Hep uzun yazdığımdan şikâyet edilir. Bu kez sözü uzatmadan köşemi bir kız öğrencimizin şiirine ayırmak istiyorum. İsterdim ki bundan evvel şiirde usul, şiirde gaye, şiirde şekil, şiirde hayat, şiirde anlam, şiirde ilim, şiirde nakış, şiirde ahenk nedir, nasıldır ve ne olmalıdır sorularına cevap verebileyim. Lakin buna ne zamanım müsait ne de şiiri derinlemesine inceleyebilecek kadar bir ilme sahibim. Fakat şiir yazmanın dünyanın en kolay, aynı zamanda en zor işi olduğunu söyleyebilirim. Bir sanat, değer ihtiva etmese de sanırım herkes hayatında birkaç dörtlük karalamıştır. Kimisi duvarları süslemiş, kimisi kalplerimizi… Zor eşiği aşabilenler hafızamızda yer tutan başarılı şiirler olarak kalabilmiştir. Zor şair, yaşadığı toplum tarafından üvey evlat muamelesi görendir. Protesttir, yahut ezberi bozandır. Onları büyük yapan da budur aslında. Şair çok şeydir. Şiirleri sadece iki dudak arasında hoş bir sadâ olarak kalmaz. Yeri gelir bir davayı omuzlar, yeri gelir bir davada omuzdaş olur. Yeri gelir kimlik bunalımı yaşayan fert ve cemiyete şiirleriyle mücessem bir kimlik olur. Büyük Şair, hayal gücüne, duygu yoğunluğuna ve yazdığını kapsayacak kadar bir ilim muhtevasına sahiptir. Bir taş ustası gibi vezin ve kafiyeyi yerli yerinde kullanırken, çekilen bir kelimeyle de şiirinin tuğla yığınına dönebileceğini fark edebilendir. Fikir kumaşı üzerinde durmadan, sağ ve sol ayrımı yapmadan belleğimizde yer eden şairlere ve şiirlerine baktığımızda göreceğiz ki her birisi çağını iyi okuyabilmiş, zamanın ruhunu yansıtmış hatta daha da ötesine geçebilmişlerdir. Yunus Emre buna en çarpıcı misaldir. Onun yalın ifadelerinin içinde deryayı barındıran ne muammalı kelimeleri, ne de tadına doyulmaz sözleri vardır. Şiirleri en az Fuzuli ya da Şeyh Galip kadar bir derinliğe sahiptir. Okullarımızda bırakın şiir yazmayı beş şair ismi bile sayamayan nice öğrencilerimizin mevcut olduğunu biliyoruz. Oysa şiir ezberlemek hafızayı güçlendirir. Kelime hazinesini arttırır. Öğrencilerin edebi yönünü, sanat ve estetik zevkin ortaya çıkarır. Hele toplum karşısında güzel okunan bir şiir öğrencilerimizin öz güvenini artırmada son derece önemli bir rol oynar. Dili etkili kullanmasını sağlar. Odun olmaktan tomurcuğa çevirir insanı. Yalnız şiirlerin bu güçlü yönleri görmezden gelinir. Çokça kullanılan “Bırak edebiyatı, şiir yazmak ne işe yarar, şiir karın doyurmuyor ki” sözleri sonuca odaklı bir eğitim anlayışı için gayet makul ve mantıklı kabul edebilir. Ancak yapılandırmacı eğitimden söz ediyorsak öğrencilerimizi çoklu zekâya göre yetiştirmek ve yeteneklerine göre bir yönlendirme yapabilmemiz gerekir. İnsanı okumanın yıldızları keşfetmekten daha zor olduğunu biliyorum. Lakin bir yerden başlanmalı, yoksa nice Akifler, Hacı Arif Beyler, Yaşar Doğular, Metin Oktaylar, Farabiler ve daha başka isimsiz kahramanlar neşv ü nema bulmadan toprak altında tefessüh etmeye devam edecekler. Şimdi şiire gelmek istiyorum. Beylikdüzü Beşir Balcı Anadolu Lisesi müdürü Metin Işık Beyefendiyle görüşürken söz dönüp dolaşıp şiire gelmişti. Kendisi okulundaki Merve Erdem adlı öğrencisinin “zaman” konulu şiir dalında yarışmaya katılan lise öğrencileri arasında İstanbul ilinde birinci olduğunu söyledi. İstanbul’da birinci olmak aynı zamanda Türkiye’de birinci olmak demektir bir yönüyle. Kızımızı onore etmek için okulda büyük bir bez afişe yazılan şiirini hemencecik okudum ve çok beğendim. “Marifet iltifata tabidir.” derler. İstedim ki kızımızın bu güzel şiiri orada saklı kalmasın sizlerle de paylaşayım. İnşallah var olan cevher kaybolmadan devam eder. Henüz on beş yaşında olan bu kızımızda ben bu ışığı görüyorum. Yolun açık olsun Merve… Z EFENDİYE SUALLER Sevgili Z Efendi, Siz hiç kuş olup uçtunuz mu? Üşüttü mü gökyüzünün koyu mavisi sizi? Peki, uçurtma olup salındınız mı özgürlüğe? Birinin sizi kuyruğunuzdan yakaladığını fark edene dek. Kahve içtiniz mi Z Efendi? Köpüklü köpüklü. Şekerli istemiştiniz hani, Ne yazık! En acısından içmiştiniz değil mi? Bir yaprak olup ezildiniz mi ayaklar altında? Hışırınızı çıkartan ayakkabıya hiç sitem ettiniz mi? Ya da yuttunuz mu öfkenizi? Şarkıcı olup nice diyarların yollarını mı anlattınız? Cana olup can mı yaktınız? Söyler misiniz; yağmurun altında kaç kere ıslandı buruşuk elleriniz? Yahut sevme bedava diye bağlandınız mı, her yaratılana? Z Efendi, bırakın artık boş işleri, Kılıf uyduramadınız madem bedeninize Yüreğinizi satmayın bari yabancı ellere. Berrak sular bulanmasın boşuna. Ne gerek var acıya ağlamaya Bunca gereksiz kedere tepinmeye? Yazık gözyaşlarına yürek sancısına Olun, bir şey olun! Ne de olsa kalemler dillendiriyor yürekleri Kalemler yazıyor nice yüreklerin tarihini. Sözcüklerle Dans 15. Şiir Festivali Birincisi Beşir Balcıoğlu Anadolu Lisesi 9/A Sınıfı Öğrencisi -Merve ERDEM Not: “Z Efendi” zamanı temsil ediyor.

2000 yılı idi. Mardin ordu evinde vatani görevimi yerine getiriyordum. Dini yasaklar dışında her şey normal seyrinde ilerliyordu. Birkaç asker arkadaşımızla beraber İman ve Kur’an Hizmetini yapmaya gayret gösteriyor, mescit olmadığı için namazlarımızı çamaşırhanede, derslerimizi ise kazan dairesinde yapıyorduk. 28 Şubat’ın kararlarının en revaçta olduğu dönemlerdi. Kur’an okumak yasak, dini kitaplar yasak, hele Risale-i Nur zinhar yasaktı. Bir şekilde elime geçirdiğim Osmanlıca bazı Risale-i Nur eserleri vardı. Sahabe efendilerimizin Mushafları sakladıkları gibi biz de içeride bu eserleri saklıyorduk. Bir akşam kazan dairesinde yaklaşık 11-12 asker arkadaşımla birlikte Risale-i Nur okuyor ve Hizmet-i İmaniye ve Kur’aniyeye hadim olmaya çalışıyorduk. Derken birden kazan dairesinin kapısı aralanıverdi. Yüreğimiz ağzımıza gelmişti. Her an bir komutan gelip bizi bu halde yakalayabilirdi. Kapıyı açan aynı dönem devrelerinden ve o zaman da şimdi de çok meşhur olan bir pop sanatçısıydı. “Ben de size katılabilir miyim?” diye sorduğunda bir an ne diyeceğimizi şaşırmış ve duraklamıştık. Şaşkınlığımızı attıktan sonra içeri buyur etmiştik. Bu meşhur pop sanatçısı daha içeriye girer girmez “Allah var mıdır? Varsa bana ispat edebilir misiniz?” diye sordu. Çünkü bu güne kadar Allah’la hiç işi olmamış; iman nedir bilmiyor, peygamber kimdir tanımıyordu. Bu taraklarda hiç bezi olmamıştı. Ama belli ki onu rahatsız eden bir şeyler vardı. Hikmet-i İlahi biz de Tabiat Risalesini okuyor ve Allah’ın bir ve tek olduğunu ve her şeye gücünün, kudretinin nüfuz ettiğini arkadaşlarla beraber mütalaa ediyorduk. Ondan kırk dakika hiç konuşmadan okuyup, anlattığımız hakikatleri dinlemesini istedim. Evet, o kırk dakikanın sonunda bir iğnenin ustasız, bir kitabın kâtipsiz, bir köyün muhtarsız olamayacağını anlamıştı ki şu koca kâinatın; yıldızların, galaksilerin, dünyanın, ayın ve sonsuz fezanın sahibinin Allah olduğuna iman etmişti. Elimde bir mandalina vardı ve mandalinadan misal vererek bir ilahı kabul etmezsek, yerin altında ve üstünde binlerce ilah kabul etmek zorunda kalacağız, diye söyledim. Çünkü o mandalinayı bu hale getirmek için; renk fabrikası, zar fabrikası, dilim fabrikası, çekirdek fabrikası ve hakeza böyle yüzlerce fabrika lazım olduğunu anlattım. Bir anda durdu ve ayağa kalkıp “Ben bugüne kadar boşa yaşamışım” dedi. Milyonları peşinde koşturan o meşhur pop yıldızı, acizliğini ve fakirliğini gizleyemiyordu. Bizimle birlikte namaz kılmak istemişti. Önce abdest almayı öğrettik ve sonra hayatının bir ilki olan namazı, yatsı namazını, bizimle birlikte kıldı ve ertesi gün ve ertesi gün… Durmadan namaz kılıyor ve yine hayatının bir ilki olan orucu Rabbi için tutuyordu. Elhamdülillah Risale-i Nur bir kişinin daha kalbine iman tohumunu ekmiş ve yeşereceği günü bekliyordu. Şimdi duyuyorum ki; o meşhur pop sanatçısı televizyonlarda Allah’ın kanunlarının hüküm sürmesi için dua ediyormuş. Rabbim inşallah Risale-i Nur’un ekmiş olduğu o tohumun yeşereceği günleri bizlere göstersin. Âmin.

Yaşadığımız asır, bilginin insan hayatına çok hızlı ve kolay bir şekilde girdiği bir asırdır. Hatta insanın bir bilgi bombardımanına maruz kaldığını bile söyleyebiliriz. Bu kadar yoğun bir bilgi trafiğine rağmen, insanların hala cahil, hala görgüsüz ve kendini bilmez oluşları da şayan-ı hayrettir. İnsanlar nasıl abur cubur beslenme alışkanlıkları nedeni ile sağlıklarını kaybedip obez oluyorlarsa, abur cubur bilgilerle de bilgi obezi oluyorlar. Fast-Food, hızlı yemek demek, bir anlamda pratik beslenme kastedilmekte ise de vurgulanan tema “hız”dır. İnsan bu asırda birçok şeyini hıza feda etmiştir. Hızlı beslenerek sağlığı, hızlı bilgi edinerek bilgeliği ve hızlı yaşayarak da huzuru kaybeden insan şunu bilmeli ki; gerçek sızı yaşamın hızıdır. Peki, neden böylesine anlamsız bir hıza mecbur bırakıldık? Bu telaş bu koşuşturmaca neden? Nereye yetişmeye çalışıyoruz? İnsanlık için bir fazilet ve değer olan paylaşma ve dayanışma gibi ulvi duyguların yerini, boğuşmak, yarışmak ve kapışmak gibi canavarca duygular aldığından beri bir koşuşturmacaya ve bir bencilliğe mahkûm oldu insanlık. Her şeyin eskisinden çok daha hızlı yaşanmasına ve elde edilmesine rağmen insanların daha mutsuz olduğu da bir gerçek... Belki de bizi mutsuz eden şey, istediğimiz şeyler için ciddi bir emek ve çaba sergilemek zorunda olmamamızdır. Âlemde cari olan kanunlar vardır. Bunlara nevamis-i ilahiye denir, yani “İlâhî Kanunlar”. Bu kanunlar taraf tutmaksızın işler. Mesela, yerçekimi bilindik bir İlâhi kanundur. Kendisini bir uçurumdan boşluğa bırakan herkes yere çakılır. Kendini boşluğa bırakan kişinin inancı, düşüncesi ve nasıl biri olduğu yerçekimi kanununun işlemesini etkilemez/engellemez. Bilgi edinmenin de bir namusu yani kanunu ve kuralı vardır. Eğer siz bilgiyi elde ederken bir kanunsuzluk yaparsanız, elde ettiğiniz o bilginin sizi iyi bir hale ve noktaya götürmesi imkânsızdır. Nedir bilgi ya da ilim edinmenin kanunu ve kuralı? Birkaç tanesini sayalım. Emek, ihtiyaç, çile, sabır, irade, azim, merak, ideal sahibi olmak. Bir çırpıda saydığımız bu sekiz maddenin kaç tanesine sahip olduğumuzu düşünüyorsunuz? Eğer bu faziletli vasıfları yaşamadan bilgiyi yaşamınıza alırsanız, belki bilgili olabilirsiniz ama bilge olamazsınız. Belki bilgili olabilirsiniz ama asla ârif olamazsınız. Bilgili olabilirsiniz ama bu bilgi sizi irfan sahibi münevver bir kimse haline getirmez. Çok kolay elde edilen bilgi, insanı ukala yapıyor, çok bilmiş yapıyor, geveze yapıyor, egoist yapıyor ama kâmil bir insan yapmıyor. Zira insanı ıslah ve irşat edebilecek o bilgi hayatımıza kanunsuz bir şekilde girmiştir (çilesini çekmedik, ciddi emek vermedik, ulvi bir gaye ile bilgilenme iradesi göstermedik, yorulmadık ve kayda değer bir merak duygusu ile araştırmadık). Neymiş bakalım tarzında birkaç tuşa basarak elde ettiğimiz bilginin bizi güzelleştirmesi mümkün değildir. Fast-Food tarzında beslenmek ile nasıl doğru beslenmiş olmuyor hatta sağlığımızı yitiriyoruz, aynen öylede “Hızlı-Bilgi” ile de ruh sağlığımızı ve belki karakter değerlerimizi kaybediyoruz. Belki de tüm bunlar, temeli pozitivist ve materyalist bir kurgu ile atılmış olan batı felsefesinin yapmış olduğu tahribatın bir neticesidir. Batı felsefesi, insanın elinden değerleri ve anlamı almış, maddeyi tutuşturmuş. Özü almış, kabuğu vermiş. Hazzı almış, hızı vermiş. Kimyayı almış, fiziği vermiş. Kısacası batı felsefesi, âleme ve dünyaya tamamen fizik ölçütleri ile bakmış; ölçemediği, tartamadığı, dokunamadığı ve özellikle göremediği hiçbir şeyi kabul etmemiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin, “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür” (Mektubat) ifadesiyle dile getirdiği bu husus, aynı zamanda deccaliyetin tek dünyacı bakış açısına işaret ederek bizleri uyarmaktadır. Bilgi, bir gayret ve bir gaye ile edinildiğinde ve gereken emek sarf edildiğinde bilginin inşa ve ihya edici bir gücü olur. Zira o zaman o bilgi size özü ile gelir. Özü ile gelen bilgi, özümüze kadar gider ve bizi iyileştirir. Ama kestirmeden ve ciddi emek sarf etmeden elde edilen bilgi ise, özü ile değil sözü ile gelir. Yani kuru, cansız ve camid bir bilgi olarak gelir. Sadece söz düzeyindeki bir bilginin insanın özüne ulaşması ve gerekli tesiri ve nüfuzu vücuda getirmesi İlâhi kanunlara uygun değildir. Dediğim gibi, hızlı ve ucuz yollarla elde edilen bilgi, insanı geveze yapar, çok bilmiş yapar ve hodfuruş yapar. Ârif yapmaz. Kâmil yapmaz. Cenab-ı Zülcelal Hazretleri, bizleri Hakkı Hak bilme imkânı verecek olan hakikat bilgisine ciddi bir emek ve cehd-ü gayret ile vasıl eylesin. Âmin.

