
24-25 Ocak 2015 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenen ve 30 ülkeden yaklaşık 500 STK temsilcisi, ilim adamı, akademisyen ve bürokratın katıldığı “Uluslararası Değişen Dünyada Bireyler Arası Etkileşim Ağı Olarak AİLE: Şefkat, Hürmet, Nezaket, Paylaşım” başlıklı İDSB II. Uluslararası Aile Konferansı’nın katılımcıları olarak bizler, aşağıdaki hususları dünya kamuoyunun dikkatine sunuyoruz:1 1. Aile, sağlıklı birey ve toplumlar için alternatifi olmayan en önemli kurumdur. Bütün kadim din ve kültürlerin kabul ettiği bu önemin tüm resmi kurumlar ve sivil toplum kuruluşları tarafından günümüzde de kabul edilmesini ve aile birliğinin, güzel bir gelecek için en güçlü şekilde desteklenmesini bekliyoruz. 2. Aile kurumunu tehdit eden modern kültürün ürettiği sorunların bertaraf edilebilmesi ve ailenin güçlendirilmesi için; Kur’an ve sünnete dayalı aile modeline imkân sağlayan sosyal politikaların hayata geçirilmesini öneriyoruz. 3. Çekirdek aile yapısından kaynaklanan sorunların giderilebilmesi için şefkat, hürmet, nezaket ve paylaşım temelinde akrabalık bağlarının güçlendirilmesini önemsiyor; bu bağlamda sıla-i rahim kültürünün ihyası için STK’ların ve hükümetlerin ortak projeler geliştirmesini talep ediyoruz. 4. İslam ülkelerinin, ailenin korunması ve güçlendirilmesine yönelik sosyo-ekonomik politikalar geliştirmelerini; İDSB gibi şemsiye kuruluşlar başta olmak üzere STK’ların bu konuda hükümetleri yönlendirici çalışmalar yapmalarını talep ediyoruz. 5. Şehir planlamaları yapılırken, fiziksel ve sosyal çevrenin, aile hayatına elverişli şekilde oluşturulması hususunda resmi ve sivil kurumların ortak çalışmalar yapmasını tavsiye ediyoruz. 6. Yeni neslin biyo-psiko-sosyal gelişimini olumsuz etkileyen kitle iletişim araçlarını yönetenleri duyarlı davranmaya; aile değerlerine saygılı ve aile birliğini özendirici yayınlar yapmaya davet ediyoruz. 7. İzlenen kadın politikalarının ve kadının sosyal hayattaki rolünün, onun eşi ve çocuklarıyla ilişkisi başta olmak üzere ailedeki temel vazifelerini engellemeyecek şekilde düzenlenmesini talep ediyoruz. 8. Bütün aile üyelerinin sosyal güvenceye kavuşturulmasının önemini, özellikle çocuk, yaşlı ve özürlü gibi bakıma muhtaç üyeye sahip ailelere ilave destekler verilmesi gerektiğini vurguluyoruz. 9. Evliliğin teşvik edilmesi, kolaylaştırılması, aile üyelerinin evlilik öncesinde ve sonrasında eğitilmesi, ailenin manevi açıdan desteklenmesi için İslam ülkeleri arasında ortak programlar geliştirmesini öneriyoruz. 10. Çocuğun, ailenin benimsediği değerler doğrultusunda yetiştirilmesinin önündeki her türlü engelin kaldırılması için yasal düzenlemeler yapılmasını talep ediyoruz. 11. Boşanmanın ve yol açacağı yıkıcı etkilerin en aza indirilebilmesi için geleneksel hakemlik kurumunun canlandırılması ve aile danışma merkezleri gibi sosyal mekânizmaların yaygınlaştırılması gerektiğini vurguluyoruz. 12. İslam Dünyasında ailelerin yaşadığı; dünyevileşmeye paralel olarak değerlerin kaybolması, fakirlik, işsizlik, okuryazarlık oranının düşüklüğü, cinsler arasında adaletsizlik, aile içi şiddet, savaşlar ve iç çatışmaların artması sonucunda oluşan şiddet sarmalında temel hak ve hürriyetlerin fütursuzca ihlal edilmesi gibi ağır sorunların çözümlenmesini bekliyoruz. 13. Sosyal, iktisadi ve hukuki açıdan aileyi güçlendirmek yoluyla ailenin durumunu iyileştirmek için müslüman ülkeler arasında stratejik ve somut işbirliği sözleşmeleri imzalanmasını tavsiye ediyoruz. 14. Aile kurumunu ortadan kaldırmayı amaçlayan birlikte yaşama, eşcinsel evlilik vb. fıtrata aykırı çabaların kararlılıkla reddedilmesini, insanlık ailesinin geleceğini tehdit eden bu gibi anormal davranışların olağan bir durum olarak kabul edilmemesini talep ediyoruz. 15. İslam ülkelerinin hükümetlerini cinsiyet kaynaklı mağduriyetlerin giderilmesi için adalet temelinde hak ve sorumluluklar dengesini gözeten politikalar geliştirmeye; bir taraftan geleneğin, öbür taraftan modernitenin mağdur ettiği kadının, fıtri özelliklerine uygun olarak ekonomik, siyasal ve sosyal alanda yer alması yönünde düzenlemeler yapmaya davet ediyoruz. 16. İslam dünyasının şemsiye kuruluşlarından, uluslararası bilimsel toplantılar düzenleyerek, ‘Aileye İlişkin İslami Kavramlar Belgesi’ oluşturmalarını ve İslam ülkeleri hükümetleri başta olmak üzere uluslararası kuruluşların dikkatine sunmalarını bekliyoruz. 17. Modern hayatta karşılaşılan evlenme ehliyeti, çok eşlilik, velayet gibi güncel aile sorunlarına fıkıh âlimlerimizin çözümler üretmesini, hükümetlerin de bu çözümler doğrultusunda yasal düzenlemeler yapmasını talep ediyoruz. 18. Aile bireylerini güçlendirmek yoluyla aileyi güçlendirmeye yönelik kanunlar çıkarılmasını, öncelikle İDSB bünyesinde, ardından İslam İşbirliği Teşkilatı bünyesinde özel bir komisyon kurularak ‘İslam Aile Hukuku Sözleşmesi’ hazırlanmasını talep ediyoruz. 19. Uluslararası sözleşmelerin, toplumların temel dinamiklerini gözeterek gözden geçirilmesini ve yeniden düzenlenmesi talep ediyoruz. 20. Birleşmiş Milletlerden halkların kültürel özelliklerini göz önünde bulundurmasını, tek kültürlülüğün engellenmesini, uluslararası sözleşmelerin toplumların dini değerleriyle çelişen maddeleri hakkında devletlerin çekince koymasına saygı göstermesini talep ediyoruz. 21. STK’ları, aile üyelerine medya okuryazarlığı desteği vererek medya araçlarını bilinçli kullanmalarını sağlayacak projeler geliştirmeye davet ediyoruz. 22. İDSB çatısı altında medya çalışma grubu, aile okulu çalışma grubu ve internet üzerinden aile içi iletişim konusunda farkındalık ve duyarlılık eğitimi yapacak bir grup oluşturulmasını öneriyoruz. 23. Özellikle İslam coğrafyasında cereyan eden savaşların bir an evvel sona erdirilmesi için uluslararası toplumun ve yerel dinamiklerin acilen harekete geçirilmesini ve çatışmaların ortaya çıkardığı mülteciler, yetimler, özürlüler, parçalanan aileler ve ülkelerin bozulan fiziki ve ekonomik yapıları gibi olumsuz tabloların süratle rehabilite edilmesini talep ediyoruz. 24-25 Ocak 2015 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenen İDSB II. Uluslararası Aile Konferansı katılımcıları olarak, İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi ülkelerin hükümetleri başta olmak üzere Birleşmiş Milletlerin ilgili kurul ve birimlerini, İDSB gibi çatı kuruluşları ve büyük insanlık ailesini, 23 maddede özetlediğimiz çağrımıza kulak vermeye davet ediyoruz. İstanbul Gönen Otel’de gerçekleşen konferansın ilk gününde protokol oturumundan sonra 4 ana oturumda 16 tebliğ sunulmuş, tebliğler müzakereciler tarafından değerlendirilmiştir. İkinci gün 8 farklı başlık altında İslam dünyasında ailenin durumu ve sorunları çalıştay gruplarınca müzakere edilerek sonuçlar değerlendirme oturumunda birleştirilmiş, işbu konferans sonuç bildirgesine de birer cümleyle yansıtılmıştır.

Çanakkale! Vatanın hürriyeti, din-i mübin-i İslam’ın izzeti uğruna toprağında binlerce şühedanın ebediyet uykusuna yattığı ÇANAKKALE! (Çanakkale Savaşı’nda Bir Şehidin Günlüğü) Ne canlar emanet edildi senin bağrına… Yolu hasretle beklenen babalar, evlatlar, ağabeyler, kocalar… İşte bu emanet edilen canlardan birisi de Mülazım-ı Sani (Teğmen) İbrahim Naci Efendi’ydi. Mülazım-ı Sani İbrahim Naci’nin şehit olması üzerine, muhtemelen geride kalan eşyaları arasındaki günlüğü bulan Bölük Komutanı Yüzbaşı Bedri Efendi, daha sonra günlüğü bulur ve okuduğu günlüğe hamişler suretinde küçük notlar yazar. Günlüğün diğerlerinden ayrılan en önemli özelliği, İbrahim Naci’nin şehadeti hakkında hamiş yazan Bölük Komutanı Yüzbaşı Bedri Efendi’nin de şehit olmasıdır. İbrahim Naci Efendi, Bölük Komutanı Yüzbaşı Bedri Efendi’nin tarifiyle; ince, narin, zeki bakışlı, 21 yaşının başında, bıyıkları yeni terlemiş; sevdasıyla, ümitleriyle, yaşama arzusuyla, cepheden gelen şehit ve yaralıları gördüğünde “Beni de ön cephede görevlendirin!” diye komutanına ricada bulunacak kadar vatanı için her şeyi göze alabilecek bir delikanlı idi. Günlüğüne başlarken kendini tanıtmış ve şu şekilde yazmıştır: “71. [Alay] / 10. [Bölük] Mülazım-ı Sani [Teğmen) İ. Naci.” Altına da şöyle bir not düşmüştür: “Ailemin adresi: İstanbul’da Beşiktaş’ta Yeni Mahalle’de Bostanüstü’nde, 62 numaralı hanede Musa Efendi. Bu defter kimin eline geçerse bir şehid hürmetine yukarıdaki adrese göndersin.” Günlüğünün ilk sayfasındaki başlangıcı bile, İstanbul’dan Çanakkale’ye kendini mukaddesatı uğrunda feda etmek için geldiğinin en büyük göstergesi olmuştur. Günlüğü tutmaya, 24 Mayıs 1915 Pazartesi günü İstanbul’da başlamış. 21 Haziran 1915 Pazartesi günü şehid olmasından önce yazdığı son sayfa ile sanki şehid olacağını bilerek sonsözünü söylemiş, “Allah’a ısmarladık” demiş ve şunları yazmış: (Yirmi Dokuzuncu Gün) 21 Haziran 1915 / Pazartesi Saat 7.00 Geceden beri düşman taarruz ediyor. Şimdi gidiyoruz. Allah hayreylesin… Saat 11.00 Muharebeye girdik. Milyonlarla top ve tüfek patlıyor… Şimdi birinci onbaşım yaralandı. Allah’a ısmarladık. Saat 11.15 İ. Naci* (*) “İ. Naci” imzasını günlüğünün girişinde ailesinin adresini belirttiği sayfalar haricinde hiç kullanmamıştır. Girdiği bu muharebede şehit olacağını adeta hissetmiş, veda eder gibi imzasını atmıştır. İ. Naci Efendi'nin şehadetinden sonra günlüğü bulan Yüzbaşı Bedri Efendi ise günlüğe şöyle devam ediyor: Zavallı Naci! Evladım gibi sevdiğim yavrum. Defterine emanet ettiğin gizli duygularını bir peder, bir ağabey yakınlığıyla okudum. Bundan dolayı bana darılmaz ve hatalı bulmazsın değil mi? Senin o cevval zekân, mini mini, fakat hareketli ve zinde vücudun, susmak bilmeyen, her konuşanı susturmak gayretiyle mitralyöz gibi daima işleyen konuşkanlığın, bölük askerlerine öğrettiğin vatan şarkıların… Hâsılı sevimli varlığının taburumuz içinde unutulacağını mı sanıyorsun? Hayır, hayır! Bir sene zarfında burada bıraktığın hatırat, bütün tabur erleri ve subaylarında sana karşı bir cazibe, bir muhabbet meydana getirmişti. Naci’m, pek genç ve körpe iken kara topraklara verdiğim o sevimli varlığından ayrı düşmek hem benim, hem de bölük neferlerinin -telafisi imkânsız- büyük bir kaybıydı. Yalnız benim ve bölüğün mü ya? Ordumuzun, vatanımızın istikbalini, geleceğini bu körpe çocukların malı olarak tasavvur ediyorum. Her ümidim Türk gençliğine bağlı idi. Naci de bu gençliğin içinde istisna teşkil edecek derecede kıymetli bir kişi idi. Askerlik bilgisini büyük bir vukuf, sebatkar bir itina ile öğrenmiş, istikbali hakkında nurlu, feyizli ümitlerle yetişmiş olan bu Türk askerinin kaybı nasıl telafi edilecek? Hayatın baharı sayılan 21 seneyi henüz tamamlamıştı. Bu müddet zarfında bir Türk gencinin vefatı pek erkendi. Bu kaybı telafi etmek için ise yirmi bir sene beklemek pek uzun bir bekleyiş değil mi idi? Türk gençliğinin akıttığı, sel gibi döktüğü kanı, şüphesiz vatanın kuru topraklarını sulayacak ve büyük bir feyz ve bereketle bu muazzez vücutların yerine daha faydalı, daha intikam alıcı, daha gayretli, daha bilgili… Hâsılı Türklüğü, Türk vatanını, Turanı, eski haşmet ve azametinden daha yüksek ikballere, şevketlere çıkaracak, filizler fışkıracak. İşte o şevket ve azametin ortaya çıkardığı bu kahraman, mütefekkir gençlerin, büyük atalarının namıyla kutsanıp yüceltilecek kahramanlık hikâyeleri destan olacak ve kendi gelecek ve saadetlerini bu şehit ve fedailere borçlu olduklarını iftiharla itiraf edecek. Naci! Sen ve emsalin ölmediniz, bir iki kazma darbesiyle oyulmuş çukura gömülmediniz; siz büyük Türklüğün, Müslümanlığın sinesine hürmet ve saygıyla yaşayacaksınız! Hayatın aşk ve şiirle dolu hoş safhalarını tatmış, tanımış ve bunun aşk, şiir ve saadetten başka birçok acılıkları, yorgunlukları olduğunu da biliyordu. Ve kendisini, bunu göğüsleyecek bir dayanıklılığa hazırlamaya gayret ediyordu. Bazen hayat felsefesine dair kendisiyle yaptığım sohbetleri büyük bir dikkat ile dinler, … (Bedri Efendi’nin hamiş metni burada “virgül” ile bitmektedir. Yarım kaldığı anlaşılan bu notun, neden bitirilemediğini hemen altında yazılan diğer not açıklamaktadır. Bedri Efendi’nin şehadeti 28 Haziran - 5 Temmuz 1915 tarihleri arasında çok şiddetli cereyan eden Zığındere Muharebeleri sırasında, 1. Tümen’in 2 Temmuz’da bugünkü Nuri Yamut Şehitlik Anıtı civarında düşmana yaptığı taarruz sırasında gerçekleşmiştir.) Bölüğün Yüzbaşısı Bedri Efendi yukarıdaki hamişi buraya kadar yazarak, 1 Temmuz 1915 tarihinde istirahat mahallinden sağ cenaha taburla gittiği sırada, 2 Temmuz 1915’te onun da şehadeti vuku bulmuştur. İbrahim Naci Efendi ve emsalinin tarihteki yeri, şehadeti, hatıraları bizim için bir ibret tablosu. Onlar, asırlarca İslam’ın bayraktarlığını yapan bu milleti, zalimin zulmü ve esareti altında yaşamaktan kurtardılar elhamdülillah. Bütün Mehmetçiklerimize minnet borçluyuz. Allah şehadetlerini kabul etsin. Bize düşen vazife ise tarihimizi tanımak, ders almak ve şanlı tarihimize yakışan şuurlu bir nesil olmaktır. Kudsi bir emanet olan bu şanlı vatana her zerremizle din-i İslam adına hizmet edebilmek niyazıyla...