“……… ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhreviye telâkki edip, yüzer âyât ve ehâdis-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teavünü yapıp; bütün hissiyatınızla ehl-i dünyadan daha şiddetli bir surette meslekdaşlarınızla ve dindaşlarınızla ittifak ediniz.. yâni, ihtilâfa düşmeyiniz ……..” Bugün İslam Dünyasının hemen her bireyine “İttihad istiyor musun?” sorusu yöneltilse, “O nasıl soru, bu da sorulur mu?” şeklinde tuhaf bir bakışla karşılaşacak ve buna mukabil tereddütsüz alınacak cevap ise “Elbette” olacaktır. Aynı bireylere devamla, “Bugün İslam Dünyasının hemen her karış toprağında yaşanan sorunların temel kaynağı nedir?” şeklinde bir ikinci soruya da alacağımız cevap “İslam dünyasının hemen her kademesinde, birey olsun, toplum olsun, sivil toplum kuruluşları olsun veya daha büyük organizma olarak devletler olsun, bir araya gelememeleridir” olacaktır. Yani özetle “İttihad-ı İslam’ı tesis edememeleri” diye sözlerine devam edeceklerdir. “Neden İttihad-ı İslam tesis edilemiyor?” dediğimizde, bireyin kendisini soyutladığı bir yaklaşımla, en geniş daireden sorunu tespit etme yoluna gidecek “İslam ülkelerini idare eden yöneticilerin, özellikle de zengin ülkelerin, İslam dünyasının diğer bireylerine ilgisiz kaldıklarını” ileri sürecek, birincil sorun çözme adresi olarak ülkelerin liderlerini gösterecektir. Son soru olarak “Sizce ittihad için ne yapılmalıdır?” desek. Birbirine paralel olan veya olmayan, en dar daire olan bireyden, en geniş daire olan siyasi kurumların davranışlarına kadar geniş kapsamda yapılması gerekenler konusunda, sorumuza cevap verenler adedince çözüm önerisi ileri sürüleceğini söyleyebiliriz. İttihatsızlık Aslında Nedir? Bugün İslam dünyasında bir ittihadsızlığın olduğu vakıadır. Aslında “ittihadsızlık” olarak nitelendirilen hali oluşturan yapısal durum, alt alta yazılıp listelendiğinde çok sayıda kalemden oluşan çeşitli konular ve hadiseler üzerindeki ihtilaflar toplamıdır. Çok sayıdaki konu üzerindeki ihtilaflar, ihtilaflı konuların bütünü bir araya geldiğinde, külli manada ittihadsızlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani ittihadsızlık bir üst başlık olmakta, onun altında çok sayıda konu ve o konular üzerinde, bireylerin, toplumların, sivil toplum kuruluşlarının, devletlerin farklı yaklaşım göstermeleri söz konusu olmaktadır. İttihadın Tesisi İçin Ne Yapılmalı? Hali hazırda, mevcut durumda, ittihadın tesisi için iki önemli sorunun birlikte, eş zamanlı olarak çözülmesi gerekmektedir. Birincisi: İttihatsızlık üst başlığı altında yer alan her bir ihtilaflı konu üzerindeki ihtilafların neler olduğu tespit edilmeli ve bu ihtilaflar giderilmeye çalışılmalıdır. Bunu fiilen sağlamak, bu cümleyi yazmak kadar kolay değildir. Bunun farkında olmak gerekir ve bunun farkında olarak bunu ifade ediyoruz. Bunun çözümü bu yazının kapsamını aşmaktadır. Bu sorunların bir kısmı yeni sorunlardır. Bir kısmı yüzyıllarca öncesinden birikimle günümüze kadar uzanmıştır. Bütün bunların çözümü zordur ancak imkansız değildir. Buradaki en önemli soru “Neye göre ve hangi ölçüye göre bu ihtilaflar nasıl giderilmeli?” Elbette ki konunun bu kısmı, üzerinde konuşulmaya ve tartışılmaya muhtaçtır. Nitekim İslam Dünyası bunun farkındadır ve fikri anlamda sürekli bunun izahı arayışı içerisindedir. Yüz elli yıla yakındır bunun nasıl sağlanacağını konuşmakta tartışmaktadır. İkincisi: İttihad-ı İslam’ı tesis etme yolunda birinci maddedeki arayışı ihmal etmeden, birinci madde ile eş zamanlı olarak yapılması gereken, birinci maddeye göre çok çok daha kolay olan ikinci husus ise yeni ihtilaflara düşmemektir. Yeni sorunlar üretmemek, yeni sorunların parçası haline gelmemektir. Hali hazırda çok sayıda ihtilaflı konular mevcutken, bunlara yeni konular, yeni durumlar ilave edilmesini engellemek veya engellemeye çalışmaktır. Bunu sağlamak için küresel aktörlerden yardım istemene, uluslararası sisteme müdahale etmene, geniş dairede dönen hadiselere bakıp ümitsizlik üretmene, bu koşullarda nasıl İslam dünyasının sorunları giderilir, gözyaşları nasıl dindirilir şeklinde sonu gelmez geniş sorgulamalara ihtiyaç kalmaksızın her bir bireyin kendi dar dairesinde yapabileceği çok şeyler bulunmaktadır. Hatta bireyin yegane söz sahibi olduğu alan bu alandır. Var olan sorunları çözmek için çok sayıda toplumsal ve siyasal faktörün harekete geçmesi gerekebilir. Ancak yeni sorun üretilmemesinde, ihtilaflı bir konu ortaya daha çıkarken veya yeni bir sorunun henüz başında iken, bir tek bireyin tutumu, tercihi ve tavrı belirleyici olmaktadır. Tek tek bireylerin tercihleri toplumsal tercihin göstergesi olmaktadır. Bireylerin tercihlerini ihtilaftan yana göstermesi İslam Dünyasının önüne geri dönüşü zor bir yol daha açmaktadır. İslam Dünyasının yeni karşılaştığı hadiseler karşısında tarafgirlik içermeyen İslami, insani, vicdani bireysel ortak tercihler ve tepkiler, yeni ihtilaflar ve bölünmelerin önüne geçecektir. Bunun pratik ve teorik her iki alanda da uygulanabilirliği bulunmaktadır. Bu şekilde bir yaklaşım ihtilafı önlediği gibi ittihada da vesile olacaktır. Hem bir zararın ortaya çıkmasını engelleyecek hem de ittihad için artısı olacaktır. Örneğin bir Suriyeli sığınmacıya el uzatmak bireye bakan bir olgudur. Bir Suriyeli sığınmacıya nasıl davranılacağı konusunda görüş birliği içerisinde olmak, farklı farklı davranmamak, bir konu üzerinde ittihad etmektir. Suriyeli sığınmacılara el uzatmak Suriyeliler ile ittihad etmektir. Bugün onların yanında durmak, yarın “Biz sefalet içerisinde iken neredeydiniz?” soruları üzerinden ortaya çıkacak ihtilafın önüne geçmektir. Elbette her insanın her konu üzerinde aynı davranmasını düşünmek muhaldir. Ancak İslami, insani, vicdani konularda böyle bir beklenti içerisinde olmak yersiz bir beklenti oluşturmayacaktır. Örneğin Mısır’daki bireylerin insani ve demokratik tercihlerinin, taleplerinin yanında durmak bugün ve gelecek için bir ittihad adımıdır. Bugün düşülmüş bir ihtilaf üzerinden, yarın ortak bir gelecek inşası arayışına girmek mümkün olamayacaktır. Bu gibi pratik örneklerin dışında, bunlara ilave olarak teorik ve metodolojik diğer toplumsal sorunlar ve konular üzerinde de ihtilafa düşmemek öncelikli olmalıdır. Toplumsal huzuru, yardımlaşmayı, dayanışmayı vb. amaç edinen bireylerin, sivil toplum kuruluşlarının vb. bu amaçları doğrultusunda gösterdikleri faaliyetler üzerinden de ihtilaflara sahip oldukları görülebilmektedir. Oysa ne diyordu zamanın güzel insanı: “Mesleğim haktır veya daha güzeldir, demeye hakkın var. Yalnız hak benim mesleğimdir, demeye hakkın yoktur”. Bu cümle ihtilafa düşmeyi engelleyecek yegane ölçülerden birisidir. Kategorize etmeyen, ötekileştirmeyen bir yaklaşımdır. Bu cümle nasıl yaparsam ihtilafa düşmem sorusuna cevap teşkil etmektedir. İhtilafa Düşmemekİttihattan Önce Gelir İttihadı sağlamak İslam dünyasına hangi faydaları sağlayacaksa, ittihaddan ne murad ediliyorsa, ihtilafa düşmemekte bunları sağlayacaktır. Zira ihtilafa düşmemek bir nevi ittihaddır. İttihad-ı İslam’ın tesisi için fikri ve siyasi alanda çaba gösterenlerin, ihtilafa düşmemeyi de öncelik vermeleri, gündeme almaları gerekmektedir. Zira ihtilafa düşmemek ittihaddan önce gelir. İhtilaf, ittihadı bozar. İttihat ise bozulmuş olan, yani ihtilafa düşülmüş olan hali tekrar ihtilafsızlığa çevirme çabasıdır. Yani “Ittihad istiyor musun?” “O halde önce ihtilafa düşme!”

“İşte bütün mesele her meselenin başı Ben bir genç arıyorum gençlikle köprübaşı Tırnağı en keskin hayvanın pençesinden Daha keskin eliyle başını ensesinden Ayırıp o genç adam uzansa yatağına Yerleştirse başını iki diz kapağına Soruverse ben kimim ve bu hal neyin nesi Yetiş yetiş hey sonsuz varlık muhasebesi” Modern hayat bütün cazibesiyle, albenisiyle, ışıltılı dünyasıyla, eğlenceleriyle, oyuncaklarıyla bizi oldukça eğlendiriyor (oyalıyor). Mumun kavurucu yalımına aldırış etmeden kıvrak ve parıltılı raksının çekiciliği ile başı döne döne ateşinde yandığı celladına âşık pervaneler miyiz acaba? Bütün zamanların en sıra dışı, anormal bir kertesini idrak ediyoruz. Ama fark edemiyoruz. Hâlbuki uzay çağını, yok iletişim çağını, yoksa bilgi çağı mı demeliydik; sonuçta her yönüyle olumladığımız bu çağımızı anormal olarak tavsif etmek de ne demek? Biraz tefekkür... Birini düşünün ki ağır ceza mahkemesinde bir davası var. Bu dava öyle bir seyir takip ediyor ki eğer aleyhine sonuçlanırsa idam edilme ihtimali var. Eğer lehine sonuçlanırsa yüklü bir tazminatla ömrü boyunca rahat bir hayat yaşayacaktır. Bu insanın böyle bir davası sürüp giderken, o insan her ne ile meşgul olursa olsun, bu dava onu endişelendirip hazır keyfini bozmaya yetmez mi? Ve o insana bir dostu, bu davayı lehine sonuçlandıracak bir çare teklif etse, buna mukabil o davalı adamın, dostuna sırf davasını hatırlattığı için kızması ve onun sözlerine kulaklarını tıkayıp ondan kaçması ne kadar makuldür? Evet, bu farazi davanın sonuçlarından daha azim ve ebedi sonuçları olacak bir dava ferden ferda herkesin başında açılmışken bu dava bizi günlük hayatımızda endişelendirmiyor ve bu mesele mevzu bahis olduğunda ürküp kaçıyorsak biz de makul davranmıyoruz demektir. Pardon hayatımızı ne meşgul ediyor? Her şeye hak ettiği kadar kıymet versek diyorum. “Ne yapalım, öleceğiz diye yaşamayalım mı?” gibi muhtemel itirazı duyar gibiyim. Hayır, dünyevi işlerimizin muhtevasını uhrevileştirelim, diyorum. Yani yukarıdaki misale yaklaşımımızla tutarlı olalım, diyorum. Evet, endişe-i istikbal hepimizin dimağında kalbinde yer etmiş, etmeli de... İnsan anlık yaşayan, anlık lezzet alan hayvanlardan farklı olmalı ve geleceği için elbette planlar yapmalı. Biz de yapıyoruz, hem neler neler yapmıyoruz ki... Ayaklarımızın üzerinde durmak, belki kimseye muhtaç olmamak, evimizin nafakasını temin etmek için, çocuklarımızın istikbali için, belki kariyer basamaklarını birer birer çıkıp yükselmek için ya da dünyadan kâm almak için. Ne ki dünyaya bir daha mı geleceğiz… Ve bu düşüncelerin anaforu içinde durmuyoruz, koşturuyoruz. Evet, insan akıllı bir varlık olmasının gereği bütün bunları düşünüyor. Fakat elde ettiklerimiz bizi tatmin ediyor mu? Yoksa sırtına bağlı bir sopanın ucundaki havuca yetişmeye çalışan tavşanlar mıyız acaba? Neye erişsek, isteğimiz öbür dağın ardına düşüyor. İsteğe erince istek ölüyor, yeni meşgaleleri hedefliyoruz ya da yeni meşgalelere hedef oluyoruz. “Yavuz atlı süvari! Koştur atını, koştur. Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları…” Modern hayatın bu hemahenk vetiresine ne güzel de ayak uydurmuşken şimdi sırası mı bu soğuk nevalenin deyip dudak bükerek, burun kıvırarak bakıyoruz bu asık suratlı mısralara. Hayatı yaşanılası kılan bu medeni hayatın insanı ihya eden, merkeze alan, her şeyini insan için üreten ve insanı kendine ram eden, sonra insanı kendine köle eden, insana lüks hayatı altın tepside sunup sonra onu lüks fakiri eden bu zamanımız niye anormal olsun, ondan neden şikâyetçi olalım ki... Ne güzel yaşayıp gidiyoruz. Fakat hayatın bu akışı içinde bir şeyleri ıskalıyoruz, bir şeyler yolunda gitmiyor, bir şeyler eksik kalıyor hayatımızda. Zira insan mutsuz, huzursuz... Psikolojik çıkmazların girdabında boğulan boğulana... İnsan hiçbir zamanda olmadığı kadar mutsuz! Daracık kot pantolonlarında, hilkat garibesi saç modellerinde, insan ruhunu ve kulaklarını tırmalayan çığlık çığlık müziğinde, keskin, soğuk ve dört köşe mimarisinde ve daha nelerinde ve nelerinde bu psikolojik gerilimlerimizin ve ruhi inkıbaz hallerimizin şuuraltı tezahürlerini görebiliyoruz. Peki, nedir eksik olan, yolunda gitmeyen? Ey insan bu modern hayat sana daha ne yapsın. Bir düğmeye basmakla dünyayı ayağına getiren, medeni dünyanın nimetlerini sana amade kılan modern hayat sana daha ne yapsın? Yediğin önünde yemediğin ardında... “Kubur faresi hayat meselesiz, gerçeksiz Heykel destek üstünde benim ruhum desteksiz.” diyen Necip Fazıl’ı şimdi doğru anlamanın sırasıdır. “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak Haykırsam kollarımı makas gibi açarak Durun durun bir dünya iniyor tepemizden Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden Çekiyor tebeşirle yekûn hattını afet Alevler içinde ev üst katında ziyafet” Mısralarıyla tam da bu suale cevap veriyor galiba. Demek içinde yaşadığımız modern hayat bize etrafını alevler sarmış bir evin içinde dünyanın en leziz yiyecekleriyle bir ziyafet veriyormuş. Alevleri gördükçe perdeleri üstüne çekip kendini ziyafete kaptıran insan, içinde yaşadığı vahameti unutmaya çalışsa da, şuuraltındaki alevler onun lezzetlerini acılaştırmaya yetiyor. İnsan kendine ölümü yakıştıramıyor. Bu bir vakıa... Eğer çok ciddi ruhi sıkıntıları yoksa insan ölmek istemiyor. Tabi bu ebedi hayat arzusunun dışavurumudur. Madem ebedi yaşamak istiyor, ebedi hayat var demektir. Karnımız acıkıyorsa gıdanın varlığına delildir. Susamak suyun varlığına delil olur. Dünyada olmayan ya da yaratılmamış bir şeyi insan arzulamaz. Zira Allah vermek istemeseydi istemeyi vermezdi. Ebedi hayat istiyorsak bu, ebedi hayatın varlığına burhan olur. Zaten insanın sahip olduğu maddi ve manevi bütün kabiliyetleri, potansiyeli onun geçici, fani bir dünya için değil, ebedi bir hayat için yaratıldığını gösterir. Anne karnındaki bir çocukla bilfarz konuşmak mümkün olsa ve ona denilse ki: Senin yerin aslında bu daracık, karanlık dünya değil. Sen içinde cıvıl cıvıl kuşların olduğu, rengârenk çiçeklerin açtığı, koşup oynayabileceğin, ellerinden tutacak annenin seni beklediği bir dünyaya gideceksin, doğacaksın; anne karnındaki çocuk bunu inkâr etse; kendi uzuvları onu tekzip eder, anne karnında kullanamadığı o elleri, gözleri, kulakları vs. bunları kullanabileceği bir dünyanın varlığına şahitlik ederler. Aksi takdirde onların varlığı abes olurdu. Böyle bir tefekkür vetiresinden sonra insan hakiki gaye-i hayalin ve endişe-i istikbalin ebedi hayatı kendi hesabına kazanmak olduğunu anlarsa bu dünyadaki bütün işlerinin yüzünü o maksada bina eder. Gerçek huzur ve mutluluğa, kalbi inşiraha kavuşur. İçinde yaşadığımız zamanın anormalliği, sıra dışı olması şudur ki: Durum bu kadar zahir ve dahi ciddi iken hayatımızın bu azim davasının üstüne dantelalı bir perde çekip kendisiyle meşgul etmesi, insanın da dünyayı önceleyip hakiki davasını ikinci plana atması ya da planlarının içine hiç katmamasıdır. Ne dersiniz, atları mı arabaya, arabayı mı atlara koşuyoruz. O halde kovanın içinden küçük taşları çıkarıp büyük taşları koymanın tam zamanı galiba. Hangi çağda yaşıyoruz? Bilgi çağı? Uzay çağı? İletişim çağı? Yoksa ahir zaman mı? Sual: Ey veli insan nasıl olmalı, söyle? Cevap: Son anda nasıl olacaksa, hep öyle!

Rabbime namütenahi şükürler olsun ki bizlere mübarek toprakları, Kâbe’yi, Efendimiz (asm)’ı tekrar ziyaret etme imkânı verdi; Bu münasebetle sizlerle bir kısım manidar haller ve tevafukatı paylaşmak istiyorum. Üstadımız İhlas Risalesinin üçüncü düsturunda der ki: “Bu hizmetimizde bir parça ihlas bu davayı ispat eder ve kendi kendine delil olur.” Neden mi? Çünkü ihlas kişinin ihtiyarına bakmaz, belki doğrudan doğruya Allah’ın iradesine bakar. Eğer O razı olsa ve hikmeti de iktiza etse bir tevafuk, bir güzel hal, bir muvaffakiyet; haberimiz olmadan karşımıza çıkar. İrfan Mektebi'nin yazarlarının arasında yapılan çekilişte kur’anın bana çıktığı tebliğ edilince, ziyaretimi başta Muhterem Hocamız olmak üzere ricâlen ve nisâen vakıf kardeşlerimiz ve İzmir’deki fedakâr sadık kardeşlerimiz adına yapmaya niyetlendim. Madem gidişim büyüklerimiz ve kardeşlerimiz adınaydı, elbette sizlere anlatacak olduğum güzellikler de onların adınadır. İstedim ki sizler de bizim gibi böyle nurani ve kudsi bir davanın fertleri olmaktan dolayı şükür edesiniz. Umre Kurası Neden Bana Çıktı? Kanaatimce bunun iki sebebi var. Birincisi: Dergi abonesi olan bir kardeşimiz geçen sene umreye giderken kendisine “Eğer gelecek sene umreye gidemezsem bunun sebebi sen olursun. Ona göre dua et.” demiştim. İkincisi: Kur’a bana çıkmadan iki gün önce hanımıma ve iki evladıma “Gelecek sene söz sizi umreye göndereceğim inşallah.” demiştim. Evet, ziyaretimin sebebi ya o duanın kabulü veya halisane bir niyetle vermiş olduğum sözün karşılığıdır. Yolculuğumuzun Başındaki ve Sonundaki Rahmet Damlaları Gidişim İzmir-İstanbul, İstanbul-Cidde, dönüşüm ise Medine-İstanbul, İstanbul-İzmir şeklindeydi. İzmir’den İstanbul’a uçmadan müthiş bir rahmet vardı. Dönüşte İstanbul’dan İzmir’e uçacağımda da rahmet vardı. Diğer bir ifadeyle ziyaretimizin başı da, sonu da rahmetle tezyin edildi. Şirket ve Yol Arkadaşım Çekilişin neticesi bana bildirildikten sonra Musa Namlı kardeşimizle görüştüm. Kendisinden şirketin ismini sorduğumda, aldığım cevap beni adeta vurdu: “Hudeybiye”. Bu ismin benim hayatımdaki yeri çok ayrıydı. Çünkü Nurlarla tanıştıktan sonra en feyizli dört senemi Ankara’nın Demetevler semtindeki Hudeybiye apartmanında geçirmiştim. Ve yol arkadaşım… Onunla da 1996 yılının Ağustos ayının aynı gününde evlenmiştik ve ikimiz de İzmir’in aynı semtinde ikamet ediyorduk. Tavaflardaki Müthiş Ahenk Malumunuz tavaftaki şaftlar zemin kat, birinci kat ve kalabalık durumuna göre farklı zamanlarda bitmektedir. Tavaf esnasında okuduğum Cevşen, Evrad-ı Kudsiye, Delâilü’n-Nûr, Tahmîdiye, Celcelûtiye de farklı uzunluktadırlar. Yani hiç bir okuyuş ve dönüş diğerine eşit olmadığı halde, bütün okuduklarım %100’e yakın bir oranla Hacerü’l-Esved’e selam vermeden öncesinde bitiyordu. Tabir-i diğerle her duaya Hacerü’l-Esved hizasında başladım, birkaç şaft sürmüş olsa da tam hizasında bitirdim. Tam bir ahenk içinde geçti okuyuşlarım ve tavaflarım. Binlerce şükür… Dua ile Dua Edilen Arasındaki Tevafuk 2013 yılında kurban kesimi için Burkina Faso’ya gitmiştim. Dünyanın en muhtaç ilk üç devletinden birisi olan bu Orta Afrika ülkesindeki ziyaretimizde Alidu diye bir kardeşimiz bize her konuda içtenlikle yardımcı olmuştu. Tavafta iken bu kardeşimiz aklıma geldi ve ona da dua ettim. Dua bitti. Mesaj sesi geldi. Telefonu açtığımda gördüğüm isim beni şaşkına uğrattı. Burkina Faso’dan Alidu. Bu saf Afrikalı kardeşimiz aslında olan bitenden habersizdi fakat olan biten her şeyden haberi olan bir Zâtın izniyle bize selam veriyordu. Dedim: “Rabbim Sen ne büyüksün!” Niyet ile Gelen Dua Bir kardeşimizin sıkıntıları vardı. Ona dua etmek maksadıyla Kâbe’nin örtüsüne yöneldim; dua edecek kadar bir boşluk buldum. Hicr-i İsmail’de namaz kılıp dua edeyim, dedim. Girişine varır varmaz birisi kalktı, hemen namaza durdum. Altınoluğun altında dua edeyim dedim, birden tam altında bir yer müsait oldu... Neye yöneldiysem bir zorluk görmedim. Rabbim kardeşimize kolaylıklar versin ve dualarını kabul etsin. Kâbe İmamının Ağızından Hizmetimize Tasdik Bir gece erkenden Kâbe’ye gittim. Rabbimden şöyle bir niyazım oldu; “Rabbim, hizmetimizden razı olduğunu biliyorum, fakat kalbimin mutmain olması için bana bir işaret göster.” Bir zaman sonra ezan okundu. Sünnetler kılındı. Farza durunca ben küçük bir işaret beklerken Rabbim sarahat derecesinde bir delil gösterdi. İmam, Hud suresinin 105. ayetini okudu. Ayet mealen şöyledir: “Gelecek olan o gün, O’nun izni olmadan hiç bir kimse konuşamaz. Artık onlardan kimi şakidir (bedbahttır) kimi de SAİD’dir (bahtiyardır).” Bu işaret namazda iken büyük bir sürur verdi. İmam bilahare 106. ve 107. ayetlerini okudu. Çok ilginçtir 108. ayete gelince onu tam ÜÇ KEZ ve aynı tonda okudu. Manası da şöyledir: “ Ve SAİD olanlara gelince artık onlar ise cennettedirler. Gökler ve yerler durdukça orada ebedi olarak kalıcıdırlar.” ÜÇ KEZ ardı ardına gelen tasdik… “Rabbim bizleri son nefesimize kadar bu davanın hizmetçilerinden eyle” diye dua ettim. Bu işareti daha da latif bir hale getiren tevafuku ise namaz bitince gördüm. Ayetlerin sahifesini açtım, ne göreyim 232. Sahife. Yani İzmir’den gelen Kudret’in görmek istediği işaretin sahifesi de İzmir’in şehirlerarası kodu. Bazen işaretler körlere de ayan oluyor. “Rabbim bizlerden ve davamızdan razı ol… Âmin…” Kayıp ve Himmet ve Bulunuş İhramlarımızla ilk Kâbe ziyaretine giderken, bir abimiz haremin kapısından içeri girer girmez namaz kılmak için çantasını bir direğin dibine bırakmıştı. Namaz bittiğinde çantadan iz kalmamıştı (içinde pasaport, kimlik, para, telefon vardı). Biraz aradık sorduk ama bulunamadı. Sonraki günlerde ise kayıp bürosuna defaatle gittiğimiz halde hiçbir haber çıkmadı. Cuma namazı sonrası Mekke’deki Hayrat Vakfı’nın tesislerini ziyaret ettik. Gelen misafirlere bir sohbette bulundum. Sohbette hiç anlamadığım bir sebepten dolayı, konu tasarrufu devam eden ve kıyamete kadar güneşi batmayacak olan Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerine geldi. Onun Üstadımıza olan yardımlarını anlattım. Üstadımız çocukluğunda cevizi kaybolsa: “Şeyhim sana bir Fatiha benim cevizimi buldur.” dermiş ve akabinde cevizini bulurmuş. Ağabeyimiz otele geri dönerken dedi ki “Kudret kardeş sen de bir Fatiha oku belki bizim pasaport bulunur.” Okudum, biraz şakalaştık ve yolumuza devam ettik. Kaç gündür bulunamayan pasaportun Pazar günü bulunduğuna dair müjdesi geldi. Dedim, “Şeyhim, bizi buralarda da boş bırakmıyorsun!” “Ve Hitamuhu misk” Medine’de son günümüzün son saatlerini idrak ediyorduk. Cuma günüydü. Erkenden Mescid-i Nebeviye’ye gitmiştim. Türkiye’de başladığım hatmi bitirme arzusundaydım. Gayretle okuyordum. Şükürler olsun Cuma ezanı biterken ben de Felak ve Nas surelerini okuyarak hatmimi bitirebilmiştim. Namazdan sonra duasını yapacaktım. Sünnetler kılındı, imam hutbeyi okudu ve nihayeten kametle beraber farz için tekbirler alındı. İmam adeta ziyaretimizi misk ile mühürlemek istercesine birinci rekâtta Felak suresini, ikinci rekâtta da Nas suresini okudu. Okumuş olduğum hatmin mübarek bir ağızla teyit edilmesinden çok mutlu oldum ve Rabbime sonsuz kez şükür ettim. Hatmin duasını da Medine Hayrat Vakfı temsilcisi gayretli fedakâr Muharrem Ağabeyimiz yaptı. Allah kendisinden ailesinden ve hizmetinden razı olsun ve mübarek yardımcılar ihsan etsin. Amin. Biri Gider, Diğeri Gelir Her nasıl olduysa dönüş yolunda kesik uçlu dolma kalemimi kaybettim. İlginçtir, eve ziyaretime gelen ilk guruptan bir kardeşimiz -hediye olarak- yeni kesilmiş bir dolma kalem getirdi. Velhasıl Bunlar gibi daha başka hadiseler var ama burada bırakalım. Evet, başta dediğim gibi bu güzellikleri, niyetine geldiğim güzel insanlar ve başta Muhterem Hocamız adına yaşadım. Çok şükür ettim. Sizler de şükür edersiniz diye bizleri umre ziyaretine gönderen İrfan Mektebi’nde bunları paylaşmak istedim. Rabbim tüm kardeşlerimize böyle manevi lezzetleri tattırsın. Bu vesileyle de SUEDA Basım’a ve Muhterem Editörüne ve son hale gelene kadar geçen süreçte emeği geçen tüm kardeşlerime ve tüm okurlarına şahsım ve kardeşlerim adına teşekkür ederim. Selam ve dua ile.

“Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep,Dediler ilim geride, illa edep illa edep” Demiş Yunus Emre. Evet, ilim edepten sonra gelir. İnsana yakışan da edeple taçlanmış ilimdir. “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere geldim” diyen Peygamberin (sav) ümmetine bıraktığı en büyük mirastır edep. Edep, haddini bilmektir; nerede nasıl davranacağını bilmektir; edep kendini bilmektir. Yunus Emre’nin bir dörtlüğünde dediği gibi; “İlim ilim bilmektir, İlim kendini bilmektir, Sen kendini bilmezsen, Ya nice okumaktır.” Sende ilmin çok olması seni değerli kılmaz. Seni değerli kılan, ilmini edep ziynetiyle süslemendir. Edep, ilmin sana verdiği ile senin yanlış olarak kazandığın enaniyetini kırarak, adeta olgunlaşan başağın tevazu ile başının öne eğilmesi misali, tevazu gömleğine bürünmene vesiledir. Edep, Osman Gazi’nin, Kur’an’a hürmeten, misafir olduğu evde uzanmaya hayâ ederek sabaha kadar uyumamasıdır. Edep, Hz. Yusuf’un kendini dünyaya çağıran zengin ve güzel bir kadının teklifinden Allah’a sığınmasıdır. Edep, Bediüzzaman Hazretlerinin on beş yıllık medrese eğitimini 3 ayda bitirdiğinde -adet üzere olan- alimlik cübbesini -yaşının küçük olduğunu söyleyerek- giymeyi reddetmesidir. Edep, sevgili Peygamberimizin (sav) vefatından sonra, Onun (sav) hutbe verdiği yere basmaya hayâ eden güzide sahabelerinin vefasıdır. Edep, hiç kimse beni görmese de Allah beni görüyor, deyip haramdan uzak duran takvalı müminin düşüncesidir. “Edep bir tac imiş Nur-u Hüda’dan Giy ol tacı, emin ol her beladan…” Beyti edebin Allah’ın nurundan bir nur olduğunu beliğ bir şekilde bizlere ifade ediyor. Mevlana Celaleddin Rumi de yukarıdaki beyti destekleyen “Allah’tan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Allah’ın lütfundan mahrumdur” sözleriyle edebin ehemmiyetini açıkça ifade ediyor. Edeple ilgili daha çok misaller verilebilir. Verilen bütün bu misaller güzel. Peki, ben böyle bir edebi nasıl kazanabilirim, diye bir soru aklınıza geliyorsa ki gelmeli, cevabı Hz. Aişe annemizden soralım. Zira ona Peygamberimizin (sav) ahlakı sorulduğunda, “Siz Kur’an okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kur’an’dan ibaret idi” şeklinde cevap vermişti. Allah bizleri Kur’an ve sünnetle edeplenen ve ahlaklanan kullarından eylesin. Âmin.