Anlam vermede en etkili olan sebep, insanın kalbinde tuttuğu, benimsediği, kabul ettiği değerlerdir. Prensiplerdir. Ön kabulleridir. Yani itikadıdır. İnançlarıdır. İşte insanlar bu referanslara göre her şeye bir anlam vermektedirler. Doğru anlam vermek için doğru referanslara sahip olmak zorundayız. Doğru inançlara, doğru bir itikada, doğru bir bakış açısına, doğru bir niyete sahip olmalıyız. Tahkik etmeli, etraflıca düşünmeli sonra tanımlama yapmalıyız. Anlam Vermenin Önemi Anlam verme, ferd ve toplum hayatında son derece önemli bir yere sahiptir. Hayatının tümünü, her anını etkileyecek bir değerdedir. Bir insanın veya toplumun başarılı veya başarısızlığı, mutluluğu veya mutsuzluğu doğru anlam vermesi ile orantılıdır. İnsanlar çocukluktan itibaren etrafındaki belirsizliklerin verdiği rahatsızlıktan kurtulmak ve belirsizlikleri belirli hale getirmek için olaylara bir anlam yüklerler. İsim takarlar. Küçük yaşlarda başlanan bu anlam verme insana hayat boyu olumlu yönde destek olduğu gibi zayıf hale de düşürebilmektedir. Evet, insanın yaşadığı, gördüğü ve işittiği bütün olaylarda kullandığı en büyük sermayesi tanımlama / anlamlandırma / kavramsallaştırma / isim verme / anlam verme becerisidir. Çünkü insan kavramlar sayesinde düşünebilmektedir. Doğru anlam verilebildiği ölçüde hayatının ve içindekilerin de anlam ifade ettiğini görülecektir. İnsanlar ise genellikle çevreden, aileden ve kültürden aldıkları ölçülerle anlam vermeye çalışmaktadırlar. Zira ailenin, çevrenin, örfün, kültürün bu anlam vermede etkisi oldukça büyüktür. İnsanlar olayları tanımlamakla değerlendirmeye tabi tutmaktadırlar. Bu kavramlar olayla uyum arz ettiği ölçüde hakikati ifade etmektedir. Aksi halde uyumsuzluğun verdiği huzursuzluklar baş göstermektedir. Evet, kavramlar düşüncenin temel kodları/taşlarıdır. Düşünceler ise tavırlar üzerinde etkili olmaktadır. Demek ki doğru tavırlar doğru kavramlarla düşünmekten, doğru düşünmek ise yapılan tanımların olayla uyum arz etmesine bağlı olmaktadırlar. Risale-i Nurda Anlam Verme Hz. Üstadın telif ettiği Risale-i Nur külliyatında en fazla göze çarpan bir gerçek de doğru anlam vermektir. Hz. Üstad var oluş sırrıyla uyum arz edecek şekilde Allah adına bakmak, iman merkezli bakmak anlamına gelen “mana-yı harfî” ile temellendirdiği anlam verme metodunu kullanmaktadır. O, olayların başıboş, tesadüfen veya sebepler zincirinin etkisiyle meydana gelmediğini bilmektedir. Olaylara, fail/özne merkezli bir yaklaşım sergilemektedir. Hz. Üstadın nazarında kâinatta fail-i mechul yoktur. Çünkü bir fiilin failsiz olması mümkün değildir. Her şeyin faili olan Yüce Allah’ın adına, onun hikmetleri adına, iman merkezli bir yaklaşımla anlam vermeye çalışmaktadır. Bu sayede Hz. Üstad olayların hakikatine uygun bir tanımlama yaptığından dolayı bütün olumsuzluklara rağmen yılmaz bir irade, tam bir kararlılık, bitmez bir aşk ve şevk ile hizmetine devam ettiğini görmekteyiz. Bu sayede birçok insanı hayata küstüren olaylar, Hz. Üstad için küçük görünmektedir. Bediüzzaman Hazretlerinin telif ettiği beş bin sayfalık külliyatı tamamen doğru anlam vermenin üzerine kurulu olduğunu söylemek mübalağa olmayacaktır. Hatta bazı risaleler tamamen anlam verme üzerine kuruludur. Özellikle temsille anlatılan hakikatler buna güzel birer örnek olabilmektedir. Şimdi Hz. Üstadın bu konu ile ilgili örneklerini vererek bir kısım sonuçlara ulaşmaya çalışacağız. Hapishane: Bizler tarafından verilen anlam, hürriyetleri kısıtlayan bir cezaevi, her taraftan sarılmış bir ev yani hapishane. Hz. Üstadın verdiği anlam ise “Medrese-i Yusufiye” ve “Terbiyegâh”. Medrese-i Yusufiye demekle hapishanenin de bir eğitim-öğretim yeri, oraya düşen bir kısım insanın masum ve insanlık dünyasının peygamberlerinden olan Hz. Yusuf’un da (as) mekânı olduğunu hatırlatmaktadır. Bu tanımlama ise gerçekle örtüşmekte ve daha kapsayıcı görünmektedir. İşte bu anlam verme mahkûmun ruhunda, vicdanında, aklında bir teselli kaynağı olmayacak mıdır? Hem hapishanenin terbiye etmek için olan kuruluş amacına daha güzel hizmet etmeyecek midir? Musibetler: Bu kavramın bizim dünyamızda pek olumlu bir tarafı yoktur. Bizler çoğu zaman hayatın önünde bir perde, yaşamdan istenilen zevki almaya bir engel, bir ceza anlamını vermekteyiz. Bunun insanların ve toplumların ruhunda, düşüncesinde bıraktığı kötü izleri ise meydandadır. Hz. Üstada göre ise “İlahi şırınga”, “Hazırlık”, “İdman”, “Terazi”, “Muallim”, “İlahi Silgi” gibi anlamlar ifade etmektedir. Şimdi fail merkezli ve iman gözüyle yaptığımız bu tanımlamaların yansımalarına bakalım: Önümüze çıkarılan musibetler hayat yolunda birer çelme değildir. Yükselmemize engel olan ağırlıklar değildir. Kanatların kırılması değildir. Aksine olaylar karşısında dirençli, kararlı ve iradeli olmam için bir şırıngadır. Daha büyük vazifelere ve daha büyük nimetlere nail olmak için hizmet içi bir eğitimdir. Yükselmem için önüme konan bir merdivendir. Yeteneklerimi geliştiren bir idmandır. Kim olduğumu, bu dünyaya neden gönderildiğimi ve nereye gittiğimi hatırlatmakla gerçek kimliğimi gösteren ilahi bir ikazdır. Elimdekilerin değerini bildirerek huzur ve mutluluğuma sebep olan bir terazidir. İleride bir daha karşıma çıkmayacak şekilde hatalarımın bedelini ödediğim ilahi bir silgidir. Vicdanen rahatım. Bana benden fazla merhamet eden birisi var. Ulaşım araçları: Bize göre sevdiklerimize kavuşturan bir araçtan ibarettir. Hz. Üstad “Medrese-i Seyyare” anlamını vermektedir. Bu tanımlama düşüncede, kalpte, ruhta, vicdanda şu manaları uyandırmaktadır. Hayatın her tarafı bir okul, bir eğitim yeridir. Gafil olma. Vakti zayi etme. Burada görebileceğin ve ders alabileceğin bir eğitim var. Oku. İbret al. Düşün. Cenab-ı Hakkın sana verdiği bu seyyar okuldan yararlan. Bunun nimet olduğunu hatırla. Şükret. İşte bu manaları ruhunda hisseden bir insan yolculuktan son derece keyif alacak ve yolculuğun olumsuz şartlarından daha az etkilenecektir. Aksi halde bir hapishane gibi insanı sıkacak, “Of”larla bitiş süresinden gelen merak ve endişe ile yolculuk sürecektir. Ölüm: Bizlere göre yok oluş, son buluş, ayrılık, her şeyi anlamsızlaştıran ve bütün zevkleri parçalayan bir aslan anlamını verdiğimiz ölümü düşünün. İnsanların bu kelimeyi düşünmekten nasıl kaçtıklarını görmüyor musunuz? Hz. Üstad ise değil kaçmak, belki gülerek karşılamayı ve cesaretin kaynağı olacak şekilde anlam vermektedir. “Ebedi Âlemin Kapısı”, “Cennete Götüren İlahi Bir Binek”, “Sevdiklerine Kavuşma”, “Ebedi Varlık”, “Yeniden Diriliş” gibi anlamları vermektedir. Eşlerimiz: Bizlere göre farklı insanların bir kısım menfaatler için geçici bir sürede oluşturdukları birliktelik iken, Hz. Üstad “Ebedi Arkadaş”, “Daimi Yoldaş”, “Mukabil Bir Kalb”, “Derttaş”, “Zevkdaş” gibi anlamları vermektedir. Acaba Hz. Üstadın evliliği ebedileştirdiği bu tanımlamalar nerede, sevgiyi kısıtlı bir zamana hapseden anlam vermemiz nerede? Anlam vermeyi risale olarak ele aldığımızda karşımıza inanılmaz bir külliyat çıkmaktadır. Küçük bir örneği, küçük sözlerdir. Aidiyet duygusuna ve başkalarından yardım almaya zillet olarak anlam veren mağrur adam ile izzet anlamı veren mütevazı adamın sonlarını birinci sözden okumaktayız. Dünyaya bir matem evi, ecele ise parçalayan bir aslan, cansız varlıklara büyük cenazeler anlamı veren bencil, kendini beğenen, kötü düşünen adam ile zikir hane, mescit, talim yeri, sevdiklerine kavuşturan bir tezkere, itaat eden bir hizmetkâr olarak gören adamın ruhlarına yansıyan sonuçları ikinci sözden okumaktayız. Bunun gibi Tabiat Risalesi, Hastalar Risalesi, İhtiyarlar Risalesi, Hanımlar Rehberi, Onuncu Söz ve hakeza... Bütün risalelerin modern hayatın verdiği yanlış anlam vermeyi düzelterek doğru bir anlam verme sistemi geliştirdiğini görmekteyiz. Hz. Üstadın doğru anlam vermesi, insanların doğru düşünmelerine, bundan dolayı doğru tavır göstermelerine, bunun neticesinde ruhen, kalben, vicdanen, fikren rahat ve huzur bulmalarına sebep olmaktadır. İşte Risale-i Nurun en büyük etkisi burada gizlenmektedir. Anlam vermeyi doğru bir şekilde gündelik hayatımıza tatbik ettiğimizde düşüncede, hayatta, ruhta, vicdanda ne kadar olumlu hakikatler meydana gelmektedir. Bu sayede hayata karşı daha dirençli ve huzurlu olabilmektedir insan. Aksi halde şikâyetlerin arttığını, mutsuzlukların görüldüğünü ve insanın iç âleminde birçok olumsuzlukların meydana geldiğini herkes görebilmektedir. Anlam Vermenin Kaynakları Anlam verme, çocukluğumuzdan itibaren -önce ailemizden olmak üzere- çevremizden, kültürümüzden, örfümüzden, eğitimimizden ve dinimizden beslenmektedir. Küçüklüğümüzden beri süregelen kabullerimizden beslenmektedir. İnsan, hayatı boyunca bu kaynaklardan beslenen anlam verme ile hayatını şekillendirmeye çalışmaktadır. Bu kabullerimiz bazen alışkanlık haline gelip huy haline dönüşebilmektedir. Risale-i Nura baktığımızda Hz. Üstadın talebelerini fikren değiştirdiği gibi ruhlarında, vicdanlarında, nazarlarında büyük bir inkılap gerçekleştirdiği de görülmektedir. Yani Hz. Üstad her talebesinin fikren nur talebesi olmasını istediği gibi, örfen de, kültürel olarak da nur talebesi olmasını istemektedir. Yani olaylara örf, kültür, aldığı terbiye nokta-i nazarından bir anlam vermesini değil, mana-yı harfi ile Allah namına, iman hesabına değerlendirmesini istemektedir. Demek oluyor ki anlam vermede en etkili olan sebep, insanın kalbinde tuttuğu, benimsediği, kabul ettiği değerlerdir. Prensiplerdir. Ön kabulleridir. Yani itikadıdır. İnançlarıdır. İşte insanlar bu referanslara göre her şeye bir anlam vermektedirler. Doğru anlam vermek için doğru referanslara sahip olmak zorundayız. Doğru inançlara, doğru bir itikada, doğru bir bakış açısına, doğru bir niyete sahip olmalıyız. Tahkik etmeli, etraflıca düşünmeli sonra tanımlama yapmalıyız. Sonuç olarak ebeveynler, çocuklarının hareketlerini, eşler birbirlerinin tavırlarını, insanlar birbirlerinin hareketini ve etrafımızda cereyan eden olayları ön yargı ile, acele ile, yüzeysel olarak ve süreci göz ardı ederek anlam vermemelidir. Aksi halde birçok olumsuzluklar karşımıza çıkacaktır. ACELE İLE YAPILAN TANIMLAMALAR HAYATIMIZI BİRÇOK ZORLUĞA SOKABİLİR. Anlam Vermenin Pratik Hayata Tatbiki Şimdi aşağıdaki örneklere sizler anlam vermeye çalışın. Mevki sahibi erkeğin ev işine yardımcı olması, çocuklarıyla oynaması: tevazu/zillet Bir memurun iş başında gösterdiği ciddiyet:kibir/vakar Şahsına ait haktan vaz geçmesi:fazilet/ihanet Bir şahsın topluma ait hakkı affetmesi:fazilet/ihanet Fakirin zengine, küçüğün büyüğe, zayıfın güçlüye gösterdiği tevazu:riya/tevazu Zenginin fakire, büyüğün küçüğe, güçlünün zayıfa gösterdiği alçakgönüllülük: zillet/tevazu İşi Allah’a bırakmak:tevekkül/tembellik Çalışmaya, emeğe yetinmek: kanaat/gayretsizlik

Osmanlı Türkçesi Osmanlı Türkçesi (İslâm harfleri)nin terk edilerek, yerine Latin alfabesinin getirildiği 1928 senesinde ve sonrasında, İslâm harfleriyle ilgili birçok anti-propaganda yapılmıştır. Okunuşları birbirine yakın olan bazı kelimelerin yazılışlarının aynı olmasının eleştirildiği bu anti-propaganda faaliyetlerinden en çok öne çıkanı, “gül, gel ve kel” kelimeleri ile ilgiliydi. Afişler hazırlatılarak yapılan anti-propaganda çalışmalarında bu üç kelimenin Osmanlı Türkçesinde aynı şekilde yazılması eleştiriliyordu. Hâlbuki Türkçe kelimelerin Latin harfleri ile yazımında da birçok eksiklik bulunmaktadır. Üstelik Osmanlı Türkçesi harfleri ile yazılan Türkçe bir kelimenin üzerine hareke konularak aradaki yazım benzerliğinden doğan karışıklık çözülebilecekken, Latin harflerinde böyle bir durum söz konusu olmamaktadır. Latin harflerinin Türkçeye uyumsuzluğuna ve dilimizin İslâm harfleriyle yazılmasının getireceği artılara birçok örnek verilebilir. Kâf-ı Nûnî (Kâf-ı Türkî) / ڭ Nazal Nun denilen Kâf-ı Nûnî harfi Türkçeye mahsus bir harftir. Bu sebeple bu harfe kâf-ı Türkî de denilmektedir. Kef harfinin üzerine üç nokta konularak diğer kef’lerden ayırt edilmektedir. Günümüzde kullandığımız Latin alfabesinde olmayan bu harften dolayı, Osmanlı Türkçesinde, okunuşları aynı olan bazı kelimeler birbirinden farklı yazılarak ayırt edilebilmektedirler. Buna örnek olarak “ben” kelimesini gösterebiliriz. 1. Tekil şahsı gösteren “ben” kelimesi ile deri üzerindeki küçük lekelere veya kabartılara verilen isim olan “ben” kelimesi, Latin harfleri ile aynı şekilde yazılırken; Osmanlı Türkçesinde birbirinden farklı yazılır. 1. Tekil şahıs olan “ben” kelimesi “be” ve “nun” harfleriyle yazılırken; deri üzerindeki küçük lekeler manasındaki “ben” kelimesi “be” ve “kâf-ı nûnî” harfleriyle yazılmaktadır. بن / بڭ Yine ikinci tekil ve ikinci çoğul şahıs mülkiyet ve fiil (şahıs) eklerinde Kâf-ı Nûnî harfi kullanılmaktadır. Meselâ Latin harfleriyle yazımda, “Kalemini verir misin?” ifadesinin ilk bakışta 2. veya 3. tekil şahısların hangisine söylendiği anlaşılamamaktadır. Yani senin mi, onun mu belli değildir. Fakat bu ifade Osmanlı Türkçesi ile yazılırsa “kalemini” kelimesindeki “n” sesi, 2. tekil şahısta “kâf-ı nûnî” harfi ile, 3. tekil şahısta “nun” harfi ile yazılır ve yazımda birbirlerinden ayırt edilebilir. قلمڭی ویریرمیسڭ / قلمنی ویریرمیسڭ Şiveler Farklı, Yazılışlar Aynı Osmanlı Devleti 20 milyon km²yi geçen yüzölçümü ve üç kıtaya yayılan nüfûz alanıyla çok geniş bir coğrafyada sadece siyâsî olarak değil kültürel olarak da yaşıyordu. Türkçenin farklı şive ve lehçeleri, İslâm harflerini esas alan Osmanlı Türkçesinde aynı yazımda buluşuyorlardı. Yazılışları aynı olan kelimeleri, farklı yörelerdeki Türkler, kendi şivelerine göre okuyorlardı. Bunun örneklerinden birisi “bey” kelimesidir. “be” ve “kef” harfleriyle yazılan “bey” kelimesi, İstanbul şivesinde bey olarak okunurken; Anadolu’da “beg” diye okunuyordu. Yine “yirmi” kelimesi “ye”, “kâf-ı ğâyî”, “ra”, “mim” ve “ye” harfleriyle yazılmaktadır. Türkiye’de “yirmi” olarak okunurken; Türkistan’da “yigirmi” olarak okunmaktadır. Bu şekilde okunuşları farklı, yazımları aynı olan kelimelere çok sayıda örnek verilebilir. Bu durum yüzyıllar içerisinde kelimelerin geçirdiği değişimi de göstermesi bakımından önemlidir. بك / یگرمی Kelimelerin Kökeni Osmanlı Türkçesinde, Arapçadan Türkçeye geçen kelimeler, orijinal hâllerine dokunulmadan yazılmaktadırlar. Farsça kelimelerin ise bazıları değişime uğramış, bazıları aynen geçmiştir. Türkçe kelimelerin ise klişeleşmiş bir kısım yazımlar hariç tamamında sesli harflerin yerinde okutucu harfler kullanılmaktadır. Biz bu yazım şekilleri sayesinde, Osmanlı Türkçesi ile yazılmış bir kelimenin kökenini ve Türkçeye hangi dilden geçtiğini anlayabiliyoruz. Kelime Zenginliği Günümüzde, dünyadaki en yaygın dilin İngilizce olduğunda şüphe yoktur herhalde. Osmanlı Türkçesine Arapça ve Farsçadan çok fazla kelime geçmesini eleştirenler, acaba İngilizcenin ne kadarlık kısmının yabancı kelimelerden meydana geldiğini biliyorlar mı? İngilizlerin bu konuyla ilgili bir sözleri var: “Bahtiyardır o İngilizce ki; onda her dilden kelime vardır.” Bu sebeple İngilizcenin yaklaşık %80’lik kısmı yabancı kelimelerden meydana gelmektedir, diyenler de mevcuttur. Tabiatıyla Türkçeye, dünyanın en zengin iki dili olan Arapça ve Farsçadan çok sayıda kelimenin geçmiş olmasını yadırgamamak gerekmektedir. Özellikle Arapçanın kitabımız Kur’ân’ın dili olmasından dolayı, Kur’ân’da geçen tabirâtın dilimize geçmiş olması gayet normaldir. Osmanlı bir cihân devletiydi ve Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü topraklarda bugün 60’a yakın devlet var. Böyle bir devletin dilinin sade olması ve hiçbir dilden etkilenmemesi söz konusu olamaz. Osmanlı Devletinin adâlete önem veren hukuk sistemi, her konuda araştırma ve ilmî faaliyetler yapan eğitim sistemi, çok geniş bir coğrafyaya hükmeden siyaset sistemi ve bu coğrafyaya maddî-manevî kalıcı eserler bırakan medeniyeti, birkaç bin kelime ile yetinemez. Mutlaka dilinin aslî yapısını bozmadan, ortak medeniyete sahip olduğu zengin dillerden yeni kelimeler alacaktır. Unutulmamalıdır ki Osmanlının son döneminde Fransızcadan 6 binden fazla kelime girmiştir dilimize. Şimdilerde İngilizceden ve hakeza… Hulâsa Osmanlı Türkçesi, 1000 yılı aşkın bir zamandan beri İslâm diniyle yoğrulmuş bir medeniyetin özüdür, neticesidir ve sembolüdür. Bu medeniyetin genetik hâfızamıza kaydettiği kültürel kodları tekrar hatırlamak için Osmanlı Türkçesini öğrenmek zorundayız. Osmanlı Türkçesini öğrenmek, düşünce ufkumuzu Osmanlı coğrafyasının da ötesinde bütün kıtalara yayacak; dünya devleti olduğumuz dönemlerdeki özgüvenimizi tekrar kazanmamızı sağlayacaktır. Ülkemizde başta Osmanlı Arşivleri olmak üzere birçok kurum arşivi ve kütüphanelerde, yabancı kaynaklara ihtiyaç duymayacağımız kadar birinci elden her şeyin kaydedildiği vesikalar ve yazma eserler mevcuttur. Arşivler ve yazma eserler incelendiğinde, bugün geçmişimizle ilgili bize söylenen ve anlatılan birçok mevzuun çok daha farklı olduğu görülecektir. Ecdadımızın dünyayı nasıl adâletle hükmettiklerini arşivlerimizdeki vesikalar, bize çok açık bir şekilde göstermektedir. Barış zamanında da, savaşırken de nasıl insanlık hukukuna değer verdiğimiz, arşivlerdeki araştırmalar neticesinde ortaya çıkacaktır.