Bu çalışmamızda kaynak olarak öncelikle Kur’an ve Hadislerden misaller getirilecek, daha sonra İslami kaynaklarda Kader ve İnsan İradesi hakkında mücmel malumata yer verilecek ve akabinde ise Oryantalistlerin kendi kitaplarındaki (İslami akidelerle tenakuz arz eden ve hakikati yansıtmayan) iddiaları ve bu iddiaların Türkiye’deki yansımaları ele alınacaktır. GİRİŞ Kader inancı ve buna karşılık İnsan İradesinin durumu düşünce tarihi boyunca hatta diyebiliriz ki insanlık tarihi boyuncu var olmuş ve bütün dinlerde devamlı surette tartışılmış bir inanç meselesidir. Hal böyle olunca bütün düşünce tarihi boyunca tartışılan ve tam olarak bir sonuca varılamayan bu mühim mesele tabiatıyla Oryantalistlerin İslami akidelere şüphe iras edebilmeleri için bulunmaz bir fırsat teşkil etmiştir. Bu çalışmanın birinci hedefi, Oryantalistlerin İslam’da İnsan İradesi ve Kader meselesini ileri sürdükleri iddiaların öncelikle kendi içerisindeki tutarsızlığını daha sonra da Türkiye’deki etkilerini tespit edebilmektir. Bu hedefe sağlıklı bir şekilde ulaşabilmek için yöntem olarak öncelikle İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’an ve Hadislerden meseleye dair misaller getirilecektir. Daha sonra İslam âlemi içerisinde hâkim olan Eş’ari ve Maturidi mezheplerinin görüşleriyle birlikte, çok fazla bir etkiye sahip olmayan Mu’tezile ve Cebriye mezheplerinin de hâkim olan görüşleri hakkında muhtasar malumat verilecektir. Buradaki amaç bu konulara yabancı olanlara öncelikle doğru olan bilgileri vermektir. Daha sonra Oryantalistlerin İslam’da İnsan İradesi ve Kader meseleleri hakkında ileri sürdükleri belli başlı iddialar ele alınacak ve böylelikle sıhhatli bir mukayese yapma imkânı sağlanacaktır. Bu iddiaların detaylı olarak ele alınacağı yerlerde duyulan ihtiyaç üzerine, ikinci bir hedef olarak, özellikle son dönem Osmanlı uleması tarafından hem Oryantalistlere hem de ülkemizde onların fikirlerinden etkilenerek Kader inancını reddedenlere karşı verilen cevaplara yer verilecektir. Bu çalışmamızda kaynak olarak öncelikle Kur’an ve Hadislerden misaller getirilecek, daha sonra İslami kaynaklarda Kader ve İnsan İradesi hakkında mücmel malumata yer verilecek ve akabinde ise Oryantalistlerin kendi kitaplarındaki (İslami akidelerle tenakuz arz eden ve hakikati yansıtmayan) iddiaları ve bu iddiaların Türkiye’deki yansımaları ele alınacaktır. İSLAM’DA İNSAN İRADESİ ve KADER Öncelikle İslam dininin en temel iki kaynağı olan Kur’an ve Hadislerde insan iradesi ve kaderle ilgili olarak genel bir çerçeveyi çizdikten sonra İslam kelamındaki ana ekollere yer verilecektir. 2.1. KUR’AN ve HADİSLERDE İNSAN İRADESİ ve KADER 2.1.1. Kur’an’da İnsan İradesi ve Kader Kur’an-ı Kerim’de hem Allah’ın mutlak hâkimiyetinden hem de insanın hür iradesinden bahseden birçok ayet vardır. Bunlardan öne çıkan bazı ayetleri hep birlikte inceleyelim. a) Allah’ın mutlak hâkimiyetine işaret eden ayetlere misaller: -Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.[1] -Sizi ve yaptıklarınızı Allah yaratmıştır.[2] -Gerçekten biz, her şeyi bir kaderle yarattık.[3] -Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.[4] -Dilediği şeyleri mutlaka yapandır.[5] -Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur.[6] -Allah her şeyi yaratıcısıdır.[7] -Allah’tan başka bir yaratıcı var mıdır?[8] -Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (inşâallah demedikçe) hiçbir şey için “Bunu yarın yapacağım” deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı an ve: “Umarım Rabbim beni, doğruya yakın olan bir yola iletir” de.[9] -Bir şey yaratmak istediği zaman O’nun yaptığı “Ol” demekten ibarettir. Hemen oluverir.[10] b) İnsan iradesinin hür olduğuna işaret eden ayetlere misaller: -De ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.[11] -Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse, Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulacaktır. Kim bir günah kazanırsa onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah her şeyi bilendir, büyük hikmet sahibidir.[12] -Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.[13] 2.1.2. Hadislerde İnsan İradesi ve Kader Hadislerde de aynı şekilde hem Kaderin belirleyici olduğuna hem de insanın hür iradesine ve kesbine işaret eden ifadeler vardır. a) Kadere işaret eden hadislere misaller: Cibril Hadisi: Abdullah b. Ömer’in, babası Hz. Ömer’den naklettiği bu hadisin imanla ilgili kısmı şöyledir: … Adam: “Bana imandan haber ver” dedi. - Resûlullah (sav): Allah’a, Allah’ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır.” buyurdu.[14] Hz. Adem ve Hz. Musa münakaşası: Hz. Adem ve Hz. Musa münakaşa ettiler. -Musa, Adem’e: “İşlediğin günahla insanları cennetten çıkaran ve onları şakâvete atan sensin değil mi?” dedi. -Adem de Musa’ya: “Sen, Allah’ın risalet vermek suretiyle seçtiği ve hususi kelamına mazhar kıldığı kimse ol da, daha yaratılmamdan (kırk yıl) önce Allah’ın bana yazdığı bir işten (kaderden) dolayı beni ayıplamaya kalk!” diye cevap verdi.” - Resûlullah devamla dedi ki: “Âdem Musa’yı ilzam etti!”[15] b) İnsan iradesine işaret eden hadislere misaller: -“Çalışın! Herkes yaratıldığı şeye erecektir! Herkes, (yazıldığı) ameliyle amil olacaktır!” buyurdular.”[16] -Resûlüllah: “Çalışın, buyurdular. Herkes kendisi için yaratılmış olana erecektir. Cennetlik olanlar, saadet amelinde olacaktır. Şekâvet ehli olanlar da şekâvet amelinde olacaktır.[17] -Ya Resûlallah! Hasta olduğumuzda tedavi olalım mı?” dediler. -Resûlüllah: ‘Evet, tedavi olunuz! Zira Allah yarattığı her derde deva yaratmıştır. Ancak ihtiyarlık müstesnadır!’ buyurdu.”[18] 2.2. İSLAM KELAMINDA İNSAN İRADESİ ve KADER İslam tarihinde insan iradesi ve kader bağlamında müteaddit ve müteferrik fikirler zuhur etmiştir. Bütün bu fikirlerin hepsine bu makalede tafsilatıyla yer vermek makul olmayacağından mesele genel hatlarıyla ele alınacak ve İslam âleminde farklı ana görüşlere yer verilecektir. 2.2.1. Mutezile (Kaderiyye) Ashabu’l-adl olarak da tesmiye edilen Mutezile, Kaderiyye ve Adliyye lakaplarıyla da zikredilir.[19] Bunlar Allah’ın iradesinin ezeli olmadığını, bilakis sonradan meydana gelen bir dileme olduğunu iddia ederler. Onlara göre bu irade ile Allah, hem kendi fiillerini hem de insanlara emrettiği iyi olan fiilleri dilemekte, buna karşılık yapılmasını yasaklandığı kötü ve çirkin olan fiilleri dilememektedir.[20] İnsan ise tamamen özgür bir iradeye sahiptir ve insan bu iradesini kullanarak kendi kaderini kendisi tayin eder.[21] 2.2.2. Cebriye Cebir, kısaca kulun işlediği fiille ilgisini reddedip, o fiili Allah’a vermektir.[22] Allah’ın mülkünde sadece O’nun dilediği her şey gerçekleşir, dilemediği hiçbir şey olmaz.[23] İnsanlarda hür bir irade ve ihtiyar yoktur. Bilakis insanın iradesi tamamen Allah’ın mutlak zorlaması altındadır.[24] Bununla birlikte insan fiillerinde tesiri olan kudreti kabul edip de buna kesb diyenler cebri değildir.[25] Zaten kesb, kulun kudret ve iradesini fiile doğru sarf etmesi[26] demektir. Çünkü ihtiyari fiillerden mütevellit mes’uliyeti reddetmezler. Fakat ileride görüleceği üzere her nedense(!) bazı oryantalistler ve onların fikirlerinden etkilenenler Eş’ariye için insafsızca bu haksız ithamı yapmaktadırlar. 2.2.3. Ehl-i Sünnet Ehl-i Sünnetin gerek Eş’ariye gerekse Maturidiye kollarına göre; Allah’ın iradesi, ezelidir, kesinlikle sonradan meydana gelmemiştir ve her şeyi kuşatır. İradesinin dışında hiçbir şey vuku bulmaz.[27] Bununla birlikte insanın iradesi meselesinde Maturidi koluna göre; insanda müstakil bir cüz’i irade vardır[28] ve bu sahip olduğu irade ile karşısına çıkan seçeneklerden birisini tercih eder. Eş’ariye kolu ise; insanda mes’uliyeti mucip bir iradeyi kabul eder. Zira mükellef insan kendisine emredileni yapmaya gücü yeten kimsedir.[29] Fakat bu iradenin müstakil olmadığını ve Allah tarafından yaratıldığını[30] söyleyerek bu konuda (Allah’ın kudretine ve yaratmasına sınır koymama açısından) daha hassas bir tutum sergilemişlerdir. Zira onlar Allah’ın iradesinin yanında insan iradesinin mevcudiyetini kabul etmenin, irade sahiplerini ikileştireceğini düşünerek insan iradesine mevcut nazarıyla bakmamışlardır. Maalesef bu hassas tavrı tam olarak anlayamayanlar Eş’arileri cebr-i mutavassıt olarak nitelendirmişlerse de bu iddia doğru değildir. Çünkü onlara göre de insan tercih edici bir irade ile fiillerini tercih etmekte ve bunun karşılığında da mes’ul olmaktadır.[31] 2.2.4. Son Tahlilde İslam Kelamı Allah insanı yeryüzünde halifesi olarak yaratmış, ancak O’na ibadet etmesini istemiş, çeşitli emir ve yasaklarla bu dünya hayatında imtihana tabii tutmuş, imtihanı neticesinde cennet ve cehenneminden haber vermiş, doğru yolu göstererek emretmiş ve doğru yolu seçmesi kendisine bırakılarak insana sorumluluk elbisesi giydirilmiştir.[32] Neticede mükâfat veya mücazatın tahakkuku ancak insanın serbest hareketiyle ve hür iradesiyle mümkün ve makul olabilir. Fakat insan iradesi fiillerin meydana gelmesi için tek başına yeterli değildir. Allah’ın iradesinin de insanın tercihlerini onaylaması gereklidir. Son tahlilde; tevhid dini olan İslam, Allah’ı sadece ilmi ve iradesi açısından değil, kudreti açısından da bütün kâinatta en küçük detayına kadar (ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle) mutlak hâkim kılmakla birlikte insana da tercihlerinde hürriyet vererek sorumlu tutmuştur. 2.3. KAZA VE KADER ISTILAHLARI Cürcani’nin tarifine göre “Kaza: Lügat bakımından; hüküm anlamındadır. Istılahta ise; üzerinde bulundukları, ezelden ebede cari olan ahvale göre, mevcudatın a’yanı hakkındaki ilahi ve külli hükümden ibarettir.”[33] Yani bu tarife göre “kaza” Cenab-ı Hakk’ın mahlukatı yaratmadan önce ne zaman ve nasıl yaratılacaklarına dair olarak ezelden hüküm (karar) vermesi demektir. Yine Cürcani’nin tarifine göre “Kader; mümkinatın, yokluktan varlığa birer birer, kazaya uygun olarak çıkmasıdır. Kaza ezelde, kader la yezaldedir. Kaza ve kader arasındaki fark şudur: Kaza levh-i mahfuz’da bütün mevcudatın topluca varlığıdır. Kader ise, şartları hâsıl olmasından sonra a’yan içinde, mevcudatın ayrılmış olarak varlığıdır.”[34] Yani “kader” mevcudatın ezelde verilen kazaya (karara) uygun olarak vakt-i zamanı geldiğinde Allah’ın kudretiyle yaratılmasıdır. Ehl-i Sünnet itikadi mezhepleri ise bu iki ıstılahın esasında müttefik olmakla birlikte lafız açısından birbirinin tersi olarak kullanmışlardır. Maturidiler Cürcani’nin yukarıdaki taksimine göre fikir beyan ederler. Fakat Eş’arilerde ise durum yukarıdaki yaklaşımın tam tersidir. Yani Maturidilerin “kaza” dedikleri şeye Eş’ariler “kader”, Maturidilerin “kader” dedikleri şeye de Eş’ariler “kaza” demektedirler.[35] Benzer bir taksim Eş’ariler ve felsefeciler için de yapılmaktadır.[36] Her hâlükârda, bu iki ıstılah Allah’ın her şeyi yaratılmazdan önce ilm-i ezelisiyle bilip takdir etmesi ve zamanı geldiğinde kudretiyle ademden vücuda çıkarması (yani yaratması) manalarında kullanılmıştır. Her iki mezhep aynı hakikat üzerinde ittifak halinde olup meselenin esasına müteallik herhangi bir fikri ihtilaf yoktur. Kaza ve kader meselesini burada zikretmemizin sebebi: Free Will and Predestination in Early Islam[37] (İslam’ın İlk Dönemlerinde Hür İrade ve Kader[38] olarak Arif Aytekin tarafından Türkçeye tercüme edildi.) kitabının yazarı Oryantalist W. Montgomery Watt kaza ve kader ayrımına kitabında hiç değinmeyerek (iki ıstılaha sanki birmiş gibi yaklaşarak) muhtemel bir kafa karışıklığına sebebiyet vermek istediği aşikârdır. Zira mezkûr kitabın ikinci baskısının önsözünde (muhtemelen gelen itirazlar üzerine) bu hususu sehven unuttuğunu ve ikinci baskıda bir daha düzeltmeye ihtiyaç olmadığını itiraf etmiştir. Bu durum bile oryantalistlerin İslami araştırmalarda ne kadar ciddiyetsiz ve gayr-ı samimi olduklarına bedihi bir delil teşkil etmektedir. ÖNE ÇIKAN ORYANTALİST İDDİALAR ve YANSIMALARI Batılılar bilindiği üzere öteden beri Müslümanlara hem maddeten hem de manen galip gelebilmek maksadıyla ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır. İşte bu kötü niyetlerinin fikri alandaki bir yansıması olan Oryantalistler İslami hakikatlerle bağdaşmayan çeşitli iddialar ileri sürmüşlerdir. Hususen Osmanlının son dönemlerindeki gerilemenin de tesiriyle gerek İslam dininin esaslarını fikren çürütmeye çalışmak ve gerekse Müslümanların üzerinde maddeten hâkimiyet kurmak ve bilhassa sömürgeciliği devam ettirebilmek ve dahi yaygınlaştırabilmek amacıyla bir nevi Haçlı seferlerini yeni dönemde fikri taarruzlara dönüştürmüşlerdir. Bu meyanda ileri sürülen birçok asılsız ve mesnetsiz iddiaların bir kısmını da İslam’da Kader inancı teşkil etmiştir. Bu hususta kendi içlerinde tutarlı olmayarak birçok çelişkilere düşmekle birlikte akla gelebilecek her türlü mantıksız ihtimalleri bile kesin bir gerçekmiş gibi ele almışlardır. Bu kötü gayelerine uyan her türlü iddiayı dillendirerek İslam akidesine zarar vermeye çalışmışlar ve bunun neticesinde teessüfle ifade ediyoruz ki onların bu menfi tutumu ülkemizde de tesir etmiş ve maalesef bir takım acı semerelerini dahi vermiştir. Şimdi genel hatlarıyla tespit edebildiğimiz kadarıyla bu iddialardan öne çıkanlarına ve ülkemizdeki yansımalarına yer verilecektir. 3.1. “Kader ve İrade Hürriyeti Fikrinin İslam Kaynaklı Olmadığı” İddiası Birçok Batılı Oryantalist bilinçli bir şekilde İslam’da esasen insanın hür irade sahibi olmadığını bilakis bu görüşlerin (Kaderiye) İslam dışı kaynaklı olduğunu iddia etmektedirler.[39] Bu görüşe tam olarak katılmayıp İslam kaynaklı olduğunu söyleyenler bile az da olsa Hristiyanlığın etkili olduğunu söylemekten kendilerini alamamaktadırlar.[40] Bunun amacı, İslam geleneğinde akılcı bir eğilimin ve irade hürriyetinin aslında Yahudi-Hristiyan geleneğinden kaynaklandığını ispatlamaya çalışmalarıdır.[41] Ayrıca Kader inancının cahiliyeden kalma bir inanç olduğu imasıyla, Kur’an’ın İslam öncesindeki insan yaşamının iskeletini teşkil eden inançları kaçınılmaz olarak aldığını[42] iddia edenler de vardır. Ülkemizde ise bu iddialara kısmi olarak iştirak ederek Hadislerde cebirci anlayışın daha yaygın olması, ecel ve rızkın dehr (zaman) tarafından önceden tayin edilmiş olması gibi anlayışların İslam öncesi cahiliye dönemine ait olduğunu[43] söyleyenlerle birlikte, Kur’an birkaç semantik düzeltme ve yeniliğin dışında İslam öncesi ahlaki dili ve kavramları olduğu gibi kullandığını[44] söyleyerek Oryantalistlerden yaptıkları iktibaslarla bu fikre tamamen katılanlar da vardır. Öyle ki “Benzer bir tezi T. İzutsu da Kur’an üzerine yaptığı iki değerli semantik çalışma ile savunmaktadır.[45]” ifadelerinde kendini gösteren bu oryantalist hayranlığını dile getirmekten çekinmemişlerdir. 3.2. “İslam’da İnsanın Hür İradesinin Olmadığı” İddiası İslam düşüncesinde tam anlamıyla “Hür İrade” kavramının asla mevcut olmadığını[46], İslam dininde insan iradesine hiçbir değer verilmediğini,[47] Allah’ın hâkim-i mutlak olduğu, insanların ise onun elinde tamamen iradesiz oyuncaklar olduğunu[48] müstehziyane ifade ederek İslam’ın akılcı yaklaşımı mahkûm ettiğini[49] iddia etmişlerdir. Buna mukabil ülkemizdeki bazı akademisyenlerin Oryantalistlerin hakikate aykırı olan iddialarını reddetmektense hayreti mucip bir şekilde onları tasdik edercesine; “Esasen, Watt’ın da tesbit ettiği üzere, gerçek manasıyla hür irade “free will” kavramı İslam Kelam düşüncesinde yer almaz.[50]” ifadelerine yer vermeleri doğrudan doğruya bir etkilenmenin var olduğu ve boyutunu göstermesi açısından kesin bir delil teşkil etmektedir. Bununla kalmayıp işi daha ileri boyuta taşıyarak, Tanrının bildiğini söylemenin özgür iradenin olmadığını ifade ettiğini, çünkü Tanrının bildiğinin kesin olduğunu[51] söyleyerek, (trajikomik bir şekilde) Allah’ı insan özgürlüğünün en büyük rakibi olarak gören ve Allah tasavvurumuzun kimin zengin, kimin fakir olacağını, kazaları, felaketleri, vakitsiz ölümleri vs. “ilahi kader” adı altında meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramadığını[52] ileri sürerek bu yanlış imajı öldürmenin zamanının geldiğini söylemekten hicap duymamışlardır. Bir başkası ise başka bir zaviyeden yaklaşıp Fransız oryantalist Ernest Renan’ın 1883 yılında yaptığı bir konuşmasında; İslam’ın kaderci bir din olup serbest düşünceye açık olmadığından Müslümanların bilimde ilerlemesine engel olduğunu[53] iddia etmiştir. Hâlbuki Renan’ın iddiası Kader inancıyla ilgili değildir. Namık Kemal, bu zavallı akademi (!) hocasının vukufsuzluğunu birer birer göstererek, asar-ı cehaletinin ve garezinin neticesinde genel anlamda İslam dinini hedef aldığını[54] söyler. Bu fikirlerden etkilenenlerin İslam’da kader inancını inkâr edebilmek uğruna gerçekleri saptırmaları akademik ve etik kurallar açısından problemlidir. 3.3. “Kur’an’ın Cebr-i Mutlak Fikrinin Dayanağı Olduğu” İddiası Oryantalistler ahlaki yönden zayıf bir takım insanların kulluk vazifelerini yerine getirmek istememelerinden neş’et eden cebr-i mutlak fikrinin yani Tanrı’ya mutlak bağlılığın böyle abartılı bir şekilde ifade edilmesine, Kutsal Kitabın (Kur’an) sağlam bir dayanak olduğunu[55] savunmakla yetinmemiş daha da ileri giderek Kur’an’ın İslam öncesi şairlerinin öğrettiği kadercilikten çok daha katı bir kaderciliği öğrettiğini gerçeklere tamamen aykırı bir şekilde iddia etmişlerdir.[56] Elbette ki peşin fikirli olarak kader inancını inkâr etmek isteyenler için bu iddialar albenili ve bir o kadar da zehirli bir yem olmuştur. Bu meyanda Watt’ın fikirlerine yer verirken “Kur’an’da ‘dehr’in yerini Allah almış ve insanın hayatı bu sefer, Allah’ın kontrolüne girmiştir. Yani, önceden belirleme fikri başka bir aktörün kontrolünde yine devam etmiştir.[57]” dediği yerde İzutsu’nun da Watt ile aynı kanaati paylaştığını söyleyerek[58] fikirlerine destek veren gayr-i müslim müsteşriklerden iktibas yapmayı ihmal etmeyenler, her nedense geçmiş İslam ulemasının fikirlerine itibar etmemiş ve bu menfi tutumlarıyla onların hakkını hakkıyla takdir etmemeleri sebebiyle –teessüfle ifade ediyoruz- alem-i İslam’ın manevi tenfirine kendilerini hedef yapmışlardır. Oryantalistlerin gizli bir desiseleri de bazen olmasını arzu ettikleri şeyin aksini iddia ederek Müslümanların bu iddialarının aksini savunmalarını temin etmeye çalışmalarıdır. Burada da Kur’an’ı cebrin kaynağı olarak göstermişler ve kurdukları bu tuzağa stratejik zekadan yoksun Müslümanları düşürmüşlerdir. Bu iddia karşısında bir misal olarak “İnsanın alınyazısı yani ne yapacağı cennetlik veya cehennemlik olduğu alnında da Levh-i Mahfuzda da yazılı değildir. İşte bu manada kader yoktur.[59] “cümlesini nazarlarınıza arz ediyoruz. Aynı şahıs Oryantalistlerin bu gizli tuzağına düştüğünün farkına varmadan İronik bir şekilde “İslam’ı kendi anarşist düşüncelerine alet eden kimseler veya İslam’ın aleyhine olmak üzere misyonerlerin ve müsteşriklerin, İslam’a yanlış, sapık fikirler sokmaya çalışanların oyununa gelen kimselerdir.[60]” ifadesinde kendisini de tarif ettiğinin herhalde farkında değildir. Hâlbuki yukarıdaki ayetlerden verdiğimiz misalleri göz önüne aldığımızda insanın seçme hürriyetinin olduğu net bir şekilde anlaşılmakta ve insanın sürekli olarak aklını kullanması gerektiği vurgulanmaktadır. İşin aslı onların bu tutumları bizim için şaşırtıcı değildir. Bilakis asıl şaşırtıcı olan şey İslam’a hizmet etme iddiasında olanların bu fikirleri bilinçsizce savunmalarıdır. 3.4. “Kur’an’da En Fazla Çelişki Hür İrade ve Kader Doktrinindedir.” İddiası Muannid müsteşrik Goldziher, Kur’an’dan bu mesele kadar hakkında zıt hükümler çıkarılmış olan başka bir akaid meselesinin olmadığını büyük bir heyecanla iddia etmiş ve iddiasını “İnsanda cüz-i irade olduğunu söyleyenler, aynı Kur’an’dan külli iradenin tam aksine sonuçlar veren kesin açıklamalar yapıyorlardı.”[61] diyerek temellendirmeye çalışmıştır. Aynı paralelde, Allah’ın bütün kâinatın mutlak hâkimi olmasıyla insanın ahlaki açıdan sorumlu olması arasındaki tezadın Müslüman aklında herhangi bir çelişkiye neden olmamasını[62] soran Wensinck, farkında olmadan aslında kendi zihninin bu konunun idrakinde yetersiz kaldığını itiraf eder gibidir. Ama ülkemizdeki Batı muhipleri onları bu fikirlerinde elbette yalnız bırakmayacak ve “Eğer Tanrı, insanın ne yapacağını daha önce tayin ediyorsa insanın yaptığı işlerden sorumlu olmaması lazım gelir.[63]” diyerek Kur’an’da geçen kader kelimesine ve türevlerine farklı bir anlam yüklenerek böyle bir inancın ortaya çıkarıldığını[64] iddia edecek kadar hakikatten uzaklaşmaları calib-i dikkattir. Bazı kimseler ise bu vaziyet karşısında acizliğini dile getirerek “Goldziher’in Kur’an ayetlerinde çelişki bulunduğuna dair olan eleştirilerine nasıl cevap verilmelidir?” demekten kendini alamaz.[65] 3.5. “Hz. Muhammed Mekke’de Hürriyetçi, Medine’de Kadercidir.” İddiası İslami akidelere binde bir ihtimalle bile olsa zarar verebilmek ümidiyle ellerinden gelen her türlü saçmalıkları söylemekten ictinab etmeyen azılı müsteşriklerden Goldziher, Hz. Peygamber’in Mekke’deki ilk dönemlerde sorumluluğu ve irade-i cüz’iyeyi tamamı ile kabul ettiğini, daha sonraları (gücü ele geçirdiğini ima ederek) Medine’de giderek bireysel hürriyetsizlik ve mutlak kadercilik doktrinine vardığı safsatasını dile getirmiştir.[66]Aynı konuya farklı bir zaviyeden yaklaşan Ringgren ise Hz. Muhammed’in tebliğinin son dönemlerinde fatalistik (kaderci) karakterli ifadelerin yer aldığını iddia ederek, Hz. Peygamber’in ilgisinin başlangıçta ahirete müteallik olduğunu ve bunu takiben daha sonraları Allah’ın mutlak hâkimiyetine yoğunlaştığını[67] söyleyerek hem İslam’ın iman esaslarına hem de Hz. Peygamber’in şahsiyet-i maneviyesini lekelemeyi hayal etmişlerdir. Araştırmamızda bu iddianın Türkiye’deki yansımalarına çok şükür ki rastlamadık. Heyhat, o damen-i muallaya böyle pest şüphelerin pis elleri elbette ki yetişemez.[68] 3.6. “İrade Hürriyeti ile İlgili Hadislerin Korunmadığı” İddiası Bu mevzuyla ilgili olarak oryantalistler arasında esas itibarıyla farklı iddialar dile getirilmekte ve kendi aralarında bile fikri bir tutarlılık sergileyememektedirler. Zira meslekleri İslam âleminde fesat çıkarmak olan oryantalistlerden bilimsel etiğin gerektirdiği metodolojik bir tutarlılık ve hakkaniyet ölçülerine tabi olmalarını beklemek muhali talep etmek gibidir. Bu hususta Wensinck önceleri Hadislerde insan hürriyeti fikrinin olduğunu kabul etmiş fakat daha sonra Hadis geleneğinin irade hürriyetini savunan bir tek hadis bile muhafaza etmediğini[69] iddia etmiştir. Bu fikri temellendirmek için Watt, hadislerde kendine yol bulduğu görülen deterministik (kaderci) görüşlerin İslam öncesi materyallerden (cahiliye şiiri) neşet ettiğini[70] ileri sürerken, Ringgren Hadislerin kader konusundaki kelami tartışmalardaki (kaderci) delillere olan ihtiyacı gidermek için uydurulmuş olduğunu iddia edecektir.[71] Metot olarak şüpheli ilmi hedefi[72] benimseyen oryantalistler bu tarz bir yaklaşımla bir taşla iki kuşu birden vurmaya çalışarak hem İslam’da kader inancına hem de hadislerin güvenilmez olduğuna dair asılsız sözler sarf etmişlerdir. Ülkemizde farklı saiklerle de olsa aynı fikirleri dile getirenler İslam akidesinin muhkem kalesine atılan mezkûr taşın iki hedefe birden isabet etmesine kendi elleriyle yardım ederek, hem Kur’an’da sadece beş iman esası olduğu halde Hadislerde kadere imanla birlikte bu sayının altıya çıkarıldığını hem de Cibril hadisinin bir kısım rivayetlerinde kadere imanın zikredilmemesinin, bunun sonradan ilave edilmiş olabileceği ihtimalini ortaya çıkardığını[73] savunmaya çalışmışlardır. Bu fikrin dolaylı ikincil bir yansımasına “Ayetlerde olmayan kader/kaza inancının hadislerle oluşturulduğu görülmektedir.[74]” ifadesinde hayretle karşılaşmaktayız. Makam münasebetiyle Hadisleri itibarsızlaştırma gayretlerinin bir başka yansımasını burada zikretmek mecburiyeti hâsıl olmuştur. İslam dininin iki esas kaynağının Kur’an ve Hadisler olduğu bütün ümmetin icmâ’ıyla kabul edilen bir hakikat olduğu halde gayet pervasızca “Dinin bir kaynağı ve birinci kaynağı akıldır. Aklın verdiği hüküm din hükmüdür. Akıl sözsüz, yetenek halinde vahiydir. Dinin ikinci kaynağı Kur’an’dır… İslam dininin iki bilgi temel kaynağı akıl ve Kur’an’dır.[75]“ diyenler oryantalistlerin amacına hizmet etmekten başka ne yapmışlardır? Zaten Aydınlanma’dan maksat, dinin yönlendirici olmaktan uzaklaştırılması ve yerine aklın ikame ettirilmesidir.[76] Bu ikameye delil teşkil etmesi açısından “İnsan aklı ile doğru hüküm verebilir ve aklın verdiği hüküm Allah’ın hükmü olur.[77]” ifadelerine bakılabilir. Hadisleri güvenilir olarak kabul etmeyenler kitaplarında “Aristo’nun fikrini almak istiyorum. Ben bu fikre kendim ulaşmıştım… Aristo şöyle diyor: “Akıl daima doğrudur. Fakat arzu ve tahayyül ise bazen doğru ve bazen yanlış olur.” (Aristo, On the Soul)[78]“ ifadelerine yer verirken hem kendileriyle iftihar etmişler hem de Aristo’nun sözlerinin günümüze ulaştığını kabul etmişlerdir. Acaba Hz. Peygamber’den yaklaşık 1000 yıl önce yaşayan Aristo’dan nakledilen bir söze itibar eden bir zihniyet, hangi mantıkla Hz. Peygamber’den nakledilen hadislere -günümüze 1000 yıl daha yakın olduğu halde- itibar etmez ve hadisleri kolaylıkla inkâr eder. Bu vaziyet karşısında vicdanı tefessüh etmeyenlerin acı teessüflerini müşahede etmekteyiz. Hz. Peygamberin sözleriyle de en azından aynı seviyede iftihar etmeleri ve Aristo’nun sözlerine inandıkları kadar dinin kaynağı olarak hadisleri de kabul etmeleri gerçek bir İslam âliminden beklenen tavır olmalıdır. 3.7. “İslam Dini Kadercidir.” İddiası Bu iddiayı genel olarak şöylece ifade ederler: İslam’ın temel yaklaşımı kadercilikten yana[79] olduğu gibi Müslümanlar arasında daha çok fatalizm vardır.[80] Çünkü onlara göre; Kur’an’ın tevhid dini mesajı, umumiyetle dönemin Araplarının düşünce dünyasının kavramlarına uygun olarak ifade edildiğinden[81] ve o zamanın Araplarında da katı bir kadercilik süregeldiği için İslam da aynı çizgi üzerinden kaderci olarak söylem geliştirmiştir. Sadece bu iftirayla yetinmeyen ve nefreti hakikati görmesine engel teşkil eden Macdonald işi Müslümanlara hakaret edecek seviyesizlikteki bir derekeye taşımış ve “Halen Müslümanların büyük çoğunluğu yarı–şuursuz bir şekilde Allah her yerdedir ve her şeyi kendi iradesiyle elinde tutar.”[82] demekten kendini alamamıştır. Aynı kanaati taşıyanlar bu meseleye kendilerince bir günah keçisi de bularak, Emevi halifeliği döneminde halifenin kararlarına karşı çıkmanın Allah’a karşı çıkmak şeklinde kabul ettirildiğini ve bu düşüncenin geniş halk kitleleri arasında yaygınlaştırıldığını[83] ifade edeceklerdir. Hatta işi daha da ileri boyutlara götürüp İslam Ümmetinin kahir ekseriyeti olan Ehl-i Sünnet’in hicri birinci asırdan itibaren oluşturduğu “ilahi kader” tarihinin, büyük ölçüde bir yanlışı ve giderek de bir nevi ahlaksızlığı meşrulaştırma tarihi olduğu[84] iddia ederek, hakaret dozajında Macdonald’ı geride bırakmışlardır. Gerçi din kardeşleri için “Avam dediğimiz, böcekler gibidir; bin yıl yaşasa da karınca karıncadır, solucan solucandır, tekâmül etmezler. Onları hiç kale almayalım.[85]” ifadelerini hiç çekinmeden dile getiren bir zihniyetten de ancak bu beklenir. Aslında oryantalistler kendilerini o kadar çok etkilemiştir ki işi sadece Müslümanlara hakaret düzeyinde bırakmayıp İslam ulemasına kadar dil uzatılmış ve Kaderin insanın alınyazısı olduğuna inanan din hocalarının bunu yani kaderin kâinat nizamı olduğunu kavrayamadıklarını[86] iddia etmişlerdir. Keşke iş burada kalsaydı ve “Eş’ariliğin oluşturduğu kader teorisinin merkezinde yer alan, mülkünde kuralsız, kanunsuz, ahlaksız (çünkü ahlak bize hastır) tasarrufta bulunan Allah tasavvuru, İslam dünyasındaki birçok ahlaksızlığın, hastalığın nedenidir.[87]“ ifadelerini buraya almak durumunda kalmasaydık. Burada çok büyük bir safsata vardır. Eğer ahlak biz insanlara has ise ahlaksızla muttasıf olması gereken de yine biz insanlar olmalıyız. Zira Allah’ı bununla muttasıf kılmak çok basit bir mantık aldatmacasıdır. Kader inancını inkâr etmek uğrunda Rabbülalemin için akla hayale gelmeyecek sözlerin pervasızca sarf edildiği ahlaksız bir zihniyetin deniyetini hayretler içinde görmek hakikaten üzüntü vericidir. “Onlar Allah’ı hakkıyla tanıyıp takdir edemediler.[88]” Rabbimiz bizleri sırat-ı müstakimden ayırmasın. 3.8. “Kadere İnancının Müslümanları Tembelleştirerek İslam Âleminin Geri Kalmasına Sebep Olduğu” İddiası 18. ve 19. asırlarda Batılıların elde ettikleri maddi ve ilmi kuvvet, ilim adamlarının, tarihçilerinin ve yazarlarının kendilerine aşırı derecede güvenmelerine yol açtı.[89] Bizde de maalesef tam tersi bir aşağılık kompleksi oluştu. Zira Batının ilerlemesine karşın Osmanlı’nın son dönemlerindeki maddi gerileme sebebiyle Oryantalistler güçlü olan haklıymış gibi bir zehaba kapılarak İslami hakikatlere daha fazla saldırmaya cür’et etmişlerdir. Özellikle Kader inancının Müslümanları tembelleştirerek geri kalmalarına sebep teşkil ettiği fikrini her fırsatta serrişte etmeye başladılar. Öyle ki kader meselesini dillerine dolayan Oryantalistler, Müslümanların geri kalmasının müsebbibinin İslam dini olduğu iddiasıyla bir propaganda başlatmışlardır.[90] O zaman ki Osmanlı ulemasının onların bu çarpıtıcı iddialarına gayet mantıki ve güzel cevaplar verdiğini görüyoruz. Fakat maalesef içimizdeki bu kompleks sebebiyle aynı paraleldeki fikirler daha sonraki tarihlerde de devam ederek günümüze kadar ulaşmıştır. Şimdi bu iddialardan bazılarını ele alalım; “Bu determine olma hissi, başkasının (Allah’ın) ellerinde pasif olma duygusu, zihinlerin derinliğinde ve bunun ötesi kendilerine İslam’ın geldiği Orta-Doğu halkında gayr-ı şuuri olarak yer edinen bir düşünceydi.”[91] “Fatalizm, iklimin sebebiyet verdiği ataletin iyice akla uygun hale getirilmesiydi.”[92] İslami hakikatleri savunmak yerine yukarıdaki iddiaları doğru olarak kabul eden anlayış bilmecburiye suçu isnad edecek bir günah keçisi bulmak zorunda kalacaklardır. İşte bunlardan bazıları; “Şimdi, Müslüman olmayanların iddia ettikleri gibi Müslümanlar Kur’an’a inandı ve iradelerini Allah’a teslim ettiler ve böylece iradesiz kalarak tembel oldular ve geri kaldılar, demelerinde cebriye veya yarı cebriye fikrinin hiç rolü yok mudur?[93]“ “Çalışmayıp açlıktan sürünenler suçu kadere yüklemiş, kurallara uymayıp trafik kazası yapanlar… Suç işleyip hapishanelere dolan ne kadar katil, hırsız, tecavüzcü, müfteri, uyuşturucu veya kadın tüccarı vb. kişiler için hükümetler bile “kader kurbanları” nitelemesi yaparak suçu kadere yüklemektedir.[94]“ Devamında ironik bir şekilde; “Böylece oryantalistlerin ve İslam-sevmezlerin eleştiri ve saldırıları için uygun bir ortam ve malzeme hazırlanmaktadır.[95]” ifadeleri yer almaktadır. Bu iddialara yine son dönem Osmanlı ulemasının ağzıyla cevap verelim ki safi zihinler bu yanlış fikirlerden etkilenmesinler. Osmanlının son Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi bu fikirleri savunan Haşim Nihat’a reddiye olarak yazdığı eserinde “Para kazan, aç sefil kalma, karnını doyur, lokmayı ağzına götür, yorulunca dinlen… tarzındaki nasihatçilerden insanlar değil hayvanlar bile müstağnidir. Belki ulemanın vazifesi; dünya menfaatlerini istihsal ederken ahireti unutmayarak hak ve adalet gözetmek, namus dairesinde hareket etmek… Allah’a tevekülle mesaide yeis ve fütura düşmemek, kendi kuvvetine böylece bir manevi kuvvet zammetmek gibi faideli ve nurlu yolları insanlara göstermektir… Kader ve tevekkülün manaları hakkındaki galat telakkilerini anlatmak değil de, halkın ahlaki seciyelerini yeniden ihya ve iade etmek vazife olur.[96]” Aynı meseleye Mevkifü’l-Beşer Tahte Sultani’l-Kader isimli eserinde de değinerek; “Bu akide insanı, kaderi beklediği için dünya ve ahirette faydalı işleri bırakmaya ve tembelliğe götürüyor da niçin yine fiil ve amel cinsinden olan çirkin işleri ve ma’siyetleri terke götürmüyor. Onların hastalığının esası din zayıflığından doğan kalp (iman) zayıflığıdır.[97]“ şeklinde farklı bir açıdan mukni’ bir cevap vermiş ve “Bu zaman insanının dünyayı terk etmesi kaderden değil tembellik ve üretici çalışmanın yolunu bilmemek gibi başka bir sebeptendir.[98]“ diyerek çözümü başka mahfillerde aramak gerektiğine işaret etmiştir. Aynı hususa işaret eden Bediüzzaman “Evet, ma’nen terakkî etmeyen avâm içinde kaderin cây-ı isti’mâli var. Fakat o da mâziyât ve mesâibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilacıdır. Yoksa me’âsî (günah) ve istikbâliyâtta cârî değildir ki, sefâhete ve atâlete sebeb olsun. Demek kader mes’elesi, teklîf ve mes’ûliyetten kurtarmak için değildir. Belki fahir ve gururdan kurtarmak içindir ki, îmâna girmiş. Cüz’-i ihtiyârî, seyyiâta merci’ olmak içindir ki, akîdeye dâhil olmuş. Yoksa mehâsine masdar olarak tefer’un etmek (firavunlaşmak) için değildir”[99] diyerek oldukça orijinal bir açıdan hikmet gözüyle meseleye çözüm getirmiştir. Kaderi inkâr edenlerde görülen tekebbür hali, kendilerini sürekli methetmeleri ve insanlara karşı böbürlenmelerinin altında işte bu dakik sırrı anlamamaları yatmaktadır. O zamanın basın-yayın organlarında da bu mesele çok mevzu bahis olmuştur. Misal olarak Derviş Vahdeti’nin Volkan gazetesindeki bir yazısından iktibas yapalım. “Kader diye anlaşılamayan hal netice-i teşebbüsatımızdır. Onu kimseye Allah bildirmemiştir. Makul olan her şeye teşebbüs edelim.[100]“ Ferit Kam hoca da Kader inancını itham edenlere karşı “Eğer İslam’a isnad olunan bu manasız tevekkül haklı olaydı, bugün İslam’ın namı yalnız tarih sayfalarında kalırdı… Dünyada hiçbir akıl sahibi yoktur ki, tarlasını ekmeden karşısına geçip otursun da hasat zamanı birçok mahsul almak ümidinde bulunsun.[101]“ demekle Osmanlı tokadı niteliğinde tarihi ve zirai bir zaviyeden müthiş bir cevab-ı müskit vermiştir. 3.9. “Kur’an Hürriyetçi, Hadis Kadercidir.” İddiası Son oryantalist olarak kabul edilen ve üslubundaki kelime oyunlarıyla kendisini yakinen bildiğimiz Watt, Kur’an ile Hadis arasında sanki bir zıtlık varmış ve birbirlerine aykırıymış gibi bir vehmi hissettirerek çoğu Hadisin fatalistik öğretisi ile Kur’an’ın anti-fatalistik öğretisinin arasındaki tezadı -nasıl olurda- az sayıda Müslümanın farkına varabilmiş olmasını tuhaf karşılar [102] ve “Kur’an’ın esas İslam’ında kader büyük bir çabayla reddedilir.”[103] diyerek bu iddiasını desteklemeye çalışırken yine kelimelerin ardına gizlemeye çalıştığı art niyetini yine aynı kelimelerde göstererek (Kur’an’ın esas İslam’ı), sanki İslam düalizmi varmış ve Kur’an ile Sünnet’in İslam’ları yekdiğerine mugayirmiş gibi safi zihinleri cerh etmeye çalışmaktadır. Hatta başka bir yerde Kaderi inkâr edenlerin hür irade fikrine karşı çok güçlü argümanların Hadislerde bulunduğunu iddia ederek[104] sanki Hadislerin kaderci olduğuna dair gizli bir şüpheye sezdirmeden zemin ihzar etmektedir. İşte bu şekilde ucuna zehirli bir yem taktığı zokasını zamanın bulanık suyuna atacak ve elini bile kıpırdatmadan birçoklarını kendi sapık fikirlerine hizmet ettirecektir. Kur’an’ın hürriyetçi olduğunu savunmaya çalışmak işte tam da bu açıdan tehlike arz etmektedir. Bu iddiayı ispatlamaya çalışanlar “Davud Rehber, Kur’an’da kullanılan bu fiilleri ve türevlerini tek tek tahlil ederek hiçbir yerde Allah’ın insan davranışını önceden belirlemesi anlamında cebir ve zorlama içermediğini gayet açık bir şekilde ortaya koymuştur.[105]“ iktibasını yapmak suretiyle hem Kur’an’a bütüncül yaklaşmaktan uzak kalmışlar hem de farkında olmadan Hadislere karşı dolaylı bir ithama hizmet ederek isabet etmemişlerdir. UMUMİ DEĞERLENDİRMELER 4.1. Aydınlanma çağının etkisiyle fikir, dini hakikatlerin akla boyun eğmesini tercih etmiş[106] ve bunun neticesinde bazı Avrupalı düşünürler İslam dinini “kadercilik” ile itham etmişlerdir. Kader meselesiyle ilgili hemen her metinde bu oryantalist telakkinin mevzu bahis edilmesi, tesirin derecesinin büyüklüğünü göstermesi[107] açısından dikkat çekicidir. 4.2. Resme külliyen nazar edemeyenler için Mustafa Sabri Efendi’nin diliyle cevap vermek yerinde olacaktır; “Kaza ve kader inancının insanları tembelliğe sevk ettiği, bu sebeple Müslümanların diğer milletler arasında gerilediği iddiası uzun zamandan beri İslam memleketlerinde kabul görmüştür. Bu fikri yayanlar, bu yolla İslam’a hizmet ettiklerini iddia ederek Müslümanların inançlarının hatalı olduklarını söylemek suretiyle onları birer birer dinlerinden soğutmaya çalışan mülhid (inançsız ve oryantalist) kişiler olduğu halde bazı din âlimleri bu propagandaların tesiri altında, tevekkül, kaza ve kader gibi konularda Müslümanların inançlarının hatalı olduğu hususunda olmasa bile bu konuları yanlış anladıkları hususunda kitaplar yazdılar. Bunu yaparken çoğu zaman hataya düştüler.[108]“ Zira Ferit Kam’ın da dediği gibi “Müslümanlar ‘Ne yapalım kader böyle imiş’ sözünü bir emr-i vaki (musibet) karşısında teselli için kullanırlar. Beşer tedbiri biterse, bu söz o zaman tekrar olunur. İşte gerçek bir Müslümanın itikadı bu merkezdedir… Demek ki hata İslamiyet’in bu itikadında değil, belki bu itikadın bazı kimseler tarafından yanlış tefsir edilmesindedir.[109]” Aynı duruma işaret eden İzmirli de bazı Avrupa müelliflerinin İslami akideleri Cebriye mezhebi olarak bilmelerinin tamamıyla gaflet eseri[110] olduğu kanaatindedir. Zira Oryantalizmin söylemine bakıp ta, dünya tarihi içinde Asya’nın Avrupa’nın silik bir kopyası olduğu düşünmek isabetli değildir.[111] 4.3. “Acaba İslamiyet namına bu akidelerin (kaza, kader, tevekkül) neresi muhtaç-ı tashihtir ve neresi yanlıştır?[112]” diye soran Şeyhülislam’ın yine kendisi İslam âlimlerinin asıl vazifelerinin bu akidelerin beşerin çalışmasına mani olmayacağını insanlara anlatmak ve güzelce izah etmek olduğunu ifade ettiği yerde, kaderi yanlış telakki eden avam-ı Müslim’ini ayıplayanların aslında kendilerinin de bu ince noktayı tefrik etmekten aciz olduklarını ve kaderi ve tevekkülü avam gibi anlayıp yanlış telakki ettiklerini[113] söyler. 4.4. Bunun bir sebebi de eski âlimlerin görüşlerinin farklılık ve kapalılık arz etmiş olmasıyla birlikte, sonraki gelen sathi zihinlerin bunu kavramayıp hak yoldan sapmış olmalarıdır. Hatta bazı batı felsefecileri ve onların fikirlerini aynen takip eden oryantalist muhipleri, Ehl-i Sünnet görüşünün Cebriye görüşüyle örtüştüğünü zannederek veya Cebriyeye yapılan tenkid ve itirazların Ehl-i Sünnetin görüşü için de geçerli olduğunu sanarak[114] oryantalistlerden etkilenerek büyük bir hataya sürüklenmişler ve çözümü kader akidesini inkâr etme cihetinde aramışlardır. Bu durum karşısında tepkisiz kalmayıp “Yazıklar olsun kaza ve kaderi yanlış anlayanlara ve Hakk’a tevekkülü su-i tefsire uğratanlara!..[115]” diyerek haykıranlar geçmişten günümüze seslenir gibidirler. 4.5. Kaza ve Kaderle, insan hürriyetini ve iradesini uyuşturamayanlar çoktur. Bunun başka bir sebebiyse kaza ve kadere antropomorfik (kıyasun ani’l-insan) mana verilmesidir.[116] Hâlbuki meseleyi teenni ile tefekkür eden bir zihin kadere iman etmenin Allah’ü Teala hazretlerine imanda dâhil olduğunu yakinen anlayacaktır. Çünkü kaza ve kadere imanın; Allah’ın ilim, irade ve kudret (tekvin) sıfatlarının bütün kâinata şümullerini bilip tasdik ettikten sonra hâsıl olan bir neticeden ibaret olduğu[117] muhakkik ulema beyninde aşikârdır. 4.6. Yapılan temel hatalardan birisi de, Allah’ın ilim ve iradesiyle insanın ihtiyari amellerini uzlaştırmak isterken belki de aklın erişmekten aciz olduğu bir şeyle meşgul olup bizim için kapalı olan bir imtihan sahasına yani sırr-ı kadere nüfuz etmeye çalışmaktır.[118] Zira Bediüzzaman Said Nursi’nin Kader Risalesinde ifade ettiği gibi “Kader ve cüz’-i ihtiyârî, İslâmiyet’in ve îmânın nihâyet hududunu gösteren, hâlî ve vicdânî bir îmânın cüz’lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir.[119]” Bu sırrı anlayamayanlar kendileri gibi mahlûk olan zaman ve mekân sınırları içerisindeyken o küçücük sınırlı akıllarıyla zamandan ve mekândan münezzeh olan Hâlık-ı zül Celâl’in ahvalini tamamen anlamaya çalışmaları haddi aşmaktır ve akl-ı beşerin fevkindedir. 4.7. Oryantalistlerin dinimiz hakkında bazı bahisler tanzim ederek bizim “kültürlülerimizin” gözlerini kamaştırmış, batılı araştırıcılar karşısında hissettiğimiz kompleks, noksanlık ve kendimize güvensizlik duygusu en nihayette şarkiyatçılara sevgi ve hürmet duygusuna dönüşerek devam etmiştir.[120] Oryantalistlerin bu iddiaları koro halinde ve ısrarla tekrarladıkları ve bu tekrarın etkisiyle Müslümanları dinlerinden ve İslami hayat tarzından koparmaya yönelik siyasi bir proje olduğu aşikârdır.[121] Öyle ki din âlimlerinin manevi mücadelede pasif olmaları, vahye saldıran oryantalistlere meyletmeleri, batılı hayat tarzına özenmeleri ve bu hücumlarla karşı karşıya gelmeksizin kader gibi dini akidelerimizi değiştirmeye kalkışmaları son derece çirkin bir zaaftır.[122] 4.8. Oryantalistlerin eserlerindeki bilgileri olduğu gibi alarak (İktibas Şahitliği) bir nevi onların bilgilerini şahit göstermek ne kadar doğrudur? Zira klasik doktrinde Müslüman olmayan için velayet statüsü tanınmadığından gayr-i müslimlerin Müslümanlar hakkında şahitlik yapması mümkün görülmez.[123] İşte bu sebeple burada bir öneri niteliğinde artık oryantalistlerin eserlerinden iktibaslar yaparak yani onların yalan yanlış bilgilerini şahit göstermekten özellikle ilahiyat akademisinin vazgeçmesinin zamanı gelmiştir. Zira ilmimizi ve tarihimizi bilmemiz için Batılı kaynaklara itimad etme zamanı geçmiştir. Onların isteklerinin aksine dinimize ve dindar olan âlimlerimize tam güvenme zamanı gelmiştir.[124] Aksi halde dindar olmayan akademisyenlerin[125] pozitivist bilimin etkisiyle elde ettikleri yanlış bilgiler yüzünden dini akidelerimizden daha da uzaklaşmak zorunda kalacağız. Ama çok yakın bir istikbalde -Allah’ın izniyle- gelecek nesil şarkiyatçılara nasıl böyle aldanıldığına hayret edeceklerdir.[126] 4.9. Kader inancında mündemiç olan bir diğer mühim mesele de otoritenin kimin elinde olduğu mevzusudur. Zira kulların Allah’ın (haşa) güç yetiremediği şeylere güç yetirdiklerini iddia edenler, Rabbülalemin için tanımadıkları otorite, güç ve imkanı, kullarına vermiş olurlar ki Cenab-ı Hak, yalancıların, iftiracıların ve azgınların sözlerinden münezzehtir.[127] İmam Eş’ari’nin bu husustaki tespiti hakikaten takdire şayandır. SONUÇ Oryantalistlerin İslam’da kader ve insan iradesi bağlamındaki iddialarının hemen hepsini dikkatle incelediğimizde kendi aralarında ve eserlerinde bile oldukça tutarsız ve bilimsel etikten uzak oldukları görülmektedir. İddialarındaki bütün bu yanlışlar sadece paradigmalarından kaynaklanmamaktadır. Ayrıca eserleri, içten içe İslam dinine karşı duydukları nefretin tecessüm etmiş bir hali olarak, mütalaa edilmektedir. Oryantalistlerin gizli bir desiseleri de bazen olmasını arzu ettikleri şeyin aksini iddia ederek Müslümanların bu iddialarının aksini savunmalarını temin etmeye çalışmalarıdır. Bu münasebetle Oryantalistlerin İslami araştırmalarda ne kadar ciddiyetsiz ve gayr-ı samimi oldukları bedihidir. Ülkemizde Oryantalistlerden menfi cihette etkilenerek kader inancını şiddetli bir şekilde inkâr etmeye çalışanlar, İslam âleminin geri kalmasının veya toplumdaki bir takım ahlaki zafiyetlerin bulunmasının ardında kader inancının yattığına kendilerini inandırmışlardır. Halbuki aynı kader inancıyla asırlardır âleme üstün gelen İslam medeniyetini görmezden gelmek en hafif tabirle gaflettir. Netice itibarıyla bizde oluşan kanaat ve hakikat şudur ki; bütün bu menfi vaziyetin yegâne sebebi son yüz yıldaki dinsizlik cereyanının etkisiyle Müslümanlarda etkisini gösteren imâni ve ona bağlı olarak ahlaki yozlaşmadır. Âlimlere düşen vazife de öncelikle insanlarımızı iman cihetinde yetiştirmek ve imanın bir yansıması olan güzel ahlakla teçhiz etmek olmalıdır. Yoksa ahirete, ceza gününe, cennet ve cehenneme imanı zayıf olanlar hırsızlık yaptılar diye suçu İslam’da ahiret inancında bulup ahireti inkâr etmek akıl karı değildir. Ayrıca sözde münevverlerin ve akademisyenlerin oryantalistlerin fikirlerine aldanmalarında her zaman bir art niyet aramak isabetli olmayabilir. Çünkü insan fıtratı mucibince sürekli olarak hakikati merak eder ve araştırır. Bazen yaptığı araştırmalarda farkında olmayarak aldanabilir veya maalesef şuursuz bir şekilde aldatabilir. Bütün bu ihtimalleri göz önünde bulundurarak herkesin kendisine ve sözlerine çok dikkat etmesi gerekir. Zira farkında olmadan İslam düşmanlarının tuzağına düşerek onların sapık fikirlerine hizmet ediyor olabiliriz. Dolayısıyla herkesin kendi kalbini yoklaması gerekmektedir. Allah etmesin farkında olmadan “dindar olmayan akademisyenlere” dönüşebiliriz. İşte bu sebeple biz daima Rabbimizin bize öğrettiği şekilde şöylece dua etmeliyiz: “Sana Kitâb’ı indiren O’dur; onun bir kısmı muhkem âyetlerdir ki onlar kitâbın anası (esâsı)dır, diğerleri ise müteşâbih (âyetler)dir. Ama kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onun te’vîlini aramak için hemen müteşâbih olanının peşine düşerler. Hâlbuki onun te’vîlini ancak Allah bilir. İlimde râsih (derinleşmiş) olanlar da. (Onlar:) ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz tarafındandır!’ derler. Ve (ondan, selîm) akıl sâhiblerinden başkası ibret almaz. (Hem onlar derler ki:) ‘Rabbimiz! Bizi hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizi (haktan) eğriltme! Ve bize, tarafından bir rahmet ihsân eyle! Şübhesiz ki Vehhâb (çok ihsân edici) olan, ancak sensin!’“ Amin…

Ramazan Ayı ardından havaların biraz daha ısınmış olması ve çoğumuzun yaz tatili modunda bulunması, bu sayının taze taze okunmasına engel olur mu, endişesini taşımıyor değilim. Yazın bu ayında böyle sayı hazırlanır mı, derseniz de “Niyet hayır, akıbet hayır” derim. Biz hazırlamak, sizler de okumak tarafındasınız. Bunu söylerken şunu da atlamamak lazım, şahsım itibariyle söyleyecek olursam, buradaki her bir yazıyı en az iki defa okumuşumdur! Böyle bir giriş yapmamdan maksad, okumaya karşı refleksimizi ister yaz olsun, ister kış olsun yavaşlasa da, azalsa da biter duruma getirmemek adına sesli düşünmekten ibarettir. Okumalarımız kesintiye uğramamalı. Fiil ve düşünce okumaların üzerine gelişir. Var olanı bilmek, yeni üretkenliklerin kapısını açar. Tatile de gitseniz, bavulunuzun, çantanızın bir köşesinde derginiz de olsun. Kıymetli İrfan Dostları! Bu ay kapakta önemli ve güzel bir çalışmayı paylaştık sizlerle. Globalleşen adeta bir köye dönen dünyamızda her anlamda baskın olan ülkelerin her türlü paylaşım, dikte ve üretimleri bütün bir insanlığı ve toplumları kendi lehine etkiler duruma gelmiştir. Toplumlar/ülkeler ayrı bir bayrak ve isim altında kategorize edilseler bile, fertler bazında bakıldığında kendi öz varlık ve birikimlerinden koparak global etki alanından tesir altında kalan ve kendine yabancılaşan insanları esefle gözlemlemekteyiz. Bu etkilenmişlik özellikle gençler üzerinde kendisini göstermektedir. Bu ise en acı durumdur. Gençliği yani geleceği ipotek altına alınmış bir ülke düşünmek bile insana sıkıntı verirken, global etkilerin problemlerini derinden yaşayan bir millet olarak daha hassas ve daha dikkatli olmak mecburiyetindeyiz. Gençlerimize, insanımıza, ülkemize ve varlık değerlerimize sıkı sıkıya sarılmak en önemli vazifemiz olmalıdır. Bu konuda en büyük hastalık, herkesin başka birilerinden bir şeyler beklemesidir. Unutma ki senin yapmadığını hiç kimse yapmaz. Senin yaptığını yeri gelir herkes yapar. Velev ki bu vazifeler bizim işimiz değil, bunlar devlet işi, kurum işi derseniz, biliniz ki kurum, devlet de fertlerin gayretleriyle, özverileriyle, samimiyet ve çalışmalarıyla icra-yı faaliyet yapabilir. Hatta bazen bir kişi bir millet kadar hizmet edebilir. Burada şart, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, himmetin yüksekliği nispetinde olacaktır. Orijinal ifadesiyle: “İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nispetindedir. Himmeti ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar.” Madem öyle, şu düsturu da tekrar hatırlamak ve akıl cüzdanımızın görünür cebine koymamız gerekir. “Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” Mekteb-i İrfan Sakinleri! Eğer bir şey arıyorsak önce kendimizi bulmalıyız. Kendini bilen Rabbini bilir. Rabbini bilen her şeyi bilir. Topyekûn bir millet olarak özümüzü bulmak ve ona dönmek, inşallah bütünü bulmak ve bütün insanlığa hizmet edebilmeyi beraberinde getirecektir. Bu dinlenme ve akrabaları ziyaret günlerinde yeniden tazelenmeyi ve yeni bir şevk ve heyecanla güzel hizmetler ve çalışmalar yapabilmeyi Rabbim cümlemize nasib eylesin. Lütfen az da olsa okumayı ihmal etmeyin!

İznik Ayasofya (Orhan) Camii İznik’in yerleşim yeri olarak kullanılmaya başlandığı zamanlarda, ibadet mekânı olarak inşa edildiği tahmin edilen yapı, Romalılar döneminde de ibadethane olarak kullanılmıştır. 4. yüzyılda eski ibadethane kalıntıları üzerine kilise inşa edilmiştir. Orhan Gazi tarafından 1331 senesinde İznik’in fethedilmesiyle birlikte camiye çevrilmiş ve Orhangazi Vakfı adına tescil edilmiştir. Ayasofya Camii, 16. yüzyılda geçirdiği yangından sonra Kanunî Sultan Süleyman’ın emriyle Mimar Sinan tarafından büyük ölçüde mimarîsi de değiştirilerek tamir ve ihya edilmiştir. 1920 senesinde Yunanlılar tarafından yakılarak tahrip edilen Ayasofya Camii, 2007 senesinde başlayan restorasyon çalışmalarının ardından, 6 Kasım 2011 tarihinde Kurban Bayram Namazı ile birlikte tekrar ibadete açılmıştır. Barla Lâhikası Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Barla’da kaldığı yıllarda bir yandan Nur Risâlelerini telif ederken bir yandan da Isparta ve civarındaki talebeleriyle karşılıklı mektublaşmalarda bulunuyordu. Bu mektublarda, talebelerin Risâle-i Nur’a karşı samimi, ulvî hissiyatları yer alırken, diğer tarafından Üstâd Hazretlerinin onlara karşı ne kadar büyük bir şefkat ve muhabbetle yaklaştığı ve kendilerine ne kadar yüksek bir değer verdiği açıkça görülmektedir. Aynı zamanda, içinde pek çok mühim ilmî meseleler de bulunan bu mektubları bizzat derleyerek oluşturduğu risaleye Üstad Hazretleri, Barla Lâhikası adını vermiştir. Hangi mektubun Lâhikaya gireceğini Üstad Hazretleri belirliyor ve bu mektublar diğer risaleler gibi talebeler tarafından çoğaltılıyordu. (Bedîüzzaman Saîd Nursî ve Hayru’l-halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 361) Fâtıma bint-i Hattâb (ra) Hz. Ömer’in (ra) kız kardeşidir. Eşi Aşere-i Mübeşşere’den olan Said bin Zeyd (ra)’dir. Eşi Müslüman olunca, o da İslâmiyet’i kabul etmiş ve ilk Müslümanlardan olmuştur. Hz. Ömer’in (ra) Müslüman olmasıyla neticelenecek meşhur hadisede, Fâtıma bint-i Hattâb’ın (ra) rolü büyüktür. Fâtıma bint-i Hattâb (ra), asil bir ailede yetişmiş ve senelerce, Hz. Ömer (ra) gibi toplumdan hep saygı gören önemli bir şahsiyetle aynı evde yaşamıştı. Müslüman olduktan sonra da her türlü zorluğa sabırla katlanmış, Mekke müşriklerinin onca işkencelerine metanetle karşı koymuştu. Mekke’de yaşanan işkenceler, açlıklar, sefaletler ve onca hakir görülmeler altında geçen zorlu zamanların ardından memleketini terk edenlerle birlikte Medine’ye hicret etmişti. Hicrette eşi Said bin Zeyd’le (ra) beraberdi. Muhacir olarak geldikleri Medine’de de örnek bir hayat yaşadı. Ağabeyi Hz. Ömer’in (ra) adaletle hüküm sürdüğü halifelik devrini de gördü. Hakkında takdir edilen ecel de yine onun halifeliği döneminde geldi. Fâtıma Validemiz (ra), Hz. Ömer (ra) halife iken vefat etti. (Sahabi Annelerimiz, s. 31) 09 Ağustos 1945ABD, Nagazaki’ye Atom Bombası Attı Amerika Birleşik Devletleri, II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde Japonya’nın Hiroşima şehrine atom bombası atmış, bundan üç gün sonra da Nagazaki şehrine atom bombası atmıştır. Atom bombası atılması emrini dönemin Amerikan Başkanı olan Harry S. Truman vermiştir. Truman, 33. dereceden bir mason üstadıydı. Japon kayıtlarına göre saat 11.02’de, Plütonyum-239 tipi atom bombası “Fat Man” (Şişko Adam, resmî adıyla Mark III) ile ikinci katliam gerçekleştirildi. Bu atom bombasıyla nüfusu 240.000 olan Nagazaki’de ilk etapta 74.000 kişi hayatını kaybetti ve binaların yüzde 36’sı tamamen yok oldu. Nagazaki belediyesinin 2007 kayıtlarına göre, o an öldürülen veya daha sonra atom bombasının etkisiyle ölenlerin sayısı 143124 olarak belirtilmiştir. 11 Ağustos 1473 Otlukbeli Zaferi Osmanlılara karşı önce Timurluları destekleyen ardından da Trabzon Rum ve Venedik Devletleriyle ittifaklar kuran Akkoyunlulara sefer düzenlemeye karar veren Fatih, bizzat ordusunun başına geçerek doğuya yöneldi. Osmanlı Ordusu Doğu Karadeniz dağları arasında ilerlerken, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın birlikleri gizlice yaklaşmaktaydı. Uzun Hasan, dağlarda baskın yapmayı planlamıştı. Osmanlı keşif birlikleri çok yakına sokulan düşmanı son anda fark etti ve Fatih Sultan Mehmed, derhal savaş düzeni alınmasını emretti. Savaşın asıl muharebeleri Tercan Ovası’nda Otlukbeli’de yapıldı. Osmanlıların hücumlarına karşı koyamayan Uzun Hasan, yerine kendisine benzeyen bir askerini bırakıp savaş meydanından kaçtı. Fatih, Uzun Hasan’ın ordusunu tamamen yok edebilecekken, gerekli dersi aldıklarını düşündüğü için kaçmalarına izin verdi. Osmanlıların bu zaferiyle Akkoyunlular, çöküş dönemine girdiler. 23 Ağustos 634Hz. Ebû Bekir (ra) Vefat Etti 573 senesinde Medine’de dünyaya geldi. Peygamber Efendimizin (asm) en yakın sahabesi ve ilk İslâm Halifesidir. Müminlerin annelerinden Hz. Âişe’nin (ra) babasıdır. Miraç hâdisesinde Peygamber Efendimiz (asm) için; “O söylüyorsa doğrudur.” dediği için, ‘Sıddîk’ lakabını almıştır. Hicret’te Peygamber Efendimizin (asm) yanında bulunarak şereflerin en büyüğüne nail olmuştur. İki senelik hilâfeti müddetince mürtedlerle ve peygamber olduklarını iddia eden yalancılarla mücadele etmiştir. Yemâme Harbinde çok sayıda hâfız sahabenin şehîd olması üzerine, Kur’ân’ı kitap hâline getirtmiştir. Kendisinden sonra yerine halife olarak Hz. Ömer’i (ra) tavsiye etmiş ve ashâb da Hz. Ömer’e (ra) biat etmişlerdir. Hz. Ömer’in (ra) hilâfetiyle ilgili ahidnâmeyi de Hz. Osman’a (ra) yazdırmıştır. Bu durum, Hz. Ebû Bekir’in (ra) ferasetini göstermesi bakımından son derece önemlidir.

Değil tabi’ tabiat, belki matba’. Değil nakkaş, o belki bir nakıştır. Değil fâil, o kabildir. Değil masdar, o mistardır. Değil nâzım, o nizamdır. Değil kudret, o kanundur. İradî bir şeriattır, değil haric hakikatdar. Tabiat, kitap telif eden veya kitapları basarak meydana getiren bir matbaacı değildir. Bu konuda özne/fail değildir. Belki bir usta tarafından belirlenen bir amaç için meydana getirilmiş ve bir müellifin yazdığı eseri çoğaltan bir makine veya bir matbaa gibidir. Hakikatte ise tabiat bir matbaa da olamaz. Hakikate göre onun matbaa oluşa da bir hurafedir. Ancak farz-ı muhal olarak tasavvur edilebilir. Bediüzzaman hazretleri bu konu hakkında şöyle demektedir: “Tabiata bir matbaa nazarıyla baktık. Matbaaya ait olan tanzim ve basmak, yani, belirli intizamını kalıba sokmaktan başka, o tanzimin icadından, icadları yüz derece daha müşkül bir zîhayatın cismindeki maddeleri aktâr-ı âlemden mizan-ı mahsusla ve has bir intizamla icad etmek ve getirmek ve matbaa eline vermek için, yine o matbaayı icad eden Kadîr-i Mutlakın kudret ve iradesine muhtaçtır. Demek bu matbaalık ihtimali ve farzı, bütün bütün mânâsız bir hurafedir.” Demek tabiat bir müellif gibi kitaba sahip çıkıp “Bu kitabı ben telif ettim” ve onları ben çoğalttım diyemez. Tabiat bir nakıştır. Bir nakkaşın ilim, irade, kudret, hayat, görme, işitme gibi sıfatlarla yaptığı bir nakıştır. Tabiat nakkaş olamaz. Çünkü bir nakkaşta bulunması gereken sıfatlar, nakışta bulunmaz ve bulunamaz. Tabiat, fiili meydana getiren bir fâil de değildir. Zira bir fâil ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarla bir fiilini gerçekleştirebilir. Yaptığının iç yüzünü bilmeyen/bilemeyen gerçek fâil olamaz. Tabiat ise yalnız üzerinde gerçekleştirilen fiilleri kabul eden durumdadır. Bir fiilin üzerinde göründüğü, meydana geldiği yer, fiilin sahibi olan fâil olamaz. Tabiat, varlıkların temeli, çıktığı veya doğduğu bir kaynak da değildir. Zira varlıkları yaratmak için yüce Allah’ın bütün isim ve sıfatlarına sahip olmak gerekir ki bu da mümkün değildir. Tabiat, varlıkların mükemmel olması ve görünmesi için yapılmış bir ölçü birimi gibidir. Tabiat, düzen koyucu da değildir. Çünkü düzeni sağlamak için bütün varlıkları ve aralarındaki münasebeti bilmek gerekmektedir. Düzeni kuracak ve devam ettirecek bir irade ve kudret gerekmektedir. Bunlar ise tabiatta mevcut değildir. Tabiatın kendisi, kurulmuş bir düzendir. Düzen ise düzen koyucu olamaz. Tabiat, varlıkları yokluktan çıkarıp yaratan ve bütün varlığın birbiriyle olan münasebetlerini kuran, bütün ihtiyaçlarını sağlayan ve hayatlarını devam ettiren bir kudret de değildir. Tabiat bir ülkedeki kanunlara benzemektedir. Nasıl ki ülkedeki kanunlar bir iradenin eseridir. Ülke halkının geçmişini, örf ve adetlerini, yaşam şartlarını, diğer ülkelerle olan münasebetlerini, geleceğini düşünen bir iradenin eseridir. Bir iradenin tercihinden ibarettir. Bir iradenin eseri olan kanunların ise ülke yönetiminde hiçbir hissesi yoktur. Müdahalesi olamaz. Onun gibi tabiatta ilahi iradenin âleme koyduğu bir kanunlar bütünüdür. İlahi iradenin bir tercihidir. Kanun ise hiçbir zaman kanun koyucu olamaz. Kendi başına varlığını sürdüremez. Demek tabiat, kanundur fakat kanun koyucu olamaz. Tabiat, Cenab-ı Hakkın iradesinin bir eseridir. İradesinin tecellisi olan bir şeriattır, kanundur. Yüce Allah’ın Kelam sıfatından kitaplarla insanlara gönderdiği bir şeriatı olduğu gibi, İradesinin tecellisi olan ve bütün varlıkları ilgilendiren bir şeriatı da vardır ki ona da tabiat denmektedir. Demek tabiat ilahi iradenin bir tecellisidir. Kanunlar mecmuasıdır. Yoksa Cenab-ı Hakkın yokluktan yarattığı ve sabit bir varlığı olan varlık değildir. Hz. Üstadın telif ettiği bu hakikate dikkat edildiğinde tabiat hakkında ortak bir payda göze çarpmaktadır. O da tabiatın hiçbir şekilde herhangi bir iş yapan fail konumunda olmadığıdır. “Vicdan, cezbesi ile Allah’ı tanır” Vicdanda mündemicdir, bir incizâb ve cezbe. Bir câzibin cezbiyle dâim olur incizâb. Cezbe düşer zîşuûr, ger Zülcemâl görünse, etse tecellî dâim pür-şa’şaa bî-hicâb. Bir Vâcibü’l-Vücûd’a, sâhib-i celâl ve cemâl, şu fıtrat-ı zîşuûr kat’î şehâdet-meâb. Bir şâhidi o cezbe, hem diğeri incizâb. Vicdanda bulunan iki hakikat, cemal ve celal sahibi olan Cenab-ı Hakkın zorunlu varlığına (vacibü’l-vücud) şehadet etmektedir. Birinci hakikat incizap, ikincisi ise cezbedir. Bir şeyin câzibesine tutulup ona doğru çekilme, câzibesi sebebiyle ona doğru meyletme demek olan incizap, kendisine meylettiren bir câzibi ve onun cezbesini göstermektedir. İncizabın kaynağı şiddetli iştiyaktır. Çok arzu etmek, arzu edilen bir varlığı ve onun cazibesini göstermektedir. Arzu edilen varlık ise cazibesiyle, arzu edeni kendisine doğru çekmektedir. Mesela kim kendi uyanık vicdanını dinlese “Ebed, ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramayacaktır. Demek o vicdan, sonsuzluk için yaratılmıştır. Öyleyse vicdandaki bu incizap ve cezbe, bir hakikatin (ahiret hakikatinin) çekmesiyle olmaktadır. Mesela insan bazı zamanlar, akıl yürütmeyi (nazar), düşünmeyi terk ederek Rabbini unutabilir. Fakat vicdan Rabbini hiçbir zaman unutmaz. Unutamaz. Onu düşünür. Ona yönelir. Gizli bir ses hep ondan haber verir. Vicdandaki arzu ve iştiyaklar onu Cenab-ı Hakkı tanımaya davet eder. Çünkü insanın sonu gelmez arzu ve istekleri, bitmek bilmez ihtiyaçları karşısında kendisinin son derece fakir oluşu onu sonsuz rahmet hazinelerinin sahibi olan Allah’a yönlendirmektedir. Karşılaştığı zorluklar ve incitici şeyler karşısında mücadelede son derece aciz ve zayıf oluşu onu her şeye gücü yeten Allah’a meylettirmektedir. İşte vicdanın sonsuz ihtiyaçlarına karşı yardım alabilecek ve sayısız düşmanlarına karşı dayanabileceği bir nokta vazgeçilmez iki özelliğidir. Demek vicdanın bu yönelişleri nokta-i istinad ve nokta-i istimdad olan cazibedar bir hakikatten yani Allah’tan haber vermektedir. Fiileri, isimleri ve sıfatları güzel olan Yüce Allah tecelli etse vicdan kendinden geçer. Hemen O’na yönelir. O’nu arzular. O’na iştiyak duyar. Acaba şiddetli iştiyak duyduğumuz şeylerin peşinde gece-gündüz koşmamız vicdanın kapıldığı bir cezbe değil midir? İhtiyaçlarımızı karşılamak için verdiğimiz mücadeleler vicdanın cezbesinden değil midir? Her daim ihtiyaçlarını yerine getirecek ve korktuklarından emin edecek Cenab-ı Hakka yönelmek vicdanın cezbesinden değil midir? Yüce Allah’ı bilmeyen, tanımayan gafil insanlar dahi bu cezbeye tutulur da onu yanlış olarak tabiat, esbab, menfaat, güzellik diyerek isimlendirmezler mi? Varlığı zorunlu (vacibü’l-vücud), celal ve cemal sahibi olan yüce Allah’ın varlığına ve birliğine vicdanın incizap ve cezbesi bir şahiddir.

Fetih ruhunun temelinde yatan düşünce, asr-ı saadetin maneviyatı ile beslenmiş ve i’lâ-yı kelimetullah davasını özümsemiş bir ruh hâlidir. Fetih Süresi Resûlüllah (asm) umre yapmak maksadıyla, 1400 kadar sahabesiyle birlikte 628 senesi Mart ayında Mekke’ye doğru yola çıktı. Mekke’ye yaklaştıklarında bir sahabeyi elçi olarak, ziyaret maksadını beyan için önden gönderdi. Müşriklerin o sahabeyi dinlememeleri üzerine bu kez Hz. Osman (ra) gönderildi. Onun da Mekke’de alıkonulmasıyla dönüşü gecikince, ashâb arasında öldürüldüğü haberi yayıldı. Bunun üzerine hiçbir harb hazırlıkları olmayan sahabeler, hemen orada Hz. Osman’ın (ra) intikamını almak üzere ölünceye kadar harb edeceklerine dair yemin ederek Peygamber Efendimize (asm) biat ettiler. Öyle ki Peygamber Efendimiz (asm) bu biatte kendi mübarek elleri üzerine, diğer elini koyarak; “Bu da Osman’ın biatidir!” buyurdular. Bu kararlı biati duyan müşrikler korkarak, anlaşma taleb ettiler, bu arada Hz. Osman (ra) da geri geldi, harbe gerek kalmadı ve meşhur Hudeybiye anlaşması imzalandı (İbn-i Kesir, c. 3, s. 342). Rivayetlerde Fetih Suresinin bu hâdise üzerine inzal olduğu ifade edilmektedir. Fetih suresinin 1. ve 3. ayetleri, günümüzde İstanbul Üniversitesinin merkez kampüsü olarak kullanılan, Osmanlı zamanında ise Dâire-i Umûr-ı Askeriye (Genelkurmay Başkanlığı) olarak hizmet veren külliyenin meşhur giriş kapısı üzerinde her daim gözümüze çarpmaktadır. Mealen; “Şübhesiz ki biz sana, apaçık bir fetih açtık (ihsan ettik). Ve Allah, sana şanlı bir zaferle yardım etsin!” ayetleri bize her daim yeni fetihleri müjdeliyorlar. Osmanlılar, 14 asırdır fetihleri müjdeleyen bu ayetleri sadece binalarının üzerlerine değil, miğferlerinin üzerlerine de nakşetmişlerdir. Bunun sâyesinde ashâb-ı kirâmın fetih ruhunu hep akılda tutmak istemişlerdir. Fetih Rûhu Ecdadımızın devamlı gündemde tutmak için gayret sarf ettiği fetih ruhu, hem bütün kötülüklerin mayası olan rahata düşkünlükten (meylü’r-rahat) kurtulmayı sağlıyor, hem de zaferin yalnız Allah’tan olduğunu akılda tutmaya vesile oluyor. Fetih ruhunun temelinde yatan düşünce, asr-ı saadetin maneviyatı ile beslenmiş ve i’lâ-yı kelimetullah davasını özümsemiş bir ruh hâlidir. Bu hâl, hâdiselere sahabe gözüyle bakmayı sağlıyor. İnsana olması gereken İslâmî şuuru kazandırıyor. Yeni nesillerin fetih ruhundan nasiplenmesi ve ecdâdlarının kıtaları aşan büyük düşünce yapısına sahip olmaları gerekiyor. İşte o zaman dünya devleti olduğumuz eski zamanlarımızdaki gücümüze tekrar kavuşabiliriz. Kim Var? Fetih ruhunu yakalamış yeni nesiller, “Şu hizmeti yapacak kim var?” denildiğinde, tereddütsüz; “Ben varım!” diye cevaplayacaklardır. Yerlerinde oturmayacak, malayani işlerle uğraşmayacaklardır. Osman Yüksel Serdengeçti’nin dediği gibi; “İçlerinde hiç sönmeyen bir fetih sevdası” olacaktır. Fetih ruhuna sahip nesiller yenilgi tanımazlar, başarısız oldum, kimse beni dinlemedi, demezler. Çünkü İstanbul’un fethedilene kadar kaç kere kuşatıldığını, ama ecdâdlarının yine de vazgeçmediğini iyi bilirler. Sezai Karakoç gibi; “Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır, Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır, Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır, Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır, Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.” derler. Celalettin Harzemşah gibi; “Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek O’nun vazifesidir.” derler, zaferi Allah’tan beklerler. Mağlup da olsalar galip de gelseler, davalarından vazgeçmezler. Necip Fazıl gibi; “Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte! Ölsek de sevinin, eve dönsek de! Sanma bu tekerlek kalır tümsekte! Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!” derler. Hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmazlar. Bedîüzzaman Hazretleri gibi; “İstikbâl inkılâbâtı içinde en gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır.” der ve Fetih Suresinde ifade edilen apaçık fethi müjdelerler. Ümitsizliğe Kapılmamak Fetih ruhunda ümitsizliğe yer yoktur. Devamlı çalışmak ve gayret vardır. Elinden geldiğince, son nefesine kadar koşturmak vardır. Davasından vazgeçmemek ve yaptığı hizmet karşılığında bir beklenti içinde olmamak vardır. Maddî gücünün kimi zaman Hz. Ebû Bekir (ra) gibi tamamını, kimi zaman da Hz. Ömer (ra) gibi yarısını yeni fetihler için sarf etmek vardır. Uhud’da yenilse de, Hudeybiye’de yenilmiş gibi görünse de, ardından Mekke’yi fethetmek vardır.

Çanakkale Savaşı, I. Dünya Savaşı sırasında 1915–1916 yılları arasında Gelibolu Yarımadası'nda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan, aylar süren bir dizi deniz, kara ve hava savaşlarıdır. Çanakkale savaşı bir ülkenin nasıl direndiğini ve kanının son damlasına kadar savaşarak, nasıl başarıyla çıktığını ve tarihe “Çanakkale geçilmez” diye nasıl not düşüldüğünü gösteren emsalsiz bir savaştır!... Uzun zamandan beri Osmanlı Devletini yıkma planını uygulamaya koyan Batılı sömürgeciler, en modern silah ve deniz araçlarıyla, başta İngiliz ve Fransızlar olmak üzere bu necip milletin kökünü kazımaya gelmişlerdi. Trablusgarp ve Balkan Savaşlarından yorgun ve yaralı çıkan Türk milletinin elindeki tek sermayesi, vatan sevgisi ve “Vatan sevgisi imandandır” inancıyla yüreği dolu olan insanı idi. Çanakkale, Milli mücadelenin bir nevi başlangıcı sayılmaktadır. Çanakkale, Türk'ün vatanseverliğinin, cesaretinin, mücadele azminin ve kahramanlığının sembolüdür. Uzun zamandır içine kapanık, ürkek ve sıkıntı ile geçmiş yılların dibe vurmuşluğun sıçramasıydı. Tekrar ayağa kalkmanın tekrar devlet olmanın asıl moral kaynağıydı Çanakkale… Seyit Onbaşı, Yahya Çavuş, Pilot Teğmen Cemal Efendi, gibi nice isimsiz kahramanları tarih sayfasına çıkaran Çanakkale Savaşları, Osmanlı coğrafyasının değişik yerlerinden bu savaşa katılan, en iyimser tahminle 250.000 civarında vatan evladının şehitlik mertebesine yükselmesine sebep olmuş; bu sayının içinde kesin olmayan tahmini rakamlara göre, 100.000’den fazla öğretmen, mülkiyeli, tıbbiyeli ve Türk ocaklarında yetişmiş okur-yazar bu savaşlarda şehitlik mertebesine yükselmiştir. Bir İngiliz generali, “Çanakkale’nin İngilizler açısından en büyük kazancı, Türk milletinin okumuş aydın kesiminin şehit edilmesi, gençliğinin ve geleceğinin elinden alınmasıdır” demiştir. İtilaf kuvvetlerinin zaiyatları da 250.000 kişi civarında olduğu sanılmaktadır. Bu savaşlar sonucunda, düşman donanmaları ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalmıştır. Düşman yalnızca birkaç devletten ibaret olmayıp, Osmanlı Devletinin karşısında bütün dünya yer almıştır. Düşman donanması II. Dünya Savaşı'na kadar, dünyanın gördüğü en büyük ve en modern donanmaydı. Hal böyle iken kazanılan zaferin değeri daha iyi anlaşılmaktadır. Zira bu savaş; yenilmez sayılan devletlerin bir mağlubiyetidir. Çanakkale savaşları sırasında, Osmanlı coğrafyasının çeşitli yerlerinden gelenler olduğu gibi Filistin'den ve Gazze’den gelen askerler de, Çanakkale Boğazını canla başla savundular. Filistin'den gelerek Çanakkale cephesinde savaşan 500'e yakın askerden hiç birisi geri dönemedi. Şimdi onlar ebedi istirahatgâhlarında Türk askerleriyle birlikte koyun koyuna yatmaktadırlar. Osmanlı Devleti’nin savaştığı son cephe olan Kudus’ü, itilaf devletlerinin nasıl bu kadar rahat alabildiklerinin temelinde yatan gerçek sebepleri de Çanakkale’de aramak gerekmektedir… Hatıralar: > Anadolu’nun bütün köylerinden gönüllü olarak Çanakkale ve diğer cephelere gidenlerden şehit olanların isimleri köydeki caminin kapısına asılırdı. Daha sonra büyük bir saygı ile ihtiyarlar ve kadınlar caminin önüne gelirler, okuma bilen birinin şehitlerin isimlerini okuyarak başsağlığı dilemesi üzerine hep beraber yavaşça evlerine giderlerdi. Orada herkesin içinde ağlanmazdı. Çanakkale şehidi için ağlamak ayıptı. Çanakkale’de yavrusunu şehit vermek aile için bir şerefti. Ama ana yüreği, baba yüreği dayanamazdı. Gözler dolar, boğaz düğümlenir, kuytulara çekilerek ağıtlar yakılır, gözyaşları sel olur akardı. > Çanakkale Savaşları’nda yaralı askerlerin ilk müdahalelerinin yapıldığı, sargı yeri olan Şahindere'deki sahra hastanesinde doktor olarak görev yapan Teğmen Ali Şadi Efendi buraya getirilen yaralıları durumlarına göre sevk etmektedir; "Alın" dedikleri hemen yapılan tıbbi müdahale ile tekrar cepheye dönebilecek olan nispeten hafif yaralılar; "Kaldırın" dedikleri ise hafif yaralılardan sonra bakılıp müdahale edilecek olan ağır yaralılardır. "Kaldırın" denilenler şehid olup toplu mezara defnedilenlerin yakın yerine kurulan çadıra götürülmektedir. Şarapnel parçalarıyla ağır yaralı olarak getirilen bir askeri muayene ettikten sonra "Kaldırın" der ve başka hastalara döner, biraz önce baktığı mehmetçik arkadan baba diye seslenir, baba benim tanımadın mı? Teğmen Ali Şadi Efendi döner bakar ki sedyede yatan kendi öz oğlu Mustafa'dır. Ailesinden habersiz, yaşının küçüklüğüne aldırış etmeden okuldaki arkadaşlarıyla birlikte Çanakkale Cephesine gönüllü yazılarak gelmiştir, sedyeyi taşıyanlar bir an duraksarlar; Teğmen Ali Şadi Efendi tekrar "Kaldırın" der ve tedavi ettiği diğer hafif yaralı hastalara döner, niyeti hafif yaralılardan sonra oğlunu tedavi etmektir. Elindeki yaralılarla işi bittikten sonra oğlunun yanına vardığında bakar ki ciğerparesi ruhuna Rahman'a teslim etmiştir. Oğlunu kendi elleriyle toprağa verir; savaş bitiminden sonra ise tekrar gelerek oğlunun bugünkü mezarını yaptırır. > a18 Ağustos 1913 de Hava Okuluna tayini çıkan Piyade Teğmeni Cemal Efendi; 9 Şubat 1914 de Pilot Teğmen Cemal Efendi olarak mezun olur ve ilk görev yeri olan Çanakkale Hava Bölüğüne katılır. Çanakkale savaşı sırasında tayyare sıkıntısı had safhadaydı. Pilot Teğmen Cemal Efendi’nin tayyaresi “ERTUĞRUL” isimli gazi bir tayyare idi. Çünki bu tayyare meşhur havacımız Salim Bey tarafından İstanbul-Kahire seferinde kullanılmıştı. Salim Bey İstanbul üzerinden Mısır seferine çıkmış ancak tayyaresi Edremit üzerinde düşmüş ve ikiye bölünmüştü. Salim Bey bu kazadan canını zor kurtarmıştı. Bu kazaya çok üzülen Edremitliler aralarında para toplayarak bir tayyare almışlar ve seferin devamını sağlamışlardır. Harbiye Nezareti de bu yeni tayyareye “EDREMİT” adını vermiştir. Kazada ikiye bölünen tayyare ise; tayyare sıkıntısı nedeniyle gemiyle İstanbul’a getirilmiş ve burada tamir edilerek Çanakkale’ye gönderilmiştir. İşte bu gazi tayyare Pilot Teğmen Cemal Efendi’nin keşif tayyaresiydi. Cemal Efendi 7 Mart 1915 sabahı saat 07:00 da rutin keşif görevi için Çanakkale Boğazını taramaya başladı. İyice alçarak daha önce döşenmiş olan Türk mayın hatlarını aradı. Ancak mayın hatlarından hiç bir iz yoktu. Düşman bir gün evvel döşenen mayınların tamamını temizlemişti. Derhal inişe geçerek Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa’ya raporunu verdi. Yapılan plana göre 7 Mart’ı, 8 Mart’a bağlayan gece yarısı Nusret mayın gemisi boğaza yeniden mayın döşedi. Cemal Efendi 18 Mart günü yine keşif uçuşuna çıktığında muazzam müttefik donanmasının boğaza doğru ilerlemekte olduğunu farkederek Cevad Paşa’ya raporunu verdi. Tüm mayınları temizlediklerini sanan dev müttefik armadası mayınlarla ve Türk sahil bataryalarının muazzam ateşi ile olduğu yere çakıldı. Dev zırhlılardan Bouvet, Irresistible ve Ocean boğazın serin sularına gömülürken; Inflexible, Suffren ve Gaulois zırhlıları büyük yaralar aldılar. Bu durumu gören Cevad Paşa göğsündeki kılıçlı liyakat madalyasını çıkararak Cemal Efendi’ye taktı. Daha sonra kendisine kırmızı şeritli madalya, 5. rütbeden Mecidi nişanı ve 2. rütbe Prusya demir haç nişanı verildi. > Doktor Yüzbaşı Ragıp Bey’in eşi Alman hemşire Madam Erika, Çanakkale savaşları patlak verdiğinde, evinde oturmayıp kocasıyla cepheye koşmuş ve ilk Türk hemşiresi Safiye Hüseyin ile beraber görev yapmıştır. Savaşın sonlarına doğru, Hemşire Madam Erika’nın görev yaptığı çadırın yakınına, büyük bir top mermisi düşmüş ve tedavi gören Mehmetciklerle beraber vatanına hizmet ederken hayatını kaybetmiştir. Vefatına herkes çok üzüldü ama en çok üzülenlerin başında yakın arkadaşı Safiye Hüseyin bulunmaktaydı. Mezarı Gelibolu yarımadasında, Yalova köyü yakınlarındadır. Çanakkale Zaferinin 100. yılında kutsal vatan topraklarını canları pahasına koruyan Şehit ve Gazilerimizi rahmet, şükran ve minnetle yad ediyoruz. Ruhları şad, mekânları Cennet olsun İnşaallah...