31 Ocak-1 Şubat tarihleri arasında Ankara’da Osmanlı Türkçesi Eğitim Şûrâsının ikincisi yapıldı. Hayrat Vakfı’nın Milli Eğitim Bakanlığı ve Gençlik Spor Bakanlığı ile yapmış olduğu protokoller çerçevesinde yürütülen kurslar ve eğitimler hakkında değerlendirmelerin yapıldığı şûrâya katılan Milli Eğitim Bakanlığı Bakan Yardımcısı Orhan Erdem şûrâda şunları kaydetti: “Öncelikle hepinizden Allah razı olsun. Hayrat Vakfıyla 2012 yılından bu yana Milli Eğitimde çok önemli işler yapmaya başladık. Ben başladığımda bir protokol hazırlığı vardı. Ve bu protokol hazırlığıyla Hayat Boyu Öğrenmeyle Osmanlıca kursları açılacaktı. Hayrat Vakfından arkadaşlar çok samimi, çok nezaketle takip ettiler. Bizde o dönemde katkı vermeye başladık. İlk protokol yapıldı. Ve Allaha bin şükür, sayenizde hızla yayıldı. Binlerce kişi bu kursları görmeye başladı. Geçmiş kültürün kazanımlarını, kardeşliğini hissetme adına, daha doğru öğretmek adına uğraşıyor Türkiye. Bu noktada, bu mücadelenin en önemli ayaklarısınız. Hafta sonu gelip burada da İkinci Şûrâ’ya katılmanız, illere gidip sizlerin de bu dersleri vermeniz, hafta sonunu ailesine ayıracakken kurslara gidip ücretsiz çalışmanız… bunlar hep bir derdin ürünü. Hz. Mevlana ‘Derdi olanın rengi sarıdır’ der. Dertli olan tıraş olmaz, üzerine başına bakmaz, uyumaz; rengi sarıdır. Siz dertli adamlarsınız. Ben çok uzatmak istemiyorum. Gerçekten çok işimiz var. Geçen hafta Fransa’ya bir görev için gittim. Batı Fransa’daki 70, 80 bine yakın hemşerimizin dernekleriyle onların taleplerine baktım. Dün Yeni Zelanda Ekonomi Bakanıyla öğle yemeği yedik. Bir önceki hafta Gana Milli Eğitim Bakanı Türkiye’deydi. Onun konuşmalarına baktım. İnanın 24 saat yetmez, çok işimiz var. Çok gayretimiz olması lazım. Allah yardımcımız olsun.” Gençlik ve Spor Bakanlığı adına katılan Gençlik Merkezlerinden sorumlu Gürkan Tekin de faaliyetler ve protokoller hakkında bilgiler verdi, kurslar hakkında karşılıklı istişareler yapıldı. Tekin şunları kaydetti: “Hepinizi saygılarımla selamlıyorum. Yaklaşık 6 ay önce Barla’daki Şûrâya da katılmıştım. Biz gençlik merkezleri olarak faaliyetlerimize devam ediyoruz. Yeni projelerimiz yeni faaliyetlerimiz var, dilerseniz kısaca bahsedebilirim. Bu sene Çanakkale ile ilgili 81 ili kapsayan bir proje gerçekleştireceğiz. Büyük salonlarda Çanakkale ruhunu gençlerimize anlatacağız. Yine gençlik merkezi günleri yapabiliriz. Gençlik merkezi günlerinde de yine Hayrat Vakfı’na Teşekkür ediyoruz, geldiler. Burada bir stant açtılar. Hatta hattat hocamız da geldi. Orada çok güzel eserler sergiledi. Bu anlamda ciddi zenginleştirdiler. Bundan sonra da bu tarz organizasyonlarımız olduğunda yine Hayrat Vakfı’nı bekleriz. Genel müdürümün Sinan Aksu beyin bizzat kendisinden kaç defa duyduğumu bilmiyorum, ‘Hayrat Vakfı bizim için çok önemli’. Gençlik Merkezlerimizde gençlerimize gerçekten çok önemli hizmetler veriyorsunuz. Bugüne kadar 1 yıldır Osmanlı Türkçesi devam ediyordu. Yaklaşık 2 aydır Kur’an-ı Kerim dersleri başladı. Bu da çok önemli! Biz Bakanlık olarak gençlik merkezlerimizde biraz daha eğitime ağırlık vermek istiyoruz. Milli-manevi değerlere kanalize edelim istiyoruz. Bu bağlamda bizim için en önemli eğitimlerimizden biri Osmanlı Türkçesi eğitimi, şimdi yeni başlayan Kur’an-ı Kerim dersleri var.” Yenilenen Milli Eğitim Bakanlığı Osmanlıca Kursları protokolünün kapsam alanı genişlediğinden bahisle Avrupa’da da kurslar için girişimler ve ön çalışmaların yapıldığını Hayrat Vakfı Mehmet Köroğlu’ndan öğreniyoruz. Buna göre yapılan çalışmalar hakkında Köroğlu aşağıdaki bilgileri vermiştir. “Malumunuz sizle 3 yıldır heyecanla takip ediyoruz bu hizmetleri. Şimdi sizin arkanızdan Avrupa da aynı heyecanı yaşıyor. Sizlerin 3 bin, belki 4 bin öğreticiyle Anadolu’nun dört bir tarafında yaptığınız hizmeti, aynı şekilde aynı heyecanla inşallah Avrupa’da yapmak için 75 öğretici arkadaşımızı hazırlık aşamasına aldık. Bu arkadaşlarımızla inşallah Almanya’da 21, Belçika’da 4, Hollanda da 2 şehre öncelik vereceğiz. Hemen arkasından İngiltere, Fransa, Avusturya’da kurslar açacağız. Öncelikli olarak 27 şehirde 40 tane sınıf açıyoruz. Tabi bu hizmetler ile bir taraftan devletimizin oradaki vatandaşlarımıza hizmetlerinin dokunması yani şu ülkem, devletim beni düşünüyor ve gelip benim buradaki kimliğimi, şahsiyetimi korumam adına bana ücretsiz bir hizmet sunuyor. Vatandaşlarımızın vatanlarına bağlarını pekiştiren hatta onları köklerine bağlılığını pekiştiren çok güzel neticeler alıyoruz. Şöyle: Aralık ayında büyük bir kitap fuarı vardı. Orada stant açtık. ‘15 dakikada Osmanlıca Türkçesi öğretiyoruz’ sloganıyla girdik. Orada hakikaten çok büyük ilgi gördük. 300’ün üzerinde müracaat aldık. Ve bunula birlikte farkındalık oluştu. Bazı şeylerde öğretmen yetersizliği dolayısıyla ilan verdiğimizde yetişemiyoruz. Diyanet İşler Başkanlığı bize bütün camilerimizi açtı. Avrupa Türk Demokratlar Birliği (UETD) bütün şubelerini bize açtı. Bununla birlikte Avrupa Türk İslam Birliği (ATİP) camilerini bize tahsis ettiler. Ayrıca MÜSİAD da aynı şekilde bize kolaylık sağlıyor. Çünkü yurt dışında ders imkânı sağladığımız gibi, sınıf imkânı da sağlıyoruz. Bu konuda elçiliklerimizle görüştük. Oradaki arkadaşlarımızın selamlarını getirdik. İnşallah sizlerin de selamını, heyecanını onlara aktaracağız. Bu arada Almanya’da kısmen -şehitlik mezarlığı gibi- Osmanlı eserleri var. Balkanlardan gelen ve burada yaşayan kardeşlerimiz için Osmanlıca kursları başlayacak. Teşekkür ederim.” Faaliyetlerin önemli bir ayağını oluşturan Osmanlıca eğitim materyalleri ve okuma kitapları hakkında da geniş değerlendirmelerde bulunuldu. Konu hakkında konuşan Metin Uçar, eğitim alanında kolay ve iyi bir eğitim için kaynak üretmeye çalıştıklarını, bunun yanı sıra tarihi kaynaklara ulaşmada pratik ve hızlılık açısından önemli çalışmalar yaptıklarına dikkat çekti. Hâlihazırda yayınlanmaya devam eden Osmanlıca Eğitim ve Kültür Dergisi’nin sürdürülebilir bir eğitim açısından önemi konusunda şûrâya katılan herkesin hemfikir olması da dikkat çekici olmuştur. Uluslararası Eğitimciler Derneği (ULUED) Başkanı Mustafa Yankın, protokoller ve uygulamaların istişare edildiği oturuma başkanlık yaptı. Bu oturumda genel itibariyle kurslar, aksayan ve iyi olan yönler değerlendirilip bundan sonraki dönemlerde yapılacak mevzular konuşuldu. Doç. Dr. Yusuf Bilen başkanlığında değerlendirmelerin yapıldığı üniversitelerde Osmanlıca eğitimi ve yapılabilecek yeni çalışmalar üzerinde konuşuldu. Hayrat Vakfı Antalya temsilcisi Süreyya Saltık’ın yönettiği oturumda ise sertifika törenleri, sertifikalar ve bunlara yönelik değerlendirmeler yapıldı. Bu son oturumun ardından Osmanlıca Kursları Genel Koordinatörü Said Yavuz ve Hayrat Vakfı Mütevelli Azası Bülent Güner’in konuşmalarıyla Osmanlı Türkçesi Eğitim Şûrâsı sona erdi.

Televizyonun zararları, nasıl kullandığınıza ve izlediğiniz programlara bağlı olarak değişir. Bu zamanda televizyon cazip bir alet olduğu için insan kendini ondan alamıyor. Lüzumsuz birçok şey izliyor. Zaman israfı çok oluyor. İzlediği şeyler içinde geçen kötü konuşmaları, günahları, haramları öğrenmiş oluyor. Çoğu zaman izlenen şeylerden etkileniyor. Yanlış ve kötü olan karakterleri ve davranışları taklit ediyor. Mesela seyredilen film veya dizide içki, kumar, zina, hırsızlık, öldürme gibi fiiller işleniyorsa kişi bunu öğrenip gerçek hayatta yapabiliyor. Bunlar gibi evden kaçma, isyan etme, karısını veya kocasını aldatma, intihar etme gibi daha pek çok örnekler maalesef haberlere çıkabiliyor. Bunların alt yapısında, izlenen programların etkisi olduğu açıktır. Yapılan araştırmalar da bunu doğruluyor. Amerika da motorla birisini ezerek öldüren birine, bunu niçin yaptığını sorduklarında, “Filmde izledim, ondan etkilenerek yaptım” demiştir. Çocuklar üzerinde zararlı etkileri ise çok daha fazladır. En başta bağımlılık yapıyor. Çocukların ahlaki yönden kısa yoldan para kazanma, yalan gibi İslam’a uymayan şeyleri öğrenmesine ve ahlaki çöküntüye sebep olabiliyor. Cinsellik içeren programlar veya filmler vasıtasıyla çocukların erken ergenliğe girmesine sebep olabiliyor. Ayrıca sosyal gelişimine katkı yapmak yerine zarar verebiliyor. Tembelliğe ve dikkatin dağılmasına sebep oluyor. Batı kültürü gibi başka kültürleri taklit etmesine ve bizim güzel adetlerimizden, gelenek ve göreneklerimizden en önemlisi de İslam kültüründen uzaklaşmasına sebep oluyor. Daha bunlar gibi pek çok maddi ve manevi zararları olduğunu yapılan araştırmalar ve yaşanan olumsuz örnekler sayabiliriz. Şunu bilmemiz gerekiyor ki, televizyon seyretmenin hükmü, durumlara göre değişir: 1) Bu seyir bazen ibadet olur; yapılan ders ve sohbetlerle dinimizi ve İslamiyet’i veya dünyamıza faydalı olabilecek bilgileri öğrenmek gibi. 2) Bazen de mubah olur; günahlara girmeden haber, belgesel vs. bazı programları izlemek gibi. 3) Bazen de haram olur; bakılması haram olan görüntülere ve itikadı bozucu, günahlara teşvik eden programlara bakmak gibi. Eğer kişi, televizyon seyrederken bakılması haram olan görüntülere bakarak günahlara giriyorsa, o günahların kişinin kılmış olduğu namaz ve yapmış olduğu ibadetin üzerine büyük tesiri vardır. Çünkü hadis-i şeriflerde: “Günaha devam edenlerin zamanla kalbi mühürlenir. O kimse artık sevap işleyemez olur.” (Bezzar) “Günah işleyince kalpte siyah bir nokta hâsıl olur. Eğer tövbe edilirse o leke silinir. Günahlara devam edilirse, o leke büyür ve kalbinin tamamını kaplar.” (Nesai) “Derdiniz günahlardır, devası istiğfardır.” (Deylemi) buyrulmuştur. Bediüzzaman Hazretleri de bu hadis-i şeriflerin hakikatlerin şu şekilde ifade eder: “Evet, günah kalbe işleyip, kalbi siyahlandıra siyahlandıra ta nur-ı imanı kalpten çıkarıncaya kadar kalbi katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük manevî bir yılan olarak ısırır.” (Lem’alar, 4) Ayet-i Kerime’de: “Artık kim zerre kadar bir hayır yapıyorsa, onu görecek! Kim de zerre kadar bir şer işliyorsa, onu görecek!” (Zilzal,7-8) buyrulduğundan, kişinin kıldığı namaz ve hatta işlediği en ufak bir hayır dahi hesap gününde sevap kefesine konulur. Ve işlediği bütün günahlar hatta en ufak bir fenalık dahi, günah kefesine konulur. Kişi hasenat ve seyyiatının ağırlığına göre muamele görür. Günahlar, nefsanî hisleri kuvvetlendirdiğinden, dünyada dahi namaz kılma ve ibadet etme şevkini kırar. Aynı zamanda namaz ve ibadet sevabını yok eder. Dolayısıyla, günahlar namazın kabulüne engel olmamakla birlikte, kişinin zamanla namazı terk etmesine hatta küfre kadar gitmesine sebep olabilir. Bir hadis-i şerifte: "Üç haslet vardır. Bunlar kimde varsa imanın tadını duyar; 1- Allah ve Rasûlü’nü (bu ikisi dışında kalan) her şeyden ve herkesten daha çok sevmek. 2- Bir kulu sırf Allah rızası için sevmek. 3- Allah, (kendisini) imansızlıktan kurtarıp İslâm'ı nasib ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.” (Müslim, İman, 67) buyrulmuştur. Evet, küfre düşmekten korkmak, küfre giden yolları terk etmek ile olur. Küfre giden yollar ise günahlardır. “Kul zararlı olan şeye düşmekten korkarak, zararsız olanı terk etmedikçe takva sahiplerinden olamaz.” (Tirmizî, Kıyamet 20) Yani günaha girmemize sebep olabilecek bir helali, günaha girmemek için terk etmek icab eder. Cenab-ı Hakk hepimizi küfürden ve günahlardan muhafaza eylesin. Âmin…

Modernliğin bütün dünyaya çeki düzen vermeye başladığı üç yüzyıldan bu yana başka bir dünyanın eşiğine fırlatıldık. Bütün insanlık olarak. Batı uygarlığının modernlikle birlikte geliştirdiği meydan okuma, medeniyetlerin, dinlerin, toplumların, hatta bir toplum içindeki etnik azınlıkların birbirleriyle ilişkilerini alt üst etti. Sadece birbirleriyle değil, birbirlerinin zihinleriyle, kültürleriyle, hatta kendileriyle, kendi kültürleriyle ilişkilerini de tepe taklak etti. Yaşayan en büyük tarihçi, William McNeill’in medeniyetlerin tarih boyunca birbirleriyle karşılaşma-buluşma biçimlerini incelerken, ilk kez Batı tecrübesiyle birlikte medeniyetler arasındaki ilişkilerin mahiyet değiştirdiğine dikkat çeker. Batı tecrübesi’nin ilk “küresel” örneği olarak Grek tecrübesini görür. Ve yaptığı tespit bu yazıda söyleyeceğimiz her şeyin şimdiden neden tartışılması gerektiğini de gösteren, gözler önüne seren bir tespittir. Şöyle der McNeill: Greklerin dünya sahnesine çıkmaları, dünyanın dengesini değiştirmiştir. İşte her türlü oryantalizm biçimlerinin kökenleri, pagan uygarlığın biricik örneğini oluşturan Grek ve Roma tecrübelerinin başka kültürlerle, dinlerle ve medeniyetlerle kurdukları ilişki biçimlerinde bulabiliriz. KISA BİR MEDENİYETLER TİPOLOJİSİ Geliştirdiğim üçlü medeniyetler tipolojisinin üçüncüsünü oluşturan pagan uygarlığın tarih sahnesine çıkış biçimi ve diğer medeniyetlerle karşılaşma biçimleri, hem genelde Batı uygarlığının diğer medeniyetlerle neden yıkıcı ilişkiler kurduğu meselesinin hem de özelde oryantalizm sorununun anlaşılmasında önemli ipuçları sunabilir bize. 1-VAHİY MEDENİYETİ Çok özlü bir şekilde özetlemek gerekirse, birinci tip medeniyetler, vahiy medeniyetleridir: Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e (sav) kadar süregelen vahiy medeniyetinin yolculuğu, iki temel sütun üzerinde/n yükselir: Birincisi asıl / yaratıcı ruh; ikincisi de usûl / kurucu iradedir. Medeniyetimizin bu iki kurucu ilkesini hem tevhid akidemizin iki temel sütununda görebiliriz: Ulûhiyet Sütunu ve Nübüvvet Sütunu. Bu iki sütun, Fussilet Sûresinin 53. âyetinde zikredilen enfüs ve âfâk yolculuklarında nefis bir şekilde karşılığını bulur. Asıl / yaratıcı ruh, vahiy tarafından oluşturulur ve dikey eksene denk gelir. Dikey eksen, hakikatin özünü sunar bize. Dikey eksen eşittir enfüs’tür. Usûl / kurucu irade ise, peygamberler tarafından oluşturulur ve yatay eksene denk gelir. Yatay eksen eşittir âfâk’tır. Ancak usûl’ün kaynağı, asıl’dır. Asıl yani vahiy, hakikatin özüne nasıl ulaşabileceğimizin ilkelerini sunarken; usûl yani bizatihî Hz. Peygamber (sav), hakikatin özünün nasıl söze ve hayata dökülebileceğinin yöntemini sunar bize. Vahiy / asıl, hakikatin dil’ini; usûl / Hz. Peygamber de hakikatin hayat hâline gelmesini mümkün kılacak üstdili oluşturur. Dil, din’in hayat sunması; üstdil ise dinin hayat olması ve herkese hayat sunmasıdır. Başka bir ifadeyle, din’in dayandığı “dil”, hayat’ın hakikatinin ve hakikatin hayatının hayat kaynağıdır. Üstdil / Hz. Peygamber (dolayısıyla Sünnet-i Seniyye) ise, dinin hayatiyet kaynağıdır. Özetle, Vahiy, Mekke sürecinde Müslüman “dil”i, şahsiyeti, idraki, kısaca çağrı’yı inşa eder; Medine süreci’nde yer’ini bulur, çağ’ını kurar. İkisinin toplam bize medeniyeti verir. Medeniyet, Sünnet-i Seniyye’de tezahür eder, ete kemiğe bürünür. Hayatiyetini yani üstdilini, usûlünü, yer’ini, Medine’sini yitiren bir din, hayat’ını, dil’ini, idrakini, çağrı’sını, Mekke’sini de yitirmekten kurtulamaz. 2-KADÎM MEDENİYET/LER İkinci tür medeniyet tipi, “hikmet” geleneklerine dayalı kadîm medeniyet tipidir: Dünyanın doğu coğrafyasında Hinduizm, Budizm, Taoizm, Şintoizm ve Konfüçyanizm; Batı coğrafyasında ise kadim Afrika ve Amerika medeniyetleri bu ikinci tür medeniyetlerin başlıca örnekleridir. Bu medeniyetler, yalnızca kozmos’u, fizikötesi dünyayı / dikey ekseni eksene alırlar ve fizik dünyayı / yatay ekseni ihmal ederler. Yani hikmet geleneklerine dayalı medeniyetler tek boyutludur. 3-PAGAN UYGARLIK/LAR Üçüncü tip “medeniyet”ler pagan uygarlıklardır. Bunlar da, fizik dünyayı / yatay ekseni eksene alırlar ve fizikötesi dünyayı, insanın iç dünyasını, ruhunu imha ederler. Bu uygarlıklar da tek boyutludur. Pagan tecrübeler, ifrat / abartı (bu dünyanın abartılması); hikmet tecrübeleri ise tefrit / göz ardı (bu dünyanın göz ardı edilmesi) ekseninde var olmaya çalışırlar. Oysa vahiy medeniyetleri, hem fizik, hem de fizikötesi dünyayı mezceden, çok boyutlu medeniyetlerdir. O yüzden vahiy medeniyetleri kozmos fikrine dayanır ve denge esastır. Bu dünya ile öte dünya arasında, fizik dünya ile fizikötesi dünya arasında, ruh ile beden arasında, öz ile söz arasında, dil ile üstdil, enfüs ile âfâk arasında, dikey eksen’le yatay eksen arasında, çağrı ile çağ arasında “Mekke süreci” ile “Medine süreci” arasında dengeli ilişkiler kurulur. Biri ötekini yok etmez. Aksine, birinin varlığı ötekinin de teminatıdır. Nasıl ruh olmadan beden olmazsa, aynı şekilde fizik olmadan da metafizik olmaz, var olamaz. ORYANTALİZMİN KÖKENLERİ... İşte pagan uygarlıkların bu temel yapılarından ötürü, diğer medeniyetlerle kurduğu ilişkiler, aslında oryantalizmin de kaynağını oluşturmuştur. Pagan uygarlıkların yapıları, salt epistemolojiye yani kuru bilgi’ye ve bilgilenmeye; dolayısıyla çatışmaya; hikmet geleneklerinin yapıları salt fenomenolojiye / şahsî tecrübeye; yani “hiçliğe”; vahiy medeniyetinin yapıları ise “varoluş”a (hakk-al-yakîn’e / ontolojiye) dayalıdır. Pagan uygarlıklar, salt fizik gerçekliği eksene aldıkları için, pagan toplumların oluşum süreci oryantalizmin tarihî ve kültürel kökenlerini anlamak bakımından oldukça önemlidir. Burada üstad Bediüzzaman’ın imajinatif terminolojisini kullanarak tartışmayı sürdürecek olursak... Pagan toplumlar, mülk âlemi üzerinde verilen mücadelenin sonucudur. Önce ekonomik mülk ele geçirilir; sonra bu ekonomik mülk, askerî mülk’e dönüştürülür. Antik Yunan’da kolonilerin, antik Roma’da ise garnizonların kurulması bu şekilde gerçekdiğer kolonilerle çatışırlar ve onlar üzerinden egemenlik / melik’lik kurarlar. Girit’te Mikenler ve Minoslarla başlayan, Greklerde kıvamını bulan pagan uygarlığın diğer medeniyetlerle ilişki biçimi iki temel strateji üzerinden işleyegelmiştir: Önce asimilasyon / eritme; sonra da eğer asimilasyon başarısızlıkla sonuçlanırsa eliminasyon’a / yok etme’ye başvurma. Greklerde, Romalılarda, Avrupalılarda ve en son Amerikan tecrübesinde gördüğümüz başkalarıyla ilişki kurma biçimi sırasıyla bu iki strateji üzerinden gerçekleşegelmiştir. ORYANTALİZMİN GÖRÜNÜMLERİ Buradan oryantalizme giriş yapabiliriz yavaş yavaş. Oryantalizm, bir öteki icat ederek, kendi varlığını meşrûlatırma, böylelikle kendi kimliğini öteki üzerinden icat etme çabasıdır. Oryantalizmin zihninin dili, Avrupa-merkezciliktir: Her şeye, Avrupa-dışındaki bir olguya ya da dünyalara, dinlere, kültürlere ve medeniyetlere de yalnızca Avrupalı gözlüklerle, perspektiflerle bakma çabasıdır bu. Daha masumane görünen oryantalizm tanımı şöyledir: Başka kültürleri inceleyerek, o kültürlerin bilgisine ve birikimlerine ulaşmak; o kültürleri Avrupa-merkezci zihin kalıplarıyla silbaştan kodlamak, formatlamak; böylelikle tanınamaz hâle getirmektir oryantalizm. Başka bir deyişle, bir öteki icat etmek ve bu öteki’ni, neyse o olarak değil, Avrupalıların işine nasıl geliyorsa öyle resmetmek, tasvir ve tarif etmek, dolayısıyla büsbütün tahrif edilmiş, tamamıyla hayal mahsulü bir öteki olarak icat etmektir. Burada oryantalizmin mantığı ikili karşıtlıklar üzerinden işler/işletilir: Merkez-çevre; uygar-barbar; Batı-diğerleri; efendi-köle; gelişmiş-gelişmemiş; ileri-gerikalmış vesaire. Önce sözümona akademide başlayan oryantalizm, daha sonra başta resim sanatı olmak üzere bütün sanatlara ve bu arada sinema, gazete ve televizyona da aynen sirayet etmiştir. Oryantalizm, Cemil Meriç’in deyişle, sömürgeciliğin keşif kolu değildir sadece; aynı zamanda, keşfedilmemiş kıtaların, dünyaların, hakikatlerin üzerinin de ayartıcı yöntemlerle sonsuza dek örtülmesi çabasıdır. Batı’daki oryantalizm projesi, yalnızca diğer kültürlerin ve medeniyetlerin kontrol ve kolonize edilmesinde önemli bir öncükolu işlevi görmekle kalmamış; daha önemlisi de, bütün diğer dinlerin ve medeniyetlerin hakikatlerinin neyse o olarak görülebilme, neyse o olarak keşfedilebilme ve neyse o olarak yeni koridorlar açabilme imkânlarını da iptal etmiştir. Bu açıdan, sömürgeciliğin keşif kolu olma çabası, aslında masumane bir çaba olarak bile görülebilir. Oryantalizm projesinin asıl tehlikeli yanını, başka kültürleri Avrupa-merkezci, dolayısıyla seküler perspektiflerle tahrif etme, tarumar etme, tanınamaz hâle getirme yanını göremiyoruz maalesef. Oryantalist proje, başka dinlere, medeniyetlere ve kültürlere sahici, sahih şekillerde nüfûz edebilme imkânları berhava etmiş, yok etmiştir. Eğer oryantalizm iyi tanınamaz ve tuzakları iyi görülemezse, başka dinlerin ve medeniyetlerin insanlığa kendi aslî dinamikleri ve kendi özgün usûlleri açısından esaslı şeyler sunabilme imkânları hiçbir zaman mümkün olmaz, olamaz. MEDYATİK PRYANTALİZM: YENİ-SÖMÜRGECİLİK Oryantalizm, günümüzde klasik/akademik evresini çoktan tamamladı: Şu an medyatik oryantalizm olarak adlandırdığım, birincisinden daha tehlikeli, birincisine rahmet okutacak ürpertici bir dil kullanan yeni bir oryantalizmle karşı karşıyayız. Klasik oryantalizm, açık sömürgecilik ve açık-emperyalizm döneminin çocuğuydu. Şu an açık-sömürgecilik de, açık-emperyalizm de fiilen bitti. Yeni-sömürgecilik ve yeni-emperyalizm olarak adlandırabileceğimiz yeni bir oryantalizm biçiminin tam ortasındayız. Yeni-oryantalizm, kültürel sömürgecilik veya kültürel emperyalizm biçiminin motorudur. Ve başlıca araçları da gazete, televizyon ve sinema gibi kitlesel ve küresel “iletişim” araçlarıdır. Bu araçlar, gerçekte iletişim araçları değil, iletişimi imkânsızlaştıran, buharlaştıran, insanlık tarihinde en büyük iletişimsizlik sorununun yaşanmasına yol açan güç ve hâkimiyet kurma; kurulan hâkimiyeti pekiştirme ve yayma araçlarıdır. İşte yeni-oryantalizm, bu noktada, bu araçlar / medyalar vasıtasıyla, eski sömürgeciliğin ve eski emperyalizmin gördüğü işlevleri, daha örtük, daha görünmez, daha ayartıcı ve bütün bu nedenlerden ötürü de daha tehlikeli şekillerde Batı uygarlığının, Batılı seküler duyma, düşünme, yaşama biçimlerinin kodlarını küreselleştirmekte ve derinlemesine yaymakta tam anlamıyla “gizli silahlar” olarak kullanılıyor. Bu gerçeği cins bilim felsefecisi Paul Feyerabend, özlü bir dille çok güzel özetlemiştir: “Batı uygarlığı, dünya üzerinde kurduğu hâkimiyet iki şeye borçludur: Reklam / medya ve silah.” SONUÇ: MEDYATİK ORYANTALİZMLE NASIL MÜCADELE EDİLMELİ? Medyatik oryantalizm olarak tarif ettiğim yeni-oryantalizmle mücadele edebilmek klasik oryantalizmle mücadele etmekten daha da zorlaşmıştır. Ama yeni-oryantalizmle başa çıkabilmek için iki temel öneride bulunmak istiyorum. Birincisi, mevcut bütün medyalarda toplumun bütün kesimlerine ve bütün dünyaya hitap edebilecek ölçekte varlık gösterebilmek. Özellikle sinema ve televizyonda bu anlamda çok büyük boşluk var hem Türkiye’de, hem de İslâm dünyasında. Medyada varlık gösteremediğimiz, ardından bu medyaları dönüştüremediğimiz sürece bu dünyada varlık gösteremeyeceğimizi, varlığımızı sürdürmekte bile zorlanacağımızı henüz tam anlamıyla idrak edebildiğimizi söyleyemeyiz. İşin ilginç tarafı şu: Medyada varlık göstermek ve medyayı kendi aslî dinamiklerimiz/dilimiz ve usûllerimiz/üstdilimiz doğrultusunda dönüştürmek arızî bir çabadır. Sadece medyada yapılacak işlere bel bağlayamayız: Çünkü medyanın diline, seküler Batı uygarlığının çatışmacı, nesneleştirici, hiçleştirici, narkoz etkisi yapıcı, uyuşturucu dili hükümfermâdır. Asıl yapılması gereken iş, ikinci “iş”tir: Dünyaya vahyin ekseninde işleyen kendi medeniyet fikrimizi sunabilmektir. Din, hayat kaynağıysa; medeniyet, dinin hayatiyet kaynağıdır. Hayatiyetini yitirmiş bir dinin, hayat’ını idame ettirebildiğinden söz edilemez. Dolayısıyla, medya bir medeniyet meselesidir. Her medeniyet kendi medyasını kendi dünya ve hayat tasavvuru çerçevesinde geliştirir. Bizim de yeni-sömürgecilik olarak tanımladığım medyatik oryantalizmle mücadele edebilmemizin ve kendi medeniyet dünyamızın inşasına doğru sahici bir şekilde yol alabilmemizin yolu, kendi asıl’larımız doğrultusunda kendi medyalarımızı, medyalarımızın dilini kurmaktan geçer. Mevcut çatışmacı, seküler medyalarla bir yere gidemeyiz. Kendi ayağımıza kurşun sıkmış oluruz sadece. Uluslararası 2'nci Aile Konferansı İstanbul’da Yapıldı

“Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı akliyeye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur'an hükmedecek” (Bediüzzaman Said Nursi (Rh.A)) Bu kâinata dikkatle bakan her bir insan görür ki; kâinattaki her bir işte ve işleyişte pek muhteşem bir ahenk, göz kamaştırıcı bir hüsün, harika bir isabet ve fevkalade bir tevafuk vardır. Bu kâinatın sultanı olan Cenab-ı Hak, yaptığı her işte, gösterdiği her iradede bir hikmet ve bir intizamı gözetmiştir. O’nun her fiili sanatlı ve hikmetli, her işi muvafık yani tavafukludur. Cenab-ı Hakkın, kudretiyle konuşurken, yani âlemde birbirinden güzel ve harika binlerce güzel eşyayı ve güzelliği yaratırken görünen tevafuk gösterir ki, bu âlemin sahibi sadece yaratmıyor, aynı zamanda güzel yaratıyor, faydalı ve ölçülü yaratıyor ve isabetli yaratıyor. Kudret kaleminin kelimeleri olan sanat-ı İlahi âlemde öylesine tevafuklu bir şekilde arz-ı endam ediyor ki hem varlıkları, hem mana ve hikmetleri ve en mühimi tevafukları ile tevhid ve vahdete kuvvetli birer delil oluyorlar. Yani âlemde görünen ve Cenab-ı Hakkın varlığına kuvvetli deliller olan eşyanın, ayrıca sanat ve hikmet gibi vasıflarla muttasıf olması o Zatın nihayetsiz güzelliğine, hudutsuz ilmine ve gayr-i mütenahi kudretine işaret etmektedir. Tevafuk hakikati, kudretin sadece gözükmesine değil, mütenasip ve estetik bir şekilde, ölçülü ve ahenkli bir tarzda ve hikmetli ve isabetli bir surette tecelli etmesine vesile olmaktadır. Diğer bir ifade ile tevafuk, aslında kudret-i İlahinin bir disiplin, bir hikmet ve uyumluluk ile zuhuruna vesile olmaktadır. Tevafuk, İlahi bir dil; tevafuk, Rabbanî bir üslup ve tevafuk, Sultan- Ezel ve Ebed olan Rabbimizin cilveli bir imzası, sikkesi ve tuğrasıdır. Şimdi gerek insanda gerekse kâinatta görünen tevafuklardan bazılarına bir göz atalım. İlk olarak insanın yaratılışına bakacağız. İnsanın bedensel varlığındaki en ince sır, en müdakkik hesap ve en gizli imza onun DNA’sıdır. DNA, insanın yaratılış ayarları, fıtrat ve hilkat kodları olarak anlayabileceğimiz, kudretin en ince bir tezahürüdür. DNA, tam üç buçuk milyar harften oluşan bir kodlama sistemidir. Eğer DNA’daki bilgileri bir kâğıda dökmemiz gerekseydi, her biri 500 sayfa olan 900 ciltten oluşan dev bir kütüphane oluşturmamız gerekirdi. Bu ansiklopedileri sığdırmak için ise bir futbol sahası uzunluğunda kütüphaneye ihtiyacımız olurdu A-T-G-C harflerinin çok özel bir irade ve yüksek bir hikmet ile sıralanması anlamına gelen DNA düzeneğinde, tek bir harfin doğru yerde olmaması insan vücudunda farklı hasarlara ve hastalıklara yol açabilecek kadar hassastır. Üç buçuk milyar harfin tam bir uyum, tam bir ahenk, tam bir hesap, tam bir ölçü, tam bir nizam ve intizam ve en önemlisi tam bir tevafuk içinde dizilmesi gösteriyor ki, bu harfler ancak ve ancak nihayetsiz bir ilim ve kudret sahibi bir zat tarafından yazılabilir. Hem bu üç buçuk milyar adet harfin üç buçuk milyarının da hep isabet etmesi gösterir ki o Zatın kuvvetli ve şaşmaz bir iradesi vardır. Zira “HEP İSABET EDENE HİÇ TESADÜF DENİR Mİ?” O Zatın kudret kelimelerindeki her bir harfin büyük bir tevafuk ile yan yana gelmesi ve bir manaya hizmet etmesi gösterir ki; o Zatın, matematikteki sayıları çaresiz bırakan azametli bir büyüklüğü ve haşmetli bir saltanatı vardır. Şimdi de kudret-i İlahinin ihtişamlı bir sergisi olan feza âlemine yani uzaya bakalım: 500 bin kişinin yaşadığı bir şehirde yüzlerce trafik işareti, binlerce trafik polisi ve onlarca trafik kaidesi olmasına rağmen, her biri bilinçli binlerce şoförden her gün 5-10 tanesi kaza yapmaktadır. Tabiri caiz ise birden fazla şoförün olması, kazaları kaçınılmaz kılmaktadır. Oysa feza âleminde yüzlerce gezegen, milyarlarca yıldız ve bir o kadar gök cismi, yüz binlerce km’lik hızları ile bilinen ve görünen bir işaret, şuurlu bir şoför ortada yokken hiçbir kaza ve kargaşaya sebep olmadan, üstelik büyük bir sükûnet, büyük bir disiplin ve büyük bir tevafuk ile hareket etmeleri gösterir ki bu âlemin bir maliki var; hem o malik nihayetsiz derecede âlim ve hakîm bir zattır… Zerrelerden seyyarata kadar nüfuz eden gücü ile, dünya ile güneş arasına koyduğu ve mahlukatın hayatını muhafaza ve idame etmeye müteveccih rahmetli bir mesafe ile, ayrıca gezegenleri birbirine manevi bir iple bağlamışçasına tevafuklu bir intizam içinde kendine itaat ettirmesi o Zatı, şuur sahiplerine güneş gibi aşikar bir surette göstermektedir… Gezegenimiz olan dünyanın da içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisinde yaklaşık 250 milyar yıldız olduğu tahmin edilmektedir. Gözlemlenebilir âlemde yaklaşık 100 milyar adet galaksi daha bulunduğunu düşündüğümüzde âlemdeki milyarlarca yıldızın, gök cisminin, binlerce gezegenin emirber bir nefer gibi kendileri için öngörülmüş ve takdir edilmiş olan yörüngede hiç şaşmadan dönmeleri ve yol almaları, gezegenlerin ve yıldızların insan aklına durgunluk veren ve hayranlık uyandıran diziliş ve mesafeleri âlemdeki “tevafuku” ihtişamlı bir surette göstermektedir. Bu tevafuk, kâinata vurulan bir tevhid mührüdür. Zira nizam, nazımı istilzam ettiği gibi, tevafuk bir muvafık kılıcıyı istilzam eder. Son olarak da tabiat denen sanat-ı İlahideki birkaç tevafuktan bahsedelim: Mesela tohumlar, çiçekli bitkilerde bulunan polenlerin yani erkek hücrelerin çiçeklerin dişi üreme organlarına ulaşması da çok ince bir hesap ve muhteşem bir tevafukla gerçekleşir. Bu işlemin gerçekleşmesi için Cenab-ı Hak rüzgâr, böcekler ve bazı hayvanları istihdam etmekte ve gözle görülmeyen o küçük tohumları üremenin gerçekleştirilebilmesi için gereken noktaya taşıtmaktadır. Mesela bu süreçte kullanılan rüzgârın şiddeti biraz az ya da fazla olsa aşılama gerçekleştirilemeyecek yani üreme olmayacaktır. Buradaki hesaplamalar ve ayarlamalar tam bir tevafuk ile yapılmakta ve yine hedefi on ikiden vurmaktadır… Hep isabet edene hiç tesadüf denilebilir mi, elbette hayır. Buna ancak tam bir tevafuk denir… Hem mesela; Birçok bilim dalının ittifakla tespit ve itiraf etmiş olduğu ve neredeyse tüm yaratılmışların ortak bir ölçü ile tek bir dest-i kudretten çıktığını gösteren altın oran hakikati de tevafuk gerçeğine kuvvet vermektedir. Zira Rabbimiz, “O (Allah) ki, göklerin ve yerin mülkü O’nundur; ne bir çocuk edinmiştir, ne de mülkünde bir ortağı olmuştur; her şeyi yaratıp onu (maslahatına en uygun bir şekilde) tayin ederek takdîr etmiştir.” (Furkan Suresi, 2 ) “Ve onu hesab etmediği yerden rızıklandırır! Kim Allah’a tevekkül ederse, artık O ona yeter! Şübhesiz ki Allah, emrini yerine getirendir. Doğrusu Allah, her şey için bir ölçü koymuştur.” (Talak Suresi, 3 ) “... Çünki O’nun katında her şey (kader olarak yazılı) bir ölçü iledir.” (Ra’d Suresi, 8 ) gibi ayetlerle bu hakikate işaret etmektedir. İnsanın bedeni ve bedenindeki organların ölçüsünden kar kristallerine, DNA’daki ölçülerden uzaydaki spiral galaksilerin ölçülerine ve hatta çiçeklerin yapraklarındaki oran ve ölçülere dikkatle bakıldığında görünür ki; büyük âlem dediğimiz kainattaki yaratılış ölçülerinde kullanılan matematiksel oran ne ise, hücrenin yaratılışında kullanılan matematiksel ölçü ve oran da aynıdır. Zira tek bir hesap, tek bir matematik ve tek bir formül elbette ve elbette tek bir mühendisi gösterir. O mühendisin her işinde âlemi kaplayan bir tevafuk vardır. Kâinat ve kâinatın en mükerrem ve mükemmel misafiri olan insanın yaratılışındaki tevafuklardan sonra, kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi olan Kur’an’ın da tevafuklu bir hitaba ve tevafuklu bir yazılışa sahip olduğunu görmekteyiz. İçindeki edebi sanatlar, üslubundaki harikalıklar birer tevafuk değeri taşımakla beraber, o kelamın sahibi olan Rabbimizin zaman üstü hitabının da bu tevafuktan ciddi hissesi olduğunu müşahede etmekteyiz.

Mülakat: Irak Sünni ÂLimler BirliğiMülakatı Yapan: Rıdvan Abud 26.01.2015-31.01.2015 tarihleri arasında İstanbul Hayrat Vakfı’nda Irak Sünni Âlimler Birliğinden 12 Iraklı âlim 6 günlük Risale-i Nur çalışması için misafir edildi. İştirak eden âlimler, yoğun bir Risale-i Nur mütalaası ve İstanbul’daki bazı mekânların ziyareti muhtevasına sahip bu programdan çok istifade ettiklerini ifade ettiler. Çalışmada kendilerine Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nurlar hakkında sualler yönelttik. Aldığımız cevapları sizlerle paylaşıyoruz. Yunus Subhi Hüseyin Elhamedani -Erbil- İmam Hatip “Bu alabileceğim en büyük lezzettir.” Üstad Bediüzzaman Hazretleri asrının vazifelisi, çokça ilme sahip ve bildiğini uygulayandır; hayatında, kendisinde ve eserlerinde imanın nuru tecelli ediyor. Gerçekten o Bediüzzaman lakabını hak ediyordu. 16 yaşımdan beri Risale-i Nurları okuyorum. İlk başlarda anlamakta çok sıkıntı çekiyordum. Okuduğum bir cümle beni o kadar etkiliyordu, o kadar lezzet alıyordum ki şöyle diyordum: “Herhâlde bu alabileceğim en büyük lezzettir.” Ama birkaç ilerleyince yeni cümlelerle daha başka lezzetler alıyordum. Fakat şimdi 29 yaşındayım. Burada aldığım birkaç dersten sonra kendimi çok farklı bir dünyada hissettim. Çünkü Risale-i Nur sadece kalbe, ruha hitap etmiyor. İmanı akılda ve kalpte yerleştiriyor. Bence bütün hizmetlerin esas hareket merkezi bu olmalıdır. Bu mübarek eserlerin bence en ayırt edici özelliği, ibarelerinin çok manaları taşımasıdır. Birçok eserde bu özelliği göremiyoruz. Okundukça açılıyor. Her okuduğunda başka bir şeyler anlıyorsun. Risale-i Nurun esası imandır. Bu imanı dersleriyle yenileyerek kuvvetlendiriyor. Bu imanı elde eden ise uzun süre kendisini muhafaza edebilir. Çünkü kalbe giren iman hakikatleri kolay kolay çıkmaz. Tabii ki Risale-i Nurlardan bütün dünyanın istifade etmesi lazım. Özellikle sıkıntıların ve ayrıştırma fitnelerinin olduğu yerler için Risale-i Nur ilaç gibidir. Çünkü Risale-i Nur insanı Kur’ân’ın menheciyle bağlıyor. Bildiğim kadarıyla âlem-i İslam Risale-i Nurları çok bilmiyorlar. Özellikle Irak’ta sathi olarak biliniyor. Ama bütün âlemin Risale-i Nura ihtiyacı var. Kendimizin ve çocuklarımızın da Risale-i Nur talebeleri gibi olmalarını Cenab-ı Allah’tan temenni ediyorum. Bu güzel ahlaktan istifade edebilmeleri için Türkiye’de bulunan talebelerimi Risale-i Nur talebeleriyle tanıştıracağım. Hayrat Vakfı ve çalışmaları öncü ve örnek bir tecrübe. Cenab-ı Allah muvaffak eylesin. Cehaleti ilme, karanlığı aydınlığa çevirecek bir meşaledir. Allah hizmetlerinizi daim etsin. Dr. Munir Haşim El-Ubeydi / Irak Sünni Âlimler Birliği Başkan Yardımcısı “Çok ihtiyacımız var.” Allah her asırda bu ümmete tecdid-i din için bir müceddid gönderir. Bediüzzaman Hazretleri gerçekten bu asırda imanı tecdid için gönderilmiş bir müceddiddir. Risale-i Nur kalblerimizdeki uyuşturulmuş olan imanımızı hareketlendirdi. Tafsilatlı bir şekilde okumak ve istifade etmek için bizleri şevklendirdi. Bütün Müslümanların istifade edebileceği bir üsluba sahiptir Risale-i Nurlar. İman konusunu ve tahkiki imanı elde etme yönünü işliyor. Şer’i ilimlerle fenni ilimleri birleştiriyor. Ve öğrendiğiniz iman hakikatini yaşamanızı sağlıyor. Risale-i Nur hizmetinin devam etmesinin en büyük sebebi talebeleri arasında, hizmet içerisinde maddi menfaat yok. Herkes üstadlarından aldıkları dersleri Allah rızası için işliyorlar. Allah rızası için başkalarına anlatıyorlar; bu çok önemli bir durum. Allah bize de nasip etsin. Çok ihtiyacımız var. Özellikle böyle fitnelerin istila ettiği bir zamanda Risale-i Nurlar insanı aslına döndürüyor. Duyduğum kadarıyla Risale-i Nurun bayan talebeleri de aynı ruha ve fedakârlığa sahipler. Allah Hayrat Vakfını muvaffak eylesin. En kısa zamanda bizim Irak’ta da bir medrese açacağız inşallah. Buna çok ihtiyacımız var. Müslim Ahmed İzzeddin -Bağdat- İmam Hatip “Bu eserleri okuyan ve anlayan, medeniyet inşa eder.” Üstad Hazretleri ile tanışmam yıllar önce Bağdat’ta bir kitapevinden satın aldığım İşaratü’l-İcaz eseriyle başlamıştı. Bu ilk tanışmamdan sonra Bediüzzaman Hazretlerine olan merakım arttı. Ve onu araştırmaya başladım. O gerçekten Bediüzzaman. Zorlu sıkıntılı günleri müsbet hareketle nurlu günlere çeviren zat, gerçekten Bediüzzamandır. Risale-i Nur hizmetinin tecrübesi, bizleri Irak’ta içinde bulunduğumuz sıkıntıdan kurtaracak bir tecrübedir. Risale-i Nur talebeleri geçmişte çekmiş oldukları zorlu sıkıntılardan bu tecrübe vasıtasıyla kurtuldular. İslam ülkeleri aynı tecrübeyi kendi devletlerinde istimal ederlerse bütün bu zorluklardan ve musibetlerden kurtulurlar. Nursi’nin tecrübesi bizlere musibetlere ve olumsuzlara karşı nasıl hareket etmemiz gerektiğini öğretti. Müsbet hareket, ümit, muhabbet ve irtibatta ifrat… İşte buna bizim Irak’ta çok ihtiyacımız var. İslam âlemi şu an çok zorlu dönemlerden geçiyor. Bu zorlu dönemin ve sıkıntıların çözümü Risale-i Nur’da. Bu risaleleri de neşir edecek olan sizlersiniz, Ey Risale-i Nur Talebeleri! Çok bariz fark var Risale-i Nur ile diğer eserler arasında. Risale-i Nur, okuyanını iman hakikatleri bahçelerine götürüyor. Meyveleri ona teker teker tattırıyor. Risale-i Nurun devam etmesinin en önemli sebebi –bence- müsbet hareket ve ye’s yani ümitsizlikle savaşmaktır. Bu eserleri okuyan ve anlayan, medeniyet inşa eder Allah’ın izniyle. Ve batıdan gelen fikr-i küfrîye karşı koyacak ilme sahip olur. Hayrat Vakfı yaptığı bu çalışmalarla bizlere ve yeryüzündeki bütün İslami hareketlere örnek teşkil ediyorlar. Allah daim eylesin. Hizmet disiplinleri ve ciddiyetleri benim çok dikkatimi çekti. Hepsi Allah için bir şey yapmanın derdindeler. İslam’ın güzelliklerini fiillerinde ahlaklarında gösteriyorlar. Bu tarz programlarla bu nurlar ve bu hizmet intişar edecek. Özellikle gençlerin yetişmesi, âlem-i İslam’ı ihya edecektir. Adnan Miş’al Cevad -El-Anbar-İmam Hatip “Beni yeniden ihya ettiniz.” Ben buraya gelmeden önce memleketimizde vuku bulan zülüm, savaş, fitnelerden dolayı büyük bir ümitsizlik içindeydim. Bu ümitsizlik memleketimizin her yerini kaplamış. Veya en azından ben öyle görüyorum. Buraya geldim, sizinle tanıştım, Risale-i Nurları dinledim. Beni yeniden ihya ettiniz. Büyük bir enerji aldım. Kalbimize attığınız o iman dersleri birer tohum olup ümit meyvesini verdi. Bunu açıkça itiraf etmek isterim: “Ey Risale-i Nur Talebeleri, ülkeme çok büyük bir ümitle dönüyorum.” İnşallah memleketimde bulunan ümitsizliği sizin tecrübe ettiğiniz kılıç olan لا تقنطوا kılıcıyla kıracağım. Risale-i Nur hizmeti, bugün bu ülkede yani Türkiye’de bu güzel meyveleri netice verdi. Ben bu hizmetin Âlem-i İslam’da İttihad-ı İslam’ı netice vereceği kanaatindeyim. Çünkü bu hizmet bu tohumları taşıyor. Âlem-i İslam bugün ümmeti tekrar ayağa kaldıracak âlimleri bekliyor. Bu da iman-ı tahkikiye ulaştıran Risale-i Nurları okuyanlar olacak. Âlimler bu iman-ı tahkiki ile ümmeti sahil-i selamete götürecek inşallah. Risale-i Nurlar tanınmaya başladı ama daha iyi ve hızlı neşri için âlem-i İslam’daki bazı sivil toplum kuruluşları ile irtibata geçilmesi gerekir. Risale-i Nurları anlamak için onun derinliklerine dalıp kalbini ve aklını ona açman lazım. Biz inşallah anlayacağız. Daha yolun başındayız. Risale-i Nur talebelerini arı peteği gibi görüyorum. Bıkmadan usanmadan büyük bir ümitle vazifelerini yerine getiriyorlar. Vazifelerinin neticesi ise toplumdaki manevi hastalıklara şifa oluyor. Hayrat Vakfı çok büyük işler görmektedir. Vakıfları ise, Allah için gönüllü olarak hiçbir maddi menfaat beklemeden çalışıyorlar. Allah yaptıkları hizmetlerin karşılığını versin. Dr. Salahaddin Muhammed Enna’imi -Bağdat- İmam Hatip “Bu nurların her yere ulaşması lazım.” İmam Nursi ile ilk tanışmam yaklaşık 25 yıl önce Iraklı bir âlim olan Dr. Muhsin Abdulhamid’in bir sohbetinde olmuştu. İmam çok dikkatimi çekmişti. Sonrasında sizlerle tanışma fırsatımız oldu elhamdülillah. Risale-i Nur bana imanımı bir daha düşünmemi ve marifetullaha daha ağırlık vermem gerektiğini öğretti. İmanın mertebeleri olduğunu ve imanımı taklididen tahkikiye çıkarmam gerektiğini anladım. İslam âlemi çok geniş; bu nurların oralara, her yere ulaşması lazım. Ey Üstadın Talebeleri! Bu sizin işiniz. Risale-i Nurun en güzel tarafı, insanın fıtratına ve toplumun ihtiyacını münasip olmasıdır. Bütün meseleleri akılla uyum içerisindedir. Bu sebeple tesir ediyor. Said Nursi Hazretleri hayatıyla, ilmiyle, ortaya koyduğu hizmetiyle gerçekten Bediüzzaman. Ben aslında başka bir eşsizlik daha görüyorum. Ey Nur Talebeleri! Üstadınız Bediüzzaman, sizler de bu hizmeti bu günlere getirip bu meyveleri almakla Bediüzzamansınız. Üstadınız Bediüzzaman, sizler de bu hizmeti siyasete ve maddi menfaate alet etmemekle Bediüzzamansınız. Üstadınız Bediüzzaman, sizler de o zor şartlardan bu güne kadar İslam Harflerini muhafaza ettiğiniz için Bediüzzamansınız (bir eşsizi ortaya koydunuz). İslam harflerinin muhafaza etmeniz ve Risale-i Nur hakikatlerinin Kur’an’dan teraşşuh etmesi ve hizmetinizin merkezine Kur’an’ı koymanız, bu hakikatlerin devamlılığını sağlıyor. Risale-i Nur talebeleri, üstadlarına karşı vefalılar. Ahlakları Nursi ahlakıdır. Keremleri, ihsanları Nursi ihsanı. Onlar Risale-i Nurun nurudurlar. Hayrat Vakfı bireylerine şunu söylemek istiyorum: “Allah sizlerden razı olsun. Çalışmalarınız gerçekten çok güzel ve etkili. Allah kalblerinizi, gözlerinizi, göğüslerinizi, nurlandırsın.” Âmin. Dr. Fuad Mahmud Atıyye - İmam Hatip “Risale-i Nuru okuyan biri bu asırda bir âlim olur.” Bediüzzaman Hazretleri zahid ve rabbani bir âlimdir. Kendisini hadim-i Kur’an olarak vasıflandırıyor. Bir kişi idi ama bir ümmet hizmetini ortaya koydu. Risale-i Nur beni çok etkiledi. Bir iki noktada özetleyebilirim. Birinci nokta: İmanımızı çok arttırdı. İrademizi arttıracak bir iman bahş etti. İkinci nokta ise; ilmimizi arttırdı. Risale-i Nur bize iman-ı tahkikiyi öğretti ve musibetlere karşı sabır edip ümit ile çözmeyi öğretti. Bu risaleler, akla ve kalbe hitap ediyor. İnsanı çift kanatla yüceltiyor. Fakat diğer eserlerin çoğu sadece akla hitap ediyor veya sadece kalbe hitap ediyor. Ama Risale-i Nur ikisine de hitap ediyor. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu lakabı gerçekten hak ediyor. Çünkü son derece harika bir zekâ ve kuvvetli bir hafızaya sahiptir. Tabi bir de olayları okuması da çok yerinde. Hemen bu olaylara çözümler sunan zat, gerçekten Bediüzzamandır. Kur’an’ı ve hakikatlerini merkeze alan bir hizmet hiçbir zaman yarıda kalmaz. Risale-i Nuru daim kılan en önemli husus, Kur’ân’la olan kuvvetli bağdır. Risale-i Nur’un menheci imanı kuvvetlendirmeye yöneliktir. Bizim de ümmet olarak bu asırda çektiğimiz sıkıntıların asıl çözümü imanın takviyesidir. Risale-i Nur Kur’ân’ın bir tefsiri ve bu asırda bir izahıdır. Risale-i Nuru okuyan biri bu asırda bir âlim olur. Risale-i Nur talebeleri tam bir mümin örneğini ortaya koyuyor. Fedakârlık, dünyayı terk etme, insanlarla olan ilişkileri ile tamamen sahabe mesleğini ortaya koyuyorlar. Allah muvaffak eylesin. Çok başarılı bir çalışma ortaya koyuyorlar. Burada Hayrat Vakfı’nda gördüğümüzü hiçbir yerde görmedik. Allah hayırla çalışmalarını arttırsın. Halid Hamid- Bağdat- İmam Hatip “İslam âleminin Risale-i Nurlara çok ihtiyacı var.” İmam Nursi’yi ilk defa Dr. Muhsin Abdulhamid hocam vasıtasıyla duydum. Ondan başka Risale-i Nur talebelerinin zaten çok güzel bir şanları var. Bediüzzaman Hazretleri, bütün ruhlarda imanı ihya etmek için çaba sarf ediyor. Ben de ilk olarak kendi nefsimin terbiyesi için ve iman-ı tahkikinin, marifetullahın takviyesi için bu eserlerden istifade ediyorum. İslam âleminin bu eserlere çok ihtiyacı var. Tanımıyor olabilirler. Ama Risale-i Nur talebeleri çok çalışarak her ülkeden gelecek va’d eden gençleri yetiştirip bu hakikatleri neşir etmeleri lazım. Ben Risale-i Nurların diğer eserlerden çok farklı olduğuna inanıyorum. Çünkü risaleler suri ve klasik bir tefsir değil ve çok yüksek bir perdeden konuşup sadece bir tabakaya hitap etmiyor. Akıl ve kalbe hitap edip her hakikati mevcudatla bağlıyor. Eğer akıl ikna’ olursa iman kalbe girer. Said Nursi, evet Bediüzzamandır. Çünkü eşsiz bir fikir ortaya koydu. Ve bu fikr-i İslamiyi çok güzel ve eşsiz bir üslupla ortaya koydu. Ortaya koyduğu bu fikir ve tarzı bu asra çok münasip bir tarzdır. Ve Risale-i Nur iman-ı tahkikiyi izah ediyor. Bu izah da mahlûkatla Halikı birbirine bağlayarak örneklerle yapılmakta Risale-i Nurda. İşte bu hal, Risale-i Nur’u tesirli kılıp devamlı hale getiriyor. Risale-i Nur hizmetinin yayılması çok önemli. Bu da âlem-i İslam’da açılacak merkezlerle tahakkuk eder. İnşallah en kısa zamanda bu hakikatleri bütün dünyaya neşredeceğiz. Elimden geldiği kadar bu eserlerden istifade edeceğim. Çünkü bu yaptığımız çalışmada bu eserlerin kıymetini anladım. Anladıktan sonra elimden geldiği kadar Irak’ta bu hakikatleri neşredeceğim. Allah Hayrat Vakfını ve Risale-i Nurları bu dini nusreti için bütün âlem-i İslam’da neşir eylesin. Dr. Ahmed Abdulkerim Abdurrahman- Bağdat- Irak İslami Bilimler Üniversitesi Öğretim Görevlisi “Hayrat Vakfı nurlu gençler yetiştiriyor.” Risale-i Nurlar ile ilk tanışmam şeyh Halil İbrahim vasıtasıyla Bağdat’ta oldu. Risale-i Nurun bende bıraktığı en büyük etki, kalbimde bir iman şulesi yakmasıydı. Çok okumam ve istifade etmem gerektiğini anladım. Bunun yanında Risale-i Nur talebeleri ile beraber yaşamak, onlarla beraber olmak da çok önemli. Çünkü onlar, tecessüm eden risaleler. Bütün İslam âleminin Risale-i Nurları bilmesi lazım. Çünkü bütün dünya için yazılmıştır. Ben bu eserleri âlem-i İslam için yazılan altın kıymetinde görüyorum. Bu risalelerin insanı Kur’an’la buluşturuyor olması, onu daim kılmıştır. Âlem-i İslam’ın bu hakikatlere çok ihtiyacı var. Çünkü rabbani bir eğitim metodu içermektedir. Risale-i Nur talebelerini melaike gibi görüyorum. İlimde, amelde, ihlasta tevazuda, edep ve muhabbette melaikeler gibiler. Hayrat Vakfı bu eserlerden aldığı eğitim sistemiyle nurlu gençler yetiştiriyor. Bu gençlerle biiznillah bütün dünyayı manevi olarak feth edecekler. Haris Ebubekir Muhammed -Kerkük- İmam Hatip “Risale-i Nurlar iman-ı tahkiki ve ümit derslerini veriyor.” Doksanlı yıllarda evde, kitaplığımda Üstad Hazretlerinden bazı eserler vardı. Ara ara okuyordum. Bediüzzaman Hazretleri çok meşhur ve büyük bir âlimdir. Hatta şunu söyleyeyim; benim imam-hatiplik yaptığım mescidin adı İmam Nursi camiidir. Bu ismi taşıyan bir camide imamlık yapmak büyük bir şereftir. Risalelerle alakadar oldukça ve Risale-i Nur talebeleri ile beraberliğimde gördüğüm ve istifade ettiğim cihet, büyük himmet sahibi olmalarıdır. Her biri himmetini ümmeti yapmış durumdadır. Bu durumdan çok etkilendim. Bildiğim kadarıyla âlem-i İslam’da yüzde kırk civarında bir kesim Risale-i Nurları biliyor. Ama Hayrat Vakfı’nın çalışmaları ile bu risaleler bütün dünyaya yayılacak. Anladığım kadarıyla Risale-i Nurların en büyük vazifesi, imanı kuvvetlendirip onları yeryüzünün ve gökyüzünün Halikı olan Allah ile bağ kurmaktır. Bu yönü birçok İslami eserde bulamıyoruz. Risale-i Nurlar Kur’an’ın etrafında, Kur’an hakikatlerini ispat için yazılmış bir eserdir. Kur’an baki olduğu müddetçe Risale-i Nurlar da devam edecektir. Zaten bu gerçek, risaleleri bu günümüze kadar getirmiştir. İman zayıflığı ve ümitsizlik Müslümanları bu hale getirmiş. Sıkıntılar herkesçe malum. Ama benim gördüğüm Risale-i Nurlar bu sıkıntıların çözümü olan iman-ı tahkiki ve ümit derslerini veriyor. Bu da bütün Müslümanların ihtiyacıdır. Ben sizleri mütevazı, hürmetli, vakarlı, öğrenen, öğreten, güzel ahlaklı ve gerektiğinde bütün sahip olduklarını feda edecek fedakârlığa sahip olarak tanımlarım. Allah Hayrat Vakfından razı olsun. Bu çalışmanız ile bana çok büyük bir ümit verdi. İnşallah dönünce bu aşkla çalışmalarımıza başlayacağız. Siz yaptığınız bu ihlaslı çalışmalarla çok güzel meyveler aldınız ve alıyorsunuz. Allah dâim eylesin.

100 ay, 9 seneden fazla zamandır siz kıymetli okuyucularımızla maide-i irfanda hikmet devşiriyoruz. Mekteb-i irfan hanesi rahle-i tedrisinde marifet keşfediyoruz. Güneşe döndüğümüz yüzümüzle 100 sayıdır tenevvür ediyoruz. Yüzümüz aydın olsun. Gönlümüz şen olsun. Kalbimiz nurlarla dolsun. 100. sayımız hayırlı olsun. Kıymetli okurlarımız! Öncelikle belirtmek isterim ki gönle, kalbe gelenin kaydedilip zabt u rabt altına alınması muhakkak ehemmiyetlidir. Bununla beraber “müşterisiz mal zayidir” kaidesince, kaydedilenin muhatap bulması, değilse yok hükmünde olduğu da kaidece mukarrerdir. Geriye dönüp baktığımızda ne kadar çok ve önemli şeyin dergi kapakları arasına sığıştığına şahit oluyoruz. Geçmiş sayıları kurcalayıp karıştırdığımızda ne kadar güzelliklerin mürettep hale getirilip neşredilmiş olduğunu fark ediyoruz. Daha dün rahmet-i Rahmana uğurladığımız yazarlarımızdan Cemal Erşen’in -hatırasına olarak- dergimizdeki yazılarını derlediğimizde, belki de hayattayken fark edemediğimiz nice yazılarının olduğuna vakıf oluyoruz. Zaman evet hızla geçiyor. Şükür ki zaman şeridine güzel ve inşallah makbul-i Huda, rza-yı İlahi olacak çalışmalar asıyoruz. İlerleyen zamanlarda bu yazıları yine kitap kapakları arasına alarak sizlere ulaştırmaya çalışacağız. Tabii bu arada mevkutemiz merhun vakitlerinde sizlerle mülaki olmaya devam edecek. Allah ömür verirse 200 rakamlarını da hep beraber göreceğiz. 100. sayımız üzerinde çalışırken fark ettik ki bu 2015 senesi Çanakkale Savaşlarının da 100. senesi. Nazarımız bu kez tarih sayfaları arasında gezinmeye başladı. Meğer oralarda da unuta geldiğimiz nice şeyler var olduğunu gördük. Yüz sene önce bugünler varlık-yokluk savaşı veriyorduk. Yüz sene önce bugün daha bıyığı terlememiş gençlerimizi avcı hattında şehit veriyorduk. İster istemez yüz sayıdır derdini çektiğimiz bugünün gençliğine kayıyor nazarımız. Sosyal medyayla, dizi filmlerle, sanat adı altında pespayeliklerle zayi ettiğimiz gençlerimizi görüyoruz. “Çanakkale geçilmedi, fakat şehitlerimizin üzerinden neler geçti neler…” demekten kendimizi alamıyoruz. Muhterem İrfan Mektebi okuyucuları! Bilgi önemlidir. Doğru ve emin bilginin neşri daha da önemlidir. 100 sayıdır sizlerle bir araya getirdiğimiz bu bilgileri paylaşmaya devam ediyoruz. Hak ve hakikat konusunda derdimize derman olacak merhemleri mekteb-i irfanda sizlere servis ediyoruz. Çanakkale geçilmedi evet, fakat savaş da bitmedi, bitmez. Din nasihatten ibarettir; söz hep söylenecektir. Unuttuklarımızı hatırlamaya, bildiklerimizi tazelemeye, bilmediklerimizi öğrenmeye devam edeceğiz hep beraber. Son günümüzü ilk günümüz, son sayımızı ilk sayımız gibi çalışmaya ve sizlerle paylaşmaya gayret edeceğiz. Bilgiyi hep vahyin ışığında arayacağız. Yüzümüzü hep ışığa tutacağız. Gölgelere takılmadan güzellikleri bulmaya ve sizlerle buluşturmaya devam edeceğiz inşallah. İşte bütün bunlar için ve bunlarla beraber diyoruz ki “100’ümüz aydın olsun!” Tekrar buluşuncaya kadar kalın sağlıcakla…

Barla’da Bir Gün Barla’dayken Üstâd Bedîüzzaman Hazretlerinin yaşı elliyi geçmişti. Gerek geçmişte çektiği sıkıntılardan ve gerekse o yıllarda kendisine sıkıntı verilmesinden dolayı çok hasta olurdu. Pek az yerdi. Geceleri, Kur’ân-ı Kerîmden adet edindiği sûreleri ve Hizb-i Envâri’l-Hakâikı’n-Nûriye duâ kitabındaki duâları okur, bunları tamamlayınca da yine Risâle-i Nûr’la meşgûl olurdu. Gündüzleri ise, dâimâ Risâle-i Nûr’un mütâlaası ve tashîhi ile meşgûl olur, Risâle-i Nûr hizmetini her şeye tercîh ederdi. Risâle-i Nûr’a âit, yetişecek acele bir iş varsa diğer meşgûliyetlerini bırakır evvelâ o işi tamamlardı. Üstâd Hazretleri, bahar mevsiminde odasının önündeki muhteşem çınar ağacının dalları arasındaki kulübeciğe çıkar, vazifesini ifâ ederdi. Halkalı Küre (1576-1580) Halkalı küre, Osmanlı Döneminde İstanbul Rasathanesinde kullanılan bir aletti. Taşıyıcı vazifesi gören ufuk halkasının büyüklüğü için en az 4 metrelik bir çap önerilmiştir. Ufuk halkası bir yana, bu alet, öncelikle sabit yıldızların koordinatlarını belirlemeye yarayan 6 halkaya sahipti. Büyüklüklerine göre bu halkalar: 1. Hareketsiz olarak kuzey-güney yönünde bulunan meridyen halkası, 2. Hareketli büyük meridyen halkası, 3. Ekliptik halkası, 4. Kolur halkası, 5. Ekliptik kutupları boyunca devam eden küçük meridyen halkası ve 6. İki nişangâhla donatılmış enlem halkası. Bütün halkalar kompleksini taşıyan ufuk halkası, altı çubuk yoluyla aynı büyüklükteki bir temel halkaya bağlıdır. Aletler kitabının verdiği bilgilere göre bu gözlem aracıyla çalışmak için beş kişi gerekmekteydi. (İslâm’da Bilim ve Teknik, c. 2, s. 53) Hz. Abdurrahman bin Avf (ra) 591 senesinde Mekke’de dünyaya gelmiştir. Peygamber Efendimizin (asm) hayatta iken cennetle müjdelediği on sahabeden biri ve ilk Müslümanlardan olan Abdurrahman bin Avf’ın (ra) asıl adı Abdulkabe veya başka bir görüşe göre Abdu Amr idi. Ebû Muhammed künyesi ile de tanınır. Abdurrahman ismini Peygamber Efendimiz (asm) ona vermiştir. Habeşistan’a yapılan iki hicrete de katılmıştır. Ashabın en cömertlerinden biri olduğu bilinen Abdurrahman bin Avf’ın (ra) birçok gazvede ve özellikle Tebük gazvesinde Allah yolunda büyük infaklarda bulunduğu bilinmektedir. Abdurrahman bin Avf (ra) Rasûlullah’dan (asm) çok hadis duymuş, fakat titizliğinden dolayı bunların hepsini nakletmekten çekinmiştir. Hadis mecmualarında ondan altmış beş kadar hadis nakledilmektedir. Hicret’in 32. senesinde Medine’de vefat etti. 12 Mart 1921İstiklâl Marşı’nın Kabûlü Devam etmekte olan Millî Mücadele’de bir şevk ve gayret unsuru olacak ve tekrar eski millî ve dinî heyecanı hatırlatacak bir İstiklâl Marşı’nın yazılması için Maarif Vekâleti, 1921 senesinde bir güfte yarışması düzenlemiştir. Burdur Milletvekili Mehmed Akif Ersoy’a bu yarışma için teklif gitmiş fakat para ödülü olduğu için katılmak istememiştir. Fakat Maârif Vekîli Hamdullah Suphi’nin ısrarı üzerine Mehmed Akif, Ankara Taceddin Dergâhında 10 kıtadan oluşan İstiklâl Marşını kaleme almıştır. Yarışmaya katılan 724 şiir arasından TBMM, Mehmed Akif’in şiirini kabul etmiştir. 12 Mart 1921 günü TBMM’de alkışlarla kabul edilen İstiklâl Marşı, kabûlünün ardından Hamdullah Suphi tarafından kürsüde okunmuştur. Mehmed Akif, İstiklâl Marşına milletin eseri diyerek, onu şiirlerini topladığı Safahât’ına koymamıştır. 22 Mart 2004Şeyh Ahmed Yasin Şehîd Edildi 1937 senesinde Filistin’in el-Cura Köyünde dünyaya geldi. Henüz üç yaşında iken, babası Abdullah Yasin’i kaybetti. İsrail’in Filistin’i işgalinin ardından o da binlerce Filistinli gibi mülteci konumuna düştü ve Gazze Şeridi’ndeki Curat Şams bölgesine sığındı. 12 yaşında spor yaparken yaralandı ve ayakları felç oldu. Lise eğitiminin ardından Kahire’deki El-Ezher Üniversitesi’ne gitti ve burada Müslüman Kardeşlere katıldı. Daha sonra Gazze’ye döndü ve öğretmenlik yapmaya ve camilerde vaazlar vermeye başladı. Hızla ünlenen Yasin, Gazze İslâm Enstitüsü’nün başına getirildi. 1987’de İntifada Hareketi sırasında Dr. Abdülaziz el-Rantisî ile birlikte Hamas’ı kurdu. 1989 ve 1997 seneleri arasında 8 sene, İsrail cezaevinde kaldı. 22 Mart 2004 günü sabah namazından dönerken İsrail’in füze saldırısı sonrasında, iki koruması ve çevreden geçen dokuz kişi ile birlikte şehîd edildi. 27 Mart 1891Servet-i FünûnDergisininİlk Sayısı Çıktı İstanbul’da Nikolaidis’in çıkardığı fennî muhtevalı Servet gazetesinin ilâvesi şeklinde 27 Mart 1891’den itibaren Ahmed İhsan (Tokgöz) tarafından yayımlanmaya başlanmış, daha sonraki tarihlerde başta Edebiyât-ı Cedîde topluluğu olmak üzere Fecr-i Âtî ve Millî Edebiyat grupları ile Yedi Meşaleciler’in yayın organı olarak 25 Mayıs 1944’e kadar yayın faaliyetini devam ettirmiştir. Gerek baskı tekniği, gerekse muhtevası ve mizanpajı ile Türk basın tarihinde farklı bir yere sahip, edebiyat tarihine birçok yeni isim kazandırmış bir dergidir. Sultan 2. Abdülhamid’in maddî yardımıyla Ahmed İhsan’ın Avrupa’dan klişeci getirterek benzerlerinden farklı şekilde baskı tekniğini geliştirdiği dergi başlangıçta günlük olarak çıkarılır. Okuyuculara daha çok fennî meselelerle Avrupa’daki teknolojik gelişmeler nakledilirken zamanla haftalık yayımlanır ve dergide edebî çalışmalara da yer verilir. (TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 36, s. 573-574)

Aile hayatı, bizim medeniyet anlayışımızın çekirdeğini teşkil eder. Bu medeniyet, asırlardır, okuldan önce aile mektebinde verilen dersle şekillendi. Sevgili babalarımız, canım annelerimiz hep ilk öğretmenlerimiz oldu. İlk hakikatli dersimizi ve hayata bakış açımızı biz onlardan öğrendik. Geleceğimize yön veren en esaslı ve sarsılmaz telkinatı ve manevi dersleri biz o okulda aldık. Bizleri Hz. Âdem ile Havva’dan, bir ana-babadan yaratan ve birbirimize eş kılan Allah’a hamdolsun. “Evleniniz, çoğalınız, kuşkusuz ben ahirette ümmetimin çokluğuyla iftihar edeceğim” diyerek bizlere yuva kurmamızı bir sünneti olarak tavsiye eden Efendimiz (sav)’e nihayetsiz salavatlar olsun. Bu ümmet, her evlilik merasiminde genç evlilere birer rol model olarak, Hz. Âdem ile Hz. Havva arasındaki, Efendimiz (sav) ile Hz. Haticetü’l-Kübra validemiz arasındaki, Hz. Ali ile Hz. Fatımatü’z-Zehra arasındaki ülfet ve muhabbeti lütfetmesi için hep dualar edegeldi. Aile hayatı, bizim medeniyet anlayışımızın çekirdeğini teşkil eder. Bu medeniyet, asırlardır, okuldan önce aile mektebinde verilen dersle şekillendi. Sevgili babalarımız, canım annelerimiz hep ilk öğretmenlerimiz oldu. İlk hakikatli dersimizi ve hayata bakış açımızı biz onlardan öğrendik. Geleceğimize yön veren en esaslı ve sarsılmaz telkinatı ve manevi dersleri biz o okulda aldık. Bizler aile hayatını insan için, en saadetli bir cennet, en güvenilir bir sığınak olarak gördük. Şefkat, Hürmet, Nezaket ve Paylaşım Bu küçük dünyamızın temelini, samimi ve ciddi bir hürmet; hakiki ve şefkatli bir merhamet; karşılıklı güven ve nezaket içinde ebede uzanan bir arkadaşlık; kederde ve sevinçte mutlak bir paylaşım teşkil etti. Bizler bu arkadaşlığı gelip geçici güzellikler ve esassız menfaatler üzerine bina etmedik. Onun içindir ki bizim aile ilişkilerimiz, taraflar yaşlandıkça pörsümedi, daha bir değer kazandı. Eli öpülesi dedelerimiz, ağzı dualı ninelerimiz, hep hanelerimizin bereket direkleri oldular. Biz biliriz ki, mutlu bir yuvanın formülü, kadın-erkek arasında karşılıklı saygı ve sevgiden geçer. Biz biliriz ki, hayat arkadaşına meşru dairede samimi muhabbet ve hürmetin neticesi, sonsuzluk memleketinde, Cennete layık ebedi bir sevgili olarak o yol arkadaşlığına devam etmektir. Efendimiz (sav), peygamberlik sıfatının beraberinde ama aynı zamanda bir erkek olarak “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi” diye buyururken, her mutlu yuvanın ve sevginin ana unsurunu, hayatımızın öteki yarısı olan hanım kardeşlerimizi nazara veriyordu. Bizler birbirimizin haşmetini, modernizmin fantezilerinde değil, güzel ahlakta; güzelliğini haramdan sakınmakta, en büyük eğlencemizi ve tesellimizi ise evlatlarımızda bildik. Bizim medeniyetimiz kadınla erkeği bir insan olarak hak ekseninde birbirine denk kılarken, fıtrat ekseninde adaleti referans almış; hayata bakış açısında mutlak eşitliğe bedel, mutlak adalet kavramını esas tutmuştur. Bizim kültür ve medeniyet anlayışımız bir anne olarak kadına bazı sorumluluk ve haklar yüklerken, elmanın diğer yarısı olarak babaya da birçok haklar ve o nispette mükellefiyetler yüklemiştir. Bizler bu cihetle feminist değil, aileyi merkeze alan femilist yaklaşımı esas tutarız. Zira aşağı yukarı, hemen herkes kabul eder ki, hilkaten zayıf ve nazik olarak yaratılan ve her biri birer şefkat kahramanı olan hanımlar, kendilerini ve hayatlarından çok sevdikleri yavrularını koruyacak bir erkeğin yardım ve himayesine ihtiyaç duyarlar. Kur’an-ı Azimüşşan erkeğe bu noktada “kavvam” fonksiyonunu tanımlarken, onu aile içinde despot bir kimlikle değil, bütün sıkıntılara rağmen dik duran ve fıtratının kendine sağladığı tüm avantajlarla aile birliğinin korunmasını ve devamını sağlayan bir vazifeyle mükellef kılmıştır. Aile Hayatımıza Yönelik Meydan Okumalar Tüm bu hakikatlere mukabil batı medeniyeti, her iki tarafın değerini ve haklarını, taraflar arasında mutlak eşitliğe, alabildiğine sınırsız özgürlüğe ve salt dünyevi güzelliklere hasrederken, maalesef İslam hukukunun temel dinamiklerini anlamaktan çok uzak bir hırçınlık ve kompleks sergiliyor. Modernizm ve çağdaş insan hakları perdesi altında, sosyal hayatımıza ve temel bakış açımıza tamamen ters düşen yargıların, küreselleşen dünyada, başta medya olmak üzere çok değişik kanallarla tesirli bir surette bize dikte edildiği bir konjonktür içindeyiz. Öte yandan 21.yy’a gelmiş olmamıza rağmen, neredeyse tamamen bizim coğrafyamızda cereyan eden dâhili ve harici savaşların doğurduğu son derece olumsuz şartlar içinde aileler savruluyor. Bizler, kadına yönelik şiddetin en ağır örneklerinin yaşandığı cahiliye karanlıklarını, kadına verdiği değer ile aydınlatan, asr-ı saadeti tesis eden ve “Beni nasıl seviyorsunuz, ey Allah’ın Resulü?” diyen sevgili eşine tebessüm ederek “İlk günkü gibi ya Aişe, kördüğüm gibi!” cevap veren bir peygamberin ümmetiyiz. Biz Müslümanlar, kadına yönelik ayrımcılığa ve şiddete karşıyız. Bizler, mülteci kadınlar sorununa, savaş ve çatışma ortamlarının aile üzerindeki olumsuz etkilerine, modern dünyada kadının bir ticari meta olarak istismar edilmesine çözüm bulunması gerektiğine inanıyoruz. Uluslararası toplum tüm bu olumsuzluklar karşısında kadın ve aile politikalarını oluştururken, maalesef bu girişimlerin satır aralarında kendi değerlerimiz ekseninde asla kabul edemeyeceğimiz birçok dayatmayla da bizleri karşı karşıya bırakıyor. Yakın geçmişten bugüne kısaca baktığımızda, BM çerçevesinde 1975’ten itibaren beşer yıl arayla icra edilen Meksika, Kopenhag ve Nairobi Kadın Konferansları, Yine bu doğrultuda 1985 yılında taraf olduğumuz, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesini hedefleyen CEDAW Sözleşmesi, 1995 Pekin Konferansı ve 2000 Pekin+5 BM Özel Oturumu, Keza 2011 Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin İstanbul Sözleşmesi gibi birçok toplantılar yapıldı ve sözleşmeler imzalandı. Uluslararası bu yaklaşımlar, temelde bizim de benimsediğimiz ve sahip çıkmamız gereken olumlu yönleriyle beraber, maalesef toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı gibi değişik perdeler altında çarpık ilişkileri meşrulaştırmaya çalışan, öylesine ki Vatikan tarafından bile karşı çıkılan bazı detaylar içeriyor. Bizler tüm bu gelişmeler karşısında, hukuki hiyerarşi anlamında ulusal tüm hukuk normlarının üstünde kabul edilen bu anlaşmaların bizi sıkıntıya sokması muhtemel olumsuz maddelerine veya kavramlarına neden çekince koymadık, koyamadık? İslam Dünyası parlamentoları, böylesine stratejik bir konuda, gerek iç hukukta, gerekse uluslararası sözleşmeler boyutunda düzenlemeler yaparken, reel-politik kaygılar ötesinde daha duyarlı adımlar atmak zorunda değil midir? Gelinen bu noktada Sivil Toplum Kuruluşları olarak aile ve sosyal yapımızı tehdit eden bu tablo karşısında refleksif tavırlara ve yakınmaya bedel, nasıl bir yol haritası oluşturmalıyız? Kadim medeniyet anlayışımızı inşa ettiğimiz aile mektebinde özen gösterdiğimiz temel referanslarımızı, bir taraftan kaçınılmaz bir yol olan gelişim ve değişim süreci içinde nasıl koruyabiliriz? Uluslararası 2. Aile Konferansı - İstanbul İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği, 53 ülkede, birbirinden değerli 300’e yakın Sivil Toplum Kuruluşundan oluşan üyeleriyle, bu sahada çalışan aktivistlerin, akademisyenlerimizin ve gönüllü kuruluşlarımızın çok değerli çalışmalarından bir sinerji oluşturmak gayesiyle uzun süredir çalışmalar yapıyor. İlki 2011 yılında Endonezya Bandung’ta düzenlenen 1. Aile Konferansı’ndan bugüne yerel ve beynelmilel birçok çalıştay* yapıldı. İslam coğrafyasının değişik bölgelerinden konunun uzmanlarını bir araya geldi. Bu çalışmaların güzel bir meyvesi olarak 2015 Ocak ayında İstanbul’da elhamdülillah başarıyla icra edilen 2. Aile Konferansı ve ertesi gün eşzamanlı olarak yapılan sekiz ayrı çalıştay ile aile politikalarımıza ışık tutacak bir farkındalık ortaya kondu. İlk gün “Değişen Dünyada Bireyler Arası Etkileşim Ağı Olarak Aile” konusu “Şefkat, Nezaket, Hürmet, Paylaşım” temelinde ele alındı. İkinci gün ise aile ekseninde taraflar arasındaki adaleti, temel kavramlar ve yanlış algılamaları, kronik sorunları, yasamanın, savaş ve çatışmaların, medya ve sanatın aile istikrarındaki rolünü, BM bağlamında kadın ve aile politikalarına yaklaşımı, İslam hukuku ve yerel kanunlar arasında aile konularını irdeleyen çalıştay gerçekleştirildi. Otuza yakın ülkeden beş yüzü aşkın katılımcı ve sivil toplum kuruluşu, Uluslararası 2. Aile Konferansı’na ve çalıştaylara destek verdiler. Dört farklı ülkeden aile bakanı, İslam İşbirliği Teşkilatı’nı temsilen aileden sorumlu başkan yardımcısı ve Müslüman Âlimler Birliği Genel Sekreteri ve birçok milletvekilimiz konferansa iştirak ettiler. Uluslararası Aile Konferansına iştirak ederek kapanış konuşması yapmayı planlayan, ancak Afrika seyahatinin uzaması üzerine katılamayan Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın gönderdiği mesaj, Aile Bakanımız Ayşenur İslam Hanımefendi tarafından okundu. Temenni ediyoruz ki, konferans ekseninde alınan kararlar ve yapılan değerlendirmeler, toplum hayatımız için son derece önemli aile politikalarına yön verir ve İslam dünyasının birçok köşesinde Kur’an ve sünnet ekseninde aile yapısının güçlenmesine katkıda bulunur. Ve dua ediyoruz ki, Cenab-ı Hak hepimizin ailesini bir dünya cenneti hükmünde nurlu birer medrese ve bir irfan mektebi kılsın. Ta bu sünnet böylece tam yerine gelsin. Sünnet-i seniyenin meyvesi olan çocuklarımız âhirette bizlere şefaatçi, dünyada da iman dersini alıp hakikî birer evlat olsunlar. * Editör notu: Çalıştay veya workshop, bireylerin ortak bir konu üzerinde çalışmalarını, düşünmelerini ve öğrenmelerini sağlayan uygulamalı bilimsel öğretim tekniği.

Hepimizin ortak değeri olan İslam’ın aileye verdiği önem insana atfedilen değerdendir. İnsanı bu denli değerli sayan bir dinin doğrudan insan canına yönelik şiddet, terör gibi olaylarla birlikte anılması ve Müslümanlıkla bu olaylar arasında doğrudan ve organik bir ilişki kurma çabasının son günlerde yoğunlaşmış olması oldukça dikkat çekicidir. Adını selamdan alan bir dine yapılan bu hakaretin kabul edilemez olduğunu ve bu çabaların en az söz edilen olaylar kadar vahşet içerdiğini belirtmek istiyorum. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı olarak sözlerime, ailenin toplumun temeli olduğuna inandığımı söyleyerek başlamak isterim. Hepimizin bildiği bu söz, bana göre bir klişe değil, gerçeğin ifadesidir. Toplum olmak, bir arada ahenkli istikrarlı barışçıl bir hayatı paylaşabilmek için gerekli alt yapının, yani ortak değerlerin, ilişki ve iletişim biçimlerinin üreticisi de aktarıcısı da aile kurumudur. Ayrıca aile, doğal sosyal güvenlik ve sosyal hizmet kurumu olması bakımından da insanın doğumundan başlayarak ölümüne kadarki süreçlerinde her türlü ekonomik, sosyal, psikolojik, fiziksel ihtiyaçlarının karşılandığı alternatifsiz bir kurumdur. Bu özelliklerinden dolayı toplum da toplumun üst organizasyonu olan devlet de güçlü bir aile kurumu ister. Ailenin zayıflaması durumunda onun bıraktığı boşluğu doldurmak yüksek maliyetli yatırımları gerektirdiği gibi aynı sonucu üretmek de mümkün değildir. Ancak içinde yaşadığımız modern zamanların ekonomik, sosyal ve kültürel dönüşümlerinin aile yapısında bazı değişimler meydana getirdiği; ailenin bazı fonksiyonlarını kaybetmesine ve bazı yeni fonksiyonlar üstlenmesine sebep olduğu bilinmektedir. Buna rağmen aile kurumu günümüzde de önemini ve değerini muhafazaya devam etmektedir. Bizim aile politikalarımız ailenin söz konusu temel fonksiyonlarını tam olarak yerine getirebilmesini sağlamaya dönüktür. Bu konuda geliştirilecek politikaların hukuki, sosyal, kültürel ve ekonomik boyutları olduğu ve her boyutunun da aynı derecede öneminin bulunduğu açıktır. Bazen bir alandaki bir ihmal bütün diğer çabaları anlamsızlaştırmakta ve ailenin sorun çözen değil sorun üreten bir yapıya dönüşmesine yol açabilmektedir. Biz bu gerçekten hareketle aileyi ilgilendiren her boyutun göz önünde bulundurulduğu bütünlüklü aile politikaları geliştirip, geliştirilen politikaları titizlikle uygulamaya özel bir önem atfediyoruz. Hızla modernleşen bir toplum olarak modernleşme sürecini bizden önce yaşayan toplumların aile konusunda geçirdikleri süreçleri iyi anlamamız gerekmektedir. Modernleşmenin; insan, tabiat, toplum gibi temel konularda ön plana çıkardığı görüşlerin aileyi nasıl etkilediğinin çok iyi anlaşılması gerektiğini düşünüyoruz. Tecrübe edileni tekrar tecrübe etmemeyi ve aile çözülüp sorunlar içinden çıkılamaz hale gelmeden önce gerekli tedbirleri alabilmeyi çok önemli buluyoruz. Ailenin çözülmesinden sonra alınan tedbirlerin çok fazla işe yaramadığını da söz konusu süreci bizden önce yaşayan toplumların durumundan anlayabiliyoruz. Büyük bütçeli harcamalar ve kapsamlı ekonomik destek politikalarına rağmen söz konusu toplumlarda aile kurumunun durumunda bu ölçüde bir iyileşme olmadığını, aksine çözülmenin devam ettiğini gözlemleyebiliyoruz. Evliliklerin azalıp, boşanmaların artması, evlilik dışı beraberliklerin yaygınlaşması, tek ebeveynli ailelerin büyük oranlara ulaşması, yaşlıların yalnızlığa veya tamamen kurum bakımına terk edilmesi, nüfusun artık kendini yenileyememesi, çocuk suçluluğunun artması, psikolojik sorunların, uyuşturucu ve alkol bağımlılığının büyük boyutlara ulaşması bu sürecin sonuçlarından sadece bir kaçıdır. Aile konusunda yaşanan olumsuzlukların ortaya çıkmasında farklı parametreler olduğu kabul edilse de asıl belirleyici faktörün aile değerleri konusunda yaşanan değişim olduğu açıktır. Bu değişimin tarihi kökleri ise çok gerilere giden devasa bir yapısal değişime kadar uzanmaktadır. Modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan aşırı bireyciliğin, ailenin kurulmasını ve kurulan ailenin sürdürülmesini mümkün kılan aile değerleriyle uyumlu olmadığı bir sır değildir. Dayanışma, paylaşma ve diğerkâmlık gibi kadim değerlerin yanında saygı, sevgi, sorumluluk, nezaket ve şefkat gibi insani değerlerin hem ailenin kurulmasında hem de kurulan ailenin sürdürülebilmesinde hayati derecede önemli olduğu açıktır. Söz konusu aile değerlerinin var olabilmesi için, o değerlerin hayatiyet kazanabileceği daha geniş bir değerler sisteminin de yaşıyor olması gerekir. Bu gün dünyanın pek çok modern ve gelişmiş ülkesinde uygulanmaya çalışılan, gerek piyasa odaklı liberal politikaların, gerekse devlet odaklı sosyal politikaların ailenin güçlendirilmesine ve korunmasına yetmediği görülmektedir. Uygulanan politikalar bir birinden tamamen farklı olsa da bu ülkelerin aynı kültürel yapıyı paylaşmakta oldukları unutulmamalıdır. Söz konusu kültürel yapının aile değerlerinin istenilen nitelikte ve yaygınlıkta yaşamasını mümkün kılan özelliklerini büyük ölçüde yitirmiş olması, doğal olarak, ailenin çözülmesine yol açmaktadır. Ülkemizin ve diğer İslam ülkelerinin tevarüs ettikleri kültürel miras ve onun bir unsuru olan aile değerlerinin ülkelerimizde ailenin göreceli olarak hala güçlü olmasını sağladığı açıktır. Ailenin hala güçlü olmasının söz konusu ülkelere sağladığı ekonomik, sosyal ve siyasi katkılar ve önlediği sosyal sorunlar, hesabı kolay kolay yapılamayacak kadar büyük boyutlardadır. Ancak bütün Dünyayı etkisine alan büyük değişim ve dönüşümlerin ülkelerimizi de etkisi altına aldığı ve aile kurumunu etkileme potansiyeli taşıdığı göz ardı edilmemelidir. Bu nedenle ailelerimizin güçlü olduğu yanlarını korumaya azami özen gösterirken, karşı karşıya olduğumuz potansiyel tehditlere karşı da her türlü etkin önlemleri almaya hazırlıklı olmamız gerekir. Biz ülke olarak sosyal politikalarımızı aile odaklı bir eksene kavuşturmaya özen gösteriyoruz. Ailenin korunmasının güçlendirilmesinin, sorun çözme kabiliyetinin yükseltilmesinin karşılaşmamız muhtemel bütün sosyal sorunlar için en önemli koruyucu ve önleyici politika aracı olduğunu düşünüyoruz. Ailelerimizin sorun yaşar hale gelmemesi için yapılması gerekenleri her halükarda önceliyoruz. Çeşitli sebeplerle sorun yaşayan ailelerimizi sağlıklı hale getirecek bütün politikaların da aile odaklı olması gerektiğini düşünüyoruz. Yoksul aileleri, parçalanmış aileleri ve onların çocuklarını, engelli bireyi olan aileleri, bakıma muhtaç yaşlısı olan aileleri ve şiddet sorunu yaşayan aileleri de bu bakış açısıyla ele alıyoruz. Bu yöntemin çok büyük ekonomik avantajları olduğu açıktır. Ancak aile odaklı yaklaşımın en önemli yanı insani boyutudur. Çocuklarımıza, yaşlılarımıza ve engellilerimize onların ait oldukları, bir parçası oldukları ailelerinden koparmadan hizmet sunmanın çok insani bir yaklaşım olduğunu ve bunun önemsenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Güçlü aile yapımızın sadece yaşlı ve engellilerimiz konusunda bize sağladığı imkânlardan kısaca söz etmek istiyorum. Ülkemizde 6 milyona yakın 65 yaş üzeri nüfusumuz bulunmaktadır. Ancak kurumsal bakıma ihtiyaç duyan yaşlı sayımız sadece 11 bin kişidir. 500 binin üzerinde bakıma muhtaç engellimiz bulunmasına rağmen bunların sadece 5 bin 500 kadarı kurumsal bakımı tercih etmekte, diğerleri çok küçük ekonomik desteklerle ailelerinin yanında hayatlarını sürdürmektedirler. Zira biz biliyoruz ki insan; sadece temel maddi ihtiyaçlarının karşılanmasıyla mutlu olabilen bir varlık değildir. Çocuk olsun yetişkin olsun, her insanın maddi ihtiyaçları kadar, hatta bazen onlardan fazla ruhsal, duygusal ihtiyaçları vardır. İnsanın sevmek, sevilmek, paylaşmak gibi ihtiyaçları da ancak kendisi kadar doğal ve insani olan yapılar tarafından karşılanabilir. Bu aile ve ailenin dâhil olduğu sosyal çevredir, akrabalardır, komşulardır. Dolayısıyla, insanın bu yönü göz ardı edilerek geliştirilecek politikaların bazı sorunları kısmen çözse de her zaman yeni sorunlar üretmeye açık olduğu unutulmamalıdır. Aile, iki benliğin bir araya gelip biz olmasıyla başlar, kendinden çok diğer aile bireylerini önemsemek ve öncelemekle sürdürülür. Aileyi ayakta tutan en temel değerler diğerkâmlık ve sorumluluktur. Hakların aşırı vurgulandığı fakat sorumluluklardan hiç bahsedilmediği bir kültür ortamı, aileyi üretmekte zorlanacağı gibi kurulan ailenin devamını sağlamakta da başarılı olamayacaktır. Aileyi oluşturan tüm bireylerin sorunlarını özellikle de çağımızın hastalığı konumundaki şiddet sorununu ailenin sebep olduğu veya oluşturduğu sorunlar olarak tartışmak konuyu bağlamından uzaklaştırmak tehlikesi taşır. Şiddet aile içinde yaşandığı takdirde elbette bir aile sorunudur. Sağlıklı ve fonksiyonlarını tam olarak yerine getiren aileden söz ederken bu türden sorunların yaşanmadığı bir aile kastedilmektedir. Bu itibarla sadece kadına değil aile bireylerinden her hangi birine yönelik her türlü şiddetle mücadele esastır ve bu, bir yandan da ailenin korunmasına dönük bir çaba olarak görülmelidir. İdeolojik tutum ve tavırlarla aileyi şiddetin kaynağı olarak değerlendiren yaklaşımlara itiraz etmek durumundayız. Nitekim Birleşmiş Milletler Kadın Birimi tarafından yayınlanan rapora göre (2012 UN Women), evlilik kurumunun önemli ölçüde gerilediği, evlilik dışı beraberliklerin veya yalnız yaşamanın oransal olarak yüksek olduğu ülkelerde, ‘yakın ilişkide olunmayan erkekler tarafından’ hayatının her hangi bir döneminde kadına yöneltilen şiddet oranını kimi zaman %46’ya ulaşmaktadır. (İsveç %46). Tek bir konuşmada, toplumdaki her konu ve her kişi ile bir şekilde ilişkili olan aile meselesinin ele alınmasının zorluğu elbette malumunuzdur. Bizler tevarüs ettiğimiz zengin kültürel mirasın bizlere sağladığı eşsiz imkânlarla -her türlü ekonomik, sosyal veya siyasi sorunlara rağmen- aile kurumu hala güçlü olan ülkeleriz. Çok önemli ekonomik, sosyal, kültürel imkân ve değerleri ülkelerimize sağlayan bu eşsiz kurumun değerini bilmeli, mevcut tüm sorunlarından arınması ve daha sağlıklı hale gelmesi için her türlü imkânımızı seferber etmeliyiz. Hepimizin ortak değeri olan İslam’ın aileye verdiği önem insana atfedilen değerdendir. İnsanı bu denli değerli sayan bir dinin doğrudan insan canına yönelik şiddet, terör gibi olaylarla birlikte anılması ve Müslümanlıkla bu olaylar arasında doğrudan ve organik bir ilişki kurma çabasının son günlerde yoğunlaşmış olması oldukça dikkat çekicidir. Adını selamdan alan bir dine yapılan bu hakaretin kabul edilemez olduğunu ve bu çabaların en az söz edilen olaylar kadar vahşet içerdiğini belirtmek istiyorum. Sizlerin bütün bu konularda çok önemli sözlerinizin ve düşüncelerinizin olduğunu biliyor ve bu toplantı vesilesiyle söyleyeceğiniz her sözün, dile getireceğiniz her düşüncenin ailelerimizin toplumlarımızın daha sağlıklı gelişmesi için çok önemli imkânlar oluşturacağına inanıyorum. Adalet, hakkaniyet, şefkat, merhamet ve diğerkâmlığın en ince en zarif örnek ve imkânlarının, tevarüs ettiğimiz kültürel mirasta mündemiç olduğunu unutmamalı ve bu mirasın sadece bizler için değil bütün insanlık için yegâne umut kaynağı olduğundan asla şüpheye düşmemeliyiz diyorum. Sözlerime son verirken toplantımızın hayırlara vesile olmasını diliyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

O Kur’ân-ı Azîmüşşân nasıl bir bahr-i tevhîddir, bir tek katre, misâl için bir tek sûre, fakat kısa bir tek remzi, nihâyetsiz rumûzundan, bütün envâ‘-ı şirki reddeder. Hem de yedi envâ‘-ı tevhîdi eder isbat. Üçü menfî, üçü müsbet, şu altı cümlede birden. Kur’an-ı Kerim Allah’ın bir olduğunu gösteren bir okyanus gibidir. Bu okyanustan bir damla ve güzel bir örnek İhlas Suresidir. Bu surenin sayısız işaretlerinden birisi kısaca açıklanacaktır. İhlas Suresi genel olarak şirk türlerinin bütününü reddetmektedir. Bununla birlikte tevhidin yedi mertebesini de ispat etmektedir. İhlas Suresi’ndeki ilk üç cümle (الصَّمَدُ اللَّهُ /أَحَدٌ اللَّهُ /هُوَ قُلْ) Cenab-ı Hakk’ın var ve sabit olan isimleriyle tevhidi ispat etmektedir. Diğer üç cümlesiyle de (أَحَدٌ كُفُوًا لَّهُ يَكُن وَلَمْ / يُولَدْ وَلَمْ /يَلِدْ لَمْ) Allah’ın ne olmadığını gösteren yönüyle tevhidi ispat etmektedir. Birinci cümle: هُوَ قُلْ karînesiz işarettir. Demek ıtlâkla ta‘yîndir. O ta‘yînde taayyün var. Ey هُوَ اِلَّا هُو لَا Şu tevhîd-i şuhûda bir işarettir. Hakîkatbîn nazar, tevhîde müstağrak olursa der ki: لَا مَشْهُودَ اِلَّا هُو هُوَ قُلْ karînesiz işarettir. “De” Habibim ya Muhammed (asm)! Allah’ın sana indirdiği bu Kur’an-ı Kerim, Allah’ın hak kelamıdır. İçindekiler hakikattir. Şeksiz ve şüphesiz tasdik ettiğin gibi herkese de söyle. Onlar da böyle söylesin. ‘O’ anlamına gelen ‘Hüve’ lafzı, isim, sıfat ve herhangi bir özellik belirtmeksizin bir zata işaret etmektedir. Demek ıtlâkla ta‘yîndir. Ancak hiçbir özelliği belirtilemeden ve ona hiç bir sınır çizilemeden gösterilen, gösterilmek istenen bir zat vardır. Hiçbir hususiyeti verilmeden anlaşılması istenen o zat, idrak edilemez bir zat olmalı ki ancak ıtlakla (her şeyi kuşatmasıyla, sonsuzluğuyla, hadsiz olmasıyla) ona işaret edilebilmektedir. Bu da onun isim ve sıfatlarının bir sınırlandırma kabul etmediğini göstermektedir. Demek O, sınırlandırılamamakla, nihayetsizliğiyle, her şeyi kuşatmasıyla, istiklaliyle belirtilen bir zattır. O ta‘yînde taayyün var. Ey هُوَ اِلَّا هُو لَا Şu tevhîd-i şuhûda bir işarettir. Hakîkatbîn nazar, tevhîde müstağrak olursa der ki: مَشْهُودَ اِلَّا هُو لَا Her ne kadar ‘Hüve’ lafzıyla, ıtlakla işaret edilen bir zat varsa da, O, Cenab-ı Hakk’ın zatıdır. Yani ‘Hüve’ kelimesi Cenab-ı Hakk’ın zatını gösteren bir lafızdır. Çünkü haddi, hududu, olamayan, sıfatları ezeli ve ebedi olan Allah’tır. Allah’ı tanımak isteyen kullar içinde en yüksek mertebe sahibi olan mukarreb kullar, bu kelimeyle Yüce Allah’ın zatını kastederler. Çünkü onlar varlığa baktıkları zaman; Her bir şeyin yaratıldığını, bunların kendi başlarına varlıkta kalamadıklarını, varlıklarının Allah’a bağlı olduğunu görmektedirler. Varlığın her an, her şeyleriyle Allah’a muhtaç olduğunu müşahede etmektedirler. Varlığın meydana gelmesinin gerçek sebebinin Allah olduğunu bilirler. Bizzat hiçbir şeye muhtaç olmadan ezeli ve ebedi varlığa sahip bir tek Allah olduğunu bilir ve görürler. Yani vacibu’l-vücud Allah’tır. Ezeli ve ebedi olan Allah’tır. Varlığında hiçbir şeye muhtaç olmayan yegâne varlık Allah’tır. İşte varlığı zorunlu, muhtaç olmaktan uzak, ezeli ve ebedi olan bir Allah’ı gördüklerinden, ondan başka bizzat, müstakil, bağımsız ikinci bir varlık görmediklerinden derler ki: “Ondan başka vacibü’l-vücud, ezeli ve ebedi bir varlık yoktur. Bir tek O vardır. Bu anlamda ikinci bir varlık yoktur. Onun için “O” diye ifade edilir.” İşte nefislerini safileştiren mukarreb kulların bu tevhidi, tefekkürle, basiretle, keşfiyatla gördükleri bir hakikattir. Hakikati gören bir fikir bizzat, müstakil, bağımsız, zorunlu, muhtaç olmaktan münezzeh, ezeli ve ebedi bir tek varlığın Allah’ın zatı olduğunu görür ve der ki “Görünen bütün varlıklar Allah’ın yaratmasıyla onun birer eseridir. Kendi başlarına meydana gelmemişlerdir. Onları varlığa çıkaran ve varlıkta tutan O’dur. Varlığı kendinden olan ise O’dur. Bu manada müşahede edilen ve anlaşılan tek vücud onundur. Kısacası “Ondan başka vacibü’lüvücud olma yönüyle müşahede edilen yoktur.” İkinci cümle: اَحَدٌ اَللّٰهُ dir. Ki tevhîd-i ulûhiyete tasrîhtir. Hakîkat, hak lisânı der ki: مَعْبُودَ اِلَّا هُو لَا Allah lafzı bütün kemal sıfatları içine alan ve Yüce Allah’ın zatına delalet eden bir lafızdır. Ehad ismi ise hiçbir cihetle ortağı ve dengi olmayan Cenab-ı Hakkın bütün/ekser Esma-yı Hüsna’sı ile her bir varlığın yanında hazır ve nazır olmasıdır. O, tektir. Böyle bakıldığında mana şöyle olmaktadır: Bütün kemal sıfatların sahibi olan, ortağı ve benzeri bulunmayan ve bütün Esma-yı Hüsna’sı ile her bir varlığın yanında hazır, nazır ve mekândan münezzeh Allah ibadete layıktır. Allah’tan başka hiçbir varlığa ibadet edilmez ve edilemez. İşte bu hakikat der ki “Ondan başka ibadete layık olan yoktur.” Evet, bütün peygamberler insanlara gerçek bir tevhid için iki hakikati tebliğ etmişlerdir. Birincisi: Her bir şeyin yaratıcısı yalnız Allah’tır. Ondan başka yaratıcı yoktur. İkincisi: Ondan başka ibadet edilecek İlah yoktur. Mabud yalnız O’dur. Bu ikisi ile tevhid tamam olmaktadır. Yoksa Allah’ın varlığını ve birliğini kabul edip başka varlıklara tapmak, ibadet etmek gerçek tevhidi ifade etmemektedir. Mekke müşrikleri yerin ve göğün yaratıcısının Allah olduğunu itiraf ederlerdi. Fakat putlara da ibadet ederlerdi. Bundan dolayı Kur’an onlara müşrik dedi. Demek yaratıcı, bir ve tek olan Allah olduğu gibi ibadet edilecek Mabud da bir ve tek olan Allah’tır. Üçüncü cümle: الصَّمَدُ اَللّٰهُ dir. İki cevher-i tevhîde sadeftir. Birinci dürrü, tevhîd-i rubûbiyet. Evet, nizâm-ı kevn lisânı der ki: خَالِقَ اِلَّا هُو لَا Bu kelam iki inci hükmünde olan ve tevhidin iki cevherini içinde bulunduran bir sadeftir. Birinci inci: Yüce Allah’ın Rububiyetindeki tevhididir. Evet, her şeyin sahibi yalnız odur. Her şeyi idare eden yalnız odur. Varlığı yaratıp hedeflerine giderken onları kollayıp gözeten yalnız odur. Bu yolda ihtiyaçlarını görüp ve önlerindeki engelleri kaldırarak hayatlarının devamını sağlayan yalnız odur. Her bir şeyi nimetleriyle terbiye ederek ıslah eden yalnız odur. Her şeyin seyyidi yalnız odur. Cenab-ı Hakkın, bu manaları taşıyan rububiyetinde ortağı yoktur. İşte bu manaların bir ifadesi hükmünde olan âlemdeki düzen, bunu şöyle ifade etmektedir: “Ondan (Allah’tan) başka yaratıcı, terbiye edici, ıslah edici ve seyyid olan başka yoktur.”Böyle bakıldığında İhlas Suresi’nde otuz İhlas Suresi vardır denilir.

Hat sanatında bir kompozisyon içerisinde soldan sağa, sağdan sola tamamen ya da kısmen birbiri içerisine girmiş simetrik istif yapılmış yazıya verilen isimdir. Müsennâ yazılar, istiflenen yazının ters istikametten yazılarak yatay ve dikey olarak ortada birbirini kesecek şekilde kavuşturulması ile oluşturulur. Uzun metinlerin istifi karışık görüneceğinden genellikle kısa Hadis, dua ve özlü sözler seçilir. İçinde Allah lafzı geçen bir metin seçilmişse, bir zaruret olmadıkça bir gelenek olarak Lafzatullah bir tane yazılır. Düz istifli veya girift, çift, karşılıklı şekilde yazılmış Müsennâ, bir hat çeşidi olmayıp bir yazı biçimidir ve her çeşit hat çeşidiyle yapılabilir. Yazılış tarzı şöyledir: Herhangi bir ibare yazıldıktan sonra şeffaf bir kâğıda kenarlarından dikkatle çizilir. Bu kâğıt tersine çevrilerek evvelki ibare ile her ikisinin uçları birbirine değecek veya geçecek şekilde tekrar çizilir. Daha sonra kenarları tesbit edilen bu ters bölümdeki yazıların içi mürekkeple doldurulur. Nâdiren normal ibarenin sol taraftan başladığı da görülmüştür. Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi Menâkıb-ı Hünerverân isimli eserinde, Baysungur’un sarayında çalışan XV. yüzyıl hattatlarından Molla Can Kâşî’nin “Şikeste-beste” adında bir yazı tarzı geliştirdiğini, bu yazı için biri siyah, iki renk kâğıt kullandığını, yazılacak ibarenin bir kısmının bir sayfaya, diğer kısmının başka bir sayfaya yazıldıktan sonra bunların üst üste konulmasıyla şekillendirildiğini kaydeder. Mustafa Âlî Efendi ile aynı yıllarda yaşamış olan İranlı müellif Kadı Mîr Ahmed Münşî-i Kummî Gülistân-ı Hüner adlı kitabında, Müsennâ’nın XV. yüzyıl şair ve hattatlarından Mecnûn adlı bir sanatkâr tarafından bulunduğunu, onun ayrıca bu usulü yazıdan başka insan, kuş, çiçek ve başka şeylere de uyguladığını bildirir. Fezâilî, Molla Cân Kâşî ile Mecnûn’un sanatı arasındaki farkı “sade” ve “süslü” kelimeleriyle hulâsa ederek birincisinin bu tarzın sade tarafını, ikincisinin süslü tarafını tercih ettiğini ileri sürer ve Atlas-ı Hat adlı eserinde gençliğinde bu tarzda yazılmış yazılar gördüğünü ve babasının buna “Hatt-ı Mecnûnî” adını verdiğini kaydeder. Osmanlı döneminde Müsennâ yazıda Türk hattatlarının çok cazip eserler meydana getirdikleri ve âdeta yazı ile resim ve grafik sanatını birleştirdikleri görülmektedir. Büyük hattatlar dışında halk arasında yetişmiş hattatlar da Müsennâ tarza ilgi göstermişler; Kûfî hatla camiler resmetmişler, Sülüs hatla çifte “Vav”lar, Kelime-i tevhid’ler, Allah, Muhammed, Ali kelimelerini yazmışlardır. Bunun dışında yazıyla kuşlar, kandiller, ibrikler, taçlar, kavuklar yapmışlardır. Bilhassa XIV ve XV. yüzyıllarda Bursa ve Edirne’de yapılan camilerde Müsennâ yazılara çokça rastlanır. 1271/1855 Bursa depreminin ardından Bursa’ya gönderilen Hattat Mehmed Şefik Bey ile Hattat Abdülfettah Efendi, Bursa Ulucami’deki yazıları tamir ettikten sonra Müsennâ yazılar da yazmışlardır. Bursa’dan sonra devletin başşehri olan Edirne camilerinde de bu tarzda eserler görülür, Eski Cami minberi üzerinde yer alan “Fî eyyâmi sultâni’l-a‘zam Mehmed b. Bâyezîd b. Murâd Han” ibaresi müsennâ tarzında yazılmıştır. Bursa’daki gibi büyük bir “Vav” da yine bu şehirde Eski Cami’de bulunmaktadır. Kâğıt üzerine yazılmış iki müsennâ örneğine, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde (FY, nr. 1423, vr. 11b) Fâtih Sultan Mehmed devrine ait, Süheyl Ünver’in Fatih Devri Saray Nakışhanesi ve Baba Nakkaş Çalışmaları adıyla neşrettiği bir yazı ve nakış albümünde rastlanmaktadır. Fâtih devrinde belki de taş üzerine hakkedilmiş ilk Müsennâ Celî Sülüs yazı ise Ali b. Yahyâ Sûfî’nin Topkapı Sarayı Bâb-ı Hümâyun üzerine h. 883/1478 tarihinde yazmış olduğu besmele ile Hicr sûresinin 45-48. âyetleridir. Bu Müsennâ yazı, XIX. yüzyılda Abdülfettah Efendi tarafından aynı tarzda Bâb-ı Hümâyun’un arka tarafına yazılmıştır. Yine Fâtih devrinde 877/1472’de yapılmış olan Çinili Köşk’ün eyvanında da Müsennâ yazı örneğine rastlanır. Osmanlılar’da Müsennâ yazı tasavvuf ve tarikatlarda da rağbet görmüş, dergâh ve tekkelerde, ayrıca halk arasında çok sevilmiş ve tekkelerde yerini almış, hattatlar dergâhlarda bilhassa çifte "Vav"a büyük önem vermişlerdir. Ebced hesabında vav 6 rakamının karşılığıdır. Yan yana iki vav 66 demektir ki bu da ebcedde Allah ismine tekabül eder. Çifte “vav”lar Bursa ve Edirne dışında başka yerlerde de görülür. Hatt-ı müsennâ veya "Çifte yazı" da denilen bu tür kompozisyonlar, sadece simetrik bir şekilde düzenlenmiş bir çeşit dekoratif yazı örneği değildir. Müsennâ yazı türleri, İslâm hat sanatının tarihi gelişimi içinde bir arayışın değişik ifadesidir. Bu tür yazılar hilye-i şerifelerde, levhalarda, cami, tuğra gibi değişik şekillerde de istif edilmiştir. İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda Mukaddes Emanetler binasının Revan Köşkü tarafındaki duvarlarını kaplayan çiniler üzerine çeşitli şekilde işlenmiş “Vav”lar vardır. Bilhassa bunlardan biri âdeta ciddi bakışlı bir insan yüzünü andırmaktadır. Bunlar 1062/1652 tarihli olup Kemankeş Mustafa imzasını taşımaktadır. İstanbul’da güzel bir çifte “Vav” da Yenicami’nin kemer bölümüne yakın cephesinde bulunmaktadır. Celî sülüs yazının farklı istifte (kompozisyon) en uygun yazı türü olması, yazı sanatkârlarının (hattatların) orijinal kompozisyon arayışlarına ve denemelerine yol açmıştır. Müsennâ kompozisyonlar ilk kez Edirne Üç Şerefeli Câmi portalinin sağ-sol kapı yuvaları üzerinde uygulanmıştır. Daha sonra İstanbul Murad Paşa, Kılıç Ali Paşa ve Şişli câmileri ile Topkapı Sarayı Bâb-ı Hümâyun kapısında sevilerek tercih edilmiştir. Dâirevî kompozisyonların en güzel örnekleri ise Topkapı Sarayı Bab-ı Hümayun ve Babüssaade kapılarında, İstanbul Mahmutpaşa Camiinde, Tokat Hâtûniye Câmii taç kapısında ve Geyve Sultan Bâyezid Köprüsü'nde bulunur. Râkım’ın Fatih de Nakşidil Valide Sultan türbesi yan bahçesi önünde, cadde üzerindeki çeşmede bulunan musennâ istifi ve Hattat Şefik Bey, Alâaddin Bey, Hattat Faik Efendi ve en son Tuğrakeş Hakkı Beyin musennâ yazıları; Bursa Ulu Camii de, Tophâne Kılıç Ali Paşa Camii ve Şişli Camii kapısında, Topkapı Sarayı Bab-ı Humâyun kapısının iç ve dışındaki Müsennâ yazılar, Vakıf Hat Sanatları Müzesi, Türk ve İslâm Eserleri Müzesindeki musennâ yazıları örnek olarak sayabiliriz. Bu makalenin yazımında Ali Alparslan’ın “Müsenna” isimli eserinden faydalanılmıştır